Читать книгу Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler (Mikâil Bayram) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Оценить:
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler

3

Полная версия:

Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler

Konya Ahileri

Bu devrin önemli kuruluşlarından olan esnaf ve sanatkârların mensup oldukları Ahi Teşkilatı, başlangıçta Kayseri’de kurulmuş iken Alâeddin Keykubad zamanında bütün Anadolu’ya yayılmıştır. Bu teşkilatın kurucusu olup Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasîrüddin Mahmud’un da Sultan Alâeddin zamanında Kayseri’den Konya’ya gelip yerleştiği ve Ahiliğin Konya’da da teşkilatlanmasını sağladığı görülmektedir. Bizzat Sultan Alâeddin Keykubad şehirlerde beledi hizmetlerin yürütülmesi görevini Ahilere gördürmekteydi. Başkent Konya’da da Ahiler belediye hizmetleri, sosyal, sınai ve ticari faaliyetleri, Ahi Fütüvvetnâmelerinde belirlenen prensipler dâhilinde yürütmektelerdi. O dönemde Ahilerin imalat atölyeleri ve ticaret merkezleri bugünkü Uluırmak ve İsmet Paşa İlkokulu civarında bulunuyordu.

Ahiliğin kuruluş gayelerinden biri de göçebe Türkmen halkı, iş ve meslek sahibi yaparak şehirlere yerleşmelerini ve şehir hayatına uyum sağlamalarını temin etmek idi. Güdülen bu politika sayesinde şehirlerin Türkleşmesi sağlanmıştır.

Selçuklular zamanında şehirlerde belediye ve emniyet hizmetleri Ahiler tarafından yürütülmekteydi. Ahiler özel üniformaları ve bellerinde kamaları olduğu hâlde dolaşır, güven ve düzeni sağlamaya çalışırlardı. Özellikle Sultan I. Alâeddin Keykubad zamanında Konya’da Ahilerin çok güçlü ve nüfuzlu oldukları görülmektedir. Moğolların Anadolu’yu işgal etmelerinden sonra oluşan Moğol yanlısı yönetime karşı mücadele ediyor ve onlara itaat etmek istemiyorlardı. Bu yüzden Anadolu’nun birçok şehrinde olduğu gibi Konya’da da zaman zaman Ahilerin devlete ve uygulamalara karşı ayaklanma olayları meydana gelmekteydi. Bu yüzden devlet, Ahilerin ellerinde bulunan tekke, hanikâh ve medrese gibi müesseseleri onlardan alma yönünde bir uygulama başlatmıştı. Eflâkî’nin bildirdiğine göre 659 (1261) yılında Selçuklu sultanı Moğol baskılarına dayanamayarak bu yönde bir ferman da yayımlamıştır. Bu baskılara dayanamayan Ahilerin Konya’yı terk ettikleri görülmekteydi. Ahi Türk’ün kardeşi Ahi Basara (Hüsâmeddin Çelebi’nin amcası) önceleri Konya’da ikamet ediyorken şehri terk ederek Başarakavağı denilen yere yerleşmiş ve bu köyü kurmuştur.60 Bunun gibi birçok Ahi’nin Konya’dan göçtükleri görülmektedir. Bu göçenler çoğunlukla uç bölgelere gidiyorlardı.

Eflâkî’nin birçok kişi için başlangıçta Mevlana’ya muhalif iken sonradan Mevlana’nın büyüklüğünü ve kerametlerini görüp tövbe edip kul olduklarını bildirmesi de aslında devletin sözünü ettiğimiz uygulamalarının sonuçlarını ifade etmektedir. Mevlana’nın bazı devlet büyüklerine, özellikle Pervane Süleyman, Sahib Ata ve Tâceddin Mu’tez’e ya bir Ahi’nin veya Ahilerin yakını olan birinin bağışlanmasını istemesi Ahilerin ve Ahilerden yana olan kişilerin takip edildiklerini ve Mevlana’ya mürit olmaya zorlandıklarını göstermektedir. Hanikâh-ı Ziya’nın devlet zoruyla Hüsâmeddin Çelebi’ye verilmesi sırasında ayaklanan Ahiler arasında Ahi Çoban, Ahi Kayser ve Ahi Muhammed-i Sebzvârî elebaşlarıdır. Başlarında da Ahi Ahmed bulunmaktadır. Sultan Veled bir manzumesinde Ahi Çoban ile Ahi Kayser’i methetmektedir.61 Bu demektir ki bu iki Ahi sonradan Mevlana’nın safına katılmak zorunda kalmışlardır. Eflâkî, Hanikâh-ı Ziya’da isyancı Ahilerin lideri olan Ahi Ahmed’in kulluğa kabul edilmediğini yani Mevlana’ya bağlanmayı kabul etmeyip direndiğini, bu yüzden kendisine “anut” (inatçı) dendiğini bildirmektedir. Fakat oğlu Ahi Ali’nin Sultan Veled’e kul olduğunu yazıyor. Anlaşılıyor ki bu Ahi Ali uzun süre direnmiş ancak Sultan Veled’in posta oturuşundan sonra (684/1285) bilmecburiye Mevlevi olmuştur.62

