
Полная версия:
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Velhasıl Mevleviler, Bektaşiler, Kalenderîler, Ekberîler gibi her zümrenin Konya’da belli bir yerleri ve mahalleleri bulunuyordu. Moğollar Ahi ve Türkmenlere ait tekke ve hanikâhları müsadere yoluyla sahiplerinden alıp Kalenderîlere ve Mevlevilere veriyorlardı. Bu cümleden olarak Karatay Medresesi, Ahi Bedrüddin Gühertaş Hanikâhı, Hanikâh-ı Lala ve Hanikâh-ı Ziya da sahiplerinden alınıp Mevlana’nın yakınlarına verilmiştir. Bu yüzden XIII. yy. sonlarında Konya’da çok sayıda Kalenderî merkezler oluşmuştur. Şems-i Tebrizî’nin türbe ve mezarlığının olduğu yer, Ankara yolu üzerinde Kalenderhane denilen mahalle, Cumhuriyet İlkokulu yakınındaki Şeyh Osman Türbesi ve çevresi, Kasap Sinan Sokağı içindeki tarihî yapılar Kalenderîlere verilmiştir. Hâlbuki buralar önceleri Ahilere ait idi. Bugünkü Mevlana Dergâhı, Mevleviyye hareketinin merkezi olduğu gibi Sadreddin Konevî Cami, Medresesi ve İmarethanesi de Ekberîyye fikir hareketinin merkezi durumundaydı. Konya’nın Osmanlılar zamanındaki genel görünümü için bk. Burada Levha, XVI.
b. Konya’da Sosyal ve Kültürel OrtamTürkiye Selçukluları devrinde ve beylikler döneminde Anadolu’da şehirlerin yapılanması ve şekillenmesinde dinî ve tasavvufi zümrelere ait hanikâh, zaviye, medrese, imaret, buka, türbe gibi yapılar önemli rol oynamıştır. Bu kurum ve kuruluşlar ücra köylere kadar yayılmış bulunuyordu. Köyler de bu kurumların etrafında oluşmaktaydı. Bu dinî ve fikrî zümreler ve bunların ocakları Anadolu’da kültürel yapılanmayı sağlıyordu. Başkent Konya, gerçekten kültürlü, bilgin, sanatkâr, şair ve ediplerin harman olduğu bir şehir idi. Başlangıçta Tokat, Malatya ve Kayseri; Dânişmend Oğulları’nın kültürel politikası doğrultusunda gelişmiş birer ilim merkezi olarak Konya’dan daha önde bulunuyorlardı. Fakat XIII. asrın başından itibaren Konya, bu yönüyle de büyük gelişme kaydetmiştir. Pek çok ilim ve fikir adamını kendine çekmiş ve diğer Anadolu şehirlerini geride bırakmıştır. Özellikle Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınan Mâverâünnehir, Horasan ve İranlı bilgin, mutasavvıf, sanatkâr ve tacirler Konya’yı vatan edinmişlerdir. İbn Bibi’nin bildirdiğine göre, Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad, Beyşehir Gölü’ndeki bir adada yaptırdığı Kubâdâbâd Sarayı’nda tatil yapmakta iken bir grup ilim ve fikir adamını burada huzuruna kabul etmiş ve kendisine sundukları eserleri mütalaa ederek bilginlere izzet ve ikramda bulunmuştur.7 Bu dönemde ilim ve fikir adamları ile mutasavvıfların faaliyet göstermeleri için medreseler, tekke ve zaviyeler kurulmaktaydı. Konya, bundan en fazla nasibini alan şehir olmuştur. Selçuklu saray teşkilatı içinde “gulamhane” denilen bir mektep vardı. Gayrimüslim çocuklar burada eğitiliyorlardı. Celâleddin Karatay, kardeşi Seyfüddin Karatay bu saray mektebinde yetişmiş ve devletin en yüksek kademesinde hizmet görmüşlerdir. Bunlar gibi daha pek çok Rum kökenli ümera gulamhanede yetişmişlerdir.
Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Sultan Alâeddin döneminde (1219-1237) Kayseri’den Konya’ya celbedilmiş ve lalalık (saray muallimliği) makamına getirilmiştir. Hanikâh-ı Lala onun hizmetine verilmişti. Demek ki saray muallimleri bu hanikâhta görevlerini yürütüyorlardı. Saraya mensup çocukların eğitim ve öğretimine tahsis edilen bu hanikâhın muallimlerine “Lâlâ-i Sultanî” deniliyordu.8 Bu Hanikâh-ı Lala, Şerefettin Cami ile Merkez Bankası arasında bulunuyordu. Burada lalalık görevini sürdüren Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Ahlak-i Naşiri adlı eserini bu dönemde (632/1235) kaleme almış ve Alâeddin Keykubad’a sunmuştur.9 Demek oluyor ki bu eser Hanikâh-ı Lala’da ders kitabı olarak okutuluyordu. 1262 yılında bu hanikâh, sultan fermanıyla Ahilerden alınıp Mevlana’nın dostu Hüsâmeddin Çelebi’ye verilmiştir. Fahreddin-i Râzî’nin talebesi olan Şerefuddin-i Herevî’nin medresesi de kendi adıyla anılan camiye bitişik idi. Yani Hanikâh-i Lala ile yan yana idi.
Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın elçisi meşhur sofi Şihabüddin Suhreverdi, Konya’ya geldiği zaman Sultan Alâeddin bu elçiyi karşılamak ve ağırlamak için bütün Ahileri (ehl-i fütüvveti) görevlendirmişti. Bu elçinin beraberinde çok sayıda ilim ve fikir adamları bulunuyordu. Elçinin gelişi münasebetiyle Konya’da günlerce süren göz alıcı törenler, eğlenceler tertip edilmişti. Uluğ Sultan parlak bir törenle Şeyh Şihâbüddin Suhreverdî’nin elinden fütüvvet üniforması olan şalvar giymiş ve şed kuşanmıştı.10 Mirsadü’l-ibad adlı eserin sahibi Kübreviyye tarikatı şeyhi Necmüddin-i Daye Anadolu’ya gelince Malatya’da Fütüvvet Teşkilatı’nın şeyhu’ş-şuyûh’u Şihabüddin Ömer es-Suhreverdi ile karşılaşmış ona bu Mirsadü’l-ibad adlı eserini sunmuştur. O da bu eseri mütalaa ettikten sonra çok beğenmiş ve yazarına: “Bu Diyar-ı Rum’un genç, ilim sever ilmi ve âlimleri koruyan bir sultanı var, sen bu kitabı ona takdim et.” demiş o da Konya’ya gidip eserini Sultan Alâeddin Keykubad’a takdim etmiştir.
Şeyh Sadreddin Konevî Suriye’den gelip Konya’ya yerleştikten sonra (1245) onun etrafında geniş bir talebe halkası oluşmuştur. Mecidüddin İbnü’l-Esir’in Camiu’l-usul fi Ahadisi’r-resul adlı eserini 20’den fazla talebeleri ondan okumuşlardır. Bu eserin Sadreddin-i Konevî’nin vakfı olan 8 cildi, Yusufağa Kütüphanesinde (No. 5050-5058) bulunmaktadır.11 Bütün bu ciltlerin baş tarafına veya son sahifelerine yazılan “sema” ve “kıraat” kayıtlarında o ders halkalarında bulunan şahısların adları kaydedilmiştir. Bu talebelerin arasında muhtelif memleketlerden ve milletlerden olan ve devrin tanınmış ilim adamları ve devlet adamlarının adları geçmektedir. Pervane Muinüddin Süleyman, Fahruddin-i İrakî, Ferganalı Saiduddin, Zeynüddin Muhammed er-Razi (Ahteri adlı lügatin yazarı) bunlardan birkaçıdır. Bunlar arasında gayrimüslimler de bulunmaktadır. (Bk. Burada Levha, XI)
XIII. yüzyılda Konya’da şair ve ediplerin sayısı yüzlerle ifade edilecek kadar çoktu. Ahmet Eflâkî’nin Selçuklular Zamanında Konya’da Dinî ve Fikrî Hareketler’de anlattığına göre, senenin birinde Mevlana ve can dostları Ilgın’a (Ab-i germ) bir gezi için gitmişler ve yolculukları çok neşeli geçmişti. Bu gidiş ve dönüşte Mevlana ve arkadaşları karşılıklı, bir divan olacak kadar şiir yazmışlardır.12 Bu şairlerin şiirleri, Mevlana’dan 90 sene sonra Divan-ı Kebir’in içine alınmak suretiyle muhafaza edilmiştir. Mevlana, Mesnevi’sini önce kürrâseler (sahifeler) hâlinde yayımlıyordu. Bu kürrâseler İrani çevreler arasında büyük ilgi görüyordu. Tabii bu ilgi Mevlana’nın şevkini arttırıyor ve yazmaya devam ediyordu.
