Читать книгу Mahallenin En Güzel Kızı (Murat Ali Ersan) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Mahallenin En Güzel Kızı
Mahallenin En Güzel Kızı
Оценить:
Mahallenin En Güzel Kızı

5

Полная версия:

Mahallenin En Güzel Kızı

Birkaç dakika sonra sarışın elinde küçük bir tepsiyle kahveyi getirmişti. Kahvenin yanına da küçük çakıl taşlı çikolatalardan koymayı ihmal etmemişti. Kahveden bir yudum aldıktan sonra evin içinde uğursuz bir hayaletmiş gibi dolanan sessizlikten kurtulmak için sarışına duvardaki sürrealist tablonun anlamını sormuştum. “Oldukça rahatsız edici bir tablo öyle değil mi?” diye kabul etmişti tablonun ne kadar ucube bir görüntüsü olduğunu. “O tabloyu ailemi kaybettikten sonra yaptım,” demişti ve susmuştu, tablonun derinliklerine, özellikle alt üst olmuş eve doğru uzun uzun bakmıştı.

Bazı insanlar kelimelere dökemediği duyguları susarak anlatırlar. Sarışın sessizliğe gömüldükçe onu daha iyi anlamıştım. İnsanlar kendilerini yalnız hissettiğinde her şeyden kaçmak isterlerdi ve bunun için türlü türlü yolları denerlerdi. Tıpkı bir simyacının taşı altına çevirmek için binlerce seçeneği değerlendirmesi gibi… Ne yazık ki simyacı taşı hiçbir zaman altına dönüştüremezdi ve insan her şeyden kaçamazdı. Tahmin edildiğinin aksine sarışınla o gece cinsel bir münasebet içine girmemiştik. Sadece uzun uzun konuşmuştuk. Bana anılarından bahsetmişti. On ikinci yaş gününde pastadaki mumlara üflerken az kalsın saçından olacakmış. Tamamen kendi ahmaklığından kaynaklanmış çünkü o sıralar sağ olan annesi mumlara üflemeden önce saçını at kuyruğu yapması konusunda onu uyarmış. Bir keresinde de yaz tatili için gittiği otelin bahçesindeki ceviz ağacına tırmanmış -ki bunu tamamen iddia üzerine yapmış- amacı üst dalların birine çaput bağlayıp dilek dilemekmiş, henüz ağacın yarısına bile tırmanmamışken büyük bir aksilik sonucu ayağı kaymış ve kendini bir anda yerde bulmuş, bütün yazı ayağındaki alçıyla geçirmek zorunda kalmış.

Sabaha doğru beni evinden uğurlarken artık evinin yolunu öğrendiğimi, istediğim zaman çıkıp geleceğimi, bir sonraki gelmeme daha farklı şeyler yapabileceğimizi söylemişti. Kuşkusuz böyle diyerek ateşli bir sevişmeyi ima ettiğini anlamıştım. Oysa o sarışının evine bir daha hiç gitmedim.

Saklısaman’dan uzaklaşmıştım eve doğru yürümeye devam ediyordum. Kafamı kaldırıp gökyüzüne doğru baktım, “Ulan Macit,” dedim hoyratça, “Ulan kadın düşkünü dürzü! Dünya’daki kadınlar senin elinden kurtuldu ama bu sefer de hurilerin vay haline…”

Saklısaman’ın iki yüz elli metre ötesinde belediyeye ait ve genellikle üniversite öğrencilerinin kullandığı eski bir otobüs durağı vardı. Kenarlarında yarım asırlık palmiye ağaçları boy vermişti. Apartmanların arasında biten bir inci tanesi gibi görünüyordu. Otobüs durağı eskiden meşe kerestesinden yapılmaydı ancak birkaç yıl önce belediye otobüs durağını söktü ve yerine sofistike görünümlü olan yeni bir otobüs durağı yaptı. Otobüs durağındaki bu köklü değişim bile anılarımı yok etmeyi başaramadı. Ne zaman ki o durağın önünden geçsem Yasemin aklıma geliyordu. Yüzüm kızarıyor, kendime bir kez daha kızıyordum.

