
Полная версия:
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Çok yönlü bir ilim adamı olan Hubeyş b. İbrahim et-Tiflîsi adlı zat Sultan II. Kılıçarslan zamanında Kayseri’ye gelmiş ve bu sultanın himayesine girmiştir. Sıhhatti’l-Ebdân ve Takvîmü’l-Edviyye adlarında tıbba dair eserler telif ettiği gibi Medhalilâ İlmi’n-Nücum ve Beyânü’n-Nücum adlarında astronomiye dair ve Beyânü-s-Sinâat adlı hirfete dair eserler de yazmıştır.35 II. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra iki nöbet Selçuklu tahtına oturan oğlu I. Gıyâseddin Keyhüsrev de pozitif ilimlere vâkıf, şair ve edip bir sultan olarak bilinmektedir. İbn Bibi onun İbn-i Sina’nın hayranlarından olduğunu yazmaktadır.36 Bu sultanın kız kardeşi Gevher Nesibe Hâtûn da Kayseri’de devrin en büyük tıp merkezlerinden birini inşa etmiştir. Muhtemelen Tiflisli Hubeyş b. İbrahim, bu tıp merkezinin ilk müderrisidir. Bugün de bu medrese ayakta durmakta ve hizmet vermektedir.
I. Gıyâseddin Keyhüsrev, iki oğlu I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad’ı da kendisi gibi yetiştirdiği anlaşılmaktadır. Bu üç sultan da Arapça, Farsça ve Rumca biliyorlardı. Bilim sever idiler ve Anadolu’da birçok bilimsel müesseseler kurmuşlardır. Özellikle de Sultan Alâeddin Keykubad çok kültürlü bir sultan olarak tanınmaktadır. Heyet ilmine vâkıf idi. Ahi Teşkilatı’nın başmimarı olup Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasîrüddin Mahmud Yezdan-Şinaht, Mürşidü’l-Kifâye ve Ahlâk-i Nasırı adlı eserlerini ona ithaf etmiştir. Ahi Evren onu hâkim bir kişi olarak anlatmaktadır. Yine bu Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud, Alâeddin Keykubad’ın emri ile İbn-i Sina’nın bazı eserlerini Farsçaya tercüme etmiştir.37 İbn Bibi de onu okumayı seven bir hükümdar olarak anmaktadır. Heyet ilmine dair eserleri okumaktan hoşlandığını, Nizâmü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’sinde, İmam-ı Gazali’nin Kimya-i Saadet’ini ve Kâbus-i Veşmgîr’in Kâbusnâme’sini çokça mütalaa ettiğini de bildirmektedir.38
b. Alâeddin Keykubad ÖrneğiTürkiye Selçukluları Sultanı I. Alâeddin Keykubad dönemi her bakımdan Anadolu’nun en parlak ve en güçlü olduğu bir dönemdir. I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in oğludur. Babası, kardeşi Rükneddin Süleyman Şah tarafından 1196 yılında tahttan indirilip yurt dışına sürüldüğü zaman o henüz omuzlarda taşınan bir çocuk idi. I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in uzun ve maceralı yolculuğu esnasında Alâeddin Keykubad, babasının etrafındaki kalabalık cemaatle birlikte Trabzon’dan deniz yoluyla İstanbul’a gelmiş ve Bizans’a sığınmışlardı. Dokuz yıl süren bu sürgün hayatında Komnenoslar denilen imparatorluk hanedan üyesi olan Manuel Mavrozomes ailesinin konuğu olmuşlardı. Çünkü I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in hanımı Manuel Mavrozomes’un kızıydı. Alâeddin Keykubad ve ağabeyi İzzeddin Keykâvus’un delikanlılık çağları sürgün döneminde ve İstanbul’da geçti. Dolayısıyla ilk tahsilleri de burada geçmiştir. Dokuz yıl süren bu sürgün esnasında Rumcayı öğrenmiş olmaları yanında beraberlerinde götürdükleri lalalardan da ders alıyorlardı şüphesiz. Bu iki şehzade babalarının atabeyi olan Seyfüddin Ayaba’nın gözetiminde eğitim ve öğretim gördükleri İbn Bibi’nin anlatımlarından anlaşılmaktadır.39 I. İzzeddin Keykâvus ve kardeşi I. Alâeddin Keykubad’ın gençlik dönemlerinde çok iyi Farsça ve Arapça öğrendikleri bilinmektedir. Özellikle Farsça olarak yazdıkları günümüze gelen şiirlerinden yüksek derecede Farsça öğrendikleri görülmektedir.