Genel olarak Türkiye Selçukluları devri, fikrî hareketler bakımından çok renkli ve çeşitlidir. İran ve Türk illerinden gelen çeşitli tarikatlara, dinî ve fikrî mezheplere mensup şeyhler, dervişler ve bilginler tarikatlarını ve fikirlerini yaymak için Anadolu’yu çok müsait bulmuşlardır. Bu bakımdan devletin merkezi olan Konya’da bütün bu fikir hareketlerine mensup zümrelere ait karargâhlar vardı. Başlangıçta bu zümreler arasındaki ilişkiler gayet iyi idi. Selçuklu Devleti’nin müsamahalı siyaseti, dinî ve fikrî zümreler arasındaki ilişkilere de yansımaktaydı. Moğol işgalinden sonra yani Selçuklu Devleti’nin Moğolların egemenliği altına girmesinden sonra diğer Anadolu şehirleri ile birlikte Konya’da da dinî ve fikrî zümreler arasındaki bu sulh ve sükûn ortamı, anarşi dolu bir ortama dönüştü. Özellikle Mevlana ve çevresi ile Ahiler arasındaki mücadeleler bu huzur ve güven ortamını bozan olayların başında gelmekteydi. Şehirde Şems-i Tebrizî’ye karşı büyük bir muhalefet cephesi oluşmuştu. Bu yüzden iktidarda bulunan Ahiler, işlediği bir suçtan ötürü Şems-i Tebrizî’ye suikast düzenleyerek öldürdüler. Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi olayında devrin Adliye Nazırı (Emir-i Dad) Nusratüddin Ahmed bulunmaktadır. Bu yüzden Şems’in öldürülmesi olayının adli bir vaka olduğu anlaşılmaktadır.13 O dönemde Ahiler şehirde inzibat ve güvenlik hizmetini görüyorlardı.
Bu olay Mevlana ve çevresindekiler ile Ahiler arasındaki gerginliği had safhaya çıkardı. Devlet adamları bu gerginliği yatıştırmak ve Moğolların iç işlerine müdahalelerini önlemek için Ahi Evren Nasîrüddin, Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi gibi bazı kişilerin Konya’dan Kırşehir’e gitmelerini sağladılar. Mevlana ve halefleri, XIII. asrın sonlarında fikrî üstünlük kurmuşlardı. Şehrin güvenliğinde söz sahibi olmuşlardı. Bu mücadeleler ve Moğolların fikrî ve siyasi baskıları yüzünden Konya’dan uç bölgelere ve Memlûklüler ülkesine, yani Suriye’ye göçler olmuştur. Sadreddin Konevî’nin, vasiyetinde14 “Gençler bir an önce Anadolu’yu terk etsinler.” demesi bundandır. Aynı şekilde Hacı Bektaş-ı Veli de halifelerine uç bölgelere göçmelerini öğütlemektedir.15Özellikle 1261 yılında bazı münevverlerin ve emirlerin, Moğollar tarafından öldürülmesi şehirde büyük bir tedirginlik yaratmıştı. Bu tedirginliği yaşayanlardan biri de Sadreddin-i Konevî’dir.
Diğer Anadolu şehirlerinden farklı olarak Konya’da İran unsurunun sosyal ve kültürel bir ağırlığı bulunduğu fark edilmektedir. Mevlana’nın Fîhi Mâ fîh’inden çarşı ve pazar dilinin Farsça olduğu anlaşılmaktadır. 90 senelik ömrü Anadolu’da geçen Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Rebabnâme’nin mukaddimesinde: “Ben Türkçe bilmiyorum. Bu eserde derlediğim Türkçe sözler sünuhat kabilinden gönlüme doğmuştur.” demektedir.16 Intihâname’sinde de “Türkçe ve Rumca söylemeyi bırak çünkü bu dilleri bilmiyorsun.” diyor.17 Sultan Veled’in bu itirafı İran dili ve kültürünün Konya’da iyice yerleşmiş olduğunu göstermektedir. XIV. asrın başından itibaren Konya’nın Karamanoğulları’nın yönetimine girmesinden sonra şehrin etnik durumu Türkler lehine gelişme göstermiştir.
