
Полная версия:
Teröristler
Gunvald Larsson akışın programdan önde gittiğini fark eden tek kişi değildi. Cassavetes y Larrinaga telsizine hızlı hızlı ama sakinlikle bir şeyler söyledi, sarışın misafirine gülümsedi ve ışıl ışıl çeşmelere doğru baktı, özel eğitimli polislerden oluşan ilk motosiklet konvoyu yeşil üniformalı polislerin arkasında belirmeye başlamıştı.
Gunvald Larsson başka tarafa baktı. Tam altlarında puro içen bir istihbarat görevlisi, sokağın ortasında volta atıyor, çevredeki çatılara yerleştirilmiş nişancı polislere bakıyordu. Polis sırasının arkasında yanları mavi çizgili taksiler ve önlerinde sarı siyah açık faytonlar dizilmişti. Faytoncular da sarı siyah giyinmişti ve atların alnına sarı siyah tüyler takılmıştı.
Tüm bunların arkasında palmiye ağaçları, akasyalar ve birkaç sıra meraklı insan duruyordu. Küçük bir grup, otoritelerin onayladığı dövizler, o boğa boyunlu, şiş suratlı ve siyah metal çerçeveli gözlüklü kafanın fotoğrafını taşıyordu. Anlaşılan başkan pek sevilen bir ziyaretçi değildi.
Kortej çok hızlı hareket ediyordu. İstihbarat araçlarından birincisi balkonun altına varmıştı bile. Güvenlik uzmanı, Gunvald Larsson’a gülümsedi, her şey yolunda dercesine başını salladı ve kâğıtlarını toplamaya başladı.
Tam o anda, kurşungeçirmez Cadillac’ın tam altında yer yarıldı sanki.
Oluşan basınç dalgası iki adamı da arkaya fırlattı ancak Gunvald Larsson’un en önemli özelliği güçlü olmasıydı. İki eliyle tırabzanları kavrayıp yukarı baktı.
Yol yanardağ gibi tam ortasından yarılmıştı ve içinden yaklaşık on beş metreye kadar dumanlar yükseliyordu. Bir sürü şey alev alarak uçuşuyordu. İçlerinden en göze çarpanları; kurşungeçirmez Cadillac’ın arka tarafı, yan tarafında mavi çizgi bulunan ters dönmüş siyah bir taksi, alnında sarı siyah tüylü bir bant olan yarım bir at, siyah botlu ve yeşil üniformalı bir bacak ve parmaklarının arasında puro tutan bir koldu.
İçinde yanıcı maddeler de bulunan bir sürü şey üzerine yağmaya başlayınca Gunvald Larsson eğildi. Tam üstündeki yeni takım elbisesini düşünürken bir şey göğsüne sertçe çarpıp onu balkonun mermer zeminine geri fırlattı.
Patlamanın gümbürtüsü sonunda dindiğinde çığlıklar, imdat çağrıları, ağlayan birisi ve histerikçe küfürler ederek bağıran başka birisi duyuldu, derken insan sesleri bir itfaiye arabası ve ambulans sirenleri altında duyulamaz oldu.
Gunvald Larsson ayaklandı, ciddi yaralanmadığını fark etti ve onu deviren şeyin ne olduğuna baktı. Ayaklarının dibinde yatıyordu. Boğa boyunlu ve şiş suratlı kafaydı, ne tuhaftır ki siyah metal çerçeveli gözlük hâlâ gözündeydi.
Güvenlik uzmanı da apar topar ayağa kalktı, belli ki o da yaralanmamıştı ama iki dirhem bir çekirdek hâlinden eser yoktu. Tüm şaşkınlığıyla balkondaki kafaya baktı ve istavroz çıkardı.
Gunvald Larsson takım elbisesine baktı. Mahvolmuştu. “Lanet olsun,” dedi.
Sonra da ayaklarının dibinde yatan kafaya baktı. “Belki de eve götürmeliyim,” dedi kendi kendine. “Hatıra olarak.”
Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga misafirine sorgulayan gözlerle baktı. “Felaket,” dedi.
“Evet, öyle denebilir,” dedi Gunvald Larsson.
Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga o kadar perişan görünüyordu ki Gunvald Larsson konuşmak zorunda hissetti, “Ama kimse seni suçlayamaz. Ayrıca gerçekten feci çirkin bir kafası var.”
3
Gunvald Larsson’un güzel manzaralı bir balkonda bu garip anı yaşadığı aynı gün, Rebecka Lind adında on sekiz yaşında bir genç kız Stockholm şehir mahkemesinde, silahlı bir banka soygunu nedeniyle yargılanıyordu.
Davanın savcısı, birkaç yıldır ülkeye veba gibi yayılan silahlı banka soygunlarında uzman olan Buldozer Ollson’du. Hâliyle evde çok az vakit geçirebilen umursamaz bir adamdı, mesela karısının onu tamamen terk ettiğini ve yastığına kısa ve öz bir mesaj bıraktığını fark etmesi üç haftasını almıştı. Bu hayatında pek bir şey değiştirmemişti, ne de olsa her zamanki tez canlılığı sayesinde üç gün içinde yeni birini bulmuştu. Buldozer Olsson’un yeni hayat arkadaşı, ona kayıtsız bir şekilde büyük bir sadakatle hayranlık besleyen sekreteriydi ve o günden beri takım elbiseleri kesinlikle daha az buruşuktu.
Bugün de duruşmanın başlamasına iki dakika kala nefes nefese yetişmişti. Şişman ama çevik, ufak tefek, şen bir adamdı ve hayat doluydu. Hep parlak pembe gömlek giyerdi, kravatları zevksizliğin ötesindeydi. Gunvald Larsson onunla aynı özel ekipte çalışırken neredeyse kafayı yiyecekti.
Mahkemenin boş ve yeterince ısıtılmamış bekleme odasında etrafına baktığında beş kişi dikkatini çekti. İçlerinde kendi şahitleri vardı ama aralarında bir kişiyi görünce büyük bir şok yaşadı. Bu kişi Cinayet Büro şefinin ta kendisiydi.
“Burada ne arıyorsun?” dedi Martin Beck’e.
“Şahit olarak çağrıldım.”
“Kim çağırdı?”
“Savunma makamı.”
“Savunma makamı mı? O ne demek?”
“Braxén, savunma avukatı,” dedi Martin Beck. “Anlaşılan bu davayı o almış.”
“Densiz,” dedi Bulldozer, bariz sinirli bir şekilde. “Bugün üç toplantı, iki tutuklama yaptım ve şimdi oturup tüm ikindi boyunca Borazan’ı dinlemek zorundayım. Sen bu dava hakkında bir şey biliyor musun?”
“Pek bilgim yok ama Braxén gelmem gerektiğini düşündürtecek kadar ikna etti beni. Ayrıca şu anda özel bir işim yok.”
“Siz Cinayet çalışanları gerçek işten bihabersiniz,” dedi Buldozer Olsson. “Kayıtlarda otuz dokuz davam var, bir o kadar da askıda. Bir süre benimle çalışsan anlardın.”
Buldozer Olsson birkaç istisna haricinde sahiden de bütün davalarını kazanırdı. Bu da kibarca söylemek gerekirse, yargı sistemi için pek hoş değildi.
“Ama iyi zaman geçirirsin,” dedi Olsson. “Borazan eminim sana güzel bir şov hazırlamıştır.”
Konuşmaları duruşmaya çağrılmalarıyla sona erdi ve ilgili kişiler, önemli bir istisna dışında, şehir adliyesinin sefil durumdaki mahkeme salonuna girdi. Pencereler büyük ve heybetliydi, ki bu da neden uzun zamandır temizlenmediklerinin açıklaması olabilirdi.
Hâkim, yardımcı hâkim ve yedi jüri üyesi uzun bir kürsünün arkasındaki platformda mahkeme salonuna büyük bir ciddiyetle bakıyordu.
Sanık küçük bir yan kapıdan içeri sokuldu, omuzlarına kadar sarı saçlı, somurtkan ve kahverengi gözlü bir kızdı. Dalgın görünüyordu. Üstünde incecik bir kumaştan yapılmış soluk yeşil, işlemeli bir elbise ve ayaklarında siyah tahta sabo vardı.
Salondakiler oturdu.