Yasemin’in yokluğuna zamanla alıştım ancak onu tamamıyla unuttuğumu ve ona karşı herhangi bir şey hissetmediğimi söylersem yalan söylemiş olurdum. Birkaç kez Yasemin’le iletişim kurmaya çalışmıştım ancak ne mesajlarıma geri döndü ne de telefonlarıma cevap verdi. Neden bilmiyorum ama sürekli benden kaçmayı tercih ediyordu.

Bazen başımı yastığa koyduğumda kendimle yüzleşiyordum. Kendimle yüzleştikçe uykularım kaçıyordu, kalkıp bir sigara yakıyordum, gece bitiyordu, gün doğuyordu, Yasemin aklımdan çıkmıyordu. Kendimi öldürmeden önce yapacaklarım arasında onu ziyaret etmek de var. Ancak onunla yüzleşmekten o kadar korkuyorum ki…

Yasemin’le olan münasebetimiz ilk okul sıralarında başlamıştı. Yedinci sınıfın sömestr tatiline kadar da onu sevdiğimi söyleyemedim. İlk şiirlerimi onun için yazmıştım. Bir sabah ansızın sırt çantasının içine bırakıvermiştim ilk yazdığım şiiri. Bu şiir şöyleydi:

Yasemin çok güzelsin,Saçlarında kelebekler uçuyor farkında değilsin.Seni geçen gün anneme bahsettim.Mutfakta puding yapıyordu,Kakaolu tatlı var ya bilirsin,Ah Yasemin sen pudingden de güzelsin.

Şiirin altına ismimi filan yazmamıştım ama Yasemin el yazımdan şiiri benim yazdığımı anlamıştı. O yıl Yasemin’le rüya gibi bir yaz sömestri geçirmiştik. El ele tutuşup kırlarda koşmuştuk, pikniğe gittiğimizde yan yana oturmuştuk, yakar top oyunu oynarken birbirimizi kayırmıştık, isim şehir oyununda birbirimize tüyo vermiştik. Liseye geçtiğimizde ise yarattığımız ütopik dünya yavaş yavaş silinmeye başlamıştı.

İntihar etmeye karar verdikten sonra kendime yakın gördüğüm insanlar için bir şeyler yapmaya karar verdim. Uzun zamandır sevdiklerime mektup yazıyorum. Henüz hiçbir mektup adresine ulaşmadı. Yasemin’e de bir mektup yazdım:


Yasemin, çocukluk sevdam, gençliğimin özlemi, yarım kalanım, kalbimin ebedi sahibi, gelinciğim, kır kelebeğim, göğe mavi olanım, geleceğe ümitle bakanım…


Bu mektup ben öldükten sonra açılacak olan miras sandığımın en önemli parçalarından biri. Bu mektubu yazmaya karar vermek dört yılımı, yazmak ise üç yılımı aldı. Bu mektubu sana yazmamın sebebi, bana acıyıp ardımdan gözyaşı dökmen için değil. Sadece senin tarafından anlaşılabilmek istiyorum. Eğer maddi açıdan zengin olsaydım hayatın boyunca ekonomik özgürlüğünün olması için tüm malvarlığımı sana bırakırdım, oysa sana şiirlerimden başka bir şey bırakamıyorum Yasemin. Şunu söylemek isterim ki sana âşık olduğum için bir gün bile pişmanlık yaşamadım. Seni severek geçirdiğim günler hayatımın en güzel günleriydi. Özellikle yedinci sınıfın sömestr tatilinde, sana bir kova dolusu kâğıttan çiçek yaptığımda, yüzünün aldığı şaşkın ama mutlu ifadeyi asla unutmayacağım. Yanağında beliren o beyhude gülümsemeyi görmek bile, cennetin bir gülüşe sığabileceğini kanıtlıyordu. Çok güzel gülümsüyordun, o gülümsemeyi hayatın boyunca kaybetme. Elbette hayatına kötü insanlar girecektir, onlardan arınman mümkün değil, karşına çıkmaya ve duygularını alt üst etmeye devam edeceklerdir, ancak sen gülümseyebildiğin kadar güçlü olabilirsin, gülümseyebildiğin kadar onlara kafa tutabilirsin. İnsanlar can yakmaya meyillidir. Canını koru. İnsanların seni üzmesine izin verme. Sana hata yapan insanları affet, ancak aynı hatayı ikinci kez yaparlarsa onlardan vazgeç. Vazgeçmek acizlik değildir, hayatın acımasızlığına karşı kendini koruman gerekir. Kendine ve kalbine dair önemli meselelerin olacaktır, bunları dostlarına anlatmaktan çekinme, ancak sırların sende kalmalı, çünkü en güvendiğin dostlar bile bir gün düşmanın olabilir. Maksadım sana birtakım öğütler vermek değil, sadece artık üzülmeni ve eğer dökeceksen de mutluluk gözyaşları dökmeni istediğim için.