Konya, Selçuklular zamanında ticari faaliyetlerin çok yoğun olduğu bir merkez durumunda idi. Karaman, Aksaray, Akşehir ve Beyşehir istikametlerinden gelen yollar da Konya’da birleşiyorlardı. Bu durum, şehre ticari bir canlılık vermekte idi. Bu yollar üzerinden 30 km ara ile sıralanan kervansaraylar ticari faaliyetlerin emniyet içinde yürütülmesini sağlamaktaydı. Selçuklu Devleti, ticari faaliyetlerin düzenli bir biçimde, aksamadan yürütülmesine ve gelişmesine büyük önem vermekteydi. Şehir içinde de çok sayıda han ve bedesten bulunmaktaydı. Bu hanlardan birçokları yakın zamana kadar faallerdi. Anadolu dışına mal ihraç, ithal etmek; ithalat ve ihracatı güven altına almak maksadıyla ülkenin her yanında kervansaraylar yapıldığı gibi Akdeniz ve Karadeniz sahillerinde muhkem kaleler ve tersaneler inşa edilmiştir. Konya’da gayrimüslimler, şehirde Türk unsurunun yanında İranlılar, Hintliler ve Araplar, gayrimüslimler de vardı. Doğu illerinden gelip yerleşmeler neticesinde Konya’da büyük bir nüfus artışı olmuş ve şehir süratle büyümüştür. Bunun sonucunda yerli Rum halk, iyice azınlık durumuna düşmüş bulunuyordu. Aileler içinde Rum, Ermeni Gürcü asıllı köleler bulunuyordu. İlim meclislerinde ve ders halkalarında İslami ilimlere dair eserleri mütalaa edenler arasında gayrimüslim olan şahısların adlarına da rastlanmaktadır. Mesela 641 (1243) yılı Safer ayında Sadreddin-i Konevî’nin ders halkasında Gulbek b. Abdullah ve Özbek b. Abdullah adlarında iki gayrimüslim şahsın (biri Ermeni diğeri Türk asıllı) bulunduğunu görüyoruz.18 Keza Sultan II. İzzeddin Keykâvus’un veziri olan Kadı İzzeddin’in Vakfıyesi’ne imza koyanlar arasında Thomas adlı bir Rum bulunmaktadır. Bu Rum’un sultana yakın olduğu da belirtilmektedir.19 Vâkıâ Ahi Evren de Letaif-i Hikmet adlı eserinde bu sultana Anadolu’daki Rumlara yakınlık göstermesini ve onlara ekonomik yardımda bulunmasını öğütlemektedir.
Mevlana bir gün dostu Salahuddin-i Zerkub’un yanına gitti. Zerkub kendisine bağ tanzim ediyordu. Usta ve ameleler çalışıyorlardı. Mevlana, Zerkub’a sordu: “Bu çalışanlar kimlerdir?” Zerkub da bu amelelerin Türk olduklarını söyledi. Bunun üzerine Mevlana ona: “Ey efendi! Bağ imar etmek için Rum ameleler, yıkmak için Türk ameleler çalıştırman gerekir. Çünkü Allah Türkleri dünyayı harap etmek, Rumları imar etmek için yaratmıştır.” der. Eflâkî de Mevlana’nın bu görüşüne ilave olarak ve teyit ederek: “Günümüzde de öyle değil mi? Güzelim Konya’yı harap ettiler.”20 diyor. Bu haber Rumların toplumda saygın tutulduklarını göstermektedir.
Genel olarak Anadolu şehirlerinde Rum, Ermeni gibi gayrimüslim halklara ait mahalleler bulunuyordu. XIII. asırda Konya’da dış surlar dâhilinde gayrimüslimlere ait bir mahallenin mevcut olmadığı, bugün ayakta duran Selçuklular devrinden kalan yapıların dağılımından anlaşılmaktadır. Selçuklular zamanında düzenlenen birçok vakfiyelerin şahitleri arasında gayrimüslim kişilerin adlarına sık sık rastlandığına göre bu gayrimüslimler İslami eğitim de görüyorlardı. Ancak surlar dışında belli bir yerde ikamet etmekte oldukları muhakkaktır. Zira Cumhuriyet Dönemi’ne kadar Konya’da Rum ve Ermeni azınlıklar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Gayrimüslimlerin en yoğun olarak yaşadıkları yer ise Sille idi.