Hâkim, kürsünün solunda oturan kıza dönüp, “Bu davada sanık, Rebecka Lind’dir. Siz Rebecka Lind misiniz?”
“Evet.”
“Daha yüksek sesle konuşmanızı rica edebilir miyim?”
“Evet.”
“Bin dokuz yüz elli altı yılında üç ocak günü doğdunuz, doğru mu?”
“Evet.”
“Sanıktan daha yüksek sesle konuşmasını rica etmek zorundayım.” Bunu da sanki bir ritüel gereği tekrarlanması gereken bir cümle gibi söylemişti ama aslında bunda haklıydı çünkü mahkeme salonu akustik bakımdan zayıftı.
“Savunma avukatı Hedobald Braxén gecikti sanırım,” diye devam etti. “Bu arada biz de tanıkları çağırabiliriz. Savcının iki şahidi var; banka veznedarı Kerstin Franzén ve polis memuru Kenneth Kvastmo. Savunma makamının şahitleri ise Cinayet Büro’dan Başkomiser Martin Beck, polis memuru Karl Kristiansson, banka müdürü Rumford Bondesson ve ev ekonomisi öğretmeni Hedy-Marie Wirén. Savunma makamı aynı zamanda, bir şirket sahibi olan Walter Petrus’u da çağırdı fakat bu şahıs katılamayacağını ve bu davayla hiçbir ilişkisi olmadığını beyan etti.”
Jürideki adamlardan biri kıs kıs güldü.
“Şahitler artık dışarı çıkabilir.”
İki polis bu tür durumlarda her zaman olduğu gibi üniforma pantolonlarını, siyah ayakkabılarını ve iğrenç ceketlerini giymişti. Martin Beck, banka müdürü, ev ekonomisi öğretmeni ve veznedar hep birlikte bekleme bölümüne geçti. Mahkeme salonunda sadece sanık, gardiyanı ve bir izleyici kaldı.
Buldozer yaklaşık iki dakika boyunca pürdikkat kâğıtlarını inceledi, sonra izleyiciye merakla baktı, Buldozer’e göre otuz beş yaşlarında bir kadındı. Önünde defteri açık şekilde bankta oturuyordu. Boyu ortalama uzunluktaydı ve pırasa gibi saçları çok uzun değildi. Soluk bir kot pantolon, rengi belirsiz bir gömlek ve bilekten kayışlı sandalet giymişti. Güneşte yanmış, taraklı ayakları vardı. Ayak parmakları düzdü. Gömleğin içinden iri meme uçları gözüküyordu ve dümdüz göğüsleri vardı. En dikkat çekici özelliği keskin burnuydu ve keskin masmavi bakışlarıyla küçük, köşeli yüzü vardı, şu anda bakışlarını salondakilere yöneltmişti. Bakışları özellikle sanık ve Buldozer Olsson üstünde uzun süre kaldı; ikincisine o kadar uzun ve delici baktı ki adam ayağa kalkıp kendine bir bardak su almak ve kadının arkasına geçmek zorunda kaldı. Kadın hemen arkasını döndüğünde onunla göz göze geldi.
Kadın cinsel olarak Buldozer’in tipi değildi, tabii eğer bir tipi varsa ama bu kadının kim olduğunu çok merak ediyordu. Arkadan incelendiğinde kadının sıkı fiziği olduğunu, biraz bile tombul olmadığını gözlemledi.
Bekleme alanında dikilen Martin Beck’e sorsaydı bir şeyler öğrenebilirdi. Örneğin, kadının otuz beş değil otuz dokuz yaşında olduğunu, kayda değer bir sosyoloji alt yapısı olduğunu ve şu anda sosyal hizmetler bünyesinde çalıştığını söyleyebilirdi. Martin Beck aslında onun hakkında çok şey biliyordu fakat çok azını açıklamak isterdi, zira çoğu ona özeldi. Kadının adını sorsalardı adının Rhea Nielsen olduğunu söylerdi.