Ahiliğin kadınlar kolu olan Bacı Teşkilatı’na mensup kadınların da Konya’da faaliyet gösterdikleri görülmektedir. Bu genç kızlar Şeyh Zeynüddin Sadaka’nın Sadırlar Mahallesi’ndeki hanikâhının müdavimleriydi. Mevlana’nın kızı Melike Hatun da bir zaman bu kadınlar cemaati arasına katılmıştır. Ahmet Eflâkî’nin bildirdiğine göre Şems-i Tebrizî Konya’ya gelince bir defasında bu kadınlar cemaatini uzaktan görmüş ve yanındakilere: “Bu cemaatin arasında bir tek nur var.” demiş. İncelemişler o tek nurun Melike Hatun’dan kaynaklandığını tespit etmişler ve Melike Hatun’u onların arasından alıp getirmişler. Bir daha da Melike Hatun’un o cemaatin arasına girmesine müsaade etmemişlerdir.63 Eflâkî’nin bu açıklamalarından Şems-i Tebrizî ve Mevlana ve çevresindekilerin bu kadınlar cemaatine (Fakiregan) muhalif oldukları anlaşılmaktadır.

Bir Selçuklu şehzadesi olan Cimri, (Siyavuş: II. İzzeddin Keykâvus’un oğlu) Karamanoğulları’nın yardım ve desteği ile Konya’yı zapt edip Selçuklu tahtına oturunca başlarında Ahi Ahmed Şah olduğu hâlde bütün Konya Ahileri yeni sultana biat etmişlerdir.64 Bu Ahilerin Mevlana ve halifelerine bağlanmış olmalarına rağmen böyle bir fırsat zuhur edince hemen Türkmenlerin safına katıldıkları görülmektedir. Ne var ki bu yeni sultan ve Karamanoğlu Mehmed Bey Konya dışında bulundukları bir sırada Konya’yı Karamanoğulları’ndan almaya gelen Moğol ordusunun Konya’ya yaklaştığı öğrenilince şehirdeki Ahiler yine başlarında Ahi Ahmed Şah olduğu hâlde şehir surlarını Karaman Türkmenlerine kapatıp Moğol ordusu gelene kadar müdafaaya geçmişlerdi.65

Böylece yeni bir Moğol-Ahi katliamını önlemiş oldular. Ahi Ahmed Şah’ın bu olayla birlikte Mevleviler arasında nüfuzlu bir kişi olduğu gibi Moğollarla da iyi ilişkiler içinde bulunduğu görülmektedir. Eflâkî, Ulu Arif Çelebi’nin (Mevlana’nın torunu) Müslümanları (Muhibbân-ı Hazret) bırakıp kendilerine yabancı olan Moğollar lehine faaliyetinden dolayı kınandığını ve hatta bu yüzden Karamanoğulları’nın Konya dizdarı tarafından bir süre tutuklandığını yazmaktadır. Ulu Arif Çelebi kendisini kınayanlara şöyle demiştir: “Biz Mevleviler, Allah gücü ve kudreti kime vermişse ona itaat etmeyi kendimiz için vacip görürüz.”

b. İlim ve Fikir Merkezi Olarak Konya

Anadolu Selçukluları zamanında Konya, İslam dünyasının önde gelen ilim, irfan ve fikir merkezi olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca İslam dünyası çapında iki büyük fikir akımının merkezi olma özelliğini korumuştur. Selçuklular zamanında birçok ünlü ilim ve fikir adamlarının Konya’ya geldikleri görülmektedir. Bu ilim adamlarına evler tahsis ediliyor, onlar o evlerde ikamet ediyorlardı. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Evhadüddin-i Kirmani, Ebu Ca’fer Muhammed el-Berzâî kendilerine tahsis edilen evlerde ikamet etmiş ve eserler yazmışlardır.

Bu fikir akımlarından biri, Mevlana Celâleddin-i Rumî’nin başlattığı “Celâliyye” hareketidir. Tarikat olarak da “Mevleviyye” (Mevlevilik) adı verilen bu fikrî ve tasavvufi hareketin ana kaynağı olan Mevlana’nın, hocaları ve takipçilerinin orijinal eserleri Konya’da bulunuyordu. Bu yüzden her dönemde Konya; bilgin, şair ve ediplerin merakını celbetmiştir. Onlardan kalan eserlerin orijinallerini görme ve mütalaa etme ve onların hatıralarının yaşandığı çevrenin havasını teneffüs etme arzusu ile çok uzak beldelerden Konya’ya gelenler olmuştur. İkdü’l-Cuman adlı eserin sahibi Memlûkler devri tarihçisi Bedrüddin el-Ayni (823/1420) diplomat olarak Karamanoğulları yetkilileriyle görüşmeler yapmak üzere Konya’ya gelmiş, bu vesile ile Mevlana’yı ve Mevlevi dergâhını inceleme imkânı bulmuştur.66 Ünlü Molla Abdurrahman Cami hac dönüşü Konya’ya uğramış ve bir müddet burada kalmıştır. Mirza Tebrizî de Mevlana’ya hayranlığının sonucu Konya’ya yerleşmiştir.

Selçuklu sultanlarının muallimi Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak’ın oğlu olan Şeyh Sadreddin Konevî babasının ölümünden sonra (1221) Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin üvey oğlu olmuştur. Sadreddin Konevî uzun süre Şam’a yerleşen üvey babasının yanında kalmış ve onun yetiştirdiği en tanınmış talebesi ve takipçisi olmuştur. 1246 (644) yılında Şam’dan Konya’ya gelen Sadreddin Konevî hocasına ait pek çok kitabı beraberinde Konya’ya getirmiştir. Konya’da talim, tedris ve telif ile meşgul olmuş ve Konya’yı “Ekberiyye” denilen fikir akımının merkezi hâline getirmiştir. Hocasının eserlerini okutmuş, şerh etmiş ve pek çok talebeler yetiştirmiştir.

Sadreddin Konevî babası Şeyh Mecidüddin İshak ve hocası İbnü’l-Arabî’den kendisine intikal eden pek çok eseri, inşa etmiş olduğu caminin yanı başındaki medresenin kitaplığına vakfetmiştir. Bu eserlerden 168 adedi günümüze gelmiş, bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Tarih boyunca Konevî ve İbnü’l-Arabî’nin düşünce ve felsefesine ilgi duyanlar Konya’ya gelmiş ve Konevî’den ders almışlar veya Konevî’nin kurduğu kütüphanede bir müddet çalışmışlar. İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin eserlerini burada istinsah (kopya) edip beraberlerinde götürmüşlerdir.

İlk “Füsus” şarihi Müeyyedüddin el-Cendî (1300), Kutbuddin Şirazî (1310), Fahruddin el-İrâkî (1288), Saidüddin el-Fergânî (1292) Konevî’nin en tanınmış talebeleridir. Dâvûd-i Kayseri (1351), Yâr Ali Şirazî (1412), Sultan Fatih’in hocası Akşemseddin (1462), ünlü Dilci Firuzabadi, Seyyid Şerif-i Curcanî, Molla Cami gibi daha birçok ilim ve fikir adamları Ekberiyye denilen fikir akımının orijinal kaynaklarına ulaşmak için Konya’ya gelmişler ve Konevî’nin kurduğu kütüphanede bir müddet çalışmışlardır. Konevî’ye ait olan bu kitapların pek çoğunun kıraat ve sema kayıtlarında, kenar notlarında, bu ilim ve fikir adamlarının kendi el yazılarını görmek mümkündür. Meşhur Dilci Firuzabadi’nin de Konya’ya gelip Konevî’nin kütüphanesinde bir müddet çalıştığı bir kayıttan anlaşılmaktadır.67