SELÇUKLULAR ZAMANINDA KONYA’DA SU ŞEBEKELERİTürkiye Selçukluları zamanında Konya’nın ve yakın çevresindeki bağ ve bahçelerin su ihtiyacını karşılayan su şebekelerini açıklamaya geçmeden önce şehir olarak Konya’nın Selçuklular zamanındaki genel durumunu kısaca tasvir etmek yerinde olacaktır. Orta Çağ İslam dünyasında şehirlerin kuruluş ve dizayn biçimi üç aşağı beş yukarı birbirlerine benzer. Konya da bir Orta Çağ şehri olarak dizayn edilmiştir. Bu yönü ile diğer Anadolu şehirlerine örnek olmuştur.
Türkiye Selçukluları Devleti’nin başşehri olarak Konya XIII. yüzyılda 50 bin nüfuslu büyük bir şehir idi. Bu nüfus, o günün şartlarında oldukça yüksek sayılır ve kalabalık bir şehir olduğu anlamına gelmektedir. Konya’yı bir Selçuklu şehri olarak yeniden kuran ve değişmez bir başşehir olmasını sağlayan I. Alâeddin Keykubad olmuştur. Keykubad’dan önceki dönemlerde Konya defalarca Haçlı kuvvetlerinin işgallerine uğradığı gibi iç savaşlar sırasında defalarca muhasara altına alınmış ve şehir bu saldırılara karşı savunulamamıştır. Çünkü şehrin sağlam savunma sistemi yoktu. Şehir daha çok Gevale Kalesi’ndeki askerî birlikler tarafından savunuluyordu. Şehir muhafız birlikleri burada bulunuyordu. Bugünkü Alâeddin Tepesi’nin etrafını çevreleyen Romalılardan kalan surlar çok yetersiz idi. Sultan Mesud bu surları tahkim etmiş ve bugünkü Alâeddin Cami’yi inşa etmişti. Caminin yerinde bir kilise olduğu tahmin edilmektedir. Sultan Alâeddin Keykubad 1219 yılında iktidara gelince şehrin saldırılara karşı güvenliğini sağlamak için bütün emirlerini görevlendirerek Alâeddin Tepesi etrafındaki surları yeniden inşa ettiği gibi bir de şehrin oturduğu alanı çepeçevre kucaklayan dış surlar inşa ettirdi. 140 emir iki sene gibi kısa bir zamanda bu işi tamamladılar.21 Bu dış surları da çevreleyen derin bir hendek yapılmıştı. Meram Deresi’nin suyu, Sille Çayı ve sel suları bu hendeğe bağlanarak üçüncü bir savunma hattı oluşturulmuştu. Dış surların 12 kapısı vardı. Bu kapılardan şehri dış dünyaya bağlayan içi su dolu hendek üzerine köprüler inşa edilmişti.
XIII. yüzyıl boyunca Konya’da hızlı bir nüfus artışı olmuştur. Buna bağlı olarak yapılaşma da artmıştır. Artan nüfus surların içine sığmayınca sur ve hendeğin dışında mahalleler oluşmuş, bağ evleri yapılmıştır. Bu devrin şairi Ünsî Şehnâme’sinde o günkü Konya’da 360 zaviye, 70 hanikâh, 7 büyük cami (cuma namazı kılınan camiler) ve 300 mescidin yıldız gibi şehre dağıldığını yazmaktadır.22 Bu dinî yapılar üzerinden hesap yapıldığı zaman Konya’nın 50 bin nüfuslu bir şehir olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu büyüklükteki şehrin su ihtiyacını karşılamak için yöneticilerin büyük uğraş verdikleri ve bu yönden şehri tahkim ettikleri sağlam su şebekeleri inşa ettikleri anlaşılmaktadır. Evvela şehrin su ihtiyacı künklerle Meram Deresi’nden şehre ulaştırılan su ile karşılanmaktaydı. Bu künklerle şehre getirilen su, gene künklerle şehirdeki yapılara ve halkın kolayca ulaşacağı çeşmelere verilmekteydi. Cami, mescit, hanikâh gibi müesseseler için suyun ne kadar büyük önem taşıdığı izahtan varestedir. Zaman zaman temel hafriyatları sırasında o dönemde döşenmiş künklere rastlanmaktadır. Keza tarihî yapılarda yapılan kazı ve incelemelerde de bu künkler görülebilmektedir. Bu binalar inşa edildiği zaman temele künkler de döşenmiştir. O dönemde künk döşemek suretiyle çok uzak mesafelere su götürme yöntemi yaygın olarak kullanılmıştır. Şehirde suyun en fazla ihtiyaç duyulduğu alan hiç şüphesiz şehrin sanayi bölgesiydi. İsmet Paşa İlkokulunun doğusu sanayi bölgesiydi. Meram Deresi ve Sille Çayı sanayi bölgesinden geçmekteydi. Derici atölyeleri işte bu akarsuyun kenarında olmalıdır. Çünkü bu iş alanı ancak akarsu kenarında kurulabilir.
