
Полная версия:
Eylül
Necip hâlâ teessüfle kalamayacağını tekrar ediyordu. Süreyya gülerek:
“Bu ne ısrar.” dedi. Sonra göz kırparak ilave etti, “İleri gitmeyelim… Kim bilir… Beyoğlu bu…”
Nihayet Suat bugün gidip yarın mutlaka gelmek şartıyla razı olacağını söyledi. Süreyya:
“Öyle ya, bahar bitiyor.” dedi. Kendileri Beykoz Çayırı’na gitmek istedikleri hâlde şimdiye kadar onun gelmesini beklemişlerdi. Necip çarşambadan evvel gelemeyeceğini söylüyor, onlar ısrar ediyordu. Nihayet çarşambaya karar verdiler.
Süreyya hizmetçinin gölgesini görünce:
“Yemek mi?” diye haykırdı. “Koşalım, koşalım… Yemekler darılmasın!”
Suat bu evin bir özrünün yemek için aşağı kata kadar inmek olduğunu söyleyerek iniyordu. Süreyya önden giderken:
“Sen babanı bir daha kandırarak birkaç yüz lira vurabilirsen o zaman istediğimiz gibi bir ev sahibi oluruz.” diyor, buna hep birden gülüyorlardı.
Yemek odasına girdikleri zaman Süreyya hemen yerine oturup havlusunu açarak:
“Aman çabuk, çabuk… Yemekler iltifatımızı bekliyor… Baksanıza, saat bire gelmiş.” dedi.
Suat:
“Her zaman kaçta yiyoruz?” diye sordu.
Süreyya:
“Malum.” dedi, “Yani demek istiyorsunuz ki bir muvakkit saati kadar muntazam yemek yiyoruz. Bunu tekrar ettirmeye lüzum yok. Allah sayinizin mükâfatını versin, yalnız temenni ederim ki, bu merak nihayet bir cinnet hâline gelmesin… Ev kadınlığı cinnet ölçüsü… Doktorlara yeni bir hastalık daha…”
Suat serzenişli bir nazarla:
“Birikiyor!” dedi.
Süreyya hem yemek alıyor, hem daima Necip’e bakarak devam ediyordu:
“Ne! Cinnet mi?”
Suat başını sallayarak:
“Hayır, kabahatler… Haksızlıklar.” dedi.
Necip:
“Omlet enfes.” dedi.
Süreyya gülerek:
“Aşçıya kalsa bize yemek haram olacak… Bereket versin küçük hanıma… O kendini yoruyor ama kocacığına… Ay, kocasına diyecektim… Ay, yine olmadı. Süreyya’ya, Süreyya’ya.” dedi.
Suat, Necip’e bakarak:
“Cennete gitmek için sabırdan başka çare yoktur, değil mi Necip Bey? Rica ederim, siz evlenince böyle huysuz bir koca olmamaya çalışınız, yoksa…”
Süreyya hâlâ alay ederek:
“Yoksa ne olacak?” diye sordu.
Suat tereddütle:
“Yoksa… Yoksa… Karınızı mesut etmemiş olursunuz…”
Süreyya:
“ ‘Ooo dedi, o kadarcık mı?’ Ben de mühim bir şey olur zannediyordum… Necip de benim kadar bilir ki evlilikte hanımlar solda sıfırdır… Asıl akıl ermeyen bir şey varsa bu kadar dikkate rağmen şu etlerin aşçılık başarısıyla böyle simsiyah olmasıdır.”
Suat gülümseyerek:
“Mademki kocaların saadeti lazım, veriniz onu ben yiyeyim… Zavallı kadınlar!”
Necip:
“Bilakis zavallı erkekler Suat Hanım; bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkek hayatının ne verimsiz, ne yağmursuz, ne çorak bir siyah çöl olduğunu bilseniz… Bunu çok erkek bilir de sonra unutur… Bir kadının, bir erkeğin hayatına sade varlığı ile nasıl şiir ve körpelik verdiğini, ruhu bertaraf etsek bile yalnız vücut için de nasıl büyük bir koruyucu olduğunu bilseniz… Demin bana burada hayatınızdan bahsediyordunuz. Siz her saati geçirmek için saadetler, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem saati gibi nihayetsiz, sürüklenmez bir hayat olduğunu düşünüyordum. Sadece söyleyeyim ki, ölecek derecede bunalıyorum.
Ötekiler susuyorlardı.
“Bilmezsiniz Beyoğlu hayatının, hatta eğlenilecek mevsimde bile nasıl bunaltıcı, beyin ezici bir hâli vardır. Evvela bin bir renkli bir hayat görünür, hiç birbirine benzemez sefahati var gibi gelir fakat o kadar tek renk, aman Yarabbi o kadar tek renktir, görülen çehreler o kadar daima aynıdır ki… Mahremiyetsiz, samimiyetsiz, gösterişli bir taklitten, soğuk sarı bir taklitten ibaret bir hayat… Her görüştüğünle müthiş bir rekabet, bir mücadele, bir düşmanlık… Hiçbir el sıkmazsın ki, mümkün olsa seni bir çukura itmeyeceğine emin olasın, hiçbir ses işitmezsin ki, senin arkandan en hain, en haksız bir istihzada, bir zemde bulunmayacağına emin olasın… Riya, istihza, kendini beğenmek, hodkâmlık… Bu aç kurdun elinde bütün çehre morarmış, bütün gözler bulanmış; herkesin muvaffakiyeti öbürlerinin ayaklar altında ezilmesine bağlı imiş gibi bir çekememezlik, bir kin, kimse kimseyi beğenmez, üstünden başından tutunuz da söylediği Fransızcaya kadar her şey alay için bir bahane olur. Zaten hep sahtekârlıktan ibaret olan bu paskal yüzünde göz dudağa, dudak çeneye güler… İğrenç bir şey hasılı…”
Süreyya lokmasını hazırlamakla meşgul:
“Buna rağmen inkâr edemezsin ki kadınları nefistir.” dedi.
“Evet hususiyle kaldırımlardan geçerken uzaktan mağaza bebekleri gibi görünce… Beyoğlu tiyatrosunun seyyar aktrisleri… Hepsi öyledir. Asıl hayatlarını oyuncular gibi unutmuşlardır. Onların ruhlarını arayacağınıza kutup keşfine çıkmış olsanız daha hayırlı olur. Bilir misin nefis kadınlar hangileridir? Temiz ruhlular! Sana cidden söylüyorum Süreyya, saadetinin kıymetini bil…”
Süreyya, yarı kızarmış Suat’a yan bakıyordu. Derin derin bakıştılar.
Sofradan kalktığı zaman Necip kendi kendine “Ah herkes böyle olsa… Herkes mesut olsa…” dedi. Başka bir yerde olsaydı şu temennisini pek gülünç bulurdu fakat bu saadet ve samimiyet içinde bütün meyilleri, alışkanlıkları kayboluyor; hayatını, karanlık, hain, fena hayatını unutuyor; hıncı, bezginliği hissetmeden değişerek başka, iyi bir adam oluyor ve sonra bunu fark ederek şaşırıyordu. “Ah insanlar, şu beşer kalbi… Yüz bin manalı bir muamma… İçinden çıkmak mümkün değil…” diyordu. “Acaba fenalık gibi iyilik de bulaşıcı mıdır?” diye düşünüyordu. Tekrar balkona çıkıp köşelerdeki yeşilliklerin altında uzun sandalyelerden birine otururlarken Süreyya:
“Aman Suat gelmeden bir sigara tellendirelim.” diye kutusunu verdi. Henüz sigaralarını yakmışlardı ki Suat göründü. Balkona çıkmayarak kapıdan:
“Dehşet, dehşet, yine mi duman, yine mi?” diyordu.
O zaman tütünden bahsedildi; sigara, Suat’ın birinci zıddı idi. Süreyya müdafaa etmek istiyordu.
Necip dedi ki:
“Yok Süreyya, herhâlde bu iddia edilecek kadar ehemmiyetli bir şey değil. Bana öyle gelir ki, evli olsam da sigaramdan şikâyet edilse…”
Süreyya tuhaf bir gözle bakarak:
”Galiba yine bir şey yumurtlayacaksın, Necip…”
Necip gülerek bitirdi:
“Elimden sigarayı, cebimden paketi, kendimden de bu uğursuz alışkanlığı sevinerek atardım…”
Süreyya sigarasını zevkle bir daha çekerek ağır ağır dumanlarını savuruyordu:
“Ne güzel fikir… Yalnız bir kusuru var, yapmak kabil değil…”
“Azıcık fedakârlığa katlanılmayınca hiçbir şey yapmak kabil değildir.”
Suat korkarak:
“Yok, ben fedakârlık mertebesine çıkan şeylerden bahsetmiyorum.” dedi.
Ve piyano bahsi oluncaya kadar hep bağdan, bağdakilerden bahsettiler. Bu neşeli bir konuşma oldu. İki sözde bir Fatin ile beyefendi ortaya çıkıyor, Hacer’in sesi işitiliyordu. Sonra Necip, Suat’a piyano çalmasını rica etti.
“Demin Süreyya’nın anlattığı bu hayatın imrendiğim saadetine bir saat sonra nail olayım, benim de ömrümde bir gün bulunsun!” diye iltimas etti.
Suat şikâyet ederek uzun müddet piyanosundan uzak durduğundan hâlâ barışamadığını, notalarının karmakarışık olduğunu söylüyordu. Nihayet piyanoya geçmek icap etti. İki erkek balkonda kalmış, salondan gelen piyanoyu dinliyorlardı. Süreyya rüzgârın bir müddet tereddüt edip durduğu bu sıcak anı, her gün böyle öğle vakti serinlik bitip her şeyin sustuğu, beklediği zamanı ihtar ederek:
“Görüyor musun!” dedi.
Şimdi deniz durgun bir havuz hissini vererek, sıcak güneşin altında kurşun gibi ağır, uzanıp gidiyor, hararet havayi nesimi içinde titrek, değişken fark ediliyordu. Rehavet bir dereceye gelmişti ki, gözleri ağırlaşmış, manzarayı yalnız kirpiklerin arasından süzülen bir bakışla görüyorlardı.
Ve içeriden bazen piyanonun damla damla koşuşan, bazen birbirine karışarak tedricî bir tarraka ile yükselen, sonra birer birer süzülerek ölen sesleri devam ettikçe bu tasavvurun fevkinde bir mestlikle onu işgale başladı.
Bu Traviyata’dan bir parça ile başlamıştı. Fakat Necip sonrasını hatırlayamıyordu, bir andaluz serenadı gibi geliyordu. Sesler, kâh billur gibi şakıyarak, kâh matemli sürüklenerek, kâh şevk ve şetaretle yükselip sonra yeis ve fütur ile dökülerek devam ettikçe bütün kurduğu hülyalar karanlıklara boğuldu. Fark ve hissedememeye, hatırlayamamaya başladı; sanki yaşamıyordu.
Birdenbire saatin sesini işitti, bu ses onu uyandırdı. Süreyya sandalyesinde uzanmış, gözleri kapanmış, dalmıştı; piyano hâlâ ağır ağır, içinden gelen bir dert ile inliyordu. Teşekkür etmek için içeri girdi. Suat onu görünce tebessüm ederek:
“Çaldığım havalara yazık oluyor, değil mi?” dedi. Necip “bilakis” makamında başını salladı. Bitirince Suat tekrar şikâyet etti. Piyanonun önünde en iyi bildiği morsoları bile artık şaşırdığını söylüyordu.
“Hele notalar.” diyordu. “Görseniz ne hâlde… İçinden çıkmak kabil değil… Çocuk kitapları gibi olmuş… Birçoğunu bulamadım, karıştırıla karıştırıla birbirine girmiş… Bilmem bazıları da ötede mi kaldı, konakta mı?”
Necip notalara göz gezdiriyordu; bunların ekserisi meşhur operalardan fantazyalar, potpuriler idi fakat o kadar harap bir hâlde, o kadar eksik idi ki kendi kendine İstanbul’dan gelirken birkaç yeni morso getirmeye karar verdi. O zaman tekrar aklına İstanbul’a gideceği geldi. Saate bakarak:
“Ooo, saat dört buçuk.” dedi. “Acaba vapur kaçta var?”
Ve Suat’ın şikâyetli bir bakışı önünde yarı tereddütlü:
“Temin ederim ki.” diye başladı, kendini burada kalmamaya icbar eden bütün sebepler diye bulduğu şeyleri izah edince kani olmuş görünen Suat:
“Bari sizi Tarabya’ya kadar geçirelim.” dedi.
Sonra yüksek sesle dışarıya seslendi, cevap alamayınca sesini daha yükseltti:
“Bey, bey, uyuyor musun?” dedi.
Şimdi rüzgâr çıkmış, balkonun bir tarafındaki tente çırpınarak patırdıyor, denizin armonili akması, kesilmeyen bir sevinçle şakıyordu. Süreyya uyandığı zaman Suat’ın fikrini pek muvafık bularak:
“Ne âlâ, ne âlâ!” dedi.
Necip’in bu hareketinin bir hainlikten başka bir şey olmadığını iddia ile:
“Şimdi kalk sen daha sabahleyin şikâyet ettiğin o miskin, tozlu hayata gir.” dedi. Sonra Suat’a göz kırparak, daha doğrusu akıl da ermez ya… Yemin edebilirim, bu gece bütün masumiyetinle hemşirende kalmak üzere kaçmıyorsun… O tozlu Beyoğlu’nun örümcekli bir apartmanına… Değil mi?” latifesine dökülüyordu.
Necip Suat’ın yanında sıkılıyor, gözüyle işaretler ederek susturmaya uğraşıyordu.
Suat:
“Karar verildi, değil mi beyler?” dedi.
Beş dakika müsaade talep ederek çekildi. Süreyya elbisesini değiştirmek için iki dakika izin aldı ve karı koca gittikleri zaman yalnız kalan Necip sabahleyin o kadar çekiştirdiği Beyoğlu’nu şimdi ne kadar özlediğini düşünerek kendine şaşıyordu. O zaman da samimi idi, şimdi de samimi olduğunu görüyordu. Kendinin böyle birbirine zıt birçok tavır takınıp hareketlerde bulunması, hepsinde de samimi oluşu onu çözümünü bulamadığı bir muamma gibi meşgul eder, iki katlı değil, yüz katlı bir kadın kalbi gibi birbiri içinde esrarengiz kutu olduğunu zannettirirdi.
Önce Süreyya geldi, “Ben hazırım!” dedi; Suat da hazırlanıp geldiği zaman yol müzakeresine başladılar. O Büyükdere’ye kadar yayan gidip oradan bir arabaya binmeyi teklif ediyordu. Süreyya çarşıdan geçmemek için sandalı tercih ediyordu. İkisinin de fikrinden birer parça kabul edildi; sandal ile Büyükdere’ye gidecekler, oradan arabaya bineceklerdi.
Yolda çayırdan geçerken, Süreyya daha vapura vakit olduğundan bahsederek arabayı biraz Bentler yoluna sürdürdü ve iki tarafı bütün ağaç ve çayır olan bu yoldan giderken onlara uzak bir saadetten bahseder gibi çiftlik hayatından bahsetmeye başladı. Necip:
“Ne olsa öyle hayatlara gelemem; bana hay ve huy, gürültü, sersemleşmek lazımdır.” diyor, Süreyya o hayatı mübalağalarla methederek asude, sakin geçecek bir çiftlik ömrü için bütün bu sahte ihtişamları feda edeceğini temin ediyordu.
Necip, Suat’ın Süreyya’ya nasıl baktığını dikkat edip, “Evet.” dedi, “Seni oraya kadar takip edecek bir yol arkadaşın olduktan sonra…”
O zaman Suat’ın gözleri müşfik bakışlarını kaybetmeksizin Necip’e döndü ve bu bakış o kadar derin, sıcak bir muhabbet ile nemliydi ki Necip ruhu eriyor zannetti. Bir saniye mesut bir helecanla titredi. “Evet, böyle bir bakışla insan dünyanın öbür ucuna gider.” diye düşündü. Çöllere gider, dağlara gider… Onun şimdi terk etmek istemediği hayat, bir çölden başka ne idi? Gölgesiz, susuz, vahasız, hatta serapsız bir çöl…
Evet, hatta serapsız… Fakat bazen en ehemmiyetsiz tebessümler, hatta kendine ait olmayan bakışlar bile ona bir şiir taşkınlığı verir, onu canını feda etmek ihtiyaçlarıyla inletirdi. “Ah tenakuz… İnsan değilim, muadeleyim…” diyordu.
Ayrılırken Suat tekrar ediyor; “Çarşambaya, değil mi Necip Bey?” diye soruyor, Süreyya, “Erken gel de Bentler’e gidelim.” diyordu. Karar verildi; çarşamba günü akşam gelecek, ertesi gün sabahleyin Bentler’e gidilecekti. Necip kalabalık içinde vapura girdiği zaman bir kenara geçip onları görebilmek üzere baktı. Suat elinde küçük kırmızı şemsiyesi, arabanın içinde sade omuzları görünen siyah çarşafıyla, yere inmiş, dayanmış duran Süreyya ince uzun boyuyla o kadar mesut, o kadar güzel görünüyordu ki, onların yanında duyduğu saadet ve kalp rahatından onlardan ayrılınca mahrum olmuş, o saadeti uzaktan görüp ne yabancı kaldığını anlamış gibi melül, ayrıldığına pişman oldu. Onların salladıkları ellere mukabele ederken “Budalalık ettim!” diye esef etti. Onlar küçüle küçüle bir nokta olunca azalarak nihayet yeise çevrilen bu sevinç gibi acı, muzmahil bir kasavet içinde kalıyordu. Bu güzel geceye tercih ettiği Beyoğlu gecesini, buluşacağı kadını düşünerek geceyi miskin, kadını hayvan sayıyor, verdiği sözü unutmanın bir hıyanet olmayacağını düşünüyordu.
“İşte böyle.” diyordu. “Kararsız, isteksiz, boş…”
Başını salladı, “Ve bana evlen diyorlar!” diyerek güldü…
5
Süreyya ile Suat’ın birbirlerine ilk günden şevk ve gönül açıklığına benzeyen bir bağlılıkları vardı; Boğaz’a geldiklerinden beri içleri açılmıştı, hep aynı şeyleri özlüyorlardı. Süreyya’nın çocukça sevinmeleri, delilikleri oluyordu. Bunlar Suat’a, kalbinde duyduğu sıcaklığın okşanmak isteyen kaynaşmalarından büyük bir saadet veriyordu ve Suat hayatlarını muntazam, güzel yapmak için pek çok çalışarak yoruluyordu. Bezginlik nedir bilmeyen bir ömür kurabilmek için böyle uğraşıp sonra mükâfatını gördükçe, Süreyya’yı böyle yeniden neşeli buldukça emeline kavuştuğundan dolayı mesut oluyordu. İstiyordu ki, Süreyya evde şikâyet edecek hiçbir şey bulamasın. Hazırlık, öteberi edinmeler, her şeye düzen vermekle geçen ilk günler, evin her zamanki gidişi hâlini aldığı, birbirine benzeyen günler ardı ardına gelip geçtiği hâlde bile, bu günlerde bağdaki son zamanlara nispeten yeni evli bir karı kocanın heyecanı ve neşesi vardı.
Necip bu hayatın bir başka neşesi oluyordu. Bu hâlin bir parça yardımcısı da kendisi olduğu için onun da orada vücudu meserretlerini biraz daha tamamlıyor gibi idi. Onun gelmesini sevinçle karşılıyorlar, gitmesini geciktirmek için tuhaf tuhaf bahaneler icat ediyorlardı. O, ilk gelişinden sonra karar verildiği üzere, çarşamba günü akşam vapuruyla geldi. Cuma günü sabahleyin dönmek şartıyla kalacağını söylüyordu. Karı koca bu iki günü bir büyük sevinç gibi kabul ettiler. Onlar daha Necip gelmeden seyranlar hazırlamışlardı. Bentler’e, Beykoz’a gitmek istiyorlardı. Suat, “Şimdi Bentler ne güzel olur…” diyor; Süreyya, “Hele Beykoz Çayırı!” diye mukabele ediyordu. Hemen ertesi sabah hangisine gideceklerini konuşuyorlardı. Nihayet üçü de sabah erkenden Bentler’e gitmekte birleştiler.
Erken kalkmak için erken yattılar. Ertesi gün güneş karşıki tepelerin arkasından henüz çıkmışken üçü de hazırlanmıştı. Sabahın sessizliğinde, geceden tembih edilip kapının önünde bekleyen arabaya bindiler. Bu mayıs sabahı, Bentler yolculuğu, üçüne de bir seyahat hayalinin şiir ve sarhoşluğunu verdi. Sabahın tazeliği, mayısın son günlerindeki yeşillik bolluğu ile yolun etrafındaki çayırların, bağların henüz rüzgârsız serin havadaki hareketsizlik içinde yayılmak için soluk bekleyen kokuları arasında gittikleri yeşil gölgeler, daha ilerledikçe ormanlar, kocaman ağaçların birbirine sarılmış dalları, uzakta birikmiş gölgeleriyle yeşil birer karanlık hâlinde görünen koruların göğüsleri, hep bu sessizlik, bu tenhalık, bu parlak durgunluk içinde, şurada burada oynayan ziya parıltıları arasında kuşların ışık gibi süzülen şakımaları, arabadan indikleri vakit içinde kaybolacaklarmış kuruntusunun verdiği korku hissi ile büyük orman, nihayet havuzlar, insana birer korku ürpermesi ile hayattaki bağlara yakınlaşmak duygu ve ihtiyacı veren mehib havuzlar ve sonra dönüş…
Öyle ki, saat beşte eve girdikleri zaman sabahın bütün temizliği, yorgunluğun bütün kuvveti ile midelerinin feryadından başka bir şey duymadılar. Süreyya “Yemek! Yemek!” diye gürlüyordu. “Buyurun.” dedikleri zaman iki delikanlı koştular. Önden giden Süreyya odaya girince:
“Vay, çilek!” diye sevinçle haykırdı. Sonra Suat’a dönerek:
“Bu nereden böyle?” diye sordu. Suat gülümseyerek:
“Çileğini ye de tarlasını sorma, demezler mi?” dedi.
Latif bir çilek kokusu sofradaki çiçeklerin kokusunu bastırıyordu. Süreyya, Necip’e dönerek:
“Görüyorsun ya azizim, ne varsa kadınlarda var.” dedi. Sonra havlusuyla ağzını siler gibi yaparak, “Her şeyi bir sır hâline koymak inadı bile.” dedi.
Öğleden sonra ne yapacaklarını konuşuyorlardı; Süreyya birdenbire:
“Eyvah!” dedi.
Evvelki gün bugün için yelkenli bir sandal tembih etmişti. Sandalda yelkeni açıp gezmeyi çok sevdiğini, yelkenli bir sandal kiralamak istediğini söyleyip duruyordu. Sandal bugün Moda’dan gelecek, beğenmezse geri gidecekti. Bunun için verdiği sözü unutmak istemiyordu.
“İsterseniz siz gidip gezin, ben beklerim.” dedi. Onlar kabul etmediler.
“O hâlde yarın sabah gideriz.” diyordu. Necip döneceğini ihtar ediyordu:
“Sen kalırsın sen.” diyor. Necip, çekiniyormuş gibi başını salladıkça Süreyya:
“Öyle ise zorla.” diye bağlayacağını anlatıyordu.
Yemekten sonra vakit sandal bahsi ile, özellikle Süreyya’nın beklemesiyle geçti. Uzun uzun yelkenden bahsederek zevklerini övüyor, “Deniz köpükler içinde… Rüzgâr etrafında fişek gibi çatlar… Yelkenler çırpınır… Sandal dalgaların göğsüne sarhoş gibi yaslanmış… Uçmak da değil, yüzmek de değil… Bir hâl ki…” diye bitiremiyor, sonra dürbünü alıp Paşabahçesi koyuna doğru araştırıyordu.
Necip:
“Amma havasız kalmamak şart.” dedi.
Süreyya ümidini keserek dürbünü bir sandalyeye bıraktı:
“Ooo, evet… Rüzgârsız kaldı mı sandal ölmüş demektir; hele güneş de olursa… Hiç çekilmez!”
Suat:
“Ya akıntı?” diye sordu.
Bunun üzerine Süreyya, Boğaz’ın rüzgârından, meltemlerinden bahsetti. Hem onun istediği bir sandaldı, kotra değildi. Sandalın kürekleri olduğundan sıkıya gelince yasa kürek, başka çare olamazdı.
“Fakat kotra ile iş büsbütün başka olur.” diyordu. “Onunla insan deniz ortasında rüzgârsız kaldı mı suların keyfine bağlıdır, akıntı varsa çağanoz gibi yan yan akar, yoksa güneşin cehennemi altında rüzgâr bekleyerek durur. Fakat burası öyle değildi, burada rüzgâr hiç eksiliyor muydu?” Bunu söylerken eliyle rüzgârı gösteriyor:
“Şu rüzgâra bak!” diyordu.
Rüzgâr, Karadeniz’in bütün hiddeti ve körpeliği ile tepelerden koparak saldırıyordu.
“Bu havada sandal nasıl gelir, kim bilir!” dedi.
Sonra akıntı burunlarını düşündü. Bir kere gülerek “Vaktiyle…” dedi, bir kere Boğaz’ı geçmek için iki gün uğraştıklarını anlattı.
Sandal bahsi, sönen bir rüzgâr gibi bitap cümlelerle sürüklenerek bittiği, Süreyya’nın beklemesi artık bir söz söylemeyerek dürbünü elinden bırakamamak derecelerine geldiği zaman Necip’le Suat arasında “Artık gelmeyecek.” sözü başladı. Suat:
“Eğer sandal gelmezse elimizden kurtulamazsın.” dedi. Necip ile bir olarak onu ümitsiz bırakmak istiyorlardı. Sonra Suat, Beykoz’dan bahsetti. Orası şimdi kim bilir ne güzeldi; bu rüzgârda çayırları görmeliydi!
“Bize şu fırsatı kaybettirdikten sonra…” diyerek yarı şikâyetli bir eda ile Necip’e baktı.
Sonra:
“Canınız sıkılıyor, Necip Bey.” dedi.
Necip gülümseyerek:
“Galiba biraz.” diye göz kırptı.
“Piyano çalalım mı?”
Bu teklif cana minnet bilinerek kabul olundu; onlar piyanoya geçtiler, Süreyya balkonda kaldı.
Necip piyano sözü olur olmaz kendi kendine almak istediği notaları unuttuğunu hatırlayıp “Eyvah!” dedi. Fakat bu iki gününü o kadar sersem geçirmişti ki, nota düşünmeye vakit kalmamıştı. Burada geçirdiği günün şu tesiri olmuştu ki, hürmet ve muhabbet ettiği, hürmet ve muhabbet gördüğü Süreyya ile Suat’tan ayrılıp Beyoğlu’na geçince orada yaşamak onu harap ediyordu. Kendi kendine, gelecek sefer mutlaka unutmamaya karar verdi. Görüyordu ki, Verdi’nin birkaç operası Suat’ta yoktu. Ondan sonra yeni yapılmış bir iki eser de tabii bulunmuyordu. Bulunanlar arasında kullanılmayacak hâlde olanlara da nişan koyup yenilemek istiyordu.
Suat piyanoda birkaç gam yaparak:
“Hangi havaları seversiniz?” diye sordu.
Necip notaları karıştırarak gözden geçirdi:
“Aman romans olmasın!” dedi. Sonra romanslar hakkındaki ilgisizliğin hikâyesini anlattı. Elindeki kâğıtların arasından bir şey ayırıp piyanonun önüne koydu. Suat:
“Granviya?” dedi.
“Âlâ!” dediler; Granviya’yı ikisi de pek seviyordu.
Necip:
“Onda her şey var.” diyordu. “Oynak, çevik, üzgün, süzgün… Her tel var.”
Granviya’dan Faust’a geçtiler ve Granviya’nın valsinden sonra Faust’un valsini kıyasladılar. Arkalarından askerler marşı geldi. Rigoletto marşı çalındı. Necip can atan havaları tercih ediyordu; bunun için Troyatore, Traviyata’yı koydu. “Adiyö del pasato”, “Bu kadar genç ölmek”, “Ah, belki!” parçaları çalındı. Necip:
“Verdi girdi mi iş değişiyor fakat sizde Verdi tekmil değil.” dedi.
Suat bestekârların iyice bilmediği hayatlarına dair malumat soruyor, Necip bildiği tafsilatı veriyordu. Öyle oldu ki, musiki susup yalnız bahsi devam etti. İkisi de şunda birleşiyordu ki, dünyada musiki gibi hiçbir şey yoktur. Necip için ömrünün en tatlı zamanları yalnız çok mesut olduğu zamanlar değil, musikiyle mest olduğu zamanlar idi. Musiki o kadar çetinlik ve düşkünlük ile hissine dokunuyordu. Asıl ağır musikiden anlamak birçok senelik hususi eğitime ihtiyaç olan Glück, Haydn, Beethoven gibi üstatlardan bahsederek onları dinleyip anlamadığı için eseflerini söylüyordu.
Balkona çıktıkları zaman saat ona geliyordu:
“Hani kotra?” diye gülüştüler. Süreyya iyice canı sıkılmış gibi:
“Belli olmaz ki, belki gece gelir.” dedi.
Suat:
“Artık herhâlde bizi evde daha ziyade hapsedemez ya?” dedi.
“Evet, çıkalım.” dediler.
Bu sefer Kavak yoluna geçmişlerdi. Süreyya dakikada bir arkasına bakıp kıyıları teftiş etmekten geri kalmıyordu.
Necip gülerek:
“Sandala mı bakıyorsunuz?” dedi. Suat serzenişle:
“Beykoz Çayırı’na bakmaz ya?” diye söylendi.
Necip:
“Evet, yazık oldu, görmek isterdim.” dedi.
Süreyya hiddetlendi:
“İşte yarın gideceğiz a canım!”
Fakat Necip erkenden İstanbul’a inecekti; o zaman hep bu söz oldu. Süreyya, Suat rica ediyorlar, yarın da kalması için ikna etmek istiyorlardı. Ve bu o kadar samimi, o kadar halisane idi ki, Necip kabul etti. Zaten İstanbul’a inip yine bunalacak değil mi idi?
Sabahleyin Süreyya’nın gürültüsü, bir yabancı ile bağırarak konuşuşu Necip’i uykusundan uyandırdı. Pencereye gidip baktığı zaman iskelede bir sandal ile iki kişi gördü. Herifler şikâyet ediyorlar, gece rüzgâr kesildiğinden Bebek’ten beri kürek çekerek geldiklerini söylüyorlardı. Bu beyaz kaplama tahtalı, başı kıçı bir sandaldı. Uzun bir seren üstünde çok büyük olduğu anlaşılan bir yelken vardı. Sandalın, yelkenin temizliği Necip’in pek hoşuna gitti ve Süreyya kendisine tecrübe etmek üzere sandala gelmesini teklif edince kabul ederek iki delikanlı sandala bindi. Rüzgâr hafifçe idi fakat sandal yine iyi yürüyordu. İstihkâmlara doğru yükseldiler. Süreyya eski maharetini göstermek için dümene geçmişti; merak ederek “Acaba dayanır mı?” diyordu. Oradan Kavaklar’a doğru geçtiler. Döndükleri zaman Süreyya memnundu. Necip, Süreyya ile sandalcıları pazarlıkta bırakarak içeri girdi. Onlar gezerken balkonda dayanmış duran Suat’ın yanına çıktı. Suat:
“Nasıl?” dedi.
Necip methetti.
Suat:
“Hava her vakit böyle olmuyor ki.” diyerek salıntı olduğu zaman binilemeyeceğini anlatıyordu; Süreyya da geldi:
“Yemek yiyelim de Beykoz’a sandal ile gideriz.” dedi. Sandalı kışa kadar tutmuştu; şimdi oturup bir küçük bayrak dikmek için meşgul oldular. Bu meşguliyetleri arasında Süreyya hep havayı kolluyor, gittikçe artan rüzgâra bakarak seviniyordu.
Yemekten sonra balkona çıktıkları zaman rüzgârı o kadar muvafık buldu ki bir iki saat geçirip öyle gitmek üzere verilen kararı bozdurmak için uğraşmaya başladı fakat Suat’la Necip saat sekizden evvel çıkmamakta ısrar ediyorlar, gizli hileler bularak işi tehire uğraşıyorlardı. Nihayet Süreyya âciz kaldı, sandal sekizden evvel hareket edemedi.