Читать книгу Eylül (Mehmet Rauf) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Eylül
Eylül
Оценить:
Eylül

5

Полная версия:

Eylül

Eğer geleceğini zannetmeseydi haksızlık edecekti; zira Necip, Suat’ı onun kadar bilmediği hâlde bundan şüphe etmiyordu. Ve birden, kendisine daima mevcut olan tahlil vesvesesi ile bu saadetin de derinliklerine girip hakikati görmek merakına düştü. Elbette bunların da göründükleri kadar mesut olmadıklarını, Suat’ın da hakikat hâlde bu kadar kusursuz bulunmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin bunların karşısındaki hayran vaziyetini pek gülünç buluyordu. İşin karşıdan böyle göründüğünü, esasen kim bilir neden ibaret olduğunu söylerken; niçin hiçbir noksan alameti kendi “müşikâr nazarına”1 isabet etmediğini soruyordu. Birden bir tepki ile “Bu kadarı da bir muvaffakiyet değil mi? Bakalım ben bu kadarına nail olacak mıyım?” dedi.

Akşama kadar dolaşıp nihayet işlerini sevine sevine bitirdikten sonra trene geldikleri zaman büyük bir rahatlık hissettiler. Önlerinde memnun ve mutlu geçecek birkaç gün vardı. Süreyya muvaffakiyetli zamanlarına mahsus evza ve etvarı ile ve hayal ile anlatıyordu: Şimdi Suat’ı bulacaklar, ona anlatacaklar. Süreyya’nın “mücevher kutusu, fildişi yuva” diye tarif ettiği yalıyı o kadar sevecek… Sonra evdekileri nasıl şaşırtacaklar… Süreyya hepsinin taklidini yapıyordu. Fatin kuduracak, beyefendi köpük saçacak…

Necip:

“Ya Hacer?” dedi.

“Hacer mi? Görürsün, o da kocasına bir yalı tutturacak…”

Sonra gülerek:

“Fakat Fatin… Vallah onu boşar da öyle bir halt etmez.” dedi.

O asıl onu görmek istiyordu:

“Ah şu Fatin.” diyordu. “Patlayacak, patlayacak…”

Sonra birden:

“Patlasa da Hacer de kurtulsa.” dedi.

Necip, Suat’ın ciddiyet ve metaneti yanında Süreyya’nın da böyle küçük hislere kapılışına bakıyor fakat kendisi de Fatin’i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını çevirmeden sağa sola bakışı ile o kadar iğrenç buluyordu ki hak veriyordu.

İstasyonda Suat’ı bulur bulmaz bütün emelleri altüst oldu. Süreyya ona müjde verirken o:

“Nafile… Her şey bozuldu.” dedi ve merak ettiklerini görerek anlattı:

“Ben dadıma tembih etmeyi unutmuştum, hepsini Hacer’e söylemiş… Şimdi herkes biliyor.”

Süreyya eyvah makamında elini alnına götürerek:

“Ne söylüyorsun Suat?” dedi. Sonra saadetinin çokluğundan onu da bir muvaffakiyet sayarak:

“Bilsinler, ne yapalım, menetmek de ellerinden gelmez ya…”

Suat öyle düşünmüyordu. “Beyefendi mâni olmak isterse?” diyordu. Süreyya yavrusunu müdafaaya hazırlanan bir canavar mehabet ve tehevvürüyle bakarak:

“Ne?” dedi; azametle omuzlarını kaldırdı, “Ben artık mektebe gitmiyorum.” diye güldü. Sonra arabaya bindikleri zaman Süreyya, “fildişi yuvasını” tarif için her şeyi unuttu. O kadar galeyan ile naklediyor, Suat da deminki kederi unutarak öyle şen şakrak görünüyordu ki Necip bile kendisine, “Bunda sana ait ne var?” diye içinden yükselen zehirli sesi unutarak cereyana kapıldı.

Süreyya methettikçe Suat, Necip’e dönüyor, “Sahi mi Allah aşkına, sahi mi?” diye soruyordu.

Evet, hepsi sahi idi. Bu fildişinden yuva Boğaz’ın üstünde Kavaklar’ın yanında, Yenimahalle’nin bir köşesinde, heyeti mecmuası fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak, Pazarbaşı’nda idi. Otuz yedi liraya tutmuşlardı. İçerisi yarı döşeli idi.