Sevgili Yasemin, üvey babanla birtakım sorunlar yaşadığını en başından beri biliyordum. Bu konuda yetersiz kaldığım için kendimi asla affetmeyeceğim. Seni o otobüs durağında beklettiğim için de kendimi affetmeyeceğim. Sevgime sahip çıkamayıp seni unutmanın doğru olacağını düşündüğüm için de kendimi affetmeyeceğim. Ancak şunu bil ki: İntihar etmemde senin hiçbir tesirin yoktur. Bu tamamıyla kendi hatalarımdan, toplumun beni bir kalıba sokmak isteyişinden ve benim bunu reddedişimden kaynaklıdır. Sakın ola ölümüm için kendini suçlama. Çünkü sen bana meleklerin bile kıskanabileceği bir hayat verdin. Duygularımın kalbimde olduğunu hissettirdin. Annem bana sevmeyi öğretti, ancak aşkı, aşkı bana sen öğrettin. İyi kalpli güzel Yasemin, Dünya’ma sevdayı getiren Yasemin, ruh ikizim, yaşam pınarım, elma yanaklım, yeşil saçlım, seni görmeyişimin üzerinden onca yıl geçmesine rağmen her ayrıntını hatırlıyorum. Bu yüzden sana şu birkaç dizeyi uygun gördüm:

I.Seni seyredince Dünya’yı unutuyorum,Dünya’yı seyredince seni hatırlıyorum.Bu, şu ana dek,Karşılaştığım en muazzam gerçek.Ve sen, şimdiye kadar,Gördüğüm, tek, yaşam, barındıran, insan, olarak, kalacaksın…

Sana yazdığım geri kalan şiirleri, mektuba ek olarak iliştirdim. Senden tek isteğim: Mektupla birlikte şiirlerimi okuduktan sonra onları çöpe atman. Çünkü biliyorum ki her okuyuşunda kendini kırgın hissedeceksin ve senin üzüldüğünü bilmek beni mahvedecek. Bu benim sana bir vasiyetimdir, lütfen titizlikle uygula. Sevgili Yasemin sana ulaşıp her şeyi telafi etmek isterdim ancak kırılan bir kalbi telafi etmenin çok güç olduğunu biliyorum…


Ve mektup böyle devam ediyordu…

4

Ertesi gün gece yarısı onlarca sigara külünün düştüğü delik pörçük ve eşya olmaktan bir hayli usanmış mavi koltuğun üzerinde uzanıyordum. Salonda yankılanan tek ses sıkıcı bir Fransız filminin durgun diyaloglarıydı. Çünkü yeryüzünde izlemediğim birkaç film kalmıştı sadece ve bu filmlerde sürekli ödül yağmuruna tutulan renksiz Fransız filmleriydi.

Masanın üzerinde yoksul bir köy çocuğu gibi duran telefonum çalmaya başladı. Bay-T arıyordu, kayda değer şeyler söylemeyeceği aşikardı. Telefonu sessize alıp filmi seyretmeye devam ettim. Bu gece Amerika başkanı dahil olmak üzere kimseyle muhatap olmak istemiyordum. Yalnızca kendimi insanlardan soyutlamanın verdiği hazzın en uç noktalarını keşfetmeyi umuyordum. Neden insanlarla konuşacaktım ki? Hep aynı şeyleri söyleyip duruyorlardı. Kayda değer bir cümle duymayalı neredeyse aylar olmuştu. Ancak Bay-T gibi bir arkadaşınız varsa isteseniz de istemeseniz de telefonu er ya da geç açmak zorunda kalacağınızı anlarsınız. Bay-T gibi herifler ısrarcı olurlar. Kapıdan kovsanız bacadan girerler. Nihayetinde telefon yedi kere filan çaldı.

