Читать книгу Mahallenin En Güzel Kızı (Murat Ali Ersan) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Mahallenin En Güzel Kızı
Mahallenin En Güzel Kızı
Оценить:
Mahallenin En Güzel Kızı

5

Полная версия:

Mahallenin En Güzel Kızı

“Hayır. Hayır yok. Kimse ilgimi çekmiyor.”

“Peki o geçen günkü yazdığın aşk şiiri? Onu kime yazmıştın?”

Elbette ki o şiiri Yasemin’e yazmıştım. İçinde aşkın geçtiği her şeyi Yasemin’e adıyordum. Arzu bu konuda ona cevap vermediğimi görünce beni daha fazla sıkıştırmak istemedi.

“Şiir yazmanın sana iyi geldiğini biliyorum,” diye sürdürdü konuşmasını. “Kendini bu şekilde ifade ediyorsun, belki de şiir yazmak senin hayat felsefeni belirleyecek. İnsan ne olursa olsun kendini ifade edecek yeni yollar bulmalı, şarkı söylemeli, resim yapmalı, dans etmeli… İnsan kendini ifade ederse zihnindeki kavgadan da kurtulabilir ama insan olmadan ifade de olmaz. Hayali bir karakter yerine gerçek bir insana şiir yazman kalbini ısıtabilir,” dedi dostça bir tebessümle.

Yasemin hayali bir karakter değildi. Sadece Yasemin’den kimseye bahsetmek istemiyordum. Aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ fikirlerimde dolaşıyordu. Yasemin benim çocukluktan beri sevdiğim kadındı. Rüyalarım onunla renkleniyordu. O mahallemizin en güzel kızıydı… Gidişi bende kıyamet etkisi yarattı.

Annem, o sıralar yaşadığım bunalımlı evreyi atlatabilmek için bir psikiyatrdan yardım almam gerektiğine karar vermişti. Babam öldükten sonra benim adıma hep annem karar vermeye başlamıştı. Hangi üniversiteye gideceğime, hangi mesleği icra edeceğime, hangi şehirde hayatımı sürdüreceğime ve hangi düşünceye sahip olacağıma kadar her şeyde annemin etkisi olurdu.

Yaklaşık üç ay boyunca antidepresan ilaçları kullanıp pek bir faydasını görmeyince, psikiyatri doktorumu değiştirmeye karar vermiştim. Hayatıma yön veren doktoru hâlâ hatırlıyorum. Stephen King romanlarından fırlamış gibiydi. Gözaltı torbaları mosmordu, beyaz saçları elektrik akımına kapılmış gibi dimdik duruyordu, kalın mercekli gözlüğü ve tuvalet tasına benzeyen kemiksi yanakları herifin ruhsal deliliğini dışa vurmuş hali gibiydi. Tedavi olmak için gelen hastalardan daha deliydi belki de.

Utana sıkıla doktorun odasına girdiğimde, “Anlat çocuğum,” demişti bana, “Seni buralarda gördüğümüze göre canını sıkan birkaç mesele olmalı.”