Süreyya:

“Suat, piyano da var.” diyordu.

Bunların hepsi Suat için bir neşe kaynağı oluyordu. Süreyya oranın sükûnundan, gölgesinden, manzarasından galeyanla bahsediyor, söyleyeceği şeylerin çokluğundan eksik anlatarak:

“Deniz, kapısının önüne kadar geliyor Suat, bilsen!” diye sevincinden taşıyordu.

Sonra Suat, Hacer’in nasıl mosmor kesilip “karısının parasıyla sayfiyeye giden” Süreyya’nın artık gözünden düştüğünü nasıl söylediğini anlattı. Süreyya hiddetlenerek “Niçin? Kocanın parası başka, karının parası başka mı olur?” dedi ve zalimleşerek “Herkes kendi kocası, her kadın kendisi mi?” diye söylendi. Suat eliyle ağzını tutarak susturmak istedi. Süreyya haksızlıklara böyle acı mukabele ettiği zaman içi ezilir, onu sevememekten korkardı. Necip’e dönerek:

“Düşününüz Necip.” dedi. “Biz gidince yalnız kalacak, bütün bütün yalnız… Zavallı kız ne yapacağını şaşırıyor, sonra…”

Süreyya, Suat’ın sözlerini kendi fikirleriyle tamamladı:

“Sonra… Sonra da kıskanıyor… Niçin bir şeye kendi adını vermezsiniz? Kıskanıyor… İşte bu… Ve kıskançlığı onu şirret, hain ediyor… Bunda acınacak ne var?”

Köşke geldikleri zaman kapının önünde Hacer’le Fatin’i gördüler. Fatin iki eli böğründe, pantolonunu çekerek ve gözlüğünün üstünden bakıp yılışarak:

“Maşallah efendim, Boğaziçi’nden öyle mi?” dedi.

Yukarıda, balkondan hanımefendinin sesi:

“Allah güle güle oturmak kısmet etsin… Nerde tuttunuz bakayım?” dedi.

Süreyya, Fatin’e omuz kaldırıp annesine cevap verdi:

“Hele yemek yiyelim, uyuyalım da… Rüyayı o zaman görürüz… Ne kadar sabırsızsınız!”

Hacer, öfkesine mağlup olarak birden atıldı:

“Ah, ben biliyorum canım… Bana Behice Dadı söyledi; hatta bak yengem inkâr edemiyordu, amma şimdi hep bir oldular, el birliğiyle saklayacaklar… Fakat ben biliyorum, bugün onlar Boğaziçi’ne gittiler, ev tuttular… Dün para gelmiş…”

Fatin kahkaha ile gülüyordu. Süreyya, Hacer’e dönüp hiddetli bir tavırla:

“Pekâlâ küçük hanım, farz edelim ki öyle olmuş! Bunda ne var? Siz de o kadar istiyorsanız, beyiniz de size tutsun.” dedi.

O zaman Fatin’in pantolonunu bir kere daha çekip sessizce içeriye kaçtığını görerek hep birden güldüler.

Yalnız kaldıkları zaman Süreyya:

“Aman kaçalım, yarından tezi yok kaçalım.” diyordu.

Suat:

“Dur bakayım, izin alalım bir kere.” dedi.

Süreyya:

“Kimden? Neden? İzin mi? O niçin?” diye söylenirken karısı:

“Yok, ben kimseyi darıltmaya razı değilim. Sen o işi bana bırak!” dedi. Ve sessiz, mütebessim gidip beyefendi ile hanımla görüştü. Dönüşünde, “Yalnız Hacer…” dedi, “Onu ne yapacağız?” Ve anlamayarak yüzüne bakan iki erkeğe kederle “Onu da götürsek…” diye yalvardı.

Süreyya yerinden fırlayarak haykırdı:

“Ne? Fatin’i de mi?”

Buna bir karar vermek için müzakere ediyorlardı, bu geç vakte kadar sürdü. Yatma zamanı gelince Necip:

“Artık ben de yarın iniyorum.” dedi ve Suat’a bakarak:

“Bana başka hizmet var mı?” diye sordu.