Osmanlılarda olduğu gibi Türkiye Selçuklularında da şehzadeler belli şehirlerde eğitim ve öğretim görürlerdi. Türkiye Selçuklularında Malatya ve Tokat vilayetleri şehzadelerin eğitim ve öğretim gördükleri bölgeler idi. Şehzadeler melik statüsü ile bu illere gönderiliyordu. I. Gıyâseddin Keyhüsrev dokuz sene süren sürgün hayatından sonra tekrar Anadolu’ya dönüp ikinci defa tahta geçince büyük oğlu İzzeddin Keykâvus’u Malatya’ya, ikinci oğlu Alâeddin Keykubad’ı Tokat’a melik statüsü ile gönderdi. Bu dönemde ona lalalık yapan bilim ve fikir adamları kimlerdi? Bu konuda bize herhangi bilgi ulaşmış değildir. Fakat tıp ilmine dair eserleri ile tanıdığımız Hâkim Bereket tam o tarihlerde Amasya’da bulunuyordu. Alâeddin Keykubad’ın bu Türkmen bilge kişiye yakınlığı bulunduğu kuvvetle muhtemeldir. Keykubad’ın amcası II. Süleyman Şah da Tokat bölgesi şehzadesiyken kardeşi I. Gıyâseddin Keyhüsrev’i tahttan indirerek onun yerine geçmişti. Felsefeye ve tabiat bilimlerine vâkıf sanatkâr ruhlu bir sultan idi.40 Alâeddin Keykubad da zihniyet bakımından ona benzemektedir.
Selçuklular döneminde Malatya ve çevresinde İran millî kültürü, Tokat ve çevresinde ise Türkmencilik ülküsü kuvvetli idi. Onun için bu iki yörenin halkı arasında şiddetli fikrî ve siyasi rekabet yaşanmaktaydı. Bu yüzden bu iki vilayetin halkı kendi şehzadelerini iktidara getirmek, sultan yapmak yönünde faaliyette bulunuyorlardı. Aynen bugünkü siyasi partiler gibi faaliyet gösteriyorlardı. Bu yüzden Gıyâseddin Keyhüsrev 1211 yılında vefat edince Malatya Şehzadesi İzzeddin Keykâvus ile Tokat şehzadesi olan Alâeddin Keykubad arasında taht mücadelesi baş gösterdi. Bu mücadelede I. İzzeddin Keykâvus galip gelince kardeşi Alâeddin Keykubad’ı Malatya yakınlarındaki Minşar Kalesi’nde tutukladı. Böylece Alâeddin Keykubad, kardeşinin iktidarı süresince sekiz yıl tutuklu kaldı. Ancak İzzeddin Keykâvus bir suikast sonucu öldürülünce41devlet ileri gelenleri Alâeddin Keykubad’ı tahta oturtmaya karar verdiler. Böylece 1219 yılında Alâeddin Keykubad’ın Selçuklu tahtına geçmesi gerçekleşti. Bu durum Türkmen çevrelerde büyük sevinç yaratmıştır. Burada amacımız, I. Alâeddin Keykubad’ın ilmî kişiliğini açıklamak olduğundan olayların detaylarından sarfınazar ediyoruz.