Yeni psikiyatri doktoruma ne gibi sorunlarım olduğunu ve kendimi nasıl hissettiğimi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştım. Psikiyatr tavrını hiç bozmadan ve anlattığım mesele sanki kayda değer değilmiş gibi, “Hı, öyle mi, ne yani bütün mesele bu muydu?” demişti. Evet, bütün mesele buydu aslında, babamı kaybetmiştim, Yasemin çekip gitmişti, “Daha ne olmasını bekliyordun çakma Emmett Brown?” diye tepki göstermiştim psikiyatra. Psikiyatr karşıma oturup hayatım boyunca unutamayacağım o konuşmayı yapmıştı. “Şu anki hislerin, duygularının verdiği bir tepki sadece evladım, unutma ki tepkiye karşı koymadığın sürece gelişmen de pek mümkün değildir. Bunu antidepresanlar değil, irade başarabilir. Dünya her zaman karmaşık ve karmaşık olmaya da devam edecek, bazen bu karmaşıklığın içinde canımız yanabiliyor, üzülüyoruz, bunalıyoruz. Bazen sevdiklerimizi kaybediyoruz, bazense kendimizi kaybediyoruz. Mutluluk sevdiklerinle vakit geçirmektir, ayrıca mutluluk kaybettiğin sevdiklerine veda etmeyi de bilmektir. Her şeyin bir nedeni vardır evladım. Dostoyevski’yi ele alalım. Dostoyevski berbat bir çocukluk geçirdi, sarhoş bir babanın ve hasta bir annenin gözlerinin önünde nasıl eridiğine şahit oldu. Kumar bağımlılığı yüzünden sürekli borç batağına düşerdi, çoğu zaman da sara nöbeti geçirir ve kendini kaybederdi. Eşi öldükten sonra sekreteriyle evlendi, daha sonra öz kızı öldü. Devlete karşı suç işlediği gerekçesiyle tutuklanıp idama mahkûm edildi, tam kurşuna dizileceği sırada affedilip Sibirya’nın dondurucu soğuğunda hapiste yatmak zorunda kaldı. Oysa Dostoyevski durmadı, sürekli yazdı, yazdı yazdı ve yazdı, Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan çektiği acılardı. Belki o, diğer insanlardan daha zor durumları tecrübe etti ancak o dünyanın en iyi edebiyatçılarından biri. Şu anda başına gelen sorunlarla nasıl baş edeceğin konusunda sana bir yol göstereceğim,” deyip, önündeki reçeteye bir takım antidepresan ilaçlar yazdı. “Sana bunları yazıyorum çünkü kapının dışında bekleyen annen benden bunu yapmamı istiyor, aslında senin gibi büyümeye çalışan her çocuğun annesi benden bunu istiyor. İlaç yazarsam tedavinin başarıya ulaşacağını düşünüyorlar oysa sen de tıpkı diğer çocuklar gibi büyüyorsun sadece. Verdiğin tepkiler farklı olabilir, içinde bulunduğun durum gayet normal, sen hasta değilsin, sen sadece bir yoldan geçiyorsun,” deyip yazdığı reçeteyi elime tutuşturmuştu. Kapıdan çıkmadan önce bana son sözleri şu oldu, “Unutma evladım! O ilaçları sana, kullanasın diye yazmadım, içiyormuş gibi yap sadece. İlaçları çöpe değil tuvalete at böylece ailene de yakalanmazsın,” demişti. Onun söylediklerini harfiyen uygulamıştım. Bir süre sonra kendimi gerçekten de daha iyi hissetmeye başlamıştım. Birkaç ay sonra o psikiyatrı tekrar ziyaret ettim, yanımda annem de vardı. Psikiyatr, “Oğlunuzun artık ilaç kullanmasına gerek yok, gördüğünüz gibi kendini eskiye göre daha iyi hissediyor ancak bu sorunun tekrarlanmayacağı anlamına gelmez. Size bir psikolog önereceğim, ona gidin, benim gönderdiğimi söylerseniz ücret konusunda da bir indirim yapabilir, harika bir hanımefendidir, mesleğinde de bir hayli başarılıdır,” deyip, Arzu’nun adresini vermişti. O gün bu gündür haftada bir gün Arzu’yla konuşur, yaşadığım bunalımlı evreden kurtulmaya çalışırdım.

Uzun zamandır merak içinde olduğum konulardan biri öldükten sonra bana tam olarak ne olacağıydı. Girdaba benzeyen bir ışık demeti beni gökyüzüne doğru mu uçuracaktı yoksa zifiri karanlığa mı gömülecekti her şey. Ne yazık ki bu deneyimimi paylaşamayacağım çünkü ölüler mektup yollamaz. Oysa o anki hissettiklerime dair iyi şiirler yazabilirdim. Şiirin adı da şu olurdu: Peşimden Gelmeyin Burası Çok Sıcak. Cehennem dedikleri yer sıcak olurdu ne de olsa. Kendimi öldürdüğüm için krizantem bahçesine gidecek değildim ya! İntihar kutsal kitapların hepsinde de ağır günah olarak geçiyordu, peki ama ya tüm intiharlar aslında cinayetse? Katiller ise elini kolunu sallayarak etrafta dolaşıyorsa asıl cehennem dünya olmaz mıydı?