Suat güldü:

“İzin mi? Bir şartla!” diyerek kocasının yüzüne baktı. Süreyya da gülerek:

“Evet, taşınır taşınmaz postu bizim eve sermek şartıyla.” dedi.

Ertesi sabah kalktıkları zaman Süreyya anlattı ki, gece köşkün öbür köşesinde kıyametler kopmuştu. Hacer kocasını onlar gibi yalı tutup Boğaziçi’ne gitmeye icbar etmiş, o tabii bu teklife kulak asmamış… Süreyya “Yüreğine inmiştir!” diye gülüyor fakat sonra kızıyordu. Bunun üzerine atışmışlar, Hacer’e fenalık gelmiş, bey, hanım hep oraya koşmuşlar. Fatin ısrar etmiş, daha icbar edilirse rahat edeceği bir yere gitmekten başka çaresi kalmadığını söylemiş…

Süreyya:

“Katırı görüyor musun, katırı!” dedi. Sonra babasının barıştırıncaya kadar nasıl uğraştığını söyleyerek, “Katır çeksin meheldir!” dedi. “Araya araya bulduğu yakutu şimdi görsün… Çünkü o kızını evlendirirken bir gün öyle söylemişti: ‘Hanım, aradım amma öyle bir yakut buldum ki…’ Bulduğu yakutu şimdi nargilesinin marpucuna oturtsun da.” diyordu.

Suat darılarak:

“Bey, Bey!” dedi.

“Peki, sustum, sustum amma haydi kaçalım bakayım… Zira artık onların yüzünü görmek istemiyorum…”

Suat yalvardı:

“Yok, sen bir kere Hacer’e söyle de öyle… İstediği vakit gelsin… Söyleyeceksin değil mi?”

Kocasından muvafakat cevabını almadan işe başladı ve Necip kendilerine veda edip ayrılırken Süreyya, Hacer’le konuşmak için odasına gidiyordu.

3

Bir daha on gün sonra Beyker’in önünde rast geldiler.

Necip, Beyoğlu’na doğru yürürken arkasından birinin kolundan tuttuğunu hissetti, dönünce Süreyya’yı gördü:

“Ooo, nereden böyle?”

Öbürü elinden tutup Beyker’e doğru yürüyerek:

“Ya sen?” dedi. “Kırklara mı karıştın, ne oldun? Bizi yarı yolda yalnız bırakmak…”

Necip özür dilemek için söz bulamıyordu; dükkâna girmişlerdi. Süreyya bir çırağa bir şey sordu, sonra öne düştü. İçeri yürüyorlarken:

“Görüyorsun ya.” dedi. “Masraf masraf… Otuz beş kırk lira derken yalı bize altmış liraya oturuyor.”

İçeride ipekli kumaşlara bakmaya başladı, bir taraftan anlatıyordu:

“Ama gelsen de bir görsen… Ha, sahi, ne vakit geleceksin? Bekleyip duruyoruz… Ah Necip, biz bağda meğer cehennemde imişiz, ne yer, ne yer! Ben ilk baktığımız gün bu kadar güzel bulmadımdı. Sabahları, ya akşamları… Hele öğleden sonraki güzellik… Akşamüstü Suat ile beraber çıkıyoruz; orada bir yol var, tepenin kenarında, Kavak’a kadar gidiyor. Ne manzara, ne manzara! Bir kere Büyükdere’ye gittik… Daha istediğimiz gibi gezemiyoruz ki, iyice yerleşemedik. Ev tamam olsun da uzun seferlere çıkacağız… Sen de gelirsin.” dedi.

Sonra kendi de teşvik olsun diye:

“Mayıs, malum ya, Büyükada’nın tam mevsimidir!” dedi.

Süreyya güldü:

“Mayıs Boğaziçi mevsimidir, azizim, Boğaziçi! Sade mayıs değil, bütün sene… Zannederim ki, oraları kışın bile güzeldir. Bir rüzgârı var, aman Yarabbi, bir rüzgârı var Necip! O temiz rüzgâr başka nerede bulunabilir? Sizin adanıza gelen rüzgâr bütün Boğaz’ın üstünden geçip kirlendikten sonra size gelir. Beni mübalağa ediyor zannediyorsun ama geldiğin vakit göreceksin ki hakkım var. Oraya gittiğimizden beri ne kadar fark ettiğimi ben bilirim. Suat bile bambaşka oldu. Bir neşe geldi, bir hayat geldi… Sabahları demir gibi kalkıyoruz, sonra, sana bir şey söyleyeyim mi? En sevdiğim hâli rahatlığı… Ne Fatin var, ne Hacer var… Yapayalnızız!”