Yukarıda da ifade edildiği üzere Alâeddin Keykubad’ın şehzadeliği, eğitim ve öğretimi Tokat’ta geçti. Bu bölge o dönemde Dânişmend ili diye anılıyordu. Çünkü Dânişmend Oğulları Devleti bu bölgede kurulmuştur. Yüz sene bu bölgede hüküm süren Dânişmend Oğulları, ülkelerinde Türk millî kültürüne dayalı bir mefkûreyi ve gazilik ülküsünü yerleştirmiş ve bunu devletlerinin politikası hâline getirmişlerdi. Ülkelerinde birçok medreseler kurarak tabii bilimlerin tedris edilmesini ve böylece bilimsel/ilimlerin yerleşmesi ve gelişmesini sağlamışlardır. Dânişmend Oğullarının bu bölgeye yerleştirdikleri bu zihniyet Osmanlılar zamanında da bir süre devam etmiştir. Ünlü Osmanlı Tarihçisi Paul Wittek, Timurlenk’in Anadolu’yu istila etmesinden sonra parçalanan Osmanlı Devleti’nin birliğini Amasya Şehzadesi I. Mehmed Çelebi’nin yeniden sağlamış olmasını bu şehzadenin 10 sene dağlık Amasya bölgesinde Dânişmend Oğullarından intikal eden millî şuur ve gazilik ruhu içinde yetişmesi ve bu ruh ve şuur ile yeniden tav almış olması ile izah eder.42 İşte Alâeddin Keykubad şehzadelik döneminde Dânişmend ilinde, Türkmencilik ruhu ve gazilik ülküsü içinde yetişmiştir. Bu yüzden o dönemde Türkmenler ona “Uluğ Sultan” diyorlardı.43
Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’nın “şeyhü’ş-şüyûh”ü Şihabüddin es-Sühreverdi 1220 yılında Alâeddin Keykubad’a Fütüvvet üniforması kuşatmak üzere Anadolu’ya geldiğinde bir süre Malatya’da kalmıştı. O Malatya’da iken Kübreviyye Tarikatı Şeyhi Necmüddin-i Daye telif etmiş olduğu Mirsadü’l-İbad adlı eserini Şeyh Şihabüddin-i Sührederdi’ye takdim etmiş, o da eseri mütalaa edince çok beğenmiş ve yazarına: “Bu Diyar-ı Rum’un genç, bilgili, ilmî ve ilim adamlarını himaye eden bir sultanı var. Sen bu eserini ona ithaf et.” demiş ve onun bu tavsiyesi üzerine Şeyh Necmüddin-i Daye Mirsadü’lİbad adlı ünlü eserini Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad’a sunmuştur.44 İbn Bibi’nin anlattığına göre Beyşehir Gölü kenarında inşa edilen Kubâdâbâd Sarayı’nın tamamlandığı tarihte Alâeddin Keykubad burada tatil yaparken birtakım ilim adamları Kubâdâbâd’a gitmişler, sultan adına kaleme aldıkları eserlerini kendisine takdim etmişler. Sultan da bu gelen ilim adamlarıyla günlerce sohbetlerde bulunmuş, onların eserlerini mütalaa etmiş ve onlara büyük izzet, ikram ve ihsanlarda bulunmuştur.45
Sultan Alâeddin’in bu ilim severliğinden olmalı ki bugüne kadar kütüphanelerde yaptığım araştırma ve taramalarda Sultan Alâeddin Keykubad’a 12 eserin sunulduğunu tespit etmiş bulunuyorum. Bu eserlerden dört tanesini Ahi Teşkilat’ının başmimarı olan Ahi Evren Hace Nasîrüddin46 takdim etmiştir. İbn Bibi, Alâeddin Keykubad’ın ibadete riayet eden ve okumayı seven bir sultan olduğunu; Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si ile İmam Gazali’nin Kimya-i Saadet’ini ve Kâbus-i Veşmgîr’in Kâbusnâme’sini çokça okuduğunu ve fakat heyet (astronomi) ilmine dair eserleri okumayı pek sevdiğini anlatmaktadır.47 Takdir edersiniz ki heyet ilmine dair eserleri okuyabilmek için iyi derecede matematik ve geometri bilmek gerekir. Demek ki Uluğ Sultan tabii ve akli ilimlere vâkıf bir kişi idi. İbn-i Sina’nın bazı eserlerini tercüme ettirmesi de onun tabiat bilimlerine vukufuna şehadet eder. İbn Bibi’nin bildirdiğine göre babası da İbn-i Sina’nın hayranlarındandı.48
Onun tabiat ilimlerine eğilimi Dânişmend ilinde almış olduğu eğitimden gelmektedir. Çünkü Dânişmend Oğulları bilge bir aileden gelmekteler. Kurdukları devlete “Dânişmendiye” denmesi de bundandır. Mutezile mezhebinde oldukları için tabii ilimlere büyük önem atfetmişler, bu ilimlerde isim yapmış bilim ve fikir adamlarını ülkelerine celbedip ve onlara medreseler inşa ederek eserler yağmalarına ve fikir üretmelerine vesile olmuşlardır. Dânişmend Oğullarının Kayseri şehir muhafızı İbnü’l-Kemal diye ünlenen İlyas b. Ahmed adlı bir zat, Dânişmend Oğulları Devleti’nin kurucusu Melik Ahmed Gazi’ye sunduğu Keşfü’l-Akebe adlı astronomiye dair eserinin ön sözünde Melik Ahmed Gazi hakkında: “Pek çok filozoflar ve faziletli kişiler ve dünyanın dört bir yanından akliyeciler (Ehl-i ukul) o yüce zata yöneldiler ve her hin sahip oldukları ilimleri yaymaları ve uygulamaları nispetinde o hazretin cömertlik denizinden pay almaktalar.49 demek suretiyle bu gerçeği ifade etmektedir. O dönemde Dânişmend ilinde telif edilen eserlerin hemen tamamı tabiat bilimlerine dairdir. Demek istiyorum ki Sultan Alâeddin Keykubad Dânişmend ilindeki Dânişmend Oğullarından tevarüs eden havayı teneffüs etmiş bir bilge sultandır. Tasavvufla arasının iyi olmaması da yine yetiştiği muhitteki dinî eğilimden kaynaklanmaktadır.
