Читать книгу Eylül (Mehmet Rauf) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Eylül
Eylül
Оценить:
Eylül

5

Полная версия:

Eylül

Suat sandala girip oturunca:

“Ooo, büyükmüş!” dedi.

Dışarıdan küçük görünen sandalın içi pek geniş ve rahat idi. Sandalcı yelkenleri açıp tekne rüzgârın önüne dökülünce dubaya doğru süratle akmaya başladılar. Büyükdere’nin üstünden güneş onları rahatsız ettiğinden Suat şemsiyesini açtı. Bu siyah, beyaz ve kurşuni renklerden satrançlı bir küçük şemsiye idi. Necip şemsiyeye, çarşafa, peçeye, eldivene, bu kadın şeylerindeki inceliğe ruhunun derinliklerinde göresi gelmiş gibi titreyen bir tutkunlukla bakıyor, sonra Suat’ın küçük, bir küçük kuş denilecek ellerinin şemsiyeyi tutuşundaki şiire hayran, peşiran oluyordu.

Dalgalar açıklarda büyümeye başlamıştı. Sandal pervasız bir can atma ile üzerine gelip ardı arası kesilmeyen suların üstünde dalgalandıkça Suat’ın gözlerinde bir bulut, bir endişe ve ızdırap bulutu duruyordu fakat dubadan Serviburnu’na doğru bükülüp rüzgârı pupaya aldıkları zaman salıntı kesildi. Süreyya gibi Suat’la Necip’in de keyfine artık nihayet yoktu. Sandalın etrafını kucaklayan çırpıntı sesleri, biteviye musiki gibi şakıyan su serpintisi onları oyaladı, Beykoz’un Hünkâr İskelesi’ne vardıkları zaman yarım saat olmamıştı.

Onlar çıktığı hâlde Süreyya çıkmıyor, ilk hevesle sandalcıya yardım ediyordu. Suat’la Necip rıhtımdan bakıyordu. Sonra üçü beraber çayıra ilerlediler. Evvela rüzgâr çayırdan soluklar getirmeye başladı. Bu, birçok çiçeğin, otun katımlanan bir soluğu, serin, taze, yaş kokusu idi. Biraz sonra çayırın bir kısmını gördüler, uzaktan burası sarı çiçeklerle bir fulya tarlası gibi görünüyordu. İlerledikçe ötesinde berisinde kırmızı, mor, beyaz çiçekler de fark ettiler. Bol yeşilliklerin arasında bol renkler, çiçekler tarladan taşıyor, rüzgârla dalgalanıyordu.

Onlar hep “Ah ne güzel!” diye ilerliyorlardı; karşıdan görünen büyük yolun heybetli ağaçları altına gelip çayır bütün genişliğiyle önlerine serildiği zaman nihayetsiz bir hayret ve sevinç hissettiler. Bir deniz enginliği ve azametiyle rüzgârın önünde dalgalanan çayır onları etkiledi.

Çayırların içinde yürümek, otların arasında yuvarlanmak ihtiyacıyla titreyerek, baharın bütün bolluğu, yeşillik ve kokusu içinde mest ve mesut ilerledikçe derenin öbür tarafındaki tepelere doğru çayırın yeni ufuklarını görüyorlardı. Bunlar orada bir küçük tepe, beride çayır arasında kıvrılan ve sonra ağaçların içinde kaybolan küçük bir yol, birbirinin omzundan bakan küçük setler, dere boyunu gölgeleyen söğütlerdi. Dere orada fısıldayarak, burada ürpererek düşüyor, akıyor, bazen otların arasından fısıldıyor, sonra derinleşerek, sessizlik içinde aktığı fark edilmeyerek akıyordu. Bazen, zevkli bir ahenkle çağlayan bir kurbağanın artsız arasız ötüşünden sonra, bu sessizliğin içinde, bir tek “ah” gibi yükselip susan sesler oluyordu. Çayırın asıl otları arasında bu yeşil zemin üstüne nakşedilmiş papatyaların, sarı, mor, kırmızı çiçeklerin birbirine karışan renkleri ara sıra, yalnız bir renge inhisar ederek küme küme orada hep beyaz, burada hep mor, ötede hep sarı dalgacıklarla köpürüyor, dere kenarı damla damla ağlayan söğütlerin yeşil gölgeleri altında parlak yeşil çimenlerle bir seccade gibi seriliyordu.