Belirtilenden yirmi iki dakika sonra kapılar ardına kadar açıldığında Borazan belirdi. Bir elinde dumanı tüten bir puro, diğerinde evraklarını taşıyordu. Soğukkanlı bir şekilde belgeleri inceledi ve hâkim üç kere manalı manalı boğazını temizlemek zorunda kaldıktan sonra dalgın dalgın purosunu mahkeme salonu görevlisine uzatıp dışarı çıkarttırdı.
“Bay Braxén şimdi geldi,” dedi hâkim iğneleyici bir sesle. “Duruşmaya başlamadan başka itirazı olan var mı?”
Buldozer hayır anlamında başını sallayıp şöyle dedi, “Hayır, kesinlikle hayır. Benim için yok.”
Braxén ayağa kalkıp tam ortaya yürüdü. İçerideki herkesten yaşça daha büyüktü, göz dolduran, göbekli, otoriter bir adamdı. Aynı zamanda oldukça zevksiz ve modası geçmiş bir şekilde giyinmişti ve titiz olmayan bir kedi için, yeleğindeki yemek lekelerinden bir öğün çıkardı. Uzun bir sessizliğin ardından, o arada Buldozer’e tuhaf bakışlarını dikip şöyle dedi; “Bu küçük kızın şu an burada olmaması gerektiği gerçeği dışında benim de adli bir itirazım yok. Gerçeklere dayanarak konuşuyorum.”
“Şimdi iddia makamı başlayabilir mi lütfen,” dedi hâkim.
Buldozer sandalyesinden fırladı, başı öne eğik, evraklarını serdiği masanın etrafından dolaşmaya başladı.
“Rebecka Lind’in bu yıl 22 Mayıs Çarşamba, PK Bank’ın Midsommarkransen şubesinde yaptığı silahlı soygundan ve ardından onu gözaltına almaya gelen polislere direnip bir yetkiliye saldırmaktan suçlu olduğunu iddia ediyorum.”
“Sanık ne diyor?”
“Sanık suçlu olmadığını söylüyor,” dedi Braxén. “Dolayısıyla tüm bu… boş ve saçma lafları inkâr etmek benim görevim.”
Tekrar Buldozer’e dönüp hüzünlü bir sesle ekledi: “Masum insanları suçlamak nasıl bir duygu? Rebecka, tarladaki havuçlar kadar suçsuzdur.”
Herkes bu orijinal benzetmeyi hayal etmeye başladı. Sonunda hâkim, “Buna mahkeme karar verecek, değil mi?” dedi.
“Maalesef,” dedi Borazan.
“Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu hâkim, keskin bir şekilde. “Artık Bay Olsson sunumunu yapabilir mi lütfen?”
Buldozer izleyiciye baktı, ki o da Braxén’e kısa bir bakış attıktan sonra, bakışlarına doğrudan karşılık verdi, ardından gözleri hâkime, yardımcı hâkime, jüriye ve son olarak sanığa döndü. Rebecka Lind uzaklara dalmış gibiydi, bu manyak bürokratlardan ve olası tüm iyi ve kötülüklerden uzaktaydı.
Buldozer ellerini arkasında kenetleyip volta atmaya başladı. “Evet, Rebecka,” dedi arkadaşça bir tavırla, “senin başına gelenler maalesef bugünlerde birçok gencin başına geliyor. Sana yardımcı olmaya çalışacağız… Sanırım sana adınla hitap edebilirim?”
Kız bu soruyu duymamış gibiydi, tabii bu bir soruysa.
“İnceleme ve soruşturma gerektirmeyen bir dava bu. Mahkemeye sevkinden de açıkça görüldüğü gibi…” Braxén düşüncelere dalmış gibiydi ama şimdi birden iç cebinden bir puro çıkardı, Buldozer’in göğsünü işaret edip bağırdı, “İtiraz ediyorum! Mahkemeye sevk edilirken ne ben ne de başka bir avukat oradaydık. Bu kız, yani Camilla Lund, avukat hakkı olduğu konusunda bilgilendirilmiş miydi?”
“Rebecka Lund,” dedi yardımcı hâkim.
“Evet, evet,” dedi Borazan sabırsızca. “Bu da tutuklanmasını yasa dışı kılar.”
“Hiç de değil,” dedi Buldozer. “Rebecka’ya soruldu, cevabı fark etmez oldu. Fark etmezdi de. Birazdan göstereceğim gibi, dosya gün gibi aşikâr.”