Alâeddin Keykubad, bölgesinde bilgin bir sultan olmasına rağmen Şems-i Tebrizî, bu sultana şiddetli muhalefetinden dolayı Makalat’ında onun hakkında şöyle demektedir: “Sultan Alâeddin Keykubad cahil ve cimrinin tekiydi. Satranç oynamaktan ve iyi ok atmaktan başka bir marifeti yoktu.”50 Evvela Şems-i Tebrizî zihniyet ve dinî eğilim bakımından sultana muhalif idi. Onun hakkındaki bu beyanında samimi değildir. Şems’in bu beyanına dayanarak Sayın Muhammed Emin Riyahi’nin de Alâeddin Keykubad’ı gereği gibi takdir etmediği görülmektedir.51 Oysa Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud ona ithaf ettiği Yezdan-Şinaht adlı eserinin hatimesinde onun bilge kişiliği hakkında şöyle demektedir: “İlahi ve tarihî bilimlerin meselelerinden olan hikmet sırlarını bu eserde açtım. Yunanlılardan bugüne kadar hükema bu sırları böylesine ifşa etmeyi reva görmemişlerdir. Aristo bu yüksek sırların ancak istidat sahibi olanlara açılabileceğini söylemiştir. Fakat ben zayıf ve hadim kul, o Yüce Meclis’te (Alâeddin Keykubad’da) o istidadı gördüğümden bu özlü risaleyi tasnif edip bu yüksek hediyeyi ve ebedî saadet vesilesi olacak olan bu eseri yüce huzura göndermeyi vacip gördüm. Bu eser o yüce meslise ve ona yadigârdır.”52 Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu ifadelerinden Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad’ın bilge kişiliği ve bilimsel zihniyeti hakkında güvenli ve kesin bir bilgi edinilmektedir. Ona ithaf edilen diğer eserlerde de Keykubad’ın bilge kişiliği hakkında buna benzer ifadeler bulunmaktadır.
O dönemde bazı çevrelerin Keykubad’a şiddetle muhalif oldukları görülmektedir. Bu muhalefetin sebebi de dinî ve siyasidir. Bunlar genellikle İrani çevrelerdi. O, Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’u Kayseri’den Konya’ya getirtmiş ve saray lalalığına tayin ettirmiştir. Hanikâh-ı Ziya ile Saray Mektebi konumunda olan Hanikâh-ı Sultani’nin (lala) şeyhliğini ona vermişti. Ahi Evren namıdiğer Hace Nasîrüddin’in onun en yakın nedimi olduğu Nasreddin Hoca Latifeleri’nden anlaşılmaktadır. Bu vesile ile Ahiliğin Konya’da örgütlenmesi de sağlanmıştır. Keykubad Anadolu’daki şehirlerde güvenlik ve ticari faaliyetlerin düzen ve intizamının sağlanmasını Ahilere vermişti. İlk defa onun zamanında Ahiler bellerinde kama taşımaya başladılar. Ahi Teşkilatı devletin yapısı içerisine alındı.
