
Полная версия:
Viyana Dönüşü
Bu ihtar üzerine Kara Mehmet Paşa yürüyüşünü yavaşlattı, Avusturyalı meslektaşının kendinden önce ağaç dibine gelmesine fırsat verdi. Artık helecanlar geçmiş ve yüreklerde yeni heyecanlar başlamıştı. Sınır taşlarının gerilerinde kümelenen Türklerle Nemseliler, tepeden tırnağa kadar göz kesilerek iki elçinin musafahasını seyrediyorlardı. Bu, gerçekten görülmeye değer bir sahne idi. Baştan başa ipek ve sırmaya bürünen; kemeri, kuşağı, hançeri, bıçağı, kılıcı, topuzu elmaslarla bezenmiş olan, kabaniçesinin (erkek entarisi), kırmızı çuhaya kaplı samur kürkünün bütün düğmeleri iri zümrütten yapılmış bulunan, mücevherli sorgucundan gün ışığını bulanık gösterir pırıltılar fışkıran Kara Mehmet Paşa, taşıdığı süsle kudretli bir devletin haşmetini, heykelimsi endamıyla ve bakışlarındaki çelik salabetiyle de Türk gücünün olgunluğunu temsil ediyordu. Avusturya elçisi, onun yanında pek sönük ve pek ölgün kalıyordu. Biri, sınır taşlarının biraz ötesinde köpük döve döve akan Tuna’yı, biri de ha kurudum ha kuruyorum diye yarı cansız sürünen bir dereyi andıran iki diplomat arasındaki ruh ve beden farkı, el tutuşmalarında da belli oluyordu. Kara Mehmet Paşa, kılıç kabzasını kavrayan bir pençe gibi elini uzatmıştı, Viyanalı elçi de mendil tutmaktan başka bir şeye yaramadığı sezilen hasta bir elle o pençeye temas etmişti. Sahneyi görebilen her göz, birleşen iki elin temsil ettiği manayı apaçık okuyordu. Mübadele merasimini seyir için Viyana’dan oraya kadar gelen kadınlar ise bu mananın seyri için bir ruh sendeleyişi geçiriyorlardı.
Hacı Paşa, Türk elçisini Kumran Kalesi Kumandanı General Joje’ye teslim etti.
“Bunu…” dedi. “Gene burada sağ ve salim bana kavuşturacaksın. Bir kılına ziyan gelirse vay hâlinize!”
General Joje de Nemse sefirini onun yanına sürdü.
“Yurttaşımı…” dedi. “Himayenize bırakıyorum. Şanınıza ne düşerse onu yaparsınız!..”
Bir saat sonra kafileler, birbirinden boş kalan yollar üzerinde hızla yürüyorlardı. Kara Mehmet Paşa kafilesinin ulaştığı ilk menzil Vacz kasabasıydı. Orada konukların gecelemeleri için yerler hazırlanmıştı ve o meyanda Sipahi Kara Mehmet’le iki veldeşine ve gelini Tezer’e güzel bir ev tahsis edilmişti. Yemekten ve biraz dinlendikten sonra her iki karı koca odalarına çekilince Terez, Gültekin’e yanaştı, Abdül’den almakta olduğu Türkçe dersinin ilk meyvesini dudaklarında belirtti:
“Kocacığım, güzel kocacığım, seni seviyorum!..”
Bülbül Hatun yabancı bir erkek tarafından öpülmüş gibi iliğine kadar kızardı, sonra bu aşk itirafındaki gafil safiyete acıdı, kızın yüzünü okşadı:
“Oh, zavallı kız…” dedi. “Keşki kocan olsaydım.”
Gültekin’le nikâhlandığı günden beri ilk olarak böyle bir iltifat gören Terez, bahtiyar bir hülya ve bahtiyar bir ümit içinde eşinin ellerine sarıldı, sonu gelmeyen buselerle o yumuşak elleri ıslattı, aynı sözleri tekrarladı:
“Kocacığım, güzel kocacığım! Seni seviyorum!”
Gültekin bu durumun sonunu tehlikeli bulduğu için gevşek davranmamayı tasarladı, boyuna öpüş dokuyan kızıl ve kızgın tezgâhtan ellerini kurtardı.