“Daha bu sevkin kendisi yasalara aykırı,” dedi Borazan sonuca bağlayarak. “İtirazımın kayıtlara geçmesini talep ediyorum.”
“Evet, Rebecka,” diye devam etti Buldozer, en temel özelliklerinden biri olan çekici tebessümüyle. “Şimdi açıkça ve dürüstçe, olayları yani 22 Mayıs günü sana ne olduğunu ve tüm bunların sebebini netleştirmeye çalışalım. Bir banka soydun, çaresizlik ve düşüncesizlikle yaptın, arkasından bir polise saldırdın.”
“İddia makamının kelime seçimlerine itiraz ediyorum,” dedi Borazan. “İddia makamının hem şahsıma, hem de bu kıza karşı tavırlarına itiraz ediyorum.”
Buldozer ilk kez sinmiş gibi göründü. Fakat çok geçmeden kendini toparladı ve her zamanki formuna kavuşarak, el kol hareketleriyle ve gülümseyerek, her ne kadar Braxén kırk iki kere daha lafını kesse ve sık sık anlaşılamaz itirazlarda bulunsa da davasına sonuna kadar devam etti.
Kısaca olay şöyleydi: Mayıs ayının 22’sinde saat ikiyi biraz geçe Rebecka Lind, PK Bank’ın Midsommarkransen şubesine girip veznedarlardan birine doğru gitmişti. Omzunda büyük bir çanta taşıyordu ve çantayı bankoya koymuştu. Sonra para istemişti. Veznedar, kızın üstünde büyük bir bıçak olduğunu fark etmişti ve torbaya toplamda beş bin İsveç kronu doldurmadan önce, ayağıyla polis düğmesine basmıştı. Rebecka Lind’in ganimetleriyle bankadan ayrılmasına fırsat kalmadan ilk devriye polisi olay yerine intikal etmişti. Silahını çekmiş iki polis memuru bankaya girmiş ve soyguncunun silahını ele geçirmişti, bu esnada büyük bir kargaşa çıkmış ve o arbedede paralar yere saçılmıştı. Polis, soyguncuyu gözaltına almış ancak davalı şiddet göstererek direnmiş, polislerin üniformalarına zarar vermişti. Kızı arabayla Kungsholm’daki merkeze getirmişlerdi. Soyguncu, yani on sekiz yaşındaki Rebecka Lind önce Kriminal Şube’deki nöbetçi polise getirilmiş, ardından banka soygunlarıyla ilgilenen özel departmana sevk edilmişti. Silahlı banka soygunu ve bir polise saldırıdan suçlanıp hemen gözaltına alınmıştı, ertesi gün de Stockholm ağır ceza mahkemesine çıkmadan önce kısa bir tutanakla durumu bildirilmişti.
Buldozer bu süreçte adli formalitelerin bir kısmının uygulanmadığını kabul etti ancak teknik açıdan bakılırsa, bunların önemli olmadığının altını çizdi. Rebecka Lind’in kendisi savunmasıyla pek ilgili değildi ve zaten bankaya para almaya gittiğini hemen itiraf etmişti.
Herkes saate bakmaya başladı ancak Buldozer Olsson, duruşmaların ertelenmesinden hoşlanmazdı, bu yüzden hemen birinci şahidi olan banka veznedarı Kerstin Franzén’i çağırdı. Kadının tanıklık ifadesi kısaydı ve şu ana kadar anlatılanların hepsini teyit ediyordu.
Buldozer, “Bunun bir soygun olduğunu ne zaman anladınız?” diye sordu.
“Çantasını bankoya koyup para istediği anda. Sonra bıçağını gördüm. Çok tehlikeli bir şeye benziyordu. Hançer gibi bir şeydi.”
“Parayı neden verdiniz?”
“Aldığımız talimatlara göre bu tür durumlarda herhangi bir direniş göstermememiz, soyguncunun dediğini yapmamız gerekiyor.”
Bu doğruydu. Bankalar yaşam sigortası ödeme ve yaralanan çalışanların masraflarını karşılama riskini göze almak istemiyordu.