Umarım ölümüm gazetelerin ikinci sayfalarına çıkar böylece sıradan kimliğim bir günlüğüne de olsa kuşe kağıdına basılmış olur. Nurdağı geçitlerinde otomobil hakimiyetini kaybedip kontrolünü kaybeden genç, bilmem kaç metre yüksekten düşerek hayatını kaybetti. Haberi süslemek için yalan yanlış birkaç cümleyle beraber kimliğimdeki fotoğrafımı da eklerlerdi.

Madem kendimi öldürmeye niyetliydim neden gazetelerin birinci sayfasına çıkacak kadar büyük bir şey yaparak ölmüyorum, diye düşündüm bir ara. Mesela bir bankayı soyup paraları fakir fukaraya dağıtmak ne de güzel olurdu! İnanıyorum ki haberleri okuyanlar şöyle derdi, “Analar ne yiğitler doğurmuş, Robin Hood gibi mübarek!” Yıllardır bankalar insanları soymuştu. Biraz da bankalar soyulsaydı çok muydu?

Banka soyma fikrini düşündükçe bunun pek de iyi bir fikir olmadığı kanaatine vardım. Çünkü çok fazla risk vardı. Paraları alamadan enselenebilir ömrümü karanlık koridorlarda geçirebilirdim. Üstelik şu özdeyişi de unutmamak gerek: Silahın yoksa meyve bıçağıyla banka soymaya gitmemelisin. Banka soyma fikri zihnimde saman alevi gibi parlayıp sönmüştü. Gazetelerin birinci sayfa haberlerine çıkmaktan vazgeçmiştim. Üçüncü sayfa haberlerine çıkmak yeterince gururumu okşardı şu zamanda.

Ben mezarıma nane ekilmesini istiyorum çünkü kokusu çok severim. Elbette ki ölünce koku filan alamayacağım ama yine de istiyorum. Ben öldükten sonra bisikletim ve bilgisayarım sekiz yaşındaki yeğenime kalmalı çünkü bisikletini bana verir misin diye sorup duruyordu epeydir. Geri kalan eşyalarımı ise kim alırsa alsın, umurumda bile değil ancak otuz yaşındaki Ford’um benimle aynı kaderi paylaşacak. Çünkü intiharıma kaza süsü vermek istiyorum. Aslında bunu geride bıraktıklarımın iyiliğini düşündüğüm için yapacağım.

İntihar konusunda nasıl bir yol izleyeceğime dair bir tiyatro eserinin yadsınamaz katkısı oldu. Arthur Miller tarafından 1949 yılında yazılan Death Of Salesman adlı oyunun ana karakteri olan Willy Loman, intiharının geride bıraktıklarına bir fayda sağlaması için kendine hayat sigortası yapıyordu. Böylece öldükten sonra ardında bıraktıklarının güzel bir hayat yaşaması için yüklü miktarda para kalacaktı. Tiyatro oyununun beyaz perdeye uyarlanmış versiyonunu seyrettikten sonra kendime neden ben de hayatımı sigortalatmıyorum ki diye sordum. Neticede kendimi öldürmeye kararlıydım en azından ardımda bıraktıklarıma faydam dokunmalıydı. Ertesi gün ilk işim bankaya gidip en yüksek sigorta primi vadeden poliçeyi imzalamak oldu. Herhangi bir kronik hastalığınız ya da görmekte olduğunuz bir kanser tedaviniz var mı sorularının her birine hayır dedikçe kendi içimden gülüyordum.

İntihar konusunda kesinlikle sağlam bir plana ihtiyacım vardı. Kesinlikle pazartesi günü ölmeliydim çünkü pazartesi gününden nefret ederdim. Pazartesi günü sıradanlığın daniskasıdır. İnsanlar otobüs köşelerinde uyuklar, öğle yemeği berbat çıkar, haftanın en yorucu günüdür… Anlayacağınız pazartesi günü ölmekle hem kendime iyilik etmiş olacağım hem de çevremdekilere çünkü pazartesi günü ölürsem cenazemi muhtemelen hafta içinde kaldıracaklar. Böylece insanlar mezarlığa gelmek için o sıkıcı işlerine ara verebilirler.