Televizyonun sesini kıstım. Telefonu buz dolabının arka kısmında çalışan motoruna doğru tuttum, “Seni daha sonra arasam olur mu dostum? İş yerindeyim, çalışıyorum…”

Bay-T üfleyip püfledi, “Çorap kokan evinde kendine acımakla meşgul olduğunu biliyorum. Beni kandıramazsın.”

“Ne istiyorsun?”

“Asıl sen ne istiyorsun? Son zamanlarda iyice kendini saldın ne arıyorsun ne soruyorsun. Çorlu’ya geleceğim diyordun, yaz bitecek bak hâlâ gelmedin.”

“Biliyorsun. Bu sıralar bir hayli yoğun çalışıyorum. Başımı kaşıyacak fırsatım bile olmuyor.”

“Bana yalan söylemekten vazgeç. Bana yalan söylediğini anlayabiliyorum. Şu an yine televizyonun karşısına geçmiş bir film izliyor olmalısın. Bütün gün yaptığın tek şey film izlemek.”

“Bana bir insan göster insan olduğunu kanıtlasın, o zaman ben de bir yolunu bulurum filmlerden uzaklaşmanın.”

“Bırak bu edebiyat ağızlarını.”

“Beni neden aradın?”

“Zevkimden aramadım herhalde,” diye öfkelenir gibi oldu Bay-T. “Düğün günüm belli oldu onu haber vereyim dedim.”

“Ne zaman?”

“Cumartesi akşamı saat sekizde,” dedi, sonra da vurguladı, “Bu cumartesi. Sakın bana bahane üreteyim deme. Çünkü nikah şahidimizsin.”

“Ben mi? Beni mi nikah şahidiniz yapacaksınız. İyi de benim cumartesi günü halletmem gereken çok mühim bir işim vardı. Memleketteki evimiz su alıyormuş, dış cephesine kaplama yaptırmam lazım.”

“Yaz ayındayız.”

“Evet ama firma randevulu çalışıyor, eğer bu sefer de yaptırmazsam seneye beklemek zorunda kalırım. Bu da annemin hiç hoşuna gitmez.”

Bay-T yine oflayıp pufladı, “Bana neden yalan söylüyorsun dostum?”

“Yalan söylemiyorum.”

“Seni aramadan önce anneni aradım. Bana evinizin su aldığından bahsetmedi. Seni aramadan önce bilerek anneni aradım çünkü o senin kadar yalan söylemiyor. Her neyse nikahıma şahitlik yapman için ayaklarına kapanacak değilim. Zaten bunu ben değil Meryem istiyordu. Şimdi bana açıkça söyle, buraya gelecek misin gelmeyecek misin?”

Bay-T memleketin öteki ucunda oturuyordu ama ölmeden önce yapmam gereken şeyler arasında onu ziyaret etmek de vardı. Bay-T’yi ve biricik nişanlısı Meryem’i dünya gözüyle son kez görmeliydim. Üstelik Meryem’le Bay-T’yi ben tanıştırmıştım. Düğünlerinde bulunmamak haksızlık olurdu.