Gök gürültüsü gibi bir ses mahkeme salonunu sarsar gibi oldu. Bu ses Hedobald Braxén’in geğirmesiydi. Bu olay çok sık yaşanırdı ve adamın takma adı buradan geliyordu.
“Savunma makamının bir sorusu var mı?”
Borazan hayır anlamında başını salladı. Bir kâğıda bir şeyler yazmakla meşguldü.
Buldozer sıradaki tanığını çağırdı.
Kenneth Kvastmo kürsüye çıkıp üşenmeden yemini tekrar etti. İfadesi her zamanki teraneyle başladı: Bin dokuz yüz kırk iki yılında Arvika’da doğdu, polis memuru, önce Solna’da, daha sonra Stockholm’de devriye hizmetinde görev almıştır.
Buldozer şapşal bir biçimde, “Kendi cümlelerinle anlat,” dedi.
“Neyi?”
“Ne olduğunu tabii.”
“Evet,” dedi Kvastmo. “O, yani katil orada duruyordu. Eh, elbette kimseyi öldürmeyi başaramamıştı. Karl tabii ki her zamanki gibi hiçbir şey yapmadı, dolayısıyla ben panter gibi onun üstüne atladım.” Bu benzetme maalesef biraz gülünçtü çünkü Kvastmo kocaman popolu, kısa ve ensesi kalın, etli butlu yüzlü, biçimsiz ve izbandut gibi bir adamdı.
“Tam bıçağı çekmeye çalışırken sağ elini yakaladım ve onu kelepçeleyip gözaltına alındığını söyledim. Onu arabaya kadar taşımak zorunda kaldım, arka koltuğa oturunca şiddetli bir şekilde karşı koydu, derken durum bir kanun çalışanına saldırıya dönüştü çünkü omuz kayışlarımdan biri neredeyse kopacaktı. Karımın televizyonda izlediği bir şey olduğundan dikmek zorunda kalınca tepesi attı, aynı zamanda ceketimin bir düğmesi kopmuştu ve karımda lacivert ip kalmamıştı, karımın adı Anna-Greta. Bankada işimiz bitince Karl bizi şubeye getirdi. Sonra bir daha şiddet göstermedi, sadece bana domuz dedi ama bu bir polise hakaret sayılmaz. Domuz, teşkilata saygısızlık ya da küçümseme içermez, yani bu olayda bendeniz olan polis memuruna ya da teşkilatın geneline hakaret sayılmaz, değil mi? Bunu söyleyen o, oradaki.” Rebecka Lind’i işaret etti.
Adam durumu anlatırken Buldozer de seyirci kadını izliyordu, kadın not almakla meşguldü ve şimdi dirsekleri bacağında, çenesi avucunda oturmuş, odaklanmış bir şekilde bir Braxén’i, bir Rebecka’yı gözlemliyordu. Yüzü bayağı sıkıntılıydı ya da derin bir huzursuzluk içindeydi. Eğilip bir eliyle ayak bileğini kaşırken diğer elinin tırnağını ısırdı. Şimdi tekrar Braxén’e bakıyordu ve yarı kapalı mavi gözlerinde hem bezginlik hem de hafiften umut okunuyordu.
Hedobald Braxén sadece fiziksel olarak oradaydı sanki, delillerin tek kelimesini bile duymuş gibi değildi.
“Sorumuz yok,” dedi.
Buldozer Olsson buna sevinmişti. Dava kolayca sonuçlanacaktı, tam da en başından belirttiği gibi. Tek sorun, fazla uzun sürmesiydi. Şimdi hâkim bir saatlik ara ilan ederken coşkuyla başını sallayıp onayladı ve kısa, yaylanan adımlarla kapıya yürüdü.