Son zamanlarda kendimi çoğu şeyden soyutladım. Sabaha dek gece kulüplerinde eğlenmiyorum ya da ibadet ederek geçirmiyorum zamanımı. Çünkü eğlenirsem mutlu olabilirim, mutlu olduğumda da ölmekten vazgeçebilirim. İbadet etmeye kalksam intiharın günah olduğunu biliyorum. Alnım secdeye her gittiğine vicdanım sümüklü bir çocuk gibi yakama yapışacak. Öyleyse eve kapanmalı, perdeleri çekmeli ve sonunda kötülerin kazandığı ne kadar film varsa izlemeliyim. Kendimi öldürme kararını almam kolay olmadı. Bu karardan vazgeçmek de kolay olmamalı.

Ölmem gereken yer Adana’nın yüz otuz dört kilometre kuzeybatısına düşen Nur Dağı geçitleri veyahut Kapuzbaşı kayalıkları olmalıydı. Böylece herkes kaza yaptığıma ikna olabilirdi. Nur Dağında ikinci geçit ile üçüncü geçit arasında sağ tarafı dere yatağı olan muazzam bir yer var. Eğer bir gün oradan geçerseniz dağların üstündeki rüzgâr tribünlerinin usulca döndüğünü de görebilirsiniz. Arabayı sağa çekip dere yatağına baktığınızda ise suyun içinde parıldayan cam kırıklarını da fark edebilirsiniz.

Hayatıma son verme kararımı aldığım için kendimle övünmüyorum. İnsan bazen yaşamın bir anlamı olmadığı hissine kaplıyor. Elbette ki bu his durup dururken ortaya çıkmıyor. Dağlar bile küçük taşlarla oluştu tahammül de böyle bir şeydir işte.

Yaşamak,Antidepresan ilaçlarının faydasını sorgulamak,Ve bir dizi intihar düşünceleriyle boğuşmaktır.

3

Arzu’nun kliniğinden ayrıldıktan sonra eve yürüyerek gitmeye karar verdim. Bizim Macit’in cadde üzerinde Saklısaman adında hediyelik eşya dükkânı vardı. Bir ara karın tokluğuna orada çalışmıştım. Arzu’nun kliniğine gidip gelirken Macit’in dükkânının önünden geçerdim.

Macit öyle yaralı parmağa işeyen tiplerden değildi. Kadın düşkünü zirzopun tekiydi. Uzun boylu, argoyu seven, kendinden emin, söylediklerinin aksine duygusuz ve izbandut gibi bir herifti. Kadınların onda ne bulduğunu anlayamazdınız. Ulu orta yerde herhangi bir sebebi olmadan yattığı kadınların namahrem fotoğraflarını gösterir, yatakta hangi pozisyona girdilerse en ince ayrıntısına kadar anlatırdı. Sarışın olanlar, orta yaşlılar, emekliye ayrılanlar, zayıflar, şişmanlar, üniversiteliler, depresyona girenler bir ayağı çukurda olanlar ve genellikle eşinden yeni boşanmış olanlar…

Saklısaman hediyelik eşya dükkânı olmadan önce ahşap içerikli her türlü ev gerecinin bulunduğu depoyu andıran büyük bir mağazaydı. Parkeler, mutfak dolapları, abajurlar, yatak başlıkları, kalın bloklu masalar, sallanan sandalyeler gibi gerekli gereksiz yüzlerce şey vardı.

Orada çalıştığım sıralar Saklısaman’a gelen müşterilerin çoğu evini dekore etmek isteyen yeni evli çiftlerdi. Onları dükkânın kapısından girdikleri an ayırt etmek mümkündü. Aynı zamanda iş yerine en çok onlar para kazandırırdı. Saklısaman’da çalıştığım süre boyunca patronu -ki daha sonra Macit’e Kıbrıs’taki halasından yirmi beş dönüm arsa miras kalınca arsayı satıp Saklısaman’ı aldı- hiç görmedim. Sanırım patronumuz Miami’de Mojito’sunu yudumluyordu ya da Como Gölü’nün kıyısındaki villasında sevgilisinin poposunu okşuyordu. Patronun o sıralar nerede olduğunu ve tam olarak ne yaptığını bilmiyordum ama bunun gibi şeylerle vakit geçirdiğini düşünüyordum. Ne de olsa hayat zenginler için sadece oyun alanıydı, yoksullar ve orta sınıftan insanlar ise zenginlerin oyun alanını genişletmek için çaba harcayıp duruyordu.