Meryem’le Bay-T’nin (Yani İlker’in) tanışma hikayesi akıllara zarardı. Çünkü çevirim içi bir bilgisayar oyununda tanışıp evlenmeye karar vermişlerdi. Oyun platformundaki kimse rakip klan liderlerinin birbiriyle evleneceğini düşünmezdi. Bay-T’nin kurduğu klanda genellikle benim gibi saplar vardı, hayatı bilgisayar başında geçmiş ve ekrana eğilmekten sırtı kamburlaşmış, çoğu gözlüklü, asosyal ve her gece mastürbasyon yaptıktan sonra uyuyan tiplerden bahsediyorum. Meryem’in klanı ise kadınlardan oluşuyordu. Onların da bizden geri kalır yanı yoktu. Tek farkları uyurken mastürbasyon yapmıyorlardı. Bir gün oyun içindeki etkinliğin verdiği ganimet nedeniyle iki klan arasında hummalı bir tartışma başladı. Tartışma büyüdü ve içinden çıkılamaz bir hâl aldı. Herkes ağza alınmayacak küfürler ve insanın hayal gücünü zorlayacak argo cümleler kurmak için yarışıyordu. Yaklaşık yarım saat boyunca devam etti bu tartışma. Daha sonra altmış tane insanın birbirine küfretmesi yerine klan liderlerinin birbiriyle konuşup olayı tatlıya bağlaması gerektiğini düşündüm ve Discort’ta ayrı bir odada, Bay-T’yi ve oyundaki avatar ismi PinkPrincess olan Meryem’i buluşturdum. O ana dek Meryem’in kadın olduğundan bi haberdim. Sonuçta herkes PinkPrincess ismini kullanabilirdi. Bizim Bay-T, Meryem’in sesini duyunca birkaç saniyeliğine şoka girdi. Discort’a yanlış kişiyi eklediğimi düşündü ama her şey doğruydu. PinkPrincess Meryem’di, bu yüzden de Bay-T’nin yumuşaması ve özür dilemesi kolay oldu. Neticede iki klan arasındaki buz dağları eridi, ganimet paylaşıldı, sonrasında da klanlar birleşti falan filan. Bunlar beş yıl önce olmuştu. Artık evleniyorlar. Sanırım atalarımızın çeşme başında tanışma hikayelerinin yerini yakında bu tip sanal olaylar alacak.

Aslında bu bir teklif değildi sadece iki dostuma karşı vazifemi yerine getirmem gerekiyordu, “Pekâlâ oraya geleceğim, nikahınıza şahitlik de yapacağım.”

“Sahi mi? Yani yapman gerek bir işin filan mı yok mu? Mesela film izlemek ya da kitap okumak gibi?”

“Ne zaman orada olmam gerekiyor?”

“Düğün cumartesi günü, akşamüzeri, saat sekizde. Sen birkaç saat öncesinde burada olmaya çalış. Bu arada takım elbisen var mı? Yoksa buralardan ayarlamaya çalışayım mı?”

“Dert değil, ben ayarlarım,” dedim, sonrasında telefonu Meryem’e vermesini istedim, onunla da uzun zamandır konuşmuyordum.

Meryem telefonu alır almaz düğüne dair bazı ayrıntıları heyecan içinde anlatmaya başlamıştı: Boyundan bağlamalı zarafet kokan gelinlik, yüksek topuklu taşlı bir ayakkabı, ayakkabı tabanına yazılmak için belirlenen isimler, gelin çiçeğini ilk kimin yakalayacağına dair varyasyonlar, Amerika usulü nedimeler filan. Oysa gözlerimin önüne Meryem’in balık etli kız kardeşi ve çiftetelli oynayan teyzeler geliyordu nedense. Ter kokularının içinde çocukları pistten alalım diyen kara kuru ve bıyıklı bir herif, geline takılan altınları hunharca not defterine kaydeden cingöz aile bireyi, yedi katlı pasta, plastik bardaklarda sunulan sarı gazozlar… Baldızın üstündeki kayık yakalı zümrüt yeşili abiye, yanlardan fışkıran boğum boğum et, yanaklara sürülmüş iki kilo makyaj… Meryem’in gerçekten de bir kız kardeşi var mıydı ondan bile emin değildim aslında. Sadece zihnimde kurguluyordum nasıl bir düğün olacağını. “Harika olacak,” dedi Meryem, “Sahil kenarında, evet, koca oteli bir geceliğine kapattık. Yemek faslı sona erdikten sonra eğlence başlayacak. Salsa kulübünden arkadaşları davet ettim. Bir kız var. Adı Filiz. Geçen gün ona senden bahsettim. Eminim ki onunla dans etmek istersin.”