Martin Beck ve Rhea Nielsen bu aradan faydalanıp Amarante’ye gittiler. Açık sandviç ve biralarını bitirdikten sonra kahve ve brendi ile öğünlerini tamamladılar. Martin Beck uzun ve sıkıcı saatler geçirmişti. Rönn ve Strömgren’le çalışmak için merkeze gitmişti ama pek verimli olmamıştı. Strömgren’den hiçbir zaman hoşlanmazdı ve Rönn ile ilişkisi de karmaşıktı. Doğrusu şu ki Kungsholms’da artık hiç arkadaşı kalmamıştı; hem orada, hem de Emniyet Müdürlüğü’nde ona hayran olan birçok kişi vardı, diğerleri ondan nefret ediyor ve daha çoğunlukta olan üçüncü grupsa ona imreniyordu. Lennart Kollberg ayrıldığından beri Västberga’da hiç arkadaşı yoktu. Benny Skacke Kollberg’in yerine Martin Beck’in tavsiyesiyle alınmıştı. Martin Beck bazen oturup gözlerini boşluğa dikiyor, Kollberg’in orada olmasını umuyordu; artık alışmıştı ama tıpkı bir çocuğunu ya da bir yakınını kaybetmiş gibi onun yokluğunun yasını tutmuştu.
Bir süre Rönn’ün odasında oturup sohbet etmişti ama Rönn hem ilgisiz bir arkadaştı, hem de çok işi vardı.
“Acaba Gunvald neler yapıyordur,” dedi Rönn. “Onunla yer değiştirmek isterdim. Boğa güreşleri, palmiye ağaçları ve bedava akşam yemekleri, oh ne ala!”
Rönn, Martin Beck’e vicdan azabı çektirmekte uzmandı. Neden bu gezi için onu önermemişlerdi ki? Böyle bir şeye herkesten çok onun ihtiyacı vardı.
Rönn’e gerçeği söylemek imkânsızdı. Burnu akan bir Kuzeyliyi oraya göndermenin imkânsız olduğu düşünülüp doğrudan elenmişti çünkü zaten dış görünüşü hiç de uygun değildi ve ne kadar uğraşsa da çat pat bile İngilizce konuşamıyordu.
Ancak Rönn iyi bir polisti. Pek iyi bir başlangıç yapmasa da şu anda teşkilatın en kıymetli adamlarından biriydi.
Martin Beck her zamanki gibi onu yüreklendirecek bir şeyler söylemek istedi ama yapamadı ve kısa süre sonra da oradan ayrıldı.
Şimdi Rhea ile birlikte oturmuştu ve esasında bu da başka bir meseleydi onun için. Rhea oldukça üzgün görünüyordu.
“Ne duruşma,” dedi Rhea. “Tanrım, çok bunalıyorum! Bir karara varacak şu insanlara bak hele! Savcı, soytarının teki. Bana nasıl gözlerini dikip baktı, sanki hayatında ilk kez bir kadın görüyor.”
“Ona Buldozer diyorlar,” dedi Martin Beck. “Bir sürü kadın görmüş ve ayrıca, onun tipi de değilsin.”
“Savunma avukatı daha müvekkilinin adını bile bilmiyor! O kızın en ufak bir şansı yok.”
“Daha duruşma bitmedi. Buldozer neredeyse bütün davalarını kazanır ama kaybedecekse de muhakkak Braxén’e karşı kaybeder. Sward’ı hatırlıyor musun?”
“Hatırlıyor muyum?” dedi Rhea, boğuk bir sesle güldü. “Evime ilk kez gelip kalmıştın. Kilitli oda falan. Neredeyse iki sene önceydi. Nasıl unuturum?”
Rhea mutlu görünüyordu şimdi. Martin Beck’i bundan daha fazla mutlu eden bir şey olamazdı. O günden beri çok güzel zamanlar yaşamışlardı; sohbetle, kıskançlıkla, arkadaşça atışmalarla ve hepsinden öte, iyi sevişmelerle, güven ve dostlukla dolu zamanlardı. Martin Beck elli yaşını geçmişti ve çoğu şeyi tecrübe ettiğine inanırdı ama yine de ona içini açmıştı. Rhea’nın da aynı şeyleri düşünüyor olmasını umuyordu fakat o noktada Martin Beck biraz kararsızdı. Rhea fiziksel açıdan daha güçlü ve daha açık fikirli olan taraftı, muhtemelen daha zeki ya da daha hızlı düşünen taraftı. Kötü özellikleri de vardı, mesela sık sık aksi ve sinirli olurdu ama Martin Beck bu özelliklerini seviyordu. Bu aptalca ya da romantik bir ifade gibi görünebilir ama Martin Beck ondan iyisini bulamazdı.