Macit’le olan dostluk bağlarımı kopardığım günü çok iyi hatırlıyorum. Mayıs ayının son pazar günüydü. Yol kenarındaki ağaçlar artık tamamen yeşermişti. Birkaç hafta sonra kavurucu sıcaklar gelecek ve şehirdeki insanlar yazlıklara akın etmeye başlayacaktı. Mayıs ayının son haftası ev dekore etmek için yılın en uygun zamanıdır çünkü herkes tatile gitmeden önce aklını meşgul eden işleri tamamlamak ister. Evin parkeleri değişir, çürüyen mutfak dolaplarının kapakları onarılır, eskiyen vestiyerler atılır ve yenisi alınır, eğer bahçeli bir eve taşınıldıysa iki masa ve bolca sandalye temin edilir, çocuğu olanlar yeni tip beşikler için arayışa koyulur ve tabi eve gelen misafirleri ağırlamak için on binlerce lirayı gözden çıkaran nişanlı çiftler; el alemi kıskandıracak misafir odası takımına sahip olmak için birbiriyle yarışır. İnanın bana orada çalışsaydınız yaralı parmağa bile işemeyen insanların hiçbir işe yaramayan eşyaları satın almakta ne kadar acele ettiklerini görürdünüz. Ben buna sonradan kazanılmış ahmaklık diyorum. Zekâsı ve yetenekleriyle toplumun gözüne girmeyi başaramayan insanların satın aldıklarıyla bu beklentiyi karşılama isteği.

Bir gün yeni evlendikleri her halinden belli olan çift, koyu renk masif parke almak için dükkâna gelip Macit’ten yardımcı olmasını istemişti. Macit genç çifti parkelerin olduğu kısma götürmüştü. Her şey tipik bir müşteri çalışan ilişkisi gibiydi oysa Macit’in kadına olan ilgisi uzaktan bile fark edilebiliyordu. Farklı bir ilgiydi bu Macit avını gözüne kestiren bir aslan gibi konuşuyordu kadınla. Kadının kocası parkelerin dokusunu incelerken Macit kadına bir şeyler fısıldayıp durmuştu. Kadın ise adeta Macit’e karşılık verircesine gözlerinin önüne düşen kâkülünü kulağının arkasına atıp durmuştu. Macit’le olan kısa süreli arkadaşlığımda bu tavırların ne anlama geldiğini tahmin edebilmiştim ancak Macit’in evli bir kadınla yatacağını düşünmemiştim. Bana o kadının çıplak fotoğraflarını gösterdiğinde kadını hemen tanımıştım. Kadının zavallı kocası evine en uygun parkeyi seçmek için nasıl da titiz davranmıştı. Acaba biliyor muydu karısının onu aldattığını. Ya parkeler? Yoksa yeni parkelerin üzerinde mi gerçekleşmişti bu çirkin olay. Ne kadar da acı verici, Tanrım! O günden sonra bir daha da Macit’le görüşmedim. Kabul etmeliyim ki dini bütün bir insan değilim hatta din ile aramda çoktandır soğuk rüzgarlar esiyor yine de Macit’in ve o kadının yaptığı şeytanlıktan başka bir şey değildi. Peki bu olayın meleği kimdi? İnanın bana bilmiyordum. Şu sıralar kime melek gözüyle baksam içinden bir şeytanlık geçiriyordu.

Saklısaman’a girer girmez etrafa göz gezdirmeye başladım. Ünlü ressam, şair ve bilim adamlarının olduğu ışıklı tablolar vardı bir köşede. Tablonun ortasındaki ışıklar birkaç saniyeye bir değişiyordu. Kırmızı ve mor ışıklar, hipnotize eder gibi… Tabloların hemen yanında ise çok satan kitap reyonu vardı. Yine hangi saçmalıklar çok satmıştı merak ettim. Eskiden sokak başlarında türlü türlü oyunlarla insanları gammazlayan yankesiciler olurdu. Şimdiki yankesiciler kitap yazarak söğüşlüyordu insanları çünkü böylesi daha yasaldı.