Süreyya:

“Oturalım!” dedi.

Necip:

“Yatmalı.” diye söylendi.

Doğrusunu isterseniz, coşan duygularıyla bu otlara, bu topraklara karışmak istiyor, bir türlü yenemediği bu istekle azap çekiyordu. Kendisini en fazla hayran eden güzellikler karşısında her zaman duyduğu ezilmek, ölmek arzusu şimdi onu daha kuvvetli, daha da yanılmaz bir inatçılıkla eziyordu. Şemsiyesine dayanmış, ahenkli bir eda ile önde yürüyen Suat’ın kocasına yaslanan vücudunu görüyor, her yerde, her zaman, her zaman aynı özleyiş ve aynı vefa ile sizin olan bir kadın yoksuzluğu ve ateşi ile titreyerek inlemek, düşüp ölmek istiyordu. O her aşktan zehirlenmişti; evvelden kendini bir kere görmek için canını vermeye razı bir iki kadın, parası mı yoksa kendisi için mi teslim olduklarında tereddüt ettiği birkaç kız, hayvan gibi gelip ayaklarının altına, gençliğin önüne yatan dört beş kadın… Hep öyle hürmetsiz, nefret ve istikrah veren aşklar olmuştu. “Sonra evlenmek mi?” diyordu; tanımış olduğu kadınların dördü mü, beşi mi kocalı idi. Bunların kendisinde bıraktığı tesirleri düşünerek “Evlenmek!” diye omuz silkiyordu.

Çayırın ta öbür ucundaki taş köprüye kadar ilerlediler. Orada önlerine yine gölgelik başka bir yol çıktı. Suat “Aman biraz da buradan!” dedi. Bu Tokat’a gidiyordu; Necip bu yolu, nihayetteki büyük ormanı tarif ederek bir kere buralara geldiğini anlatıyordu. Etraf hep bahçeydi.

İspinozlar neşeleriyle burasını doldurmuşlardı. Sükûn içinde yanlarından geçen rüzgârın yapraklarla öpüşmesinin şarkısı duyuluyordu.

Döndüler, oradan geçen bir adama derenin öte tarafındaki yolu sordular, onun gösterdiği yerden geçtiler. Bu, derenin öbür sırtında, otların arasında kaybolmuş bir patika idi ki küçük söğütlerle belli oluyordu. Yanı başından ince, bir kuş gibi öten ince bir su akıyordu. Burada çayır yüksekten, yolun ağaçlarındaki mehabet, derenin yılan gibi kıvrılıp bükülen şeridi, çayırın bütün renk ve dalgacık olan sathiyle baygın baygın serpiniyordu.

Onlar gittikçe coşarak, neşelendikçe neşelenerek kuşlar gibi cıvıldadıkça Necip, birçok zaman kendisini neşelendiren yasının ve acısının ara sıra yaptığı gibi sessiz ve karanlık, ruhunu ezen bu acıklı bezginlik içinde çok bahtsızdı. “Ya ben! Ben ne yapayım?” Niçin o daima böyle idi? Dünyada durgunluk ve rahatın hep kuruntu olduğunu görüp kendini üzen şeylerin de hep kendi muhayyilesinin, kendi dileğinin icatları olduğunu düşünerek kendisine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından, kendini iyi etmek için bir çare bulamadığından deliren bir hiddet ve öfke duyuyordu. Evvela yerden havalanmak için gökyüzünü kâfi bulmayan bir güzel hülya, yüksek bir emel, bir ismet isteği ile boğulur, o zaman bir hiç için canını verecek hâle gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biri ile bütün havalanarak yükselme hevesi yaralanır, her güzeli bir yara hâline koyan incelme duyguları uyanır, hayatın, dünyanın, insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğuk kanla, kendine karşı bile düşmanca, bir damla şiire mağlup olmayarak, arzularının ne iğrenç, emellerinin ne gülünç, muvaffakiyetlerinin ne miskin, bütün saadetlerin, neşelerin, ne kadar süslü olursa olsunlar ne mundar olduğunu düşünmekten doğan yeis ve bezginlik ile harap olur; sisli, küflü kalırdı. Ah, ara sıra ruhunu heyecanla ürperten o masumluk güzelliğine her zaman meyledebilseydi; herkes gibi o da hayatı sade ve masum gözlerle görseydi… Hayat onu kollarının arasına alıp tırnakları, dişleri ile paralayarak bu hâle getirmemiş olsaydı…