Dans mı, üstelik hiç tanımadığım bir kadınla mı? Daha neler! Şu dünyada nefret ettiğim bir şey varsa o da dans etmektir. Üstelik pek de beceremem. Bir keresinde Bay-T’nin önerisiyle dans kursuna yazılmıştım berbat bir deneyimdi. Salsa kursu duvarları aynalı bir mekandı. Orada herkes delicesine salsa yapıyordu. Kıvrak vücutlar, estetik bilek hareketleri, yarı erotik bakışmalar… Sorun şu ki: Salsayı hep halay çekmeye benzetmişimdir, ayak hareketleri filan birbirine çok benziyor. İkisi arasındaki ayrımı bir türlü becerememiştim. Çünkü Sentor gibiydim, alt tarafım halay üst tarafım salsa. Bazen duvardaki aynalardan kendimi seyrederdim. O kadar alakasız görünüyordum ki uzun hava söylemeye çalışan rap sanatçısı gibiydim. Daha doğru tabirle: Tenis raketiyle futbol oyamaya çalışan basketbol oyuncusu gibiydim. Yine de dans etmenin güzel yanı dünyanın en kötü performansını da sergileseniz her şeye rağmen eğleniyor olmanızdır. Dans ederken kimse birbirini yargılamaz, dalga geçmez, küçümsemez veya aşağılamaz. Gündelik sıkıntılar unutulur, ruh nefes alır ve beden varlığın altın kadehinden serotonin hormonunu yudumlar.

Meryem telefonu kapattığında kitaplığımın alt rafındaki haritayı çıkarıp Çorlu’ya yapacağım yolculuğun ne denli uzun olduğunu gördüm. Bin dört yüz kilometreydi ancak Bay-T’nin, o pislik herifin yüzünü bu sefer kara çıkaramayacağımı biliyordum. Belki Çorlu’dan dönerken şu intihar meselesini de hallederdim.

Ölüm tutkum zihnimi öylesine sarmıştı ki olan biteni psikoloğum ve arkadaşım olan Arzu’ya anlatsam o bile şaşkına döner, üzerime deli gömleğini geçirir, doğruca akıl hastanesine gönderirdi. Peki ya bu saplantımdan vazgeçmenin bir yolu var mıydı? Ya da bir diğer tabirle hangi olay, olgu ya da varsayım ölüm tutkumu yok edebilirdi? Bunu bilmiyordum.

Harita üzerine eğilip bir güzergâh belirlemeye çalıştım. Yolculuğum sırasında yol üstünde bazı yerlere de uğramayı planlıyordum.

Muhtemelen Ereğli sapağından döndükten sonra ve Konya istikametine doğru giderken bir yerlerde soluklanıp, ikinci sınıf lokantada kokmuş tavuk etiyle karnımı doyuracak sonrasında da ucuz bir pansiyonda zıbaracaktım. Sonrasında ise Kahya’nın yanına uğrayacak ve helallik isteyecektim.

Cüzdanım kitaplığımın hemen kenarındaki komodinin üzerinde duruyordu. Üç yüz yirmi lira para, maaş kartım, kredi kartım, kimliğim, ehliyetim ve bir de ikiye katlanmış eski bir kâğıt parçası vardı içinde. Cüzdanımın içindeki en değerli şeydi o kâğıt parçası. İçinde bir adres yazıyordu sadece. Bay-T’nin adresi değildi. Belki de bu yolculuğa çıkarak en sevdiğim insana veda edebilmenin ayrıcalığını yaşayabilirdim o kağıttaki adres sayesinde.

Karar vermiştim, Çorlu’ya varmadan önce, Kahya’nın yanına uğrayacak sonrasında ise İstanbul’a geçecek ve Yasemin’le görüşecektim tabi benimle görüşmeyi kabul ederse.

5

Sabah saat dokuz sularında Çorlu’ya doğru yola çıktığımda ardımda bıraktığım her ağacı, binayı ve insanı bir daha görmeyeceğimi biliyordum. Artık bodur zeytin ağaçları arasında kırmızı toprağı çapalayan köylüleri göremeyecektim. Taş binalar ve dar sokaklar ben olmadan şarkılarını söylemek zorunda kalacaklardı. Her sabah penceremi açtığımda şehrin kasvetli insanları ve yorgun çocukları beni karşılamayacaktı cadde boyunca. Ne burada kalıp alışmayı seçmiştim ne de koşup savaşmayı. Yorgunluğumun kıskacında boşluklara sarmalanmıştım. Haklı bir davanın yorgun askeriydim.