Kuşkusuz insanlığın olduğu yerde istismar vardır çünkü insanlık başlı başına istismardır. Duyguları, beklentileri, arzuları, istekleri, hayalleri, kısacası aklınıza gelecek her şeyi istismar eden; doymak nedir bilmeyen hergelelerle aynı dünyada yaşıyoruz. Kitap yazan yankesiciler bu dağın görünen yüzü. En basit tabiriyle terörizm, teröristlerden çok siyasetçilerin işine gelir. Siyasetçinin hitap gücü kuvvetliyse toplumdan onay alması kaçınılmazdır. On binlerce insanın katıldığı mitinglerde siyasetçilerin terörizme nefret kusması sadece rolleri icabıdır. Ülkede patlayan her bomba özellikle iktidarı ele geçirmiş ve terörizmle mutlak mücadele içinde olduğunu ifade eden siyasetçilerin sevinç çığlıkları atmasına neden olur. Bunun nedeni siyasetle terörizmin yadsınamaz ilişkisiyle alakalıdır. Terörizm varsa fanatizm artar bu da beraberinde siyasilerin kuralsız davranmasına ve küçük çaplı usulsüzlüklerin göze görünmemesine neden olur.

Özellikle Orta Doğu ve Afrika ülkelerinde bizzat terörizmi besleyen ve ona kaynak sağlayan iktidarlar ya da muhalefetler vardır. Orta Çağ’da kiliselerin cennetten yer satma vaadiyle insanları yolunmuş tavuğa çevirmesi de televizyon ekranlarına çıkan bazı din adamlarının yoksullara şükretmeyi öğretmesi için yüzbinlerce lirayı cebe indirmesi de aynı istismarın kuzenleridir. Enjeksiyon yaparken hastanın kalçasını şevkle avuçlayan bir pratisyen hekim ile makamını kullanarak ayrıcalık bekleyen savcı istismarın somut örnekleridir. İstismar altın çağını yaşarken yankesicilerin kitap yazması basit bir yüzsüzlük sadece.

Bir ülkede yaşayan insanların bilinç seviyelerini, mutluluklarını, arzularını, ideolojilerini çok satan kitaplar listesine bakarak kabaca tahmin etmek mümkündür. Listeye baktığım kadarıyla anlaşılan o ki bu aralar toplumumuz yine birilerinden medet ummaya başlamıştı. Kişisel gelişim kitapları listenin ilk iki sırasını ele geçirmişti. İnsanlar gerçek hayatta elde edemediği mutlulukları kişisel gelişim kitaplarında bulmaya çalışıyordu. Asla sahip olamadığı bir dostun samimi öğütlerini kişisel gelişim kitaplarının sayfalarında tatmak istiyordu. Bu yüzden de psikopatoloji tekniklerinden bir hayli uzak olan yazarlar banka hesaplarını şişirmek için iki aya bir kişisel gelişim kitaplarını yazıp duruyordu. Kitaplarda sadece kelimelerin yerleri değişiyordu. Somut olarak ifade edilen her durum aslında birbirinin tekrarı niteliğindeydi. Çağa ayak uyduran bu kitaplar toplumun huzursuzluğunu yok edebilecek miydi? Bana sorarsanız boş verin! İnsanların elinden tutkularını alırsanız, farklılıkları kalın bir zımpara kağıdıyla eritmeye çalışırsanız, insan kendini yalnız hissetmeye devam edecektir ve huzursuzluk çağımıza kene gibi yapışıp kalacaktır. Öğüdü veren çoğunlukla uygulamaz. İnsanlara yapma demek kolaydır. Mutluluk çok basit gibi görünür oysa mutluluk basit filan değildir. Kişisel gelişim kitaplarına neden dudak bükerek baktığımı anlamışsınızdır belki. Çocukluğumdan beri yönlendiriliyorum. Çocukluğumdan beri birileri bana sadece tavsiye veriyor. Çocukluğumdan beri birileri benim adıma karar veriyor. Çocukluğumdan beri uzun bir zaman eder, yaklaşık yirmi sekiz sene. İnanın bana öyle tavsiyelerle doldum ki artık bir başkasının tavsiyesine ihtiyacım kalmadı. Kendi fikirlerime uzun zamandır ayıp ediyorum.

Çok satan kitapları incelediğimi gören John Lennon gözlüklü kambur herifin teki, “Yardımcı olmamı ister misiniz?” diye sordu bana.

“Öyle bakıyordum,” dedim, “Belki de bana yardımcı olabilirsin, hediyelik bir kitap arıyorum.”

“Hımm,” dedi bilmiş bir edayla, kamburu biraz daha dikeldi, “Hediye edeceğiniz kişi ne tür kitaplar okur?” diye sordu.

“Aslında o pek kitap okumaz. Okuma yazması olduğundan bile emin değilim ama kadınları sever. Duyguları törpülüdür ve şefkat gösterebildiği tek şey kendi erkeklik organıdır. Sence bu özelliklerini saydığım kişiye göre bir kitap bulabilir miyim burada?”

“Şey,” dedi bıyık altı gülümseyerek, rafın alt kısımlarından beyaz kaplı bir kitap çıkardı, “Beyni hayasında olanlar için bu kitabı tavsiye ederim.”

“Roberto Bolano, katil orospular”

Kitabın yüzüne şöyle bir baktım, “Pekâlâ,” dedim, “Bunu alıyorum.”

“Hediye paketi yapmamı ister misiniz?” diye sordu John Lennon gözlüklü kambur adam.

“Kalsın,” dedim, “Macit’e alacağım o kitabı.”

“Hangi Macit’e?”

“Patronun olan Macit’e. Söylesene nerede o? Yoksa işe gelmedi mi?”

Jonh Lennon gözlüklü kambur herifin rengi attı, yutkundu, eski neşesi bir anda gidiverdi. Belki de patronuna gizli saklı hakaret ettiğim için gücenmişti bana.

“Macit Bey mi? Bu kitabı ona mı hediye edecektiniz?” diye şaşırdı.

“Evet, ona hediye edeceğim.”

“Sorun şu ki, Macit Bey aslında…” dedi sustu. Gözleri kitaptaydı, parmakları piyano çalar gibi kitaba dokunuyordu, inip çıkan âdem elması tedirginliğin ve korkunun delili niteliğindeydi. Sessizlik öyle bir hal almıştı ki sanki yeryüzündeki bütün canlılar tufana kurban gitmişti. John Lennon gözlüklü kambur adamın konuşmak için neyi beklediğine dair hiçbir fikrim yoktu.

“Evet? Seni dinliyorum…”

Başını ürkek bir edayla öne eğdi, “Şey…” dedi ve yine sustu.

Çıkar artık ağzından şu baklayı, diye yakasına yapışmak istedim. Sararmış yumruğumu camekana doğru savurmak geldi içimden. Merakımı dizginleyemiyordum, içimdeki canavarın haykırışları zihnimin en ücra köşelerinde yankılanıyordu.

“Sorun şu ki,” diye tekrar etti, sanki asla devamını getiremeyecekti. Macit’in nerede olduğunu bir türlü söylemiyordu. Sanki dairesel döngünün içinde ikimiz de sıkışıp kalmıştık. Geçen saniyelerin yıllara bedel olduğuna dair kutsal kitaba el basabilirdim.

“Burada Saklısaman’ın eski sahibi Macit’ten bahsediyoruz değil mi?” diye şaşırdı, belli ki etrafında bir avuç dolusu Macit vardı.

“Eski sahibi mi? Ne yani Macit bu dükkânı sattı mı?”

“Şey,” dedi, John Lennon gözlüklü kambur adam, “Macit Bey iki yıl önce sizlere ömür. Artık burayı kardeşi Sibel Hanım işletiyor.”

“Macit öldü mü?”

“Ne yazık ki.”

“Nasıl öldü?”

“Eşiyle birlikte Antalya’ya balayına giderken direksiyon hakimiyetini kaybedip bir ağaca çarpmış. Müstakbel eşi o vakit ölmüş, Macit Bey’i ise ağır yaralı olarak hastaneye kaldırmışlar, ancak sabaha çıkamamış. Anlayacağınız Macit Bey sizlere ömür,” dedi.

“Yaa…”

Macit’i hiç sevmezdim ama öldüğünü öğrenince içim bir tuhaf oldu. Eski anılarım depreşti. Bir ara düzdüğü kadınların birini bana ayarlamaya kalkmıştı, kadının ağzı kömür gibi kokuyordu.

John Lennon gözlüklü kambur adam benim sustuğumu, hiçbir şey söylemediğimi görünce, “Kitabı alacak mısınız?” diye sordu.

“Hayır,” dedim, “O kitabı hediye edeceğim başka birini tanımıyorum.”

Saklısaman’dan çıktıktan sonra eve yürüyerek gitmeye karar verdim.

Macit’le anılarımız gözlerimin önüne geldikçe Acaba Shakespeare’de mi cinsellik düşkünüydü diye soruyordum kendime. Hayatı boyunca hiç kitap okumayan, tek derdi kadınlarla yatmak olan Macit, gözüne kestirdiği kadınlarla yatmak için Shakespeare gibi kelime oyunlarına başvururdu çünkü.

Bir gün gittiğimiz bir barda yine bir kadını gözüne kestirmişti ve o kadının aklını çelmek için türlü türlü kelime oyunları yapmıştı. Macit’in taktiği on dakika sonra meyve vermişti. İki kadın o süslü kelimelerden sonra bize eşlik etmek için masamıza gelmişti. Kumral olan kadın -sanırım ismi Filiz’di- Bodrum’da kaldığı villadan söz edip durmuştu gece boyunca. Sarışın olan ise -yirmili yaşların sonlarındaydı ve göğüs dekoltesi oldukça cüretkardı- kumralın aksine pek konuşkan değildi, birkaç kez göz göze gelmiştik, hepsi bu. Gece yarısı olduğunda hesabı ödeyip bardan ayrılmaya karar vermiştik. Arabayla yaptığımız yarım saatlik şehir turundan sonra Macit’i ve Filiz’i aynı yerde indirmiştim. Diğer kadını ise eve ben bırakacaktım. Macit arabadan inerken kulağıma eğilip, “Eğer istersen gerçekler hayallerden daha güzel olmayı başarır,” demişti yanımdaki sarışını işaret ederek. Neyi kastettiğini elbette ki anlamıştım. Bu işler böyle oluyordu demek ki. Nihayetinde sarışını evine götürdüğümde, sarışın bana kahve içelim mi diye sormuştu. Aslında ikimiz de biliyorduk kahve içmeyeceğimizi. Bu sadece formaliteydi çünkü kimse karşı cinsine benimle yatmak ister misin diye sormazdı. Bunun yerine daha masumane sorularla cinsel birleşmeyi ilişkilendirirlerdi.

Arabayı yol kenarına park ettikten sonra sarışınla eve çıkmıştık. Sarışın önüm sıra yürürken sağa sola hareket eden kalçaları erkekliğimi okşayıp durmuştu. Vay be diyordum kendime, birazdan bu kalçaların üzerinde ileri geri gidip gelecek miyim yani?

Oturma odasına geçtiğimde birkaç duvar tablosu -sürrealist çalışma olduğu aşikardı- dikkatimi çekmişti. Tabloların birinde baş aşağı duran taşra evi vardı ancak etrafındaki ağaçlar ve diğer nesneler ters değildi. Evin hemen yanında adeta bir siluete benzeyen iki insan dikiliyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse hayatım boyunca gördüğüm en rahatsız edici tablolardan biriydi bu tablo. İnsan hiçbir nedeni olmasa bile bu tabloya bakarak kendini kötü hissedebilirdi. Sanırım ben böyle bir tabloya sahip olsaydım gazete sayfalarına dolayıp tavan arasına fırlatır bir daha da onu oradan çıkarmazdım. Hangi uçuk psikoloji böyle bir tabloyu ortaya çıkarırdı ki?

bannerbanner