Konya’da yer altı sularına kolay ulaşıldığı için evlerin bahçelerine kuyular vurulmak suretiyle de su temin edilmesinin yaygın bir yöntem olduğu anlaşılmaktadır. O zamandan kalan bir kuyu bugün hâlâ duruyor. Bu kuyu Ahi Bedrüddin Gühertaş’ın bahçesinin kuyusu idi. Şems-i Tebrizî’yi öldürenler onun cesedini Ahi Bedrüddin Gühertaş’ın bahçesindeki kuyuya atmışlardı.23 Bilahare bu kuyunun üzerine Şems-i Tebrizî için türbe inşa edilmiş ve kuyunun ağzı sanduka ile kapatılmıştır. Geniş bilgi için sarnıçlar inşa ederek yaz için su biriktirme ve saklama yöntemi de yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. O dönemden kalan sarnıç örnekleri de vardır.
Türkiye Selçukluları zamanında şehirler kurulurken şehirde oluşan atık suları şehir dışına atmak için muntazam atık su yolu (rah-ı çerkab) şebekesi inşa edildiği görülmektedir.24 Bu atık su yollarının, içinde insan yürüyebilecek kadar geniş olarak inşa edildiği anlaşılmaktadır. Moğollar 1243 yılında Kayseri’yi muhasara ettikleri zaman bir türlü şehir surlarından gedik açamadılar. Moğollara karşı şehri Ahiler savunmaktaydı. Sonunda hain çıkan şehir Subaşısı Ermeni asıllı Hüsâmeddin-i Hacok atık su yolundan surların dışına çıkmış, Moğol Komutanı Baycu Noyan ile gizli bir görüşme yapmış ve Moğol askerlerinin atık su yolundan şehre girmelerini sağlamıştı. (İbn Bibi, el-Evamirü’l-alâiyye, Neşr. A. Sadık Erzi, Ankara, 1956. s. 528-531.) Karaman Oğlu Mehmed Bey ile Alâeddin Siyavuş da Akşehir’den Konya’ya dönünce şehir halkı şehrin kapılarını kapatmış onları şehre sokmamışlar ve savunmaya geçmişlerdi. Bunun üzerine Mehmed Bey ve Alâeddin Siyavuş atık su yolundan şehre girmeye çalışmışlardı.
Konya, Türkiye Selçukluları zamanında etrafı bağlık bahçelik olan bir şehir idi. Çevresindeki bu bağ ve bahçelerin su ihtiyacı çevredeki derelerden Konya Ovası’na akan sulardan karşılanmaktaydı. Suyu en bol olan dere ise hiç şüphesiz Meram Deresi idi. O dönemde Meram Deresi ve çevresi ormanlık bir alandı. I. Gıyâseddin Keyhüsrev 1203 yılında Gevale Kalesi’ni zapt etmeye çalışırken kuşatma uzun sürmüştü. Başarısız duruma düşen askerler Meram Vadisi’ndeki ormanlık alana dağılmışlar ve bu ormanlık alanda askerleri tekrar toparlamak mümkün olamamıştı.
Meram Deresi boyunca müteaddit su değirmenleri vardı. Yakın zamana kadar bu değirmenler faal idiler. O dönemde de Meram Bağları bugün olduğu gibi gezinti ve tenezzüh yeriydi. Şehrin ileri gelenleri burada bağ ve bağ evi ediniyorlardı. Mevlana ve Sadreddin Konevî’nin sık sık Meram’a tenezzühe çıktıkları ve dostlarının bağ evlerine gittikleri rivayet edilmektedir. Bugün üzerinde Sille Barajı’nın bulunduğu Sille Deresi’nin suyu da Hoca Cihan Mahallesi cihetinden Konya’ya ulaşmaktaydı. Bu cihetteki bağ ve bahçeler bu su ile sulandığı gibi şehrin ihtiyacında da kullanılmaktaydı.
Konya ve çevresini besleyen su kaynaklarından biri de Hatip ve Çayır-bağı Sularıydı. Konya’yı zapt etmek için gelen askerî birlikler Hatip’te konuşlanıyorlardı. Konya’ya gelen Haçlı kuvvetleri ve Moğol askerleri burayı kendilerine karargâh tutuyorlardı. Hatta Hülagu Han’ın amcasının oğlu olan Moğol orduları komutanı Baycu Noyan bazı siyasi emellerini gerçekleştirmek için burada bir kışla inşa etmişti ve otağını da burada kurmuştu. Mevlana Celâleddin’i burada huzuruna kabul etmişti. Bu sudan dolayı Konya Ovası’nın bu kesiminde geniş ekim alanları vardı. Meram gibi bağlık ve bahçelik idi.
Vezir Kadı İzzeddin’in Vakfiye’sinden öğrendiğimize göre25 Kadınhanı ilçesi Kadı İzzeddin’in ikta mülkü olduğu gibi Kestel Ormanları’ndan kaynaklanan Kestel suyu da Kadı İzzeddin’in ikta mülkü idi. Onun için bu suyun tasarruf yetkisi ona ait idi. İmam Hatip Lisesinin bulunduğu yerde Kadı İzzeddin’in inşa ettiği cami, medrese ve bir darüşşifa (Mâristân-i Atik) bulunmaktaydı. Bu suyun satışından sağlanan gelirleri, kurduğu müessesenin harcamalarına tahsis etmiştir. 1252 yılında düzenlenen bu Vakfiye’den anlaşılmaktadır ki Kestel Suyu, Kadınhanı yakınlarındaki Koşmar köyünden geçerek Konya Ovası’na inmekteydi. Kayacık’tan geçerek Sıra Çalılar mevkisinden Divanlar (Divanegan) köyüne ulaşmaktaydı. Bu suyun açık havada bu kadar uzak mesafeye gitmesi imkânsız görünüyor. Muhtemelen bu mesafeye künk döşenmiştir diye düşünüyorum. Konya’nın kuzey cihetine düşen ekili arazileri bu su ile sulanıyordu.
II. Bölüm
a. Devlet Adamlarının Bilimi HimayeleriSelçuklular zamanında teşekkül eden Türk-İslam medeniyetinin ilk bir buçuk asrında felsefe ve pozitif ilimlere büyük bir ilgi duyulduğu dikkati çekmektedir. Bunun da en önemli sebebi, Anadolu’da kurulan ilk Türk devletleri yöneticilerinin ilim ve fikir adamlarını bu alana yönlendirmeleri ve müspet ilimlerle mücehhez olan ilim adamlarını himaye edip onların çalışmalarına imkân vermeleridir.
Anadolu’da ilk ilmî faaliyetlerin Dânişmend Oğulları Devleti zamanında ve Dânişmendliler bölgesinde başladığını tespit etmekteyiz. Bu devletin kurucusu Melik Ahmed Gazi, Selçuklu ailesinin muallimi Dânişmend Ali Taylu’nun oğludur. Kendisi de babası gibi dânişmend (bilge) bir kişi idi. Kurduğu devlete “Dânişmendiyye” devleti denmesi bundandır. Anadolu’nun ilk medreseleri XII. asrın ilk yarısında Dânişmend Oğulları zamanında Niksar, Tokat, Sivas ve Kayseri’de yapılmıştır.