Adana’dan yola çıkıp batı gişelerini geçtiğimde jandarma kontrol noktasında durduruldum. Bıyığı henüz yeni yeni terlemeye başlayan bir asker kimliğimi isteyip nereye gittiğimi sordu. Kimliğimi incelerken beş kiloluk piyade tüfeğini sırtına doğru gelişigüzel bir vaziyette asmıştı. Diğer insanlar gibi o da yorgundu. Zihninde tarifi güç sorular vardı. Belki de derinlerinde özlem duyduğu bir kadın yatıyordu.

Genç asker, “Seni bir yerden gözüm ısırıyor,” diye doğruldu. Başındaki şapkayı çıkarıp şapkanın arkasındaki zımbırtıyla oynamaya başladı, “Ulubeyli misin?”

Aslında öyle bir yeri ilk defa duymuştum. Belli ki kendi memleketiydi veyahut bir zamanlar orada bulunmuştu.

“Ulubeyli değilim, doğma büyüme Adanalıyım, evet, içinden, kütük de orada, kimi dedin? Yok öyle birini tanımam, tabi tabi çok sıcak olur, yazın Adana’da durulmaz.”

Niyetim bir an önce yola koyulmaktı, lakin başımda dikilen Ulubeyli askerin meraklı kişiliği beni bir süre daha onunla konuşmaya mecbur bırakmıştı. Sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Sürekli kendi memleketinden bahsedip, memleketine geri döndüğünde uzun zamandır görüştüğü kadınla nişan yapacağını söylüyordu. Ne halt yediğinden bana ne be adam demek gelmedi içimden. İtinayla onu dinlemek zorunda hissettim kendimi. Çünkü anlaşılmaya ihtiyacı vardı. Zihninde dolandırdığı fikirleri ve anıları serbest bırakması gerekiyordu.

Bizim asker iki bin on dört yılında coğrafya öğretmenliği bölümünden mezun olmuş. Bir süre amcasının traktör tamir atölyesinde çıraklık yapmış. Orası iflas edince şehrin en işlek caddesinde işporta tezgâhı kurmuş. Telefon kabı, tıraş makinesi, el feneri, tırnak makası ve bunun gibi ıvır zıvır satmaya başlamış. Lakin orada da zabıtalar rahat bırakmamış. İki yıl boyunca iş aramış durmuş. Nihayetinde de son olarak orduya yazılmış.

“Ne kadar anti militarist olursan ol, yokluk piyade tüfeği taşıttırır,” diyerek gülümsedi. Dilinin ucuna bir şey geldi, söyleyemedi. Haydi yoluna git dedi onun yerine.

Kolaylıklar dileyip oradan uzaklaştım.

Bir yanılgının ortasında gerçeği arayan kör bir sokak şarkıcısı gibiydim. İlerlediğim yolun gerçekliğinden şüphe ediyordum. Garip bir duyguydu, sanki sanal gerçeklik oyunlarına kendimi kaptırmıştım. Yol boyunca toplumdaki yerimi sorgulayıp durdum. Uzun zamandır böyle bir yolculuğa çıkmamıştım. Biraz heyecanlı, biraz korkuyordum.

Hayata atıldığımdan beri sürekli çalışıp durmuştum. Başımı bile kaldırmadan, yorgunluktan bayılana kadar… Peki ya elime ne geçmişti? Para mı, araba mı, yeni ayakkabılar mı? Kazandıklarımın yanında kaybettiklerim koca bir hiçti sadece. Orta çağın köleleri bile daha özgür sayılırlardı. Bileklerimde, boynumda ve ayaklarımda görünmeyen zincirler vardı. Zincirlere öylesine alışmıştım ki bedenimin bir uzvu olarak görmeye başlamıştım sanki. Hangi hayalin peşinden koşmaya çalışsam, zincirler beni engelliyor ve ben ayaklarımın altına yağ dökülmüş gibi olduğum yerde debelenmekten öteye geçemiyordum. Çocukluğumdan beri zincirlerime sıkı sıkıya bağlı kalmak için eğitilmiştim. Zincirlerimden kurtulmak gibi bir hayalin korkunç neticelere yol açacağına inanmıştım. İnsanlar tarafından sıradanlığı lütuf olarak görmek için eğitilmiştim. Sirk maymunundan hiçbir farkım yoktu, gösteri bittiğinde benim de karnım doyardı.