Sultan Alâeddin’e muhalif olan yöneticiler saltanatının ilk yıllarında Kayseri’de Ahilerin Türkmen dervişlerin kazançlarına el koymuşlardı. Böylece Kayseri’deki yöneticiler ile Ahiler arasında gergin bir ortam oluşmuştu. Amaçları Alâeddin Keykubad’a gözdağı vermek ve güçlerini hissettirmek idi. Türkmen Şeyh Evhadüddin-i Kirmani bir mektup yazarak Kayseri’deki bu gergin durumu Alâeddin Keykubad’a bildirmiştir. Evhadüddin’in bu mektubunda yer alan rubaisi Kayseri’deki olayın mahiyeti hakkında bir fikir vermektedir. Bu rubaide şöyle denmektedir:
Her kim gönül kanıyla bir dirhem biriktirmişse onu sana vermedikçe sen onlara rahat vermiyorsun. Herkesi inciterek göçüp gideceksin. Bari onların malını kendilerine ver de öyle git. 53
Bu ve buna benzer şikâyetler üzerine sultan, gecikmeden Alanya’dan Kayseri’ye gelmiş. Türkmen ve Ahiler lehine bir siyaset uygulayarak muhaliflerini bertaraf etmiştir. 54 Fakat bu olaydan sonra da İrani çevreler gizliden gizliye muhalefet faaliyetlerini sürdürüyorlardı.
Sultan Alâeddin’in siyasi muhalifleri boş durmadılar. Büyük oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev oğlunu tahta geçirmek sevdası içinde olan karısı Hond Hatun ve kötü niyetli Ümeradan Sâdeddin Köpek ve yandaşları ittifak ederek Kayseri’deki Keykubadiye Sarayı’nda sultana zehirli kuş eti yedirerek amaçlarına ulaştılar.55 Onun böyle bir suikast sonucu ölümüyle birlikte Türkiye Selçukluları Devleti’nin talihi ters döndü ve gerileme süreci başladı.
C. Gayrimüslimlerin Yerleşim Yeri Olarak SilleTürkiye Selçukluları tarihi boyunca Sille, Hristiyan Rum halkın yoğunluklu olarak yaşadıkları bir kent idi. Sille bu özelliğini uzun süre devam ettirmiştir. Selçukluların ilk dönemlerinde Konya şehri bir kale şeklinde yeniden dizayn edilirken burada bulunan Hristiyan Rum halk burayı terk etmek zorunda kalmışlar ve bunların bir kısmı Sille’ye yerleşmiştir. Sille’deki Rum halk cumhuriyete kadar buradaki varlıklarını sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet Dönemi’nde nüfus mübadelesinin yapıldığı zaman Sille’deki Rum halk buradan ayrılmıştır, Yunanistan’a göçmüşlerdir.
Selçuklular zamanında Sille’de yaşayan Rum halk Müslümanlarla Hristiyanlar arasında bir diyaloğun yaşanmasına vesile olmaktaydı. Birtakım tanınmış Rum kökenli siyasilerin Sille’ye geldikleri görülmektedir. Bu gelenler arasında en fazla dikkati çeken Mavrozomes ailesinden olan Emir Arslan el-Mavrazemi önemli devlet hizmetlerinde bulunmuş bir şahsiyettir. Bu zatın İslami usullere göre inşa edilmiş lahdi de Sille’deki Ak Manastır’da bulunuyordu. Ancak şu anda bu lahit Arkeoloji Müzesi’ne kaldırılmıştır.
1260 yıllarında Denizlili Mehmet Bey başında ak börk olduğu hâlde Konya’ya gelmiş ve bu gelişinde Mevlana ile de bir görüşme yapmıştır. Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inde adı geçmektedir. Bu Mehmet Bey de Mavrozomes ailesinden olup Denizli Meliki Manuel Mavrozomes’un torunudur. Adından da anlaşılacağı üzere Mehmet Bey Müslüman olmuştur. Mehmet Bey bu dönemde başında Ahilerin üniforması olan ak börk olduğu hâlde Konya’ya gelmiştir. Mehmet Bey hakkında elimizde çok önemli bir kitabe bulunmaktadır. Bu kitabede Mehmet Bey’in el yazısı bulunmakta ve bu yazıda kendisini hazinecibaşı olarak nitelemektedir. Hiç şüphesiz Mehmet Bey Konya’ya geldiği zaman Sille’deki Hristiyan halk ile de temas kurmuş olmalıdır. Bu Mehmet Bey Sille’de meftun olan Emir Arslan el-Mavrazemi’nin akrabası olduğu açıktır.
Yine bir Hristiyan aile olan Kirfart ailesinin de Sille ile irtibatlarının olduğu anlaşılmaktadır. Bu Kirfart ailesinin fertleri’nin Hristiyanlıklarını da muhafaza ettikleri görülmektedir. Alanya emiri olan Kirfart, Alanya ve Alara Kalesi’ni savaş yapmadan Alâeddin Keykubad’a teslim etmiştir. Sultan I. Alâeddin Keykubad onun bu tavrına karşılık olarak üç vilayeti kendisine ikta etmiştir. Bu vilayetler Ilgın, Akşehir ve Karahisar’dır. Kirfart Alanya ve Alara Kalelerini Alâeddin Keykubad’a teslim ederken kız kardeşi Hond Hatun’u da Alâeddin Keykubad’a vermiştir. Bu yüzden Kirfart ailesi mensupları Selçuklu Sarayı’ndan bir hatun olan Hond Hatun’un akrabalarıydı. Hont Hatun da uzun süre Hristiyan kimliğini muhafaza etmiştir. Oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev tahta geçince Hond Hatun Müslüman olmuş “Mahperi” adını almıştır. Kayseri’de büyük bir cami ve medrese yaptırmıştır. Türbesi de bu cami ve medresenin ortasındadır. Adı geçen Kirfart’ın iki oğlu Kir Kadid ve u bölgelerinde yönetici olarak bulunuyorlardı. Selçuklu Sarayı’yla da temas hâlinde bulunuyorlardı. Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykâvus’un hanımı bu Kir ailesindendi. Aynı zamanda hanımının erkek kardeşi olan Kir Kadid, II. İzzeddin Keykâvus’un danışmanı idi. Denizlili Mehmet Bey de bu sultanın hazinesinin muhafızıydı. II. İzzeddin Keykâvus Moğolların baskısı üzerine Konya’yı terk ettiği zaman orada gelmiş ve Akşehir’de karargâh kurmuştur. Kir Hâye ile Kir Kadid de onun yanında yer almışlardı. İzzeddin Keykâvus’un Moğollarla mücadelesinde Kir ailesi mensupları ve Mavrozomes ailesinin fertleri onunla birlikte Moğollarla mücadele ediyorlardı. Kir Hâye tertip ettiği bir orduyla Konya üzerine yürümüş, Altunapa Kervansarayı yakınında Moğolların emiri olan Muinüddin Süleyman Pervane’ye karşı savaşa tutuşmuş, yenik düşünce de Kir Hâye kara yoluyla İstanbul’a kaçmıştır. Kardeşi Kir Kadid ise İzzeddin Keykâvus ile beraber Antalya’dan deniz yoluyla İstanbul’a gelmiştir.
İşte bu kadar siyasi olaylarla iç içe olan Kir ailesi Sille’deki Hristiyan dindaşlarıyla yoğun temas hâlinde bulunuyor olmalılar. Bu Kir ailesinin Konya çevresinde birtakım mülklerinin mevcudiyeti de dikkati çekmektedir. Ancak daha sonraki dönemlerde bu ailenin fertlerinin Müslüman oldukları adlarından anlaşılmaktadır. Konya’da bulunan Kirvat (Tepekent) ve Kirali (Kıreli) köylerinin bu aileye ait olduğu görülmektedir. Zamanla bu aile mensuplarından da bazıları Denizlili Mehmet Bey gibi Müslüman olmuşlardır.
Selçuklu tarihi boyunca Sille’deki Hristiyan halk Konya’daki Müslüman halk ile diyalog içinde bulunuyor ve onlarla yoğun siyasi ve kültürel temasa giriyorlardı. Sille’ye Müslüman halkın yerleşmesi Karamanoğulları döneminde başlamıştır. Nitekim Sille’deki ilk İslami yapılar da Karamanoğulları zamanında inşa edilmiştir. Selçuklular zamanında Sille’de Müslümanlara ait herhangi bir yapı mevcut değildir.
Selçuklular zamanında Konya şehir muhafız merkezi Gevale Kalesi’ydi. Bu kaledeki askerî birliklerin komutanı Sille’nin yanı başındaki Sarayköy’de ikamet ederdi. Alâeddin Keykubad zamanında şehir muhafızı ve kale komutanı olan Hâce-i Cihan’ın sarayı Sille Çayı’nın kenarında bulunuyordu. Demek istiyorum ki bu muhafız merkezinin de Sille ile bir bağlantısı mevcuttu. Bugün Sille Barajı’nın çevresinde askerî yerleşim yerlerinin mevcut olduğu bilinmektedir.
Selçuklular zamanında ve sonraki dönemlerde Konya şehrinde Hristiyanlara mahsus herhangi bir yapı bulunmamaktadır. Fakat Konya halkının Hristiyanlarla bir teması bulunuyordu. Bir anekdot bize bu konuda fikir vermektedir. Meşhur Türkmen Şeyh Evhadüddin Kirmani Konya’ya geldiği zaman müritleri ile toplantı sırasında kendisine şeyhin halifesi olan Fakih Ahmed’den bahsetmişler. Fakih Ahmed’in Müslümanlarla ilgilenmediğini Hristiyanların arasında yaşadığını, Hristiyanlarla meşgul olduğunu bildirmişler ve Fakih Ahmed’i Kirmani’ye şikâyet etmişlerdir. Kirmani de Fakih Ahmed’in bir sekr hâli bir de uyanıklık hâlinin bulunduğunu fakat sekr hâlinin ona galip geldiğini ve bu sekr hâlinde bulunduğu dönemlerde Hristiyanlarla meşgul olmayı tercih ettiğini ifade etmiştir. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere Selçuklular zamanında Konya’daki Müslümanlarla Sille’deki Hristiyanlar arasında kültürel diyalog devam etmiştir.
Yukarıda sözü edilen Fakih Ahmed’in Sille’de bulunan Ak Manastır’a devam ettiği ve oradaki Hristiyanlarla ilgilendiği de rivayet edilmektedir. Bundan dolayı Fakih Ahmed’e “delişmen derviş” denmiştir. Buna rağmen Fakih Ahmed Müslümanlar nezdinde değerini kaybetmemiş, muhterem tutulmuş ve öldüğü zamanda kendisine türbe ve cami inşa edilmiştir. Mevlevi Yazar Ahmet Eflekî, Mevlana’nın da bir defasında Sille’deki Ak Manastır’a gittiğini ve oradaki keşişlerle görüşmeler yaptığını anlatmaktadır.
d. Hoşgörü ve Müsamaha OrtamıHoşgörü ve müsamaha olmayan bir ortamda bilimsel gelişmenin olması ve alternatifli düşünebilmenin imkânı yoktur. Genel olarak Selçuklu sultanları Anadolu’da geniş bir müsamaha ve hoşgörü ortamı yaratmışlardı. Çeşitli din ve milletlerin bulunduğu o günün Anadolusu’ndaki kültürel şartlar bunu gerektirdiği gibi vasıflı yöneticiden de beklenen budur. Meşhur İşrâkî Filozof Maktûl Şihabüddin Sühreverdi, Diyarbakır’da bulunmuş Artukoğlu Îmâduddin Kara Arslan’a el-Elvâhü’l-imâdiye adlı eserini sunmuştur. Tokat’ta da bulunmuş, orada da II. Kılıçarslan’ın oğlu Süleyman Şah’tan saygı görmüş ve bu sultana da Pertevnâme adlı eserini sunmuştur.56 Aynı zat Halep’e gitmiş, Salâhaddin Eyyûbi’nin oğlu el-Melikü’z-Zâhir tarafından zındık (Mecusi) olduğu gerekçesiyle idam edilmiştir.57 Fikirlerinden dolayı öldürülmüştür. Bu durum, Selçuklu devlet adamlarının fikir ve inanç özgürlüğüne ne kadar değer verdiklerine güzel bir örnek teşkil eder. Şüphesiz Alâeddin Keykubad da en az selefleri kadar hoşgörü ve müsamaha sahibi bir sultan idi. Dostları, sohbet arkadaşları arasında Ermeni, Rum kişiler de vardı. Zevcesi Kirfart’ın kızı Hond Hatun, uzun süre dinini muhafaza etmiş ancak sonunda kendi rızası ile İslamiyet’i kabul etmiştir. Babası da Akşehir hâkimi (yönetici) olmuştu.
Başta hanedan üyeleri olmak üzere birçok devlet adamları ve halktan insanlar gayrimüslim hanımlarla evlilikler yapıyorlardı. Bunun sonucu gayrimüslim aileler ile akrabalıklar kuruluyordu. Anadolulu tacirler, ticaret amacıyla Rum beldelere gidiyor ve oralarda evlilikler yapıyorlardı. Çoğu zaman hanımın ve akrabalarının Müslüman olmalarına vesile oluyorlardı.58 Moğol hâkimiyetinden sonra bu müsamaha ve güven ortamının da bozulduğu görülmektedir.