“Hâlbuki…” diyordu… Evet, bilirdi ki ona sükûn ve şiir ne kadar lazımsa ruhunda fırtınayı, karanlığı, esrarı da öyle derin bir özleyiş vardır. Bu sükûn devrelerinden sonra şimşek ve yıldırıma muhtaç olacağını bildiği için başını eğerek, “Hâlbuki…” diyordu.

Şimdi tabiatın bu bereketli gelişmesi içinde, su ile şişkin toprakların, otların, çiçeklerin içe işleyen güzel kokuları ile bütün duyguları coşarak onu ateşli bir acele ile hırstan ürpertiyordu. Her şeyin böyle çiçekli, güzel kokulu olduğu, önünde böyle fısıldayarak giden bir karı koca bulunduğu bir zamanda ta ruhunun derinliğinde titreyen acıklı bir istekle, beğenmemekten, iğrenmekten, kadınsız geçen yoksun hayatının bütün verimsiz ihtiyaçları ile saadet isteklerinin taştığını duyuyordu. Fakat onda her düşündüğünü işlemez bir hâle sokan dimağı yine işlemeye başlamış, kendisi Süreyya’ya benzemediği için onlar gibi mesut bir evlilik hayatı kurmuş olsa bile yine acılar icat edeceğini, hem bu hayatın da kim bilir ne kirli, ne acı köşeleri bulunduğunu düşünmeye başlamıştı.

“Evet, kim bilir sizde de neler vardır? Uyuyan yahut gizlenmiş neler vardır?” diyordu.

Ah eğer Suat ve Süreyya arkalarından bastonuyla otları kırbaçlayarak gelen, ara sıra birkaç sözle konuşmalarına iştirak eden yahut gördükleri şeyler hakkında bir düşüncesini söyleyen ve hatta şen görünen Necip’in ruhundan neler geçtiğini bilselerdi onu ne kadar iğrenç bulurlardı ve Necip, işte kendisi de kendinden iğreniyor ve asıl bu, onu azaba sokuyordu. Yine o dimağının sesini yükselterek “Lakin herkesin hayatında da böyle başkalarının iğrenç bulacağı anlar vardır.” demek istiyordu. Fakat onu öldüren herkesten ziyade kendisinin fenalığı idi. Kendine hürmet edememek kadar ona azap veren bir hâl yoktu.

Kendinden korktuğu, ruhunun karanlığından ürkek bir istikrah duyduğu zamanlar, “Ah ne kirli bir muammayım!” diyerek kendindeki bu iki ruhu, bu bazen hep mai ve saf fakat ekseriya böyle kanlı, murdar maneviyatları düşünür, daimî bir ses hâlinde içinden kendine “Canavar!” diye hitap eden bir vicdan bulurdu. Etrafında hep kötülükler görmesi, bunları kendinde bulmak kadar onu öldürmüyordu. Kendi o kadar yükseklere tutkun olduğu hâlde bu kötülüklerden el çekemezse başkaları ne olur diye düşünerek kendinden kaçmak ister, masumluk hayvanlıkla zincirlenmiş gibi onda daima boğuşur, hiçbir zaman yapmadan evvel, yaparken ve hele sonra ateşler içinde yanmadan, başkalarının içgüdüsü ile yaptığı adi fenalıkları bile yapamazdı.

Birden Suat döndü:

“Susuyorsunuz siz.” dedi.