Otoyolda ilerlerken dağların yamacına serpilmiş küçük köyleri gördüm. İlkokul yıllarımda okuduğum hikâye kitaplarındaki gibiydiler. Köylerin sokaklarında bisiklet süren birkaç çocuk vardı. Ellerini bisikletin gidonundan çekmişler yanlara doğru açmışlardı. Güle oynaya tadını çıkarıyorlardı hayatın.

Akçatekir yokuşunu çıkarken arabamın hararet göstergesi kırmızı alana doğru yaklaşmaya başladı. Yol kenarında durup motor suyunun soğuması için kaputu açtım.

Çelik bariyerlere kıçımı dayamış motor suyunun soğumasını beklerken önüm sıra mermi gibi geçen araçları seyretmeye koyuldum. İnsanların bir yerlere yetişmek için neden acele ettiklerini anlamaya çalıştım. Bu kadar acele edecek ne vardı hayatlarında önemli olan? Dünya’yı mı kurtaracaklardı? Hepsi birer süper kahramandı da benim mi haberim yoktu? Kırmızı arabalar, siyah kamyonlar, beyaz minibüsler; egzozundan çıkan kara dumanı gökyüzüne salarak, nefes almaksızın, durmayı gözetmeksizin, ısrarla ve acı içinde ilerliyorlardı sadece. Kuşkusuz şu an yol kenarında durmuş arabamın motor suyunun soğumasını beklerken yaşamı anlamlandırmak isteseydim yazacağım dizeler şöyle olurdu:

Yaşamak,A noktasından B noktasına son surat ilerlemek,Ve B noktasından C noktasına asla gidememektir.

On dakika sonra karpuz taşıyan bir tır tıslayarak birkaç metre önümde durdu. İçinden kır saçlı bir ihtiyar indi. Telefonu çıkarıp birileri aradı, kamyonun frenleriyle ilgili bir sıkıntıdan bahsediyordu. Tekir yokuşundan bu şekilde inerse soluğu kaçış rampasında alacağını söylüyordu. Telefonu kapattıktan sonra cebinden buruşuk bir sigara paketi çıkardı. Çakmağı bulamamıştı, aranıp duruyordu, hay aksi dercesine kafasını salladı, çakmağı vites kolunun yanındaki boşlukta unutmuştu.

“Hey, beybaba,” diye seslendim çakmağı göstererek.

Yanıma doğru gelmeye başladı, “Teşekkür ederim,” çakmağı alıp sigarasını tutuşturdu. “Hayrola senin araba su mu kaynattı?” diye sordu arabamı işaret ederek.

“Üç kilometre daha gitseydi su kaynatırdı,” dedim, “Neden bilmiyorum hararet göstergesi yükseldi.”

Başını gökyüzüne doğru kaldırdı, gözleriyle güneşi aradı, “Malum hava sıcak. Tabi bir de yokuş olunca, haliyle…”

“Öyle tabi.”

“Yolculuk nereye?” diye sordu, bir dal sigara uzattı.

“Sağ ol, izmariti yeni söndürdüm. Konya’ya bir arkadaşı ziyaret edeceğim oradan da İstanbul’a geçeceğim sonra da istikamet Çorlu. Çorlu’da bir arkadaşım evleniyor.”

“İyi, iyi,” dedi sigarasını afiyetle içerken, “Allah bir yastıkta kocatsın,” öksürüyordu, her öksürdüğünde ciğerlerinden bir parça da yola doğru savruluyordu. Gözleri kan çanağı oluverdi birkaç saniyede.

“İyi misin?” diye sordum, “Su vereyim mi? Torpidoda su olacaktı.”

“Yok sağ ol. Geçer şimdi, tütün kurumuş, boğazımı yaktı,” dedi, birkaç kez yutkunarak boğazındaki acıyı gidermeye çalıştı, “Geçen gün Gaziantep’ten yarım kilo tütün almıştım, tütüncü kuru vermiş. Atsan atılmaz, mecbur içeceğiz,” dedi, sonra arabamın motoruna doğru eğildi. Sigarasını dudağına yerleştirdi. Motorun alt kısmındaki kabloları kontrol etmeye başladı, “Ben de Afyon’a karpuz götürüyorum, Adana’dan aldım yükümü, Karataş’tan, bilir misin Karataş’ı?”

bannerbanner