Konya’yı ilim ve irfan merkezi hâline getiren bir diğer kişi de Ahi Teşkilatı’nın kuruluşunda başmimar rolünü üstlenen Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud b. Ahmed el-Hoyi’dir. Önceleri Kayseri’de bulunuyordu. I. Alâeddin Keykubad 1219’da iktidara gelince Ahi Evren’i Konya’ya celbetmiştir. O daha önce Kayseri’de kurduğu Ahi Teşkilatı’nı Konya’da da kurmuştur. Ahilere ait iş yerleri bugünkü İsmet Paşa İlkokulunun bulunduğu bölgedeydi. Ahi Evren Konya’daki Hanikâh-ı Ziya ile Hanikâh-ı Lala’nın müderrisliğini de yürütüyordu. O ayrıca Saray muallimi yani lala (Lala-i Sultanî) idi.68 Şehzadelerin eğitim ve öğretimi ile uğraşıyordu. Bu yüzden onun ders verdiği hanikâha “Hanikâh-ı Lala” denmiştir. Mevlana da Mesnevi’sinde birçok yerde onu “Lala” diye anmıştır. Etrafında çok sayıda muteber talebeleri vardı. Eflâkî, onun ilmî kişiliğini “Her türlü ilimde Sadreddin Konevî ile atbaşı giderdi.” diyerek ifade etmektedir.69 Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un latifeleri ile ünlü Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğunu da burada hatırlatalım.

Selçuklular zamanında Konya’daki ilmî çevrede hatırlı bir yeri bulunan bir diğer şahıs da Kadı Seraceddin el-Urmevi’dir (1284). Daha önce Malatya’da ve Sivas’ta kadılık yapmış, Konya’ya geldikten sonra kırk yıl daha kadılık yapmıştır. Bu makamda bulunduğu sürece birçok siyasi ve sosyal olaylarda rol almıştır. Şafii ve Eş’arî mezhebindendi. Birçok telif eserleri bulunmaktadır. Hace Cihan, Hace Hasan, el-Hac Tacüddin-i Kâşi gibi tacir olan kişiler de mescit, hanikâh, hanlar ve imaretler yaparak, vakıflar kurarak halka ve bilim adamlarına hizmet etmektelerdi. Bilim alanındaki gelişmelere katkıda bulunuyorlardı. Bugünkü Hoca Cihan Mahallesi’nin olduğu yer Hace Cihan’ın mülkü idi. Türbesi de oradadır. Alâeddin Keykubad zamanında şehir muhafızlığı yapmıştır. Şerhu’t-Taanuf adlı eseri 616’de (1219) Sadırlar Mahallesi’ndeki “Sadriyye” hanikâhına bu zat vakfetmiştir. Kitabın kapak sahifesinde Hoca Cihan’ın vakıf kaydı ve imzası bulunmaktadır. Bu kayda göre Hace Cihan’ın tam adı Ahmed b. Kayser b. Süleyman olup Hace Cihan diye ünlenmiştir.70 El-Hac Tacüddin-i Kâşi ise Sadreddin Konevî’nin arkadaşıdır. S. Konevî, mektuplarında onu “seyyidü’l-akran” diye anmaktadır. Karaman yolu üzerinde “Kâşinin Hara” diye anılan bir han inşa etmiştir. Bugün bu hana Kaşınhanı denmektedir. Tacir olan bu zatın bilge bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin felsefeye dair olan Tuhfetü’ş-Şekur adlı eserini ona ithaf etmiştir. Onu Moğollar öldürüp emvalini müsadere ettiler.

c. Filozof ve Fikir Adamı Olarak Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud

Ahi Evren çok yönlü bir fikir ve aksiyon adamıdır. Aslen Azerbaycan’ın Hoy kasabasından olup tahsilini Horasan ve Mâverâünnehir’de tamamlamıştır. Burada iken ünlü Eş’arî kelamcısı Fahreddin-i Râzî’ye talebe olmuştur. Bilahare Bağdat’a gelen Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, halifenin kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’na girmiştir. 1204 (H. 601) yılında kayınpederi ve hocası olan Şeyh Evhadüddin-i Kirmani ile Anadolu’ya gelmiştir. Anadolu’da önce Kayseri’ye yerleşmiş ve Ahi Teşkilatı’nı burada kurmuştur. 1225 yılında Alâeddin Keykubad’ın isteği ile Konya’ya gelmiş ve burada da Ahi Teşkilatı’nı oluşturmuştur. II. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanında Babaîler İsyanı ile ilgisinden dolayı beş sene süre ile tutuklanmıştır. Tutukluluk hâli kalktıktan bir müddet sonra Kırşehir’e göçmüş, 1261 yılında Ahilerin başlattıkları isyanın bastırılışı sırasında Ahi Evren Hace Nasîrüddin de öldürülmüştür.

d. Filozof olarak Ahi Evren

Her şeyden önce Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un Anadolu’ya geldiği dönemlerde (602/1205) Anadolu’da felsefi, ilimci zihniyetin himaye ve destek göreceği bir iktidar ve bu iktidarın yarattığı elverişli bir ortam vardı. O dönemde başta Anadolu Selçukluları sultanları felsefeye ve felsefi düşünceye ilgi duymakta ve itibar etmektelerdi. Bu ortamın Ahi Evren’in yetişmesinde çok önemli bir etken olduğu muhakkaktır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Anadolu Selçukluları devrinin en güçlü fikir adamıdır. Onun için “Dânişmend-i Rumî” diye anılmaktadır. O, ünlü filozof ve tabip İbn-i Sina ile Eş’arî kelamcısı Fahruddin er-Razî’nin takipçisidir. Mevlana, Ahi Evren’in Fahruddin er-Razî’nin talebesi olduğu gerçeğini ifade ederek onu ve hocasını “iblis” diye anmakta ve akliyecilikte hocasını geride bıraktığını dile getirerek şöyle demektedir:

“Önce bir iblis benim üstadım idi. Daha sonra iblis önümde bir hiç oldu.”71 Şüphesiz Ahi Evren’in İbn-i Sina’ya duyduğu hayranlık, yukarıda adı geçen eseri Farsçaya tercüme etmekten ibaret değildir. Muhtelif eserlerinde İbn-i Sina’yı “Şeyhu’r-Reis”, “Şeyh”, “Hatemu’l-Hukemâ”, “Hulâsatu’l-Ukalâ” gibi unvanlarla anmakta ve onun görüşlerine pek çok atıflarda bulunmakta, şiir ve sözlerini şahit olarak göstermektedir. Ahi Evren, insanların kurtuluşa ermeleri ve ebedî saadete kavuşmaları için iki yol bulunduğunu dile getirir, bunlardan biri peygamberlerin yolu (iman yolu), diğeri akıl yolu yani filozofların belirttiği yoldur. Akıl gücü ile kurtuluşa eren, istikameti bulanların başında İbn-i Sina’yı görmekte ve onu bu yolun en büyük ve en üstün insanı saymaktadır. Ancak bu yolun tehlikeleri bulunduğunu, akli delilleri yanlış kullanma ve akıl gücünün yeterli olmaması gibi sebeplerden ötürü herkesin bu yolda başarılı olamayacağını ve sapıtabileceğini, bu yüzden peygamberlere uymanın zaruri olduğunu iddia etmektedir. Mevlana ile aralarındaki ihtilaf konularından biri de bu husustur. Ahi Evren peygamberlerin yolunun filozofların yoluna kıyasla çok emin ve kestirme olduğundan bahisle şöyle demektedir:72

“Tur-i Sina’ya uçmak (Hz. Musa’ya gitmek) istiyorsan, İbn-i Sina karşısında eğilme.” “Gönlünü Muhammed’in sözüne bağla. Ey Ali’nin oğlu, Ebû Ali’ye uyman daha ne kadar sürecek?”

“Yolunu gösterecek bir göze (akıl gücüne) sahip değilsen, Kureyşli Önder (Hz. Muhammed) Buharalı önderden (İbn-i Sina) daha iyidir.”