“Ben de…” dedi. “Seni seviyorum. Çok iyi kızsın, ömrümüz olur da İstanbul’a dönersek ve düşündüğümüzü başarırsak seni rahata erdireceğim. Düğününü yapacağım.”
Terez, kocam dediği güzel mahlukun neler söylediğini anlamamakla beraber umduğu saadetin gene kendisinden uzak kaldığını sezdi, nemli gözlerini parmaklarının ucuyla sildi, içini çeke çeke bir köşeye büzüldü, Gültekin’in kebesine40 sarılıp uzanışını seyre daldı. Kendi malı olan şu güzel vücudu saramamak onu sürekli ızdıraplar içinde kıvrandırıyor ve için için ağlatıyordu. Gamlı gamlı bağırmamak, derece derece yılgınlaşmamak için durmadan bir dua okuyordu:
“Kocacığım, güzel kocacığım, seni seviyorum!”
Ve bu aşk duası ona gerçekten şifa getiriyordu, coşkun elemini yavaş yavaş hafifletiyordu. Fakat rüyalarını değiştiremiyordu. Tatmin olunmayan emeller, tahayyül olunup da ele geçemeyen deraguşlar,41 daima dudaklarında eriyen yetim buseler, o rüyaların değişmez temelleri idi ve kocasını uzun uzun temaşadan sonra gözleri kapanınca onların genişleyip açılmaları arasında hakikatin acılarını unutuyordu.
Vacz’den Gvan şehrine gidilirken Gültekin Aygut’a sokuldu. Kara Mehmet’e duyurmamaya çalışarak Terez’in Türkçede gösterdiği ileriliği fısıldadı. Fakat Aygut, bu sırrı hemen açığa vurdu:
“Yiğidim…” dedi. “Bizim gelin almış, yürümüş, kocasından daha becerikli bülbül olmuş. Sular kararır kararmaz ötmeye başlıyormuş.”
Kara Mehmet, vakıayı öğrenince gülümsedi.
“Hoşuma gitti.” dedi. “Varsın böyle davransın. Bize onun iyi Türkçe öğrenmesi lazım. Başka türlü işimizde kullanamayız. Zaten şu Abdül denilen kötü durumlu herifle düşüp kalkmasına bundan ötürü göz yumuyorum. Efendisine ihanet eden adamdan yalnız şer çıkar. Öyleyken Terez’in o dönmeyle görüşmesine ses çıkarmıyorum. Çünkü kıza Türkçe öğretiyor. Sen, Bülbül’e söyle. Terez’i biraz okşasın, aferin filan desin.”
Hâlbuki beri tarafta Abdül, kara sevda denilecek bir aşk seviyesine yükselmişti, Terez için yanıp tutuşuyordu. Kızın bütün benliğiyle Gültekin’e bağlı olduğunu gördükçe bu aşk, yaman bir hınçla karışıyor ve yılan ruhu taşıyan bu hain yürekli adamı zıvanadan çıkarıyordu. Fakat iradesine hâkim olmayı bildiği için ne aşkını ne hıncını Terez’e belli etmiyordu. Onun küçük bir falsosunu sezer sezmez Kara Mehmet’e, Aygut’a ve Gültekin’e haber vereceğini biliyordu. Böyle bir hâlden ise ne gibi neticeler çıkacağını tahmin etmek onun için güç değildi.
Abdül çıldırasıya bağlandığı kızın bir busesini alabilmek uğrunda bin sopa yemeye razı idi. Fakat dilini elçi paşanın elinden kurtarmış olan Kara Mehmet’in o dili pek kolaylıkla koparabileceğini, kızgınlığı geçmezse üstelik yüreğini ve ciğerini de söküp atacağını takdir ettiğinden Terez’e bir şeyler sezdirmekten çekiniyordu. Şimdilik aldığı haz, zavallı Macar güzeline “Seni seviyorum!” gibi sözleri söylerken gözlerini süzmekten, belli belirsiz iç çekmekten ve sözü kıza karşı kendisi söylüyormuş gibi heyecan duymaktan ibaretti.