Bugünkü bilgilerimize göre Anadolu’da ilk defa bilimsel bir eser telif eden İbnü’l-Kemal İlyas b. Ahmed, Dânişmendlilerin Kayseri şehir muhafızı olup heyet (astronomi) ilmine dair olan Keşfü’l-akabe adlı eserini Dânişmend Oğlu Melik Ahmed Gazi’ye sunmuştur.26 Eserinde Melik Ahmed Gazi’nin astronomi ve felsefeye ilgi duyduğunu da belirten İbnü’l-Kemal, eserinin bir yerinde de onun hakkında: “O yüce zatı iltizam edenler çoğunlukla fazıl ve filozoflardır (hükemâ). Dünyanın her yanından bilge kişiler o hazrete yöneldiler. Her biri ilmini yayması nispetinde itibar görüp o hazretin cömertlik denizinden paylarını aldılar.27 Demek suretiyle Melik Ahmed Gazi’nin bilimi ve bilim adamlarını himaye ettiğini ifade etmiştir.
XII. asrın sonlarında Anadolu Selçukluları, Dânişmend Oğulları Devleti’ni ortadan kaldırdılar. Fakat Dânişmend Oğullarının koyduğu bilimsel gelenek Dânişmend ilinde devam etmiştir. Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan, Dânişmend Oğulları Devleti’ni ortadan kaldırdıktan sonra Dânişmendlilerin başşehri Tokat ve çevresini oğlu Rükneddin Süleyman Şah’a vermişti. Dânişmend ilinde eğitim gören Süleyman Şah da Dânişmend Oğlu Melik Ahmed Gazi gibi ilim sever, fazıl ve filozof bir insandı. Mutaassıp bir Şafii olan İbnü’l-Esir onun hakkında şöyle demektedir: “Ancak onun itikadının bozuk olduğu, felsefi inançlar taşıdığı, bu inançta olanların ona sığınıp ondan yardım ve himaye gördükleri nakledilir. Fakat o akıllı idi. Halkın tepkisinden çekindiği için bu inanç ve itikadını açığa vurmazdı.28 Bilahare Selçuklu tahtına oturan Süleyman Şah, Tokat ve yöresinde Dânişmend Oğlu Melik Ahmed Gazi’nin başlattığı ilmî ve fikrî geleneği devam ettirmiştir. Yine İbnü’l-Esir, çeşitli mezhepten ilim adamlarının onun huzurunda münakaşa ettiklerini bildirmektedir.29 İbn Bibi, İşrâki Filozof Şihabüddin-i Suhreverdi el-Maktûl’un Pertevnâme adlı felsefi eserini Tokat’ta Süleyman Şah’a takdim ettiğini yazmaktadır.30
Dânişmendli emirlerden ve Dânişmendnâme adlı destani eserin kahramanlarından Terken Şâh’ın torunu olup Sultan I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad zamanlarında Amasya valisi olan Emir Mübârizüddin Hâlifet Gazi, 1209 (606) yılında Amasya’da medrese inşa etmiştir.31 Bu medresede hizmet veren Hâkim Bereket adlı bir bilgin tıp ilmine dair Tuhfe-i Mübârizî ve Hulâsa der ilm-i Tıb adlarında Türkçe iki eser yazmıştır.32 Onun bu eserleri Anadolu’da telif edildiği bilinen ilk Türkçe eserlerdir.
Anadolu Selçukluları Devleti sultanları da pozitif ilimlere vâkıf idiler ve bu ilim sahiplerini gözetiyorlardı. Nitekim o dönemin tarihçisi İbnü’l-Esir, Anadolu Selçukluları Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah’ın Babası Kutalmış’tan bahsederken: “Tuhaf olan şu ki bu Kutalmış Türk olmasına rağmen astronomi (nücum) ilmini çok iyi biliyordu. Ayrıca kavimler ilmini de iyi bilirdi. Kendisinden sonra da oğulları bu ilimlere rağbet göstermeye devam ettiler ve bu ilimlerde sivrilmiş olan bilim adamlarını korudular.”33 demek suretiyle bu hususu gayet açık bir suretle ifade etmektedir. XII. yüzyıl sonlarında Anadolu’ya gelip Akâid-i Ehl-i Sünnet adlı bir eser yazan Ömer b. Muhammed b. Ali es-Savî adında bir zat adı geçen eserinin ön sözünde: “Diyar-ı Rum’a (Anadolu’ya) geldim. İnsanların astronomiye (ilm-i nücum) rağbet ettiklerini ancak dinî ilimlerden bihaber olduklarını gördüm.”34 diyerek İbnü’l-Esir’in dediklerini teyit etmektedir.