Necip bir yalan bulmak için sıkılarak:

“Şu yola bakıyordum.” diye cevap verdi.

Sonra ilave etti:

“Galiba gelirken gördüğümüz Küçüktepe’ye çıkıyor… Ne idi o, Serviburnu mu diyorlar ne diyorlar.”

Suat şemsiyesiyle göstererek:

“Şurası mı?” diye sordu.

Süreyya kopardığı bir çiçeği ceketinin iliğine iliştirmekle meşgul:

“Ha, Serviburnu.” dedi. “Gidelim mi? Zannederim daha vakit var.”

Ve oraya çıktıkları zaman rüzgârın sönmüş, denizin gümüş bir gevşeklikle bayılmış olduğunu gördüler. Zeminin dalgaları dağıldıkça içeri doğru tepeler, gittikçe silsilelenen bayırlar, sonra dağlar hasıl ediyor ve her noktası tatlı yeşil bir çimenle baştan başa örtülü görünüyor, oradan ta Hisar’a, Kaplıca’ya kadar görünüyor, ikisi arasında akan mavi suların dumanları içinden Boğaz’ın bükülerek, kıvrılarak dolanan yolu fark ediliyordu. Güneş Tarabya’nın üstünde, bir aynada görülüyormuş gibi kamaştıran ateş beyazıyla bir güneş değil, hudutsuz, şekilsiz bir cehennem levhası gibi ufku bekliyordu. Kıyıdan geçen bir römorkörün ağır adım sesleri sayılıyor, ılık hava nefessiz, dalgasız uyukluyordu.

Suat biraz yüksek olan kenara yaklaşmış, “Oo!” diyordu. Hep oraya gittiler. Sığ sahilde kaya parçalarını gösteriyordu. Buranın cam göbeği kumları üstünde denizin kıvrımları gümüşlenerek hareleniyordu. Dibindeki en ufak taşlar bile elle gösterilerek sayılacak kadar duru olan deniz gitgide yeşili mavileşerek uzuyor, kırmızı rengiyle denizi boyayan dubadan sonra karşı sahile gittikçe kâh yeşil, kâh mor, kâh mavi uzanıyordu.

Suat gülerek ve burundaki taşları, suyun altında görünmeyen kayaları göstererek:

“İşte şurası tehlike burnu.” dedi. “Bütün gemiler Boğaziçi’nin dehşetli fırtınalarında buradan korkarlar!”

Necip sordu:

“Acaba sandallar da mı?”

Süreyya karşıda Büyükdere rıhtımı önünde durularak dere gibi sahilin bütün binalarını koynunda aksettiren denizden başını çevirip bakarak güldü:

“Galiba yalnız sandallar… Hatta durgun havada bile… Zannederim asıl durgun havalarda… Baksanıza…”

Eliyle geniş bir çizgi çizerek bir dalgasız denizi, bir rüzgârsız gökyüzünü gösterirken Suat gülüyor, Necip’e bakıyordu:

“Gemici Bey keşif yapıyor, harita çizecek olmalı…”

Süreyya omuzlarını kaldırdı:

“Unutuyorsunuz ki sandal, yürümek ve bizi taşımak için rüzgâra muhtaçtır. Şimdi nasıl gideceğimizi düşünün… Bakınız püf yok…”

Suat dudak büktü:

“Kürekleri siz çektikten sonra… Zira dünya şahittir ki bu işin içinde hiç suçsuz iki kişi varsa Necip Bey’le biz ikimiziz.”

Süreyya düşünüyor, bir karar veremiyordu. Sonra dedi ki:

“Buradan kürekle Tarabya’ya geçer, oradan bir arabaya bineriz; sandalı da bırakırız, Yenimahalle’ye ağır ağır gelsin…”

Necip başını salladı. Acaba akıntı müsaade edecek mi idi? Tarabya’ya geçmek için galiba biraz yükselmek gerekirdi. Ya sonra?

Suat güldü:

“Gemici Bey akıntıyı unuttu!” dedi. Süreyya’nın fikrini müdafaa için söylediği sözleri gürültüye, haksızlığa boğmak için uğraşıyordu. Süreyya haykırarak “Yenimahalle’ye kadar çıkmak daha kolay değildir ya?” demek istiyordu. Sonra karar verildi ki bu sahilde sular yukarı olduğu için yükselecekler, oradan Yenimahalle’ye kürekle geçeceklerdi.

Suat şemsiyesini sallayarak:

“Herhâlde şimdiden sandala girmeliyiz, yoksa bu gidişle galiba yemeği denizde yiyeceğiz.” dedi.

Sonra yürürken kocasının koluna girip eliyle şurada burada rüzgârla atılmış kalmış olan tül dalgaları gibi dumanları göstererek ve gizli bir sesle sokularak:

“Bunlardan korkmuyor musunuz?” diye sordu.

Süreyya bu sesten, bu sokuluştan memnun:

“İşte kadınların gemiciliği bu kadar olur!” diye eğlendi. “Onlar sade ağırlık vermeyi bilirler, hele yorgun olurlarsa… Başka çare yok Suat, gemici karısı gemici olmalıdır. Yoksa ben kürek çekerken yalnız safra olmayı elbet sen de istemezsin.”

“Eğer gemicilik rüzgârsız kalıp geceyi denizde geçirdikten sonra yağmura tutulup hastalanmaksa…”

Süreyya gülerek:

“Ah kadınlar.” dedi. “Eksik söyledin Suat, bir kere gelecek belalardan bahsettiniz mi, merdiven gibi yükselerek arkası gelmez… Hasta olmak, yataklarda sürünmek, hortlamak… Sonra… Ne bileyim, gebermek demeliydin. Allah insanı sizin elinize düşürmesin, hele dilinize hiç…”

Suat kolunu kurtararak ve şuh bir gülüş ile dişlerini göstererek:

“Elimize mi, dilimize mi?” diye tekrar etti. “Bizim elimize ha… Lakin bizim elimiz olmasaydı siz ne olurdunuz bilir misiniz?”

Süreyya şüpheli şüpheli başını sallayarak soruyordu. Suat, saydığı şeyleri anlatmak için yüzünde küskünlüklerini göstermek isteyerek:

“Şu burundaki kayalar kadar vahşi, somurtkan, sümsük…”

Süreyya kahkahalarla gülerek:

“Aman neler neler.” dedi. Sonra ciddiyetle döndü; “Ya siz?” dedi. “Ya siz, ya siz?”

Karı koca tekrar yan yana geldiler. Necip onların söylediklerine artık dikkat etmeyerek kendi kendine, “Evet sizin elleriniz!” diyordu, “Ben de onun için mi böyle vahşiyim acaba?” Sonra başını sallayarak, “Beni bu hâle getiren sizin elleriniz, o sizin örülüşündeki nezakete, zarafete bakarak insanın ağlamak istediği güzel kadın elleri değil mi?” diye düşünüyordu. Fakat acaba harap edici eller olduğu gibi şifa ve hayat veren eller de var mıydı?

Sonra Suat’a bakarak içinden, “Acaba senin ellerin gibi yüce eller bu yaraları sarabilir mi?” diye soruyordu. Eğer Süreyya da kendi gibi olsaydı, hayat yaralısı Suat gibi bir kadının öyle bir yarayı tedavi etmekte tesirini görecekti. Fakat Süreyya kendini neşelerinde, saadetlerinde bile öldüren o hastalığın zehrinden salim bir ruh, temiz, habersiz bir ruh idi…

Birdenbire Suat durdu, kocasıyla konuştuğu söze devam ederek yanlarına gelmesini bekledi. “Allah aşkına Necip Bey…” diye iddialarına iştirakini rica ediyordu. “Erkekler mi olmasa kadınlar fena olurdu, kadınlar mı olmasa erkeklerin hâli yaman olurdu?” Bunu soruyor, cevabını merakla bekliyordu.

Necip gülerek dedi ki:

“Bütün fikrimi söylememe müsaade eder misiniz Suat Hanım? İkisi de olmasa daha iyi olurdu. Fakat şimdi mademki ikisi de var, ona göre fikir vermeli. Erkeğine, kadınına göre başka başka fikirler verilebilir. Erkekler var, ki olmasalar iyi olmazdı fakat kadınlar da var, ki olmasalar hiçbir şey olmazdı… Elem de saadet de…”

Suat dönerek:

“Süreyya gördün mü?” dedi.

Necip devam etmek istedi:

“Fakat sonra öyle kadınlar da var ki…”

Süreyya gülerek Suat’ı zorluyordu:

“Devamı var devamı var… Onu bekle.” dedi.

Onlar iddialarında, gülüşerek haykırışarak devam ediyorlardı; Necip arkada sersem, perişan gidiyordu. Kadınlar… Onların hepsinden şüphe etmek… “Ah, hıyanet!” diyordu; şimdi, Suat’ın kendine bakan gözlerindeki derin, uçsuz bucaksız ismet, kendi kirli muhayyilesinin bile bir leke görmediği o temiz yüz onu eritmiş, ruhunu ezmişti.

Bu bakış, demek dünyada böyle bakışlar var! “Ah bana böyle bir bakış, bana böyle bir yüz! Ben kurtuldum!” diye inliyordu. Hülyaya daldıkça düşündüğü o ruhunun kadınını, hep mükemmelliklerden mesutlandırdığı o genç kızı düşünmeye başladı. Bütün muhayyel güzelliklerle süslediği hâlde bile ona bu kadar saf ve ince, bu kadar pak ve nurlu bir nazar verememişti. Suat elbette onun kadar mükemmel bulunmadığı hâlde bile hayalinin yetişemediği güzelliğe sahipti. Onun ruhunun ne kadar, ah ne kadar temiz olması gerekirdi…

Şimdiye kadar böyle kendine ismetiyle, sükûn ve yumuşaklığıyla, iyiliğiyle tesir eden gözler görmediğini düşünerek “Ya nerede göreceğim?” diyordu. Hep tanıdığı kadınları düşündükçe, ya sefaletin sevk ettiği namusları pahasına servet ve tantana içindeki kızları yahut salon hayatının muhtelif sebeplerle solmuş evli kadınlarını görüyor, “Pislik içinde ismet aramak… Bulunmayacağı tabii olan yerde inci avlamak…” diye gülüyordu. Böyle yüce meyillerle, kocasına rabıtasıyla temiz ve münevver kalmış kadınların ne kadar nadir olursa olsun niçin bulunmayacağını kendi kendine soruyordu.

Sonra şüphe tekrar tırnaklarını çıkarıyordu: Namus ve ismet hakkında tahrip eden birçok nazariyeleri vardı ki bir kısmı düşünmelerinden, bir kısmı gördüklerinden doğma şeylerdi. Bunları tatbik etmek istiyordu ve böyle saffet ve melekliğin mümkün olmasını, bunun kendine tesadüfünü kabul etmediği hâlde de bu saffet ve sükûn içinde ruhundaki meçhul ihtiyaçla ne yapacağını düşünüyordu.

Birdenbire Suat yine döndü:

“Canım, siz hâlâ susuyorsunuz!” dedi.

Bu, sandalın iskelenin yanında göründüğü zamandı. Süreyya ilerlemiş, sandalcıya işaret etmişti. Arkadan Necip’le Suat rastgele konuşarak gelirken Süreyya’nın sandala atlayıp yelkenlerle, iplerle meşgul oluşuna bakıyorlar, gülüyorlardı.

Suat, Süreyya’ya seslenerek:

“Nafile bey, nafile.” diyordu. “Herkes cezasını çekmeli… Küreklere sarılmaktan başka çare yok…”

Necip, sandala girmesi için Suat’a yardım ederek:

“Hava bu kadar durgun olunca onu galiba hepimiz yapacağız.” dedi…

Palamarları çözdüler, sandalcı kanca ile rıhtıma dayandı. Yelken dalgalandı, sandal denize açıldı ve ilk hız geçtikten sonra durdu.

Süreyya gülerek:

“Çala kürek bakalım… Suat, sen de dümene geç.” diye kürek çekmeye teşebbüs etti.

Suat başını sallayarak ve dümeni kullanmak için şemsiyesini iyi bir yere koymaya çalışarak:

“Şemsiyemi koymak için yer bulmak kabil değil ki.” dedi.

Kürekler o kadar büyüktü ki kolay idare edilmiyordu. Süreyya bunlarla uğraşırken:

“Kürek çekmiyorsun ya şükret!” diyordu. Sandal ağır ağır ilerledi.

Suat birdenbire:

“Oh, bakınız.” dedi. Güneş, Büyükdere koyunun üstünde hafif dumanlar arasında bir kırmızı billur gibi mehib kararıyordu. Etraflarını serin bir deniz havasının keskin kokusu sarmıştı. Deniz, uzakta bir pervane sesiyle homurdanıyor, arkalarında Tarabya’ya doğru bir gümüş parlaklığı ile yumuşak dalgacıklarla akıyordu.

Tekrar kürek başladı, Süreyya ara sıra Suat’a dümeni anlatıyordu. Suat:

“Böyle mi?” diye söz dinliyordu. Serviburnu’na kadar böyle yükseldiler.

Necip:

“Tamam on sekiz dakika!” dedi. Biraz daha gayret ettiler.

Suat:

“Siz gurubu görmüyorsunuz ki.” dedi. Şimdi Büyükdere koyu ateşli bir cila ile kadifelenmişti. Güneş, Bentler’in vadisi üstüne iyice inmiş, köşe bucağı dumanla, karanlıklarla dolu olan yeşilliklerin üstünde dumanlarla boğuşarak, kanlı bulutlara bürünmüş batıyordu.

Necip:

“Nur içinde yüzüyoruz.” dedi.

Suat ilave etti:

“Duruyoruz demek icap eder.”

Tekrar küreğe asıldılar. Dalgalardaki renkler gittikçe morararak sönüyor, deniz bir cam duruluğu ile uzanıyordu.

Arkalarından tufandan gelme bir ses inledi, hep birden uyandılar. Korkunç bir geminin, bir canavar, yeryüzü kıtası saldırımı ile üzerlerine doğru geldiğini, pervanenin kestiği suların mehib bir şelale homurtusu ile inlediğini gördüler. Suat sararmış, dümeni şaşırmıştı.

“Aman vallahi battık!” diyordu. Süreyya’nın verdiği kumandayı yanlış yapıyordu. Süreyya sıçradı, dümeni bastı, küreklere sıkı asıldılar ve gemi ancak on metre açıklarından, suyun içinden yeraltı gürültüleri çıkıyor gibi, korkunç canavar geçti.

Süreyya, Suat’a gemiyi göstererek:

“İşte erkekler olmasa kadınlar ne olurdu bak.” dedi.

Suat başını sallayarak:

“Zarar yok fakat yalnız kalsam bu tekne ile ben buraya çıkamazdım ki.” diyordu.

Necip:

“İşin doğrusu yine benim söylediğimdir. Ne biri, ne diğeri.” dedi.

Yenimahalle daha uzun sürdü.

Eve girdikleri zaman yorgunluğun, beklemenin sevkiyle o rahat hepsine tasavvuru imkânsız bir saadet gibi oldu. Yemek bir buçuğa kadar bekleyen mideler tarafından minnetle kabul edildi. Necip’le Suat sandal bahsinde bir olmuşlardı, bunun için Süreyya hiç o bahse yanaşmıyor, onların yanında hep mağlup oluyordu. O asıl “Bugün aksi oldu, bir de rüzgârlı havalarda…” demek istiyordu fakat Suat, “Bir daha mı? Bizi elbet bu kadar bön zannetmezsin?” diye gülüyordu. Süreyya, “Size akşama kadar burada oturup onda gidelim demedim mi ya? Herkes bilir ki rüzgâr guruba doğru söner.” demek istiyor fakat Suat’ın çatalını kaldırıp; “Sus!” diye tahakkümüne gülerek razı oluyor, boynunu bükerek, “Hakkınız var.” diyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Biz buna “Gözünden kıl kaçmaz.” deriz.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

1...345
bannerbanner