Kafile dört günlük bir yürüyüşten sonra Essling menziline vardı, buradan Viyana’ya üç saatlik bir mesafe vardı, Nemse payitahtının sayfiyesi gibi bir şeydi. Merasim hazırlıkları bitirilir bitirilmez Viyana’ya girilecekti. Şimdi Türkler, şuursuz bir ittihatla, başlarını gerilere çevirerek İstanbul’la Nemse hududu ve o hudutla Viyana arasındaki mesafeyi ölçüyorlardı. Birinci mıntıka doksan konaklık bir yoldu, ikinci mıntıka ise iyi bir süvari için üç konak bile teşkil etmeyecek kadar dar bir mesafe içindeydi. Sınır başında toplanacak bir Türk ordusu bu üç konaklık yeri pek kolaylıkla aşabilirdi. Fakat?..
Elçi paşa ile yoldaşları işte bu fakatın soğuk ağırlığı altında gözlerini önlerine eğiyorlardı. Çünkü hepsi vaktiyle Viyana’ya giden ordudaki ruhun, şimdi sarsıntı geçirdiğini biliyorlardı ve izine yüz sürdükleri o ordunun bir eşine gene bu topraklarda yeni izler yarattırmak için yüreklerinde bir iştiyak ve bir ihtiyaç duyuyorlardı. Hemen bütün kafile, elçilikle Viyana’ya gidildiğini unutarak savaş yoluna düşmüş asker heyecanı taşıyorlardı. Yalnız Terez, Türkçesini ilerletmekle, Abdül de ateşten zincirlere bağladığı aşkını hırsızlama hazlar sunup beslemekle oyalanıyorlardı.
Elçi paşaya mihmandarlık yapan generaller Essling’de iki gün durulacağını ve üçüncü gün imparator namına gelecek heyet ve alay tarafından karşılama merasimi yapılarak Viyana’ya girileceğini resmî bir takrirle bildirirken Türk kafilesinin Nemse payitahtına bayrak açmaksızın ve mehterhane çaldırmaksızın girmeleri lazım geldiğini de tebliğ etmişlerdi.
Elçi, bu tebliğden son derece sinirlendi, kükredi, Viyana’dan gönderilen tercüman vasıtasıyla konakçı generallere şu haberi yolladı:
“Türk bayrağı kapanmaz, Türk davuluyla mehterhanesinin sesi susturulmaz! Çünkü o bayrakta Türk ulusunun yüreği okunur, o seste bu yüreğin nefesi duyulur! Biz Nemse payitahtına değil, Tanrı’nın cennetine de bayrağımızı açarak, davulumuzu çalarak gireriz! Var, generaline böyle söyle!”
Şimdi diplomatik bir münakaşa yüz göstermişti. Avusturyalılar, Viyana sokaklarında birkaç düzine Türk bayrağının dalgalanmasını, bir Türk mehterhanesinin terennüm etmesini fatihane bir geçiş gibi telakki ederek tekliflerinde ısrar ediyorlardı, elçi de fikrinden dönmüyordu. Çok gerginleşen ip hemen hemen kopmak üzereydi. Kara Mehmet Paşa bu vaziyette arkadaşlarıyla müzakere etmek zaruretini duydu, kâhyasıyla kâtibini, Evliya Çelebi’yi ve adaşını çağırdı, maslahatı anlattı.
“Geri dönerim…” dedi. “Sözümden dönmem! Fakat sizin de ne düşündüğünüzü anlamak isterim.”
Bütün yoldaşlar, Türk bayrağını devşirip sandığa koymayı, gökteki ayı beze sarıp bir köşeye atmak kadar imkânsız, mehterhaneyi susturmayı da denizlerin haykırışını dindirmeye yeltenmek kadar aykırı buldular, elçinin kararını dil birliği ile onayladılar. Kara Mehmet, daha ileri gitti:
“Paşa adaş, sen kervanı yürütegör; söze, horataya kulak verme. Çelebiler kendilerine güveniyorlarsa bizi şehre sokmasınlar! Üç yüz Türk’ün bir payitahta nasıl girebileceğini onlara gösteririz!”
Bir imparatorluk payitahtı önünde nispetsiz bir dövüşmeyi sevine sevine göze alan Kara Mehmet’in içinden gelen bu sözler o kararın tuğrasını teşkil etti ve elçi paşa ültimatomunu yolladı.
Avusturyalılar, şu bir avuç Türk’ün toplu tüfekli koca bir ordu gibi davranacağını, kuru patırtıya pabuç bırakmayacağını ve bu yüzden kanlı bir skandal çıkacağını anladıklarından diplomatça bir geri hareketi yapmışlar ve bir elçi heyetinin böyle bayrak açarak, mehterhane çaldırarak payitahta girdiği vaki değilse de iki hükûmet arasındaki dostluktan dolayı -ileride örnek sayılmamak şartıyla- böyle bir vaziyeti kabul ettiklerini bildirmişlerdi.42
Elçi paşa, işte bu sert münakaşadan ve bu tatlı anlaşmadan sonra kafileyi Viyana’ya doğru yürüttü, birkaç piyade taburuyla üç beş süvari alayı tarafından karşılandı, büyük bir debdebe ile şehre girdi, yollara ve pencerelere dökülen halkın heyecanını kamçılaya kamçılaya tahsis olunan konağa indi. Kafilenin ileri gelenlerine ve o meyanda Kara Mehmet’le veldeşlerine, gelinine güzel bir ev verilmişti. Abdül, lisan muallimi sıfatıyla onların yanında bulunuyordu.
Elçi ile imparatorun görüşmeleri on üç gün sonra vukuya gelecekti. Başvekille Kara Mehmet Paşa bu nokta üzerinde ittifak etmişlerdi. Türkler, fırsattan istifade ile şehri dolaşıyorlar, alışveriş yapıyorlar ve bütün Viyanalıları işlerinden güçlerinden alıkoyarak artlarında koşturuyorlardı. Halk, 143 yıl önce oraya gelmiş olan Türklerin heykelimsi endamlarında ve vaktiyle Viyana’ya uzun bir kâbus yaşatan Türk silahının örneklerini onların belinde asılı bularak garip bir haşyetle bakışıyorlar ve müthiş bir tarih okur gibi heyecanlanıyorlardı.
Evliya Çelebi de Kara Mehmet’e kılavuzluk yaparak -hatırası henüz dipdiri duran- Viyana muhasarasını adım adım ve yer yer gösteriyordu. Bilgin seyyah onu ilkin “Kayzer Ebersdorf” mevkisine götürdü.
“İşte…” dedi. “Sultan Süleyman’ın otağı burada idi. Yeniçeriler de ileride yer almışlardı. Şuraya Zimmering, buraya da Laabeg derler. Sadrazam İbrahim Paşa’nın başında bulunduğu alaylar bu iki nokta üzerinde yer almıştı. 300 top, Sen Marks ile Vinerberg’in ortasında dizili idi. Bu topların çoğu, şahi, obüs ve havandı. Muhasara topu yoktu. Belgrad Beylerbeyi Küçük Bali Bey Vinerberg’in gerisinde, Dümdar Kumandanı Hüsrev Bey daha önde, Rumeli Beylerbeyi Sent Ülrih’te, Semendere Beyi Mehmet Dubling’de bulunuyorlardı. 160 gemilik ince filo Tuna boyunda geziniyordu. Frenklere sorsan o vakit şehirde elli bin piyade, iki bin beş yüz süvari ve yetmiş altı top vardı derler. Yalan! Rahmetli Peçevi, Macar tarihlerinde görerek doğrusunu yazıyor, Beç’e kapanan ordunun seksen binden artık olduğunu söylüyor. Dedelerimiz kaim duvarlar, geniş hendekler arkasına ve yıkılmaz kaleler içine kapanıp boyuna ateş döken bu düşmanla tam yirmi gün pençeleşti. Kılıç ancak taşa çarpıyordu. Topuz, duvar dövüyordu. Bundan ötürü Viyana önündeki savaş, etle taşın dövüşmesi gibi bir şey oldu. Türkler, hendeği yola ve kaleyi çamura çevirmekten gene geri kalmazlardı. Fakat araya bir de kış ve kıtlık girdi. Asker, üç günde bir peksimet bulabiliyordu, sipahi atları iftarsız bir oruç içinde eriyip gidiyordu. Düşmanın döktüğü ateş, yaksa da ısıtmıyordu, herkes bir karış buz üzerinde yatıyordu. Düşman güllesinin yapamadığını kanlı basur yaparak her gün üç beş yüz şehit alıp götürüyordu.”
Bu sözleri duymak, hele o savaş yerlerini gezmek Kara Mehmet’i garip bir istiğraka düşürüyordu. Evliya Çelebi’yi dinlerken gözünün önüne hep o küçük Bali Beyler, Hüsrevler, Mehmetler geliyordu. Hâlâ yerlerinde duran istihkâmları, hendekleri, duvarları dolaşırken de -İstanbul’dan Viyana’ya kadar bir tutam ot koparmadan gelen- o büyük ordunun kemikleri çürümüş fakat ruhları Viyana’nın üstünde uçuşarak ebediyeti yaşamakta bulunmuş olan muhasırların haykırdığını sanarak utanıyor, terliyordu.
Ara sıra bu istiğrak coşkunlaşıyordu, kulağına birtakım sesler gelmeye başlıyordu. “Bak, biz neler yaptık, ne dasitanlar yarattık? Bizim kucakladığımız ülkeleri siz uzaktan bile selamlayamıyorsunuz. Ne yazık, ne yazık!” diyen bu sesleri, bedenleri çürümüş fakat ruhları diri ve şen kalmış Viyana muhasırlarının haykırdığını sanarak utanıyordu, terliyordu.
Yiğit adam oralardan, muhasara ordusunun kanıyla ve heyecanıyla mübarekleşmiş o yerlerden ayrılamıyordu, her gün evinden çıkıp Viyana’nın etrafını dolaşıyordu, tarihin yaşayan izlerini koklayarak eşsiz ve çok kutlu bir hac zevki topluyordu. Kayzer Ebersdorf’tan Nosdorf’a kadar uzayan yarım dairenin her noktasını karış karış ölçmüş gibiydi. Türklere karşı şehri müdafaa eden Kont Filiplerin, von Rayşahların, Abel von Hölneklerin, Leonar von Velzlerin, von Ebersdorfların, von Branden Ştaynların sığındıkları kuleleri, kaleleri, çukurları da uzun uzun gezmişti. Şimdi bu yerlerde Türk’ün aşıladığı korku yatıyor gibiydi ve o taşlar, çukurlar, kuleler bu korkuya bekçilik etmekten yorulmuşlarcasına takatsiz görünüyorlardı.
Kara Mehmet, yüz kırk üç yıl önce Viyana’yı saran ordunun nereden ilerlemek isteyip de hangi sebeplerle hedefine eremediğini zeki bir gözle araştırarak içlerinde kendi dedelerinden de birinin bulunduğuna emin olduğu o dilaver askerlerin ruhlarıyla konuşarak yaptığı bu cevelanların şüphe uyandırdığını hatırına bile getirmiyordu. Lakin bu şüphe doğmuştu ve büyüyordu. Avusturya memurları, Türk elçi heyetinin en ileri gelenlerinden birinin her gün kale etrafında dolaşmasını manalı bulmuşlar ve onu tarassuda başlamışlardı. Bir gün o, Gerntner kapısıyla Sent Klâra Manastırı arasında dolaşıp vaktiyle oradan açılan yer altı Türk lağımlarının izlerini araştırırken karşısına üç Nemseli dikildi ve içlerinden biri Türkçe olarak sordu:
“Kalenin resmini mi alıyorsunuz efendi?”
Kara Mehmet, şu sorudaki istihzayı ve yüzüne dikilen gözlerdeki kavga arayan bakışı sezdi, omuzlarını silkerek sert bir cevap verdi:
“Buraların resmini Türkler yüz elli yıl önce çizdiler hem de Viyanalıların derisi üstüne çizdiler. Benim yeniden resim çıkarmama ne lüzum var?”
“Fakat burada dolaşmak yasaktır.”
“Türk yalnız kendi yasağını tanır, başkalarınkini ne anlar ne dinler!”
“Bu sözü kumandanımızın yanında da söylemenizi rica edeceğiz!”
“Kralınız önünde de söylerim! Dinlemek isteyenler gelsinler, beni bulsunlar!”
“Hâkim suçlunun ayağına gitmez, onu kendi ayağına getirtir.”
“Beni götürmeyi mi düşünüyorsunuz?”
“Teessüf ederiz ki buna karar vermiş bulunuyoruz.”
Kara Mehmet, yanına yönüne hızlı bir bakış attı, orada bu üç kişiden başka kimsenin bulunmadığını görünce kendisiyle konuşan adamı yakasından tutup ayağının altına aldı, topuğunu göğsüne koyarak kımıldamaz bir biçime soktuktan sonra bön bön bