Читать книгу Avonleali Anne (Люси Мод Монтгомери) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Avonleali Anne
Avonleali Anne
Оценить:
Avonleali Anne

5

Полная версия:

Avonleali Anne

“Ben lüzum görmüyorum. Biz gençken orada burada sürtmezdik Catherine Andrews. Dünya gittikçe daha kötü bir hâl alıyor.”

“Bence daha da güzelleşiyor.” dedi Catherine sertçe.

“Öyle mi dersin!” Bayan Eliza’nın ses tonu mümkün olan en yüksek düzeyde küçümsemeyi ilan ediyordu. “Ne düşündüğünün bir anlamı yok, Catherine Andrews. Gerçek gerçektir.”

“Yani ben her zaman işlere olumlu yönden bakarım, Eliza.”

“Bunun olumlu yönü yok.”

“Ama gerçekten var.” diye haykırdı, bu aykırı duruma sessizlik içinde tahammül edemeyen Anne. “Hem de çok sayıda olumlu yönü var Bayan Andrews. Dünya güzel bir yer.”

“Eğer benim kadar uzun süre yaşamış olsaydın böylesine olumlu fikirlerin olmazdı.” diyerek keskin bir cevap verdi Bayan Eliza yüzünü ekşiterek. “Ayrıca bu dünyayı geliştirmek için de bu kadar hevesli olmazdın. Annen nasıl Diana? Olur şey değil, son zamanlarda kuvvetten kesilmiş galiba. Çok feci bitkin görünüyor. Peki, Marilla’nın tamamen kör olmasına ne kadar kaldı Anne?”

“Eğer çok dikkatli olursa gözlerinin daha kötüye gitmeyeceğini söyledi doktor.” dedi Anne kekeleyerek.

Eliza kafasını salladı.

“Doktorlar insanların moralini bozmamak için hep böyle konuşuyorlar. Yerinde olsam fazla ümitlenmezdim. En kötüsüne hazır olmak en iyisidir.”

“Peki, en iyisi için de hazırlanmamız gerekmez mi?” dedi Anne. “En kötüsünün olması kadar mümkün bu da.”

“Tecrübelerime göre öyle değil. Senin on altı yaşına karşın ben elli yedi yıl yaşadım.” diye cevap verdi Eliza. “Kalkıyor musunuz? Umarım bu topluluk Avonlea’nin daha da dibe vurmasını engeller ama çok da ümidim yok bu konuda.”

Anne ve Diana oradan seve seve uzaklaşıp tombul midilli ne kadar uzağa gidebilirse o kadar uzağa gittiler. Kayın ormanının aşağısındaki kavisten döndüklerinde dolgun bir silüetin Bay Andrews’un çayırından hızla geçerek kendilerine heyecanla el salladığını gördüler. Gelen kişi Catherine Andrews’tu ve o kadar nefes nefese kalmıştı ki güç bela konuşuyordu. Anne’in eline birkaç çeyreklik sıkıştırdı.

“Avonlea binasının boyanması için katkıda bulunmak istiyorum.” dedi tek solukta. “Size bir dolar vermek isterdim ama Eliza öğrenir diye yumurta paramdan daha fazlasını almaya cesaret edemiyorum. Topluluğunuz çok ilgimi çekti ve çok iyi şeyler yapacağınıza inanıyorum. Ben iyimser biriyim. Eliza ile yaşadığımdan böyle olmak zorundayım. Yokluğumu fark etmeden geri dönmem lazım. Tavukları beslediğimi düşünüyor. Kapı kapı dolaşma işinde size başarılar diliyorum. Eliza’nın dedikleri canınızı sıkmasın. Dünya daha iyiye gidiyor. Kesinlikle öyle.”

Bir sonraki ev Daniel Blair’in eviydi.

“Her şey karısının evde olup olmamasına bağlı.” dedi Diana derin tekerlek izleriyle dolu yoldan ilerledikleri sırada. “Eğer evdeyse tek sent alamayız. Dan Blair’in eşinin iznini almadan saçını kestirmeye cesaret edemediğini söylüyor herkes. En hafif tabirle çok cimri bir insan. Dediğine göre cömert olmadan önce adil olması gerekiyormuş. Bayan Lynde’e soracak olursan o kadar çok ‘önceymiş’ ki cömerte bir türlü sıra gelmiyormuş.”

Anne, Blair hanesinde yaşadıklarını o akşam Marilla’ya anlattı.

“Atlarımızı bağlayıp mutfak kapısını tıklattık. Kimse cevap vermedi ama kapı açıktı ve kilerdeki bir kişinin korkunç bir şekilde saydırdığını duyabiliyorduk. Kelimeleri anlayamasak da Diana bu kelimelerin tınısından küfür olduklarını anladığını söyledi. Her zaman sessiz ve uysal olan Bay Blair’e inanamadım Marilla; çünkü sinirden küplere biniyordu. Zavallı adam pancar gibi kızarmıştı ve alnından terler dökülüyordu. Eşinin pötikareli önlüklerinden biri vardı üzerinde. ‘Şu canı çıkmayasıca şeyi kapatamıyorum.’ dedi. ‘O kadar sıkı bağlanmış ki çözülmüyor da. Beni hoş görmek zorundasınız hanımlar.’ Hiç sorun olmadığını söyledikten sonra içeri girip oturduk. Bay Blair de oturdu. Önlüğü arkasına alıp büktükten sonra sardı. Ama o kadar utanmış ve endişeli görünüyordu ki onun adına üzüldüm. Diana da uygunsuz bir zamanda gelip gelmediğimizi sordu. ‘Hiç alakası yok.’ dedi Bay Blair gülümsemeye çalışarak. Biliyorsun o her zaman kibardır. ‘Biraz meşguldüm. Kek yapmaya çalışıyordum. Eşim kız kardeşinin bu akşam Montreal’den buraya ziyarete geleceğini haber veren bir telgraf aldı.’ Tren istasyonuna onu karşılamaya gidecek ve bana da çay için kek yapmamı söyledi. Tarifi yazdı ve bana da ne yapacağımı söyledi. Ama ben talimatların yarısını unuttum bile. Ayrıca şöyle diyor, ‘Damak zevkinize göre tatlandırın.’ Bu ne demek acaba? Nasıl anlayacağım? Peki ya benim damak zevkim diğer kişilerin damak zevkleriyle uyuşmazsa? Küçük katlı bir pasta için bir yemek kaşığı vanilya yeter mi?”

“Zavallı adam için daha fazla üzüldüm. Bu adamın bildiği bir iş değildi. Daha önce kılıbık kocalar duymuştum ama galiba ilk kez birini gördüm. İçimden şöyle söylemek geldi. ‘Bay Blair, eğer Avonlea binası için katkıda bulunursanız kekinizi karıştırırım.’ Sonra sıkıntı içindeki bir insanla pazarlık etmenin pek de komşuluğa yakışır bir şey olmayacağını düşündüm aniden. Böylece hiçbir şart öne sürmeden kekini karıştırmayı teklif ettim. Teklifimin üzerine atladı. Evlenmeden önce kendi ekmeğini yapmaya alışkın olsa da keklerin kendisini aştığını ama yine de eşini hayal kırıklığına uğratmak istemediğini söyledi. Bana başka bir önlük verdi. Diana yumurtaları çırptı ben de keki karıştırdım. Bay Blair bize diğer malzemeleri getirdi bir koşu. Bu arada önlüğünü tamamen unutmuştu ve koşuştururken önlük arkasında salınıyordu. Diana bu görüntü karşısında gülmemek için zor tutmuş kendini. Keki güzelce pişirebileceğini söyledi. Buna alışkınmış. Sonra masraflarımızı sordu ve dört dolar bağışladı. Yani senin anlayacağın ödülümüzü aldık. Ama tek sent bile alamasaydık yine de ona yardımcı olmanın gerçek bir Hristiyanlık davranışı olduğunu düşünürdüm.”

Bir sonraki durak Theodore White’ın eviydi. Ne Anne ne de Diana buraya daha önce gelmemişlerdi ve misafirperverlik konusunda pek iyi olmayan Bayan Theodore ile çok az tanışıklıkları vardı. Ön kapıdan mı yoksa arka kapıdan mı girmelilerdi? Kızlar, konuyu fısıldaşarak istişare derken Bayan Theodore kolları gazetelerle dolu vaziyette ön kapıda göründü. Gazeteleri teker teker veranda zeminine ve merdivenine yaydı göstere göstere. Şaşkın ziyaretçilerinin ayağına kadar gazete sermeye devam etti.

“Lütfen ayaklarınızı çimlere güzelce sildikten sonra şu gazetelerin üzerinde yürür müsünüz?” dedi gergin bir şekilde. “Tüm evi silip süpürdüm ve içeri daha fazla toz sürüklenmesini istemiyorum. Dün yağmur yağdığından giriş yolu çok çamurlu.”

“Sakın güleyim deme.” diye fısıldayarak uyardı Anne, gazetelerin üzerinde uygun adım yürüdükleri sırada. “Ne söylerse söylesin ne olur bana bakma Diana. Yoksa kendimi tutamayacağım.”

Gazeteler koridora ve ciddi, lekesiz salona kadar uzatılmıştı. En yakındaki koltuğa temkinli bir şekilde oturan Anne ve Diana ziyaretlerinin sebebi açıkladılar. Bayan White da onları sözlerini kesmeden kibarca dinledi. Sadece iki kez maceracı bir sineği kovalamak ve Anne’in elbisesinden halıya düşen küçük bir tutam çimeni almak için araya girdi. Anne feci bir suçluluk duygusu içindeydi. Fakat Bayan White iki dolarlık bir katkıda bulundu. Diana bu katkının sebebini oraya geri dönmelerini engellemek olduğunu söyledi ayrıldıkları zaman. Kızlar daha atlarının bağını çözmeden Bayan White gazeteleri toplamıştı. Bahçeden uzaklaşırlarken kadının girişi harıl harıl süpürdüğünü gördüler.

“Bayan Theodore White’ın yaşayan en titiz kadın olduğunu duymuşumdur hep ama artık buna inanacağım.” dedi Diana, içinde bastırdığı kahkahayı güvenli bir mesafeye ulaştıkları anda patlattığı sırada.

“Çocukları olmamasına sevindim.” dedi Anne ciddiyetle. “Eğer olsaydı çocukları için kelimelerle tarif edilemeyecek kadar feci olurdu.”

Spencerlara gittiklerinde Bayan Isabella Spencer, Avonlea’de yaşayan herkes hakkında olumsuz bir şey söyleyerek kızları perişan etti. Bay Thomas Boulter Avonlea binası için herhangi bir bağışta bulunmayı reddetti. Çünkü yirmi yıl önce inşa edilen bina kendisinin tavsiye ettiği alana yapılmamıştı. Turp gibi olan Bayan Esther Bell yarım saat boyunca ağrılarından ve sızılarından ayrıntılarıyla bahsetti. Fakat ne yazık ki sadece elli sent bağışladı. Bunun sebebiyse gelecek sene para bağışlayamayacak olmasıydı. Çünkü mezarında olacaktı.

Ne var ki en kötü ağırlandıkları yer Simon Fletcher’ın eviydi. At arabalarını bahçeye sürdüklerinde iki meraklı yüzün veranda penceresinden kendilerine baktığını gördüler. Kapıyı çalıp sabırla ve ısrarla bekledikleri hâlde gelen giden olmadı. Öfkelenen ve canı sıkılan kızlar Simon Fletcher’ın bahçesinden uzaklaştılar. Anne, cesaretinin kırılmaya başladığını itiraf etti. Ancak sonrasında her şey tersine döndü. Ardından kendilerini Sloane çiftlikleri bekliyordu ve buralardan cömert bağışlar topladılar. Bu haneleri takiben uğradıları yerlerde işleri yaver gitti. Arada bir burnu havada tiplere denk geldikleri de oluyordu hâliyle. Uğradıkları son yer Robert Dickson’ın gölet köprüsünün yanındaki eviydi. Her ne kadar neredeyse kendi evlerine gelmiş olsalar da burada çaya kaldılar. Alıngan olmasıyla tanınan Bayan Dickinson’ı rencide etmek istemediler.

Burada bulundukları sırada Bayan James White içeri girdi.

“Daha yeni Lorenzolardaydım.” dedi. “Şu anda kendisi Avonlea’deki en gururlu adam. Ne oldu dersiniz? Daha yeni oğlu doğdu. Yedi kızdan sonra bir oğlan oldukça büyük bir hadise o kadarını söyleyebilirim.” O sırada kulaklarını dikip dikkatlice dinleyen Anne, uzaklaştıkları sırada:

“Derhâl Lorenzo White’ın evine gidiyorum.”

“Ama o White Sands yolunda yaşıyor ve yolumuzdan çok uzak.” diyerek itiraz etti Diana. “Onu Gilbert ve Fred ziyaret edecek.”

“Gelecek cumartesine kadar gitmeyecekler ve o zamana kadar çok geç olur.” dedi Anne ciddiyetle. “Bu yeni duruma çoktan alışmış olurlar. Lorenzo White aşırı cimri bir adam fakat şimdi her şeyi bağışlar. Böylesi bir altın fırsatın ellerimizden kayıp gitmesine müsaade etmemeliyiz Diana.” Ortaya çıkan sonuç, Anne’in öngörülerinde haklı olduğunu gösterdi. Paskalya gününde ışıldayan güneşi andıran Bay White, kızları bahçede karşıladı. Anne katkıda bulunmasını isteyince seve seve bağış yaptı.

“Tabii tabii ne demek, en yüksek bağıştan bir dolar fazlasını yapmak istiyorum.”

“O zaman beş dolar olacak. Bay Daniel Blair dört dolar bağışladı.” dedi Anne yarı korkar hâlde. Fakat Lorenzo bir an dahi tereddüt etmedi.

“O zaman beş. Parayı da burada veriyorum. Şimdi sizi eve bekliyorum. Görülmeye değer bir şey var. Şimdilik çok az insanın görebildiği bir şey… Hadi içeri girin ve fikrinizi belirtin.”

“Peki ya bebek güzel değilse ne diyeceğiz?” diye fısıldadı Diana endişeyle. Lorenzo’yu eve kadar takip ederlerken.

“Eminim bebek hakkında söylenecek güzel bir şey olacaktır.” dedi Anne rahatça. “Bebeklerle ilgili güzel detaylar hep olur.”

Ne var ki bebek güzeldi. Dünyaya henüz teşrif eden dolgun ufaklığı beğenen kızları görünce Bay White, beş dolarının karşılığını aldığını düşündü. Ancak bu Lorenzo White’ın herhangi bir şeye katkıda bulunduğu ilk ve son, tek seferdi.

Anne her ne kadar yorgun olsa da kamu yararı için son bir çaba daha sarf etti. Tarlalardan süzülerek her zamanki gibi verandada piposunu tüttüren Bay Harrison’a uğradı. Zencefil de arkasındaydı. İşin aslı Bay Harrison, Carmody yolunda yaşıyordu. Ne var ki Jane ve Gertie’nin hakkında duydukları şaibeli rivayetler dışında kendisiyle tanışıklıkları yoktu. Anne’den Harrison’ı ziyaret etmesini istemişlerdi endişelenerek.

Ne var ki Bay Harrison bir sent bile yardımda bulunmayı derhâl reddetti. Anne’in bütün dil dökmeleri beyhudeydi.

“Fakat topluluğumuzu onayladığınızı zannediyordum Bay Harrison.” dedi.

“Öyle öyle. Ama onayım cebime girecek kadar derin değil Anne.”

“Bugünkü tecrübeme benzer birkaç şey daha yaşasaydım Bayan Eliza Andrews kadar kötümser olurdum.” dedi Anne uyku vakti doğu çatı odasındaki yansımasına bakarken.

BÖLÜM 7

VAZİFE BİLİNCİ

Ilık bir ekim akşamı sandalyesine yaslanan Anne iç çekti. Ders kitapları ve alıştırmalarla dolu bir masada oturuyordu. Ne var ki önünde duran sık yazılmış yazılarla dolu sayfaların okul çalışmalarıyla görünürde bir alakası yoktu.

“Ne oldu?” diye sordu Gilbert. Anne tam da iç çekerken mutfak kapısından içeri girmişti.

Anne kızardı. Okul çalışmalarının altında ortalıkta olmayan yazısını Gilbert’a uzattı.

“Korkunç bir şey olmadı. Profesör Hamilton’ın tavsiye ettiği üzere düşüncelerimi yazmaya çalışıyordum. Ama beni memnun etmediler. Beyaz kâğıda siyah mürekkeple yazılmış hâlleri çok durgun ve aptalca görünüyor. Düşler tıpkı gölgeler gibi. Onları kafeslemek mümkün değil. Ele avuca sığmaz dans eden şeyler. Ancak denemeye devam edersem bir gün işin sırrına vâkıf olurum. Bildiğin gibi çok fazla boş vaktim yok. Okul alıştırmaları ve kompozisyonlarını düzeltmeyi bitirdiğimde kendim için yazma hevesim kalmıyor.”

“Okulda çok iyi gidiyorsun Anne. Bütün çocuklar seviyor seni.” dedi Gilbert taş basamağa otururken.

“Hayır, hiç alakası yok. Anthony Pye beni sevmiyor ve sevmeyecek. Daha kötüsü bana saygı duymuyor. Hayır duymuyor. Beni hor görüyor ve sana diyebilirim ki bu durum beni çok feci endişelendiriyor. Mesele onun çok kötü bir çocuk olması değil. Sadece yaramaz, diğerlerinden daha çok yaramaz da değil. Bana nadiren itaatsizlik ediyor. Ama itaat ettiğinde bunu küçümser bir hoşgörü havasıyla yapıyor. Sanki söylediğim şeye karşı çıkmaya değer bir durum yokmuş gibi. Olsaydı karşı çıkacakmış gibi. Bu durum diğerlerini de kötü etkiliyor. Onu kazanmak için her yolu denedim. Ama bunu asla başaramayacağımdan korkmaya başladım. Onu kazanmak istiyorum çünkü kendisi tatlı bir ufak delikanlı. Kendisi bir Pye ve eğer müsaade ederse ondan hoşlanabilirim.”

“Muhtemelen evde duyduklarının etkisiyle böyle davranıyordur.”

“Tamamen öyle değil. Anthony bağımsız bir ufaklık ve bir karara varırken kendi aklını kullanıyor. Neyse, sabrın ve nezaketin neler başarabileceğini göreceğiz. Ben zorlukların üstesinden gelmeyi seviyorum ve öğretmenlik oldukça ilginç bir iş. O çocuk çok sevimli Gilbert. Üstelik de dahi. Dünyanın bir gün onun adını öğreneceğine inanıyorum.” dedi Anne ikna olmuş bir ses tonuyla.

“Ben de öğretmenliği seviyorum.” dedi Gilbert. “Her şeyden önce iyi bir öğrenim alanı. Çünkü White Sands’te öğretmenlik yaptığım birkaç haftalık sürede okula gittiğim senelerden çok daha fazla şey öğrendim. Hepimiz iyi gidiyoruz gibime geliyor. Newbridge ahalisi Jane’den hoşlanıyormuş duyduğum kadarıyla. White Sands de bendenizden oldukça memnun. Bay Andrew Spencer dışındaki hepsi tabi. Dün gece eve dönerken Bayan Peter Blewett ile karşılaştım ve Bay Spencer’ın yöntemlerini onaylamadığı hususunda beni bilgilendirmeyi görev saydığını söyledi.”

“Şuna dikkat ettin mi?” dedi Anne düşünceli bir şekilde. “İnsanlar bir şey söylemeyi görev saydıklarında tatsız bir duruma hazırlıklı olmak gerekiyor. Neden duydukları güzel şeyleri söylemeyi bir görev saymıyorlar acaba? Bayan H. B. DonNELL dün yine okula uğradığında Bayan Harmon Andrews’un çocuklara peri masalları okumamı onaylamadığını söylemeyi bir görev saydığını ifade etti. Bay Rogerson ise Prillie’nin aritmetikte yeterince hızlı olmadığını düşünüyormuş. Eğer Prillie yazı tahtasının üzerinden oğlanlara bakış atmaya daha az zaman ayırırsa daha başarılı olabilir. Dersteki matematik hesaplamalarını Jack Gillis’in onun için yaptığına eminim. Tabii ki onu henüz suçüstü yakalamadım.”

“Bayan DonNELL’ın ümitvar oğluyla sahip olduğu aziz ismi4 konusunda bir uzlaşmaya vardın mı?”

“Evet.” diyerek kahkaha patlattı Anne. “Ama bu oldukça zorlu bir görev. İlk başlarda kendisine ‘St. Clair’ diye seslendiğimde en az üç kez adını çağırmadan karşılık vermezdi. Sonralarda diğer çocuklar dirsekleriyle dürtmeye başlayınca dertli bir havayla kafasını kaldırmaya başladı. John ya da Charlie diye seslenseydim de kendisini kastettiğimin farkında olmayacak sanki. Ben de bir akşam okuldan sonra onu alıkoydum ve kibarca konuştum. Annesinin kendisine St. Clair diye hitap etmemi istediğini ve ona karşı gelemeyeceğimi anlattım. Açıklayınca anladı. Oldukça mantıklı bir ufaklık. Kendisine ‘St. Clair’ diye seslenebileceğimi ama aynısını oğlanlar yaparsa onları eşek sudan gelinceye dek döveceğini söyledi. Tabii ki böyle bir ifade kullandığı için onu azarlamam gerekti. O zamandan beri ben ona St. Clair diyorum, oğlanlarsa Jack diye sesleniyor ve her şey yolunda. Bana marangoz olmak istediğini söyledi. Ama Bayan DonNELL’ın söylediğine göre onu kolej profesörü yapacakmışım.”

Kolej bahsi Gilbert’ın düşüncelerinin farklı bir yöne kaymasına sebep oldu. Bir müddet planları ve beklentileri hakkında konuştular. Ciddi, samimi ve ümitliydiler. Gelecek muhteşem ihtimallerle dolu üzerine ayak basılmamış bir patikaydı gençler için.

Gilbert nihayet doktor olmaya karar vermişti.

“Müthiş bir meslek!” dedi hevesle. “İnsanın hayatı boyunca bir şeylerle savaşması gerekir. Bir keresinde insanın ‘savaşan hayvan’ olduğunu söylememiş miydi biri? Ben de hastalıklar, acılar ve cahillikle savaşmak istiyorum. Bunlardan hepsi bir diğerini besliyor zaten. Dürüst ve hakiki işlerden payımı almak istiyorum Anne. Bir de güzel adamların ta en başından beri biriktirdiği insanlığın bilgi birikimine ufak bir katkıda bulunmak istiyorum. Benden öncekiler o kadar güzel şeyler yaptılar ki benim için benden sonrakiler için bir şeyler yaparak onlara minnetimi göstermek istiyorum. Bence bir kişinin insanlığa olan borcunu ödemesi bu şekilde mümkün olur.”

“Ben de hayata güzellik katmak isterdim.” dedi Anne hülyalı bir şekilde. “Her ne kadar bunun en asil hedef olduğunu düşünsem de insanların daha çok şey bilmelerini sağlamak istemiyorum tam olarak. Ama benim sayemde daha güzel vakit geçirmelerini istiyorum. Ben doğmasaydım mümkün olmayacak ufak bir neşe ya da mutlu bir düşünceye sahip olmalarını istiyorum.”

“Bence bu hedefini her gün gerçekleştiriyorsun.” dedi Gilbert hayranlıkla.

Ve haklıydı. Anne doğduğundan beri ışığın çocuğuydu. Bir canlıya güneş ışıltısı misali tebessüm ettiğinde ya da bir söz söylediğinde buna şahit olan o canlı en azından o an için ümitli ve iyimser olurdu.

En sonunda Gilbert üzülerek ayağa kalktı.

“Şimdi Mac Phersonlara gitmek zorundayım. Moody Spurgeon pazarı geçirmek için bugün Queens’ten döndü. Profesör Boyd’un bana ödünç vereceği bir kitabı getirecekti.”

“Benim de Marilla’nın çayını hazırlamam lazım. Bu akşam Bayan Keith’i ziyaret etmeye gitmişti. Birazdan döner.”

Marilla döndüğünde Anne çayı hazır etmişti. Ateş neşe ile çatırdıyordu. Ayazın beyazlığı ile kaplı eğrelti otlarıyla dolu bir vazo ve yakut kızılı akçaağaç yaprakları süslüyordu masayı. Jambon ve kızarmış ekmeğin leziz kokusu kaplamıştı havayı. Ne var ki Marilla derin bir iç çekerek çöktü sandalyeye.

“Gözlerin seni rahatsız mı ediyor? Başın mı ağrıyor?” diye sordu Anne kaygılı bir şekilde.

“Hayır, sadece yorgunum. Bir de endişeleniyorum. Mary ve çocuklarına üzülüyorum. Mary daha da kötüleşiyor. Daha uzun süre dayanamayacak. İkizlere ise ne olacağını bilemiyorum.”

“Dayılarından haber yok mu?”

“Evet var. Mary ondan bir mektup almış. Bir kereste fabrikasında çalışıyormuş ve orada burada sürünüyormuş. Her ne demekse? Neyse, çocukları bahara kadar alamazmış. O zamana kadar evlenecekmiş ve çocukları alabileceği bir evi olacakmış. Ama komşuların kış boyunca onlara bakmalarını sağlamalıymış Mary. Kimseye sormaya dayanamayacağını söyledi. Mary, East Grafton ahalisi ile pek iyi geçinemezdi, bu da bir gerçek. Yani uzun lafın kısası Mary çocukları benim almamı isteyecek Anne. Bunu söylemedi ama öyle gibi görünüyordu.”

“Ay!” dedi heyecandan ürperen Anne ellerini kavuşturarak. “Sen de tabii ki alacaksın Marilla, öyle değil mi?”

“Henüz kararımı vermedim.” dedi Marilla yüzünü ekşiterek. “Ben olaylara senin gibi öylece dalıvermiyorum Anne. Üçüncü dereceden kuzenlik pek de yakın sayılmaz. Altı yaşında iki çocuğa, ikize bakmak da korkunç bir sorumluluk.”

Marilla’nın ikizlere bakmanın tek çocuklara bakmaktan iki kat daha kötü olacağına dair bir kanaati vardı.

“İkizler çok ilginç olur. En azından bir çift ikiz.” dedi Anne. “İki ya da üç çift ikiz olduğunda yavanlaşır. Hem ben okuldayken seni eğlendirecek bir şey olması iyi olur.”

“Ben bu işin içinde eğlenceli bir taraf göremiyorum. Her şeyden çok endişe ve dert olur diye düşünüyorum. Eğer seni aldığımızdaki yaşın kadar olsalardı o kadar çok riskli olmazdı. Dora çok sorun olmaz. Uslu ve sessiz gibi görünüyor. Ama o Davy tam bir haylaz.”

Çocukları seven Anne’in kalbi Keith ikizlerini istiyordu. İhmal edilmiş kendi çocukluğunun hatırası hâlâ canlıydı. Marilla’nın en hassas noktasının vazifeye olan şiddetli bağlılığı olduğunu biliyordu. Anne, tezlerini işte bu noktada hünerli bir şekilde nakış gibi işledi.

“Eğer Davy gerçekten yaramazsa tam da bu sebepten iyi bir terbiye almalı, değil mi Marilla? Onları biz almazsak kimin alacağını ve onlara nasıl etki edileceğini bilemeyiz. Diyelim ki Bayan Keith’in yan komşusu Sprottlar aldı çocukları. Bayan Lynde, Henry Sprott’ın gelmiş geçmiş en dinsiz adam olduğunu söylüyor ve çocuklarının ağzından inanılmaz kelimeler çıkıyormuş. İkizlerin böyle şeyler öğrenmeleri korkunç olmaz mıydı? Ya da diyelim ki Wigginsler aldı onları. Bayan Lynde’in dediğine göre Bay Wiggins satılabilecek her şeyi satıyor ve ailesini zor durumda bırakıyormuş. Akrabalarının açlıktan ölmesini istemezsin değil mi Marilla? Üçüncü dereceden kuzenin olsalar da. Bana öyle geliyor ki Marilla onları almak bizim görevimiz.”

“Galiba öyle.” diyerek kasvetli bir şekilde razı geldi Marilla. “Galiba Mary’e onları alacağımı söyleyeceğim. O kadar sevinmene gerek yok Anne. Senin için çok fazla ekstradan iş demek bu. Gözlerimden dolayı elime iğne bile alamıyorum. Dolayısıyla onların kıyafetlerini dikme ve söküklerini onarma işi sana kalacak. Sen de dikiş dikmeyi sevmiyorsun.”

“Nefret ediyorum hem de.” dedi Anne sakince. “Fakat eğer sen o çocukları vazife bilinciyle alabiliyorsan ben de aynı vazife bilinciyle onların dikiş işlerini yapabilirim. İnsanların sevmedikleri işleri aşırıya kaçmadan yapmaları faydalı olabilir.”

BÖLÜM 8

MARILLA İKİZLERİ EVLAT EDİNİYOR

Bayan Rachel Lynde, mutfak penceresinin kenarına oturmuş yorgan dikiyordu. Tıpkı birkaç yıl önce bir akşam, Matthew Cuthbert’ın Bayan Rachel’ın “ithal yetim” dediği çocukla beraber tepeden aşağı at arabasını sürdüğü gün yaptığı gibi… Fakat o zaman mevsimlerden ilkbahardı. Ne var ki şu anda sonbahardaydılar. Ormanlarda yaprak yoktu ve kahverengileşmiş tarlalar kupkuruydu. Rahatı yerinde kahverengi bir atın çektiği araba tepeden aşağı indiği sırada güneş, bol miktarda mor ve altın rengin eşlik ettiği bir görkemle batmaktaydı. Bayan Rachel meraklı gözlerini dikti.

“Baksana Marilla cenazeden dönüyor.” dedi mutfaktaki kanepeye uzanmış kocasına. Thomas Lynde, bu aralar her zamankinden daha sık uzanıyordu kanepeye. Ancak kendi evi dışındaki her şeyi fark etme hususunda çok keskin olan Bayan Rachel bu durumu henüz fark etmemişti. “Üstelik ikizler de yanında. Evet bak, Davy panelden aşağı uzanıp midillinin kuyruğunu tuttu. Marilla da onu hemen çekiverdi. Dora ise ciddiyetten kaskatı kesilmiş hâlde oturuyor yerinde. Daha yeni kolalanmış ve ütülenmiş gibi görünüyor hep. Ne diyeyim zavallı Marilla bu kış çok uğraşacak. Yine de bu durumda onları almaktan başka ne yapabilirdi bilemiyorum doğrusu. Hem Anne kendisine yardım eder. Anne bu mevzudan dolayı zevkten dört köşe olmuş. Çocuklar söz konusu olduğunda pek hünerli. Aman aman, zavallı Matthew’un Anne’i getirmesinin üzerinden bir gün geçmemiş gibi sanki. Herkes Marilla’nın bir çocuk yetiştirecek olması fikrine gülmüştü. Şimdi ise kendisi ikiz çocuklar evlat ediniyor. İnsanı hayrete düşürecek bir şey ölünceye dek hep olacak galiba.”

Şişman midilli Lynde Çukuru’ndaki köprüden yalpalayarak geçip Green Gables yoluna girdi. Marilla’nın suratı asıktı. East Grafton ile evleri arasında on altı kilometrelik bir mesafe vardı ve Davy Keith bitmez tükenmez bir hareketlilik illetine yakalanmış gibiydi. Onu durdurmaya Marilla’nın gücü yetmiyordu. Vagondan düşüp de boynunu kırar ya da ön panelden yuvarlanıp atın altında ezilir diye endişe eden Marilla yol boyunca diken üstündeydi. Çaresiz bir vaziyette eve gidince temiz bir dayak atmakla tehdit etti çocuğu. Bunun üzerine Davy, elindeki yularlara aldırmadan Marilla’nın kucağına tırmandı, tombik kollarını boynuna doladı ve kadına ayı kucaklamasıyla sarıldı.

“Gerçekten yapacağına inanmıyorum.” dedi kırışmış yanakları sevgiyle burarak. “Rahat durmuyor diye bir çocuğu dövecek türde bir hanıma benzemiyorsun. Sen de benim yaşlarımdayken yerinde durmak aşırı zor değil miydi?”

“Hayır, bana söylendiğinde hep rahat dururdum.” dedi Marilla. Davy’nin içten gelen ani okşamaları kalbini yumuşatsa da ciddiyetle konuşmaya çalışmıştı.

bannerbanner