Vaktiyle Konevî’nin hocası İbnü’l-Arabî ile Ahi Evren’in hocası Fahreddin-i Râzî birbirlerine mektupla tenkitler yöneltmişlerdi. Sadreddin Konevî ile Ahi Evren birbirlerine yazdıkları mektupların bazıları güncel konulara ait olmakla beraber büyük çoğunluğu bu iki bilginin bazı ilmî ve felsefi konulardaki münakaşalarını ihtiva etmektedir. Kastamonulu Lâtîfî de bu mektupların Tûsî ile Konevî arasında teati edildiğini sanarak mektupların konularını şöyle ifade etmektedir: “Nasîrüddin-i Tûsî ile rumuz-i emr-i künden ve künûz-i ilm-i ledünden miyanlarında akli ve naklî çok sual ve cevap ve bahs u hitap geçmiştir.”73

Münakaşaları çoğunlukla İbn-i Sina’nın fikir ve görüşleri etrafında dönmektedir. Sadreddin Konevî daha çok soru sorma durumundadır. Ahi Evren’e yönelttiği sorularda bazen İbn-i Sina’nın belli bir görüşünü reddetmekte ve bu itirazlarında el-Milel ve’n-Nihal sahibi Şehrîstânî’nin İbn-i Sina’ya yönelttiği tenkitlere dayanmaktadır. Bazen de İbn-i Sina’nın belli bir görüşünün açıklanmasını istemektedir. Ahi Evren de onun bu soru ve itirazlarını cevaplandırırken genel olarak İbn-i Sina’yı müdafaa etmekte, bazen “Şeyhu’r Reis’in maksadı şudur veya bunu demek istemiştir.” diyerek onun görüşlerine açıklık getirmeye çalışmaktadır. İki bilgin zaman zaman birbirlerine eserlerini göndererek kritik etmektedirler. Bu fikir alışverişi sonunda Ahi Evren ile Konevî’nin birbirlerini etkiledikleri de söz konusudur.

Ahi Evren’in bu felsefi kişiliğinin sanatkâr kişiliği ile birleşmesi Ahi Teşkilatı’nın kurulmasında önemli bir etken olmuş görünüyor. Felsefi anlayışı içinde, toplumların refah seviyesini yükseltmek için sanatı yaygınlaştırmak gerektiğine ve sanatın kutsal bir meslek olduğuna olan inancı onun, sanatkârları organize etmeye ve topluma hizmet sunmaya sevk eden amillerden biridir. Ahi Evren’in felsefi düşüncelerinin Anadolu’da devlet tarafından himaye görmesi ise ona düşüncelerini uygulama fırsatı vermiştir. Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu’da felsefi akımların mahiyeti ve bu akımların Ahilik ve benzeri sosyal ve kültürel kurumların ortaya çıkmasına müspet etkileri araştırılması gereken en önemli konulardan biri olarak karşımızda durmaktadır. Ahi Evren’in Anadolu’nun Müslümanlaşmasında da önemli bir hizmeti üstlendiği görülür. Letâif-i Hikmet adlı eserini sunduğu II. İzzeddin Keykâvus’a İslam’ı yaymak hususunda yapması gereken işlerden biri olarak Müellefetü’l-kulüb (kalpleri ısındırılanlar) müessesesini çalıştırması gerektiğini savunmakta ve Müellefetü’l-kulüb’ü üç gruba ayırmakta ve şöyle demektedir:

“Müellefe üç taifedir. Birincisi Müslümanlıkları zayıf olanlardır. Bunların İslam’dan çıkmalarından korkulur. Eğer para bakımından bunlara bir şeyler verilirse İslam’a gönül vermeleri sağlanmış olur. İkincisi Müslüman olmayıp İslam’a ilgi duyanlardır. Bunlar da himaye edilirse İslam’a girmeleri temin edilmiş olur. Üçüncüsü de Müslümanlara zarar vermeleri mümkün olanlardır. Bunlara da bir şeyler verip zararları önlenmelidir.” Bu zümrelere para verilmesini ısrarla önermektedir.74 Ahi Evren’in bu ifadeleri gerek Ahilerin (teşkilat olarak) gerek devletin Anadolu’da Müslümanlaştırma faaliyetinin sürdürüldüğünün ifadesi olmalıdır. Müellefenin iki taifesi ile Bogomil denilen Hristiyan (Rum) zümreyi kastetmiş olabilir. Bilindiği gibi Bogomiller İslami anlayışa yakın bir Hristiyan zümre olup Anadolu’da Müslümanlarla Hristiyan halk arasındaki kültür münasebetleri sonucu ortaya çıkmıştır. Ahi Evren’in bu eğitimci vasfı da Ahi Teşkilatı’nın kurulmasında önemli rol oynamıştır. Eserleri ders kitabı olarak asırlarca Ahi Ocakları’nda okunmuş ve okutulmuştur. Eserlerinin yazma nüshalarının istinsah ve kıraat kayıtlarında bu konularla ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Letâifü’l-hikme adlı eserinde şöyle demektedir: “Allah insanı medeni tabiatlı yaratmıştır. Bunun anlamı şudur: Allah insanı; yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi demircilik ve marangozluk da birtakım alet ve edevatla yapılabildiği için bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarının yaşatılması gerekir. O hâlde toplumun bir kesiminin sanatlara yönelmesi ve her birinin belli bir sanatla meşgul olması gerekir ki toplumun ihtiyaçları görülebilsin.75