Martin Beck ona baktı ve kıskançlığının geçtiğini fark etti. İri göğüs uçları kumaşın altından dimdik uzanmıştı, gömleği özensizce iliklenmişti. Rhea sandaletlerini çıkarmış, masanın altından ağrıyan çıplak ayaklarını ovuşturuyordu. Kendine has biriydi o, Martin Beck’e ait değildi; belki de en iyi yanı buydu.
Yine dertlendi, orantısız yüz hatları kaygı dolu ve hoşnutsuz bir ifade aldı. “Yasalara pek aklım ermiyor,” dedi küçük bir itirafla, “ama kız kaybedecek gibi. İfadeni verdiğin zaman gidişatı değiştirecek bir şey söyleyemez misin?”
“Sanmam. Benden ne istediğini bile bilmiyorum ki.”
“Diğer savunma tanıkları işe yaramaz gözüküyor. Bir banka müdürü, ev ekonomisi öğretmeni ve bir polis memuru. Onlar olay yerinde miydi ki?”
“Evet, Kristiansson oradaydı. Devriye arabasını kullanıyordu.”
“O da diğer polis kadar salak mı?”
“Evet.”
“Savunma makamının son savunmasıyla davanın kazanılacağını sanmıyorum, öyle değil mi?”
Martin Beck gülümsedi. Rhea’nın bu mevzuya bu kadar ciddiyetle dâhil olacağını tahmin etmeliydi.
“Hayır, pek olası görünmüyor. Ama sence savunma mı kazanmalı, Rebecka suçlu değil mi?”
“Bu soruşturma tamamen saçmalık. Dava olduğu gibi polise dönebilir, hiçbir şey doğru düzgün araştırılmamış ki. Polislerden sırf bu sebepten nefret ediyorum. Yarısı bile tamamlanmamış dosyaları savcının önüne bırakıyorlar. Savcı hindi gibi kabara kabara ortalıkta geziniyor. Üstelik esas yargılayacak olanların da tek işi öylece oturmak çünkü hem tek bildikleri bu hem de siyasi olarak bir şeye yaramıyorlar.”
Rhea birçok açıdan haklıydı. Jüri, partiden ıskartaya çıkarılanlardan ibaretti, çoğunlukla ya savcının arkadaşı oluyor ya da onlardan temelde nefret eden, iradesi güçlü hâkimlerin etkisi altında kalıyorlardı.
“Biliyorum kulağa tuhaf gelecek,” dedi Martin Beck, “ama Braxén’i hafife alıyorsun.”
Adliyeye kadarki kısa yürüyüşte Rhea birden elini tuttu. Bu nadiren ve endişeli olduğunda ya da çok gerildiği zaman yaşanırdı. Eli de diğer her şeyi gibi, güçlü ve güven vericiydi.
Buldozer onlarla aynı anda, mahkemenin başlamasından tam bir dakika önce bekleme salonuna girdi. “Vasa Caddesi’ndeki banka soygunu halledildi,” dedi nefes nefese. “Ama onun yerine iki yeni soygun daha var ve birisi…”
Gözleri Kvastmo’ya takıldı, cümlesini bitirmeden konuya girdi. “Sen eve gidebilirsin,” dedi Kvastmo’ya. “Ya da mesaine dönebilirsin. Bana bir iyilik yapmış olursun.”
Buldozer’in başından savma metoduydu bu.
“Ne?” dedi Kvastmo.
“Nöbete dön,” dedi Buldozer. “Bize orada lazımsınız.”
“Benim delil nasıldı ama? O gangster hatunun hakkından geldik, değil mi?” dedi Kvastmo.
“Evet,” dedi Buldozer. “Şahaneydin.”
Kvastmo, gangster toplumla mücadelesine diğer alanlarda devam etmek üzere oradan ayrıldı.
Mahkeme yeniden toplandı ve duruşma devam etti.
Braxén ilk tanığı olan banka müdürü Rumford Bondesson’u çağırdı. Formalite icabı sorulanların ardından yanmayan purosuyla şahidi işaret edip sorgularcasına birdenbire, “Rebecka Lind ile tanışıyor musunuz?” diye sordu.