Necip hatırlayarak:

“Sahi, onu ne yaptınız? Kandırabildiniz mi?” diye sordu.

Süreyya hiddetle:

“Bırak şu acuzeyi!” dedi. “Bana inan Necip, acuzelik yalnız ihtiyarlarda değil, asıl gençlerde… Bilmezsin bu kadınlar fena olunca ne kadar fena oluyorlar. Kendisine barışmak için gittim de bana ne cevap verdi bilir misin? İmkânı yok… Bana karımı çekiştirdi; evet bana Suat’ı… Anlıyorsun ya? Dur, şuraya girelim, kurdele alacağım. Malum ya, kadın işleri bitip tükenmez… Fakat şikâyet etmeye gelmiyor, azizim; hain şeyler, pek pahalı ama onlarsız elbise de bir şeye yaramıyor…”

Süreyya böyle gamsız kuşlar gibi gevezelenerek her şeyden hafiflikle bahsederken Necip bütün birer saadet olan bu şeylerden mahrum geçen kendi hayatını düşünüyordu. Tünel’e geldikleri zaman Süreyya:

“Artık bana müsaade.” dedi.

Onu çeyrek geçeye doğru Yeniköy’e giden vapura yetişmek istiyordu. Arkadaşının elini sıkarken:

“Ey ne zaman?” diye sordu. Necip tereddüt ediyordu. Süreyya:

“Karışmam. dedi. “Sonra Suat’ı darıltırsın… Onda bilsen ne hazırlıklar var… Senin için ayrıca bir oda hazırlıyoruz… Görüyorsun ya, gelmek bir vazife oluyor. Ne vakit gelsen evdeyiz. Ben haftada iki gün İstanbul’a inmek istiyorum ama daha karar vermedim… Bir de sandal bulduk, onu da alırsak, gelsin keyif. Sahi sen sandalcılığı sevmezsin… Ooo, düdük öttü, adiyö!”

Koşuyordu. Necip arkasından seslendi:

“Selamları unutma…”

Süreyya:

“Unutmam, unutmam.” diye kayboldu.

Necip dönerek kalabalığa karıştı. “Kim der ki şu adam beş senelik bir kocadır!” diyordu. Bu kendisinin yaşamak ve evlenmek hakkındaki bütün felsefesine muhalif bir hâldi fakat işte vaki idi. Ve hayalen Süreyya’yı görüyor, Suat’ı beklerken görüyor, yine onların şevk ve huzur ile geçecek gecelerinin yanında kendi geçireceği gecenin acılığı şimdiden kalbine çöküyordu. Birden:

“Adam sen de, bunlar hep hülya!” dedi. “Onun yerinde ben olsam ilk haftadan bunalırım… Zaten ben hiçbir şeyden memnun olmamak nasibi ile doğmuş değil miyim?”

4

Necip böyle düşünmesine rağmen o pazar Ada’ya gidecek yerde Boğaz’a gitti.

Vapur, Boğaziçi’ne koşuşan halk ile taşarak köprüden çözülüp Boğaz’ın mavi göğsüne gömüldükçe içi açılıyor, gitgide kendinde bir ferahlık duyuyordu. Etrafına bakarak hepsi de memnun, güler yüzlü görünen yolcuların bahar ile kendilerinden geçerek sürdükleri hayat, ona duyduğu sevinçle çok zevkli bir hayat gibi geliyor, geniş nefes alarak, dalgalanan kır yeşilliklerinin, renk renk çiçeklerin taze kokularıyla içinde bir canlılık, bir ferahlık duyuyordu.