Ahi Evren, sanatkârların iş ortamındaki çalışma düzenleri hakkında da şöyle demektedir: “Birçok insanların bir arada çalışması sanatkârlar arasında rekabet ve münazaaya sebep olabilir. Çünkü bunların her biri kendi ihtiyacına yönelince menfaatler çatışması ortaya çıkar. Karşılıklı hoşgörü ve affetme olmadığı zaman münazaa ve ihtilaf zuhur eder. O hâlde bu insanlar arasında ihtilafı halledecek kanunlar koymak gereklidir. Bu kanun şeriata uygun olmalı ki ona uyulsun ve insanlar arasındaki ihtilafın halline vesile olsun. İhtilafsız bir ortam yaratılınca herkes rahatça umduğunu elde eder. İhtilaf zuhur edincede bu kanuna müracaat ederek ihtilaflar ortadan kaldırılabilir. Peygamberlerin şeriat koymaları bundandır.”76 Öyle görünüyor ki Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu fikirleri doğrultusunda tarih boyunca Anadolu’da Ahi iş yerlerininin yönetmelikleri olan “Ahi Şecerenâmeleri” ve “Ahi Fütüvvetnâmeleri” meydana getirilmiş ve Ahilerin çalışma ortamındaki düzenleri, bu eserlerde tespit edilen kurallar çerçevesinde sağlanmıştır.

İbn Haldun, sanatı ve sanat kollarını uygarlığın gereği olarak görmektedir.77 Anadolu Selçukluları devrinin en güçlü filozofu olan Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud da toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat kollarının yaşatılmasının gerekli olduğunu savunmuştur. Onun, İhvânüs-Safa’nın bu konudaki görüşlerini tercih ettiği görülmektedir.

Ahi Evren, bütün sanat erbabına belli bir yere toplanmaları ve orada sanatlarını icra etmelerini de öğütlemektedir. Bu konuda da aynen şöyle diyor: “Toplum çeşitli sanat kollarını yürüten insanlara muhtaç olduğuna göre, bu sanatların her birini yürüten çok sayıda insanların belli bir yere toplanmaları ve her birinin kendi sanatlarıyla meşgul olmaları sağlanmalıdır ki toplumun bütün ihtiyaçları görülebilsin.”

Ahi Evren’in bu sözlerinden şehirlerde sanayi çarşılarının kurulması fikrinin ortaya atıldığını görüyoruz. Ahilik ve Ahi Teşkilatı işte bu düşüncelerin uygulamaya koyulmasının tabii sonucu olarak doğmuş ve gelişmiştir. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu düşüncelerinin devrin sultanları ve yöneticileri tarafından benimsenmiş olduğu ve uygulandığı anlaşılmaktadır. Zira Ahi Evren’in ilk yerleştiği yer olan Kayseri’de böyle bir sanayi sitesinin kurulmuş olduğunu bazı kaynaklardan öğrenmekteyiz. Ahi Evren’in kayınpederi olan Şeyh Evhadüddin Hâmid el-Kirmani (635/1237) adına kaleme alınan Menâkıb-ı Şeyh Evhâdü’d-dîn-i Kirmânî adlı eserde bildirildiğine göre Kayseri’de bir Dericiler Çarşısı, bunun bitişiğinde de Külâh-Dûzlar Çarşısı bulunuyordu.78 Aynı eserin bir başka yerinde de Kayseri’deki Bakırcılar Çarşısı’ndan söz edilmektedir. Bu eserde Kayseri’de Dokumacılar ve Örgücüler Çarşısı’ndan da bahsedilmekte. Evhadüddin-i Kirmani’nin müritlerinin buradan İstanbul’a ve diğer Rum beldelerine halı ve kilim ihraç ettikleri bildirilmektedir.79 İlginç olan bir husus da Kayseri’deki Ahilere ait olan bu sanayi sitesinde hanımlara mahsus çalışma yerlerinin de bulunmasıdır. Ahilerin kız ve hanımları da “Anadolu Bacıları” (Bâcıyân-ı Rum) adıyla aralan bir teşkilat kurmuşlardı. Bu örgüte mensup genç kızlar ve hatunlar da bu sanayi sitesinde kadın el sanatlarını icra ediyorlardı.

DİĞER FİKİR VE BİLİM ADAMLARIa. Mevlana Celâleddin-i Rumî’nin Selçuklu Devri Fikir Ortamındaki Yeri

Mevlana Celâleddin-i Rumî yalnız Doğu’da değil Batı’da da en fazla ilgi uyandıran, dünyaca meşhur bir şair, mutasavvıf ve mütefekkirdir. Bu yüzden gerek Doğu’da gerek Batı’da üzerinde yoğun çalışmalar sürdürülmektedir. Eskiler Mevlana’ya çok dar bir pencereden bakmışlardır. Onu sadece Mesnevi’nin yazarı olarak telakki etmiş, asırlarca Mevlevi dergâhlarında ve diğer çevrelerde bu eser okunmuş ve şerhler yapılmış olduğu hâlde, diğer eserleri ile çok az ilgilenmişlerdir. Fikrî yönü büyük ölçüde ihmal edilmiş, fikir tarihi içindeki yeri tespit ve takdir edilmemiştir. İçinde bulunduğumuz asrın başından itibaren hem Doğu’da hem Batı’da Mevlana üzerinde çok yönlü olarak durulmaya başlandı. Mesnevi’si ile birlikte diğer eserleri de neşredildi ve muhtelif dillere tercüme edildi. Şüphesiz bu çalışmalar Mevlana’nın daha iyi tanınmasına vesile olmuştur. İran’da Bedîüzzaman Fürûzanfer, Türkiye’de Abdülbaki Gölpınarlı, ömürlerini Mevlana Celâleddin-i Rumî’yi tanıtmaya hasretmişlerdir. Hocam Rahmetli Tahsin Yazıcı da Mevlana ve etrafındakiler hakkında pek çok anekdotları ihtiva eden Ahmet Eflâkî’nin (760/1359) Menâkıbü’l-Ârifîn adlı eserinin tenkitli neşrini ve tercümesini yaparak bu alanda önemli bir hizmeti gerçekleştirmiştir. Batı’da da Mevlana’yı tanıtanların başında R. Nicholson ve A. M. Schimmel gelmektedir. Ancak bir süreden beridir Mevlana üzerindeki çalışmalar Bedîüzzaman Fürûzanfer ve A. Gölpınarlı’nın çalışmaları ile sınırlanmakta ve hiçbir yeni gelişme ve yeni çalışmalar görülmemektedir. Ancak pek çok amatör kalemler bu araştırıcıların eserlerine bağlı kalarak Mevlana ve çevresi hakkında eserler ve makaleler yazmaktalar. Oysa Mevlana üzerindeki çalışmalara yeni boyutlar kazandırılmalı, yeni değerlendirmeler yapılmalı; ortaya çıkarılan yeni belge ve eserler tanıtılarak bu yeni belge ve eserler ışığında Mevlana’nın yaşadığı devirdeki siyasi, fikrî, kültürel, sosyal ve ticari ortam daha detaylı aydınlatılmalı ve Mevlana’nın bu siyasi, kültürel, sosyal ve ilmî ortamdaki yeri belirlenmeye çalışılmalıdır. İşte her yıl Mevlana’yı anma seminer ve kongreleri bunu gerçekleştirmeye yönlendirilmelidir. Bu çalışmaların sürdürülmesiyle Mevlana’nın tarihî gerçeklere uygun, daha sağlıklı biçimde bütün dünyaya tanıtılması mümkün olacağı gibi onun fikir pınarını, yeni nesillerin istifadesine sunmak da o ölçüde sağlıklı ve verimli olacaktır.

bannerbanner