III. Bölüm
KONYA’DA AHİ TEŞKİLATIAnadolu Selçukluları zamanında şehirlerde güvenlik ve belediye hizmetleri “Ahi Teşkilatı” diye bilinen esnaf ve sanatkârlar örgütü tarafından yürütülmekteydi. Toplumu sosyal, kültürel ve siyasi bakımdan yönlendiren en önemli kuruluş da gene Ahi Teşkilatı’ydı. Bu teşkilatın kurucusu sayılan Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud, Alâeddin Keykubad ve oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev döneminde Konya’da bulunuyordu. Ahi Evren ilmî kişiliği ile de devrin en önde gelen fikir ve aksiyon adamlarından biridir. Bu bakımdan burada onun ilmî ve fikrî faaliyetlerini ve teşkilat çalışmalarını ve kurduğu Ahi Teşkilatı’nın o günkü sosyal ve kültürel ortamdaki yerini açıklamayı gerekli görüyoruz.
a. Ahi Teşkilatı’nın KurulmasıTürk fütüvvet hareketi diyebileceğimiz Ahilik, dinî ve siyasi bakımdan Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’na bağlı olarak kurulmuştur. Türk kültür ve zevki, Orta Çağ İslam fütüvveti, töre ve gelenekleriyle beslenmiş ve Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu’daki sosyal, kültürel, sınai, ticari ve siyasi şartların etkisiyle teşekkül etmiş ve gelişmiştir. 34. Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın (1180-1225) İslam dünyasındaki dağınık dinî ve siyasi birlikler hâlinde bulunan Fütüvvet hareketini yeniden organize ederek İslam dünyasına şamil bir teşkilat kurdu. Kendi zamanındaki bütün Müslüman devlet adamlarına da mektuplar ve elçiler göndererek kurmuş olduğu Fütüvvet Teşkilatı’na katılmalarını talep etmekteydi. 601 (1204) yılında ikinci defa Anadolu Selçukluları Devleti’nde tahta geçen I. Gıyâseddin Keyhüsrev, hocası Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak’ı bu halifeye göndererek onunla siyasi ve kültürel ilişkiler içine girdi. Nitekim ertesi yıl Bağdat’tan dönen Şeyh Mecidüddin İshak, bu kültürel ilişkinin sonucu olarak beraberinde Fütüvvet Teşkilatına mensup bazı şeyhleri, ilim ve fikir adamlarını Anadolu’ya celbetmiştir. Muhyiddin İbnü’l Arabî, Evhadüddin el-Kirmani, Şeyh Nasîrüddin Mahmud el Hoyî (Ahi Evren), Ebû Ca’fer Muhammed el-Berzâî, Arapgirli Şeyh Hasan Onar, Ebû’l-Hasan Ali el-İskenderânî bunlardan birkaçıdır.59
Anadolu Ahi Teşkilatı’nın kurucuları olan Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud, onun hocası Evhadüddin-i Kirmani, Kirmani’nin halifesi Şeyh Zeynüddin Sadaka ve diğer Fütüvvet erbabı şeyhler ve Fütüvvet Teşkilatı mensupları, görevli olarak Anadolu’ya gelmişlerdir. Bunlardan Kirmani, Anadolu’daki Fütüvvet erbabı şeyhlerin lideri (Şeyhü’ş-şuyûhi’r-Rum) olarak bizzat halife tarafından tayinen Anadolu’ya gönderilmiştir. Ondan sonra da bu göreve Zeynüddin Sadaka tayin edilmiştir. Zeynüddin Sadaka (660/1262), Konya’da Sadırlar Mahallesi’nde ”Sadr-ı hâkim” hanikâhında ikamet etmekteydi. 601 (1204) yılından itibaren Fütüvvet mefkûresi, Anadolu’da çok ilgi ve siyasi destek görmüş ve her tarafa yayılmıştır. Şeyh Evhadüddin’in kurmuş olduğu “Evhadiyye” tarikatı mensubu şeyhler ve bu şeyhler etrafındaki Türkmen dervişler, Fütüvvet ülküsüne iman derecesinde gönül vermişlerdi. Başta sultanlar olmak üzere pek çok Selçuklu devlet adamı da Fütüvvet Teşkilatı’na girmişlerdi. I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad parlak törenlerle bu teşkilatın üniforması olan şalvar giyip şed (kuşak) bağlamışlardı.