Bütün melal ve sıkıntısı Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalmıştı. Her yüzde bir neşe vardı. Vapurun üst güvertesini dolduran halk içinde, kadınların hepsi ona bugün, arzulanmaya değer bir güzellikte görünüyordu. Sahil binalarının yan yana ve birbirlerini kovalamalarındaki hazdan yarı sersem, gözlerinin önünde kaynayan şu coşkun hayattan yarı baygındı. İskeleler kendilerine gelen yolcuları boşalttıkça vapur bir kere nefes alıyor, biraz hafifliyordu. Büyükdere son yolcuları alıp vapur âdeta boşaldığı zaman Necip kendini topladı. Şimdi nasıl bir sevinçle, gıllıgışsız temiz kalplilikle, nasıl bir saadetle karşılanacağını düşünerek seviniyor, gülüyor, nihayetsiz bir memnuniyetle telaş ediyordu. Yalıya doğru yaklaştıkça bu telaş heyecan oluyor, Suat’ı, Süreyya’yı şimdiden görerek kalbi çarpıyordu.

Evvela kendisini Suat tanıdı; eliyle işaret ederek içeri seslendi, o zaman pencerede karı koca ikisinin de başları göründü. Süreyya uzun bir “Ooo!” ile selamladı. Kapıyı hizmetçi kız açtı. İçeri girer girmez kendini merdivenden koşarak inen Süreyya’nın karşısında buldu. Bu sevinçli bir karşılayış oldu. Süreyya:

“Ne iyi ettin de geldin.” dedi. Yukarı çıktılar, Suat ile beraber Süreyya da, Necip’e bugün geleceğini umduklarını söylüyordu. Necip merak ederek:

“Neden?” dedi.

Süreyya izah etti:

“ ‘Hava sabahleyin o kadar parlak, o kadar nefis idi ki.’ Suat, ‘Bugün Necip belki gelir.’ dedi… Ah sabahları erkenden buradaki güzelliği, tazeliği tarife söz bulamıyorum. Denizin nezaketini, tazeliğini, yeşilliğini, nihayet şu Boğaziçi sabahının bekâretini görmeli Necip… Fakat bugün Ada’ya gideceğini bildiğimiz için üzülüyorduk. Buna rağmen bilmem niçin, yine umuyorduk.”

Gülerek karısına baktı:

“Hatta Suat hazırlıkta bile bulundu; malum ya, artık o ev kadını oldu.”

Suat kızararak yarı sitemli:

“Fildişini, beyefendiyi misafir kabul edecek bir hâle koymaya uğraşıyorum.” dedi.

O zaman Necip lafa girdi. Gece Beyoğlu’nda ne kadar bunaldığını, bugün Ada’ya gitmek istediği hâlde oraya gidip birtakım renksiz çehreler, lakayıt dostlar, bigâne kalpler göreceğine gelip fildişi yuvalarındaki dostlarının misafiri olmayı tercih ettiğini anlattı.

“Ah görseniz artık.” dedi. “Görseniz artık Beyoğlu ne kadar tahammül edilmeyecek hâle geldi. Sabahları yine biraz serince oluyor, rutubet biraz işe yarıyor fakat sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı gürültülerinin evlerin içinde nasıl çınladığını bilseniz… Sonra, öğle oldu mu, durmak, oturmak kabil değil. Toz, güneş, ter! İnsan boğuluyor, boğuluyor! Onun için buraları adama bir köy gibi geliyor. Hele bu Yenimahalle… Sahiden fildişinden yuva… Uzak, uzak… Sanki kaçmış, kaybolmuş… Ah buraya gelip dünyayı unuttuğunuza ne iyi ettiniz!”

Süreyya muvaffakiyetinin gülümseyen saadetiyle ilave etti:

“Unutmuş ve unutulmuş, değil mi?”

Sonra Necip’i elinden tutarak:

“Hele şimdi gel de sana kafesimizi gezdirelim, servetimizi gör… Bir kere balkonlu odaya gidelim de bak manzaraya.” dedi.

Bir merdiven çıkarak deniz üzerindeki salona girdiler. Burası evin eni kadar geniş bir oda idi. Panjurları açınca evvela bol bir ışıkla gözleri kamaştı. Suat ilerleyerek balkona çıkan orta kapıyı da açtı, üçü birden balkona geçti. Saçaklarından girmeyen güneş, beyaz, taşkın bir ziya ile burayı, içeriye doğru gittikçe gölgelenen bir parlaklığa boğuyor; denizde, dalgaların oyunlarıyla kıvrımlanarak akseden gölgeler bile bir gümüş beyazlığı ile yıkanıp kendini açığa vurmayan bir sıcaklık içinde güneşten gelen kahkahalar gibi billurlaşıyordu.

Süreyya:

“Asıl buraya bak!” dedi. Karşısında Anadolu’nun Kavaklar’dan başlayıp Beykoz’dan geçerek Paşabahçesi’nden ta Çubuklu’ya, sonra Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’ya, Büyükdere Koyu’nu takip ile Masarburnu’na kadar gelen kıyılar arasındaki çok büyük, geniş gölü gösterdi. Eliyle işaret ederek:

“Nasıl! Tıpkı bir göl, değil mi?” diye sordu.

Necip:

“Cidden güzel!” dedi.

Balkonun kenarına kadar ilerlemişti. Hafif bir rüzgâr okşamasıyla dalgalanan deniz, güneş altında baygın, dermansız serilmiş, girintili çıkıntılı bir gümüş yayla inceleniyor; kıyıların üstünde gözü alabildiğine sürükleyip ufuklarda yoran tepelerin her biri başka gölgeler, dumanlar altında, havasının ateşten titrediği sezilen eflatun, kurşuni, sarı dağ çizgileri, en nihayet geniş bir denizle ışıklar altında ufka gömüldüğü sanılan adalara benzeyerek, ateş koru üstünde ürpere ürpere, ses vermeyen setler gibi sıralanıyordu.

Süreyya tekrar:

“Nasıl muhteşem değil mi?” diye sordu. “Sonra birden alevlenerek, ‘Ya bu rüzgâr!’ dedi. Sorarım sana, bu rüzgârı başka nerede bulursun Necip? İmkânı var mıdır? Bu temiz, bu saf… Suat’ın dediği gibi köpüre köpüre esen rüzgârı… Şu sevince, şu tazeliğe, şu hayata bak Allah aşkına… Bağ diye gidip o cehennem ocağına tıkılmak yazık değil mi?”

Necip oraya, bir büyük saksının yanına konmuş geniş bir hasır koltuğa oturarak:

“Muhteşem, muhteşem!” diye tekrar etti.

Karı koca memnun, saadetleri gözlerinde gülerek birbirlerine bakıyorlardı.

Suat:

“Daha bu ilk memnuniyetin arkası alınmadı.” dedi. “Her gün başka bir güzellik var.”

Süreyya Suat’a gözleriyle teşekkür ederek baktı:

“Ah, bütün bunların senin sayende olduğunu düşündükçe… Benim sevgili karıcığım!”

Suat elini tutmak için uzanan ellerden kaçıp kırgınlıkla gözlerini süzerek:

“Bak yine söylüyorsun.” dedi, “Şu fena kelimeyi yine ediyorsun.”

Süreyya gülüp, çırpınarak:

“Ne yapayım, unutuyorum… Affet Suat.” dedi. Sonra Necip’e döndü:

“Bir türlü kendimi menedemiyorum. Hâlbuki ‘karıcığım’ sözü bizim hanımefendinin en büyük zıddı…”

Necip bu küçük, içli dışlı aile meclisinde yarı dalgın, derin bir acı ile kendi kendine “Evet, insanın bir karısı olup da onu sade ismiyle çağırmak saadeti…” diye esefleniyordu.

Süreyya nihayet Suat’ın elini tutmuştu. Necip’e dönüp:

“Evet kardeşim.” dedi. “Biz artık Boğaziçi’nin mesut, saadetlerinden çılgın kuşları! Buna rağmen bu saadet ara sıra gagalaşmamızı menetmiyor. Hele ben… Tasavvur et ki artık her şeyime itiraz olunuyor. Hatta hamaratlığıma bile…”

Suat haklı olduğunu ispat için telaş ederek:

“Ooo, özellikle ona.” dedi. “Her gün kaleme gitmeye kalkmaz mı?”

Süreyya latife eder gibi yine hep Necip’e anlatıyordu:

“Ey ne yapalım? Para kazanmak lazım değil mi? İşte pekâlâ görülüyor ki ana baba adama para vermiyor. Hâlbuki her sene insan karısının parasına boyun eğmez ya… Ev tutulmasına ne ise… Fakat karısının ekmeğine…”

Suat, uzaktan gelen kulak kabartmış bir kuş tavrıyla başını eğerek yarı sitemli bir gülümseyişle dinliyordu. Sonra birdenbire kıpkırmızı kesildi, “Devam edersen… Devam edersen…” diye eliyle tehdit ediyordu. Süreyya elini bırakmadığından darılmış da kurtulmak istiyormuş gibi çırpınıyor, siyah gözlerinde hiddet şimşeği çaktırarak kurtulmaya uğraşıyordu.

Süreyya koyuvermeyerek:

“Haklı değil miyim, Necip Bey?” diyordu. “Pekâlâ, ister misin şimdi Necip’i hakem tayin edelim?”

Suat nihayet mağlup olup durdu:

“Pekâlâ, ben onun insafından eminim fakat evvela ben anlatacağım.”

Hafif bir inatçılık oldu. Önce hangisinin anlatması lazım geldiğini kararlaştırdılar. Suat, uzun zaman her gün evde oturmaya alıştırdıktan sonra şimdi İstanbul’a inmeye kalkmasını istemiyor, “Özellikle asıl yeni misafir olduğumuz için çıkıp kırdan, bahardan, buradan istifade edeceğimiz yerde her gün İstanbul’a inilir mi?” diye şikâyet ediyordu.

Süreyya gaddar çocukluk ederek, “Niçin inilmesin?” diyor, gülerek, Suat’ın elini hâlâ bırakmıyordu. Hizmetçi kızın balkon kapısında görünüp işaret etmesi Suat’ı bütün bütün kurtulmak çaresini aramaya mecbur etti. Süreyya, “Olmaz, olmaz, göndermeyiz.” diyordu; “hem misafiri yalnız bırakıp gitmek…”

Necip:

“Mademki ev işi için.” dedi.

Süreyya çıkıştı:

“İşte ben de bundan bıktım… Buraya geldik geleli bu hain evin işi bitmiyor. İşte ben de bundan şikâyet ediyorum. Evde akşama kadar beni oturmaya alıştırıp, akşamları ev kadınlığını bahane ederek ortadan kaybolduktan sonra benim her gün kaleme gitmeye hakkım yok mu?”

Suat:

“İşim var, canım!” diye darıldı. Nihayet darılmakla bir iş göremeyeceğini anlayınca yalvarmaya mecbur oldu:

“Allah aşkına bırak.” dedi. Gözleri rica ile yanıyor, perişan bakıyor, dudakları titreyerek yalvarıyordu.

“Gideyim bakayım, bırak… Allah aşkına bırak…”

Süreyya, çabuk geleceğine yemin etmeyince bırakmadı. Ve iki erkek yalnız kaldıkları zaman Süreyya karşısındaki koltuğa arka üstü yatıp yarı mahzun:

“İşte böyle kardeşim.” dedi. “Sana yemin ederim ki onsuz kalsam ölürüm…”

Sustular. Rüzgârın sade ürperterek geçtiği sakin dalgaların çakıllar arasındaki oyuklardan çıkardığı sesle uyuşturucu bir hışırtı oluyor, bu ses denizin parıltılarından çıkıyor zannedilecek kadar o parıltıların ahengine uyuyordu.

Necip:

“Demek her gün böylesiniz?” dedi.

“Evet fakat sade bu değil, hele kalk da bak; ne letafet ne letafet…”

Necip birden acı bir teessüfle bu gece Beyoğlu’na dönmek mecburiyetinde olduğunu hatırladı ve “Vah vah!” diyerek Süreyya’ya bunu haber verince o, koltuğundan fırladı:

“Ne? İmkânı yok! Vallah billah olmaz. İnsan Boğaziçi’ne gelip böyle hemen dönmeye kalkarsa cinayet işlemiş olur, her cezaya müstahaktır.” dedi.

Necip söz verdiğinden bahsederek affedilmesini rica etti, Süreyya inat ile:

“Koyvermeyiz, imkânı yok… Suat kabil değil razı olmaz.” dedi.

Bu kadarla Necip’i ikna etmiş gibi başka bahse, konuşulan bahse geçti, buradaki hayatlarını anlatmaya başladı.

O asıl, sabahları seviyordu, oturdukları odanın üstünde yatıyorlardı. Evvela güneş, o cehennem güneşi, o siyah dumanlı, insanın belini büken güneş değil, saf ve taze bir güneş gelip odaları aydınlatıyor, “Uyanınız!” diyordu. Sabaha kadar deniz insana mahrem ve şen bir ninni söylüyor, bazen kızarak gürlüyor, köpürüyor fakat çok kere böyle sakin, bir kuzu gibi bezgin ve uslu… Suat her gün bu güneşle beraber uyanıyor, sıçrayıp camları açıyordu. O zaman içeri sabah, hayat, neşe, hele gençlik bütün bunlar, her şey, sade bu güneşle, sade denizin sesleriyle odalarına, kalplerine hücum ediyordu. İnsanı gelip böyle koklayarak ısıtan, denizin körpeliği ile serin bir sıcaklık veren güneşle yıkanıyorlardı… İşte Süreyya buna doyamıyordu.

“Bazen Suat bir şemsiye, ben bir baston alıp çıkıveriyoruz. Burada ağaçlıklar, korular falan yok ama şu arkada Kavak’a giden ince bir çoban yolu var… Oraya gelince Karadeniz görünüyor. İşte o her şeye bedel…”

Eğer Suat’ın bu ev deliliği olmasaydı daha uzaklara gideceklerdi. Fakat o inat ediyor, mutlaka, her yemekte kendi eliyle hazırlanacak bir şey, göz gezdirilecek işler buluyordu. Her neyse, bu güzel sabahtan sonra sofra başında karısını karşısına alıp da sükûn ve samimiyet içinde yemeğini yerken hayatından duyduğu zevke doyum olmuyordu.

Süreyya bunu söyledikten sonra göz kırpıp “Öyle mi zannedersin?” diye öğleyi methetmeye başladı. Öğleden sonra buraya, balkona çıkıyorlar, kamış koltuklara uzanıyorlardı; hararet çoğalmış fakat aşağıda deniz hâlâ serin… Onun seslerinde öyle çığırtkan bir ahenk çağlıyordu ki, insan kendini yeşil suların arasında zannediyordu. Rehavet, bu serinliğin, bu yarı hararetin arasında yavaş yavaş öyle bir dereceye geliyordu ki, yarı uykuda, yarı uyanık süzülüp gidiyorlardı. Bu böyle iki saat devam ediyordu, sonra gezmeye çıkıyorlardı. Akşam gezmesine… Bir arabaya atlayınca Büyükdere’ye doğru…

Sonra gece İstanbul’un en zarif, en süslü, en sakin geceleri… Aydınlığa lüzum hissetmeksizin, semanın denize akseden bütün nurları o kadar şen, o kadar gevşeklik veren ışıklar yağdırıyordu ki, o gölgenin içine gömülmüş, yarı ölmüş kalıyorlardı. O zaman denizin, gökyüzünün, karşıki kırların tasvir olunmaz letafetleri vardı.

Süreyya uzanmış, sade ellerini kullanarak, bazen bahisten bahise geçmek için biraz durarak, kelime kelime anlattıkça Necip sessiz dinliyordu. Nihayet Süreyya:

“İşte hayatımız.” dedi. “Yemin ederim ki, hiç bu kadar mesut olduğumu bilmiyorum.”

O sırada Suat’ın sesini işittiler.

“Şükretmeli, şükretmeli.” diyordu. Süreyya yattığı yerden kımıldamayarak:

“Sen şükredeceğine buraya bak.” dedi ve eliyle Necip’i göstererek, “Akşama gidiyormuş!” dedi.

Suat şaşalamış:

“Kabil değil, latife ediyorsun.” dedi.

Süreyya temin ediyordu; sonra gülerek:

“İşte bir haber ki, Suat’ın bütün tasavvurlarını harap etti. O kim bilir yeni ev kadını sıfatıyla ne hazırlıklarda bulunmuştu.” dedi.

Suat, Necip ile meşgul iken bu söz üzerine kocasına dönüp tehditli bir kaş çatışıyla:

“Susmak ne iyi şeydir!” dedi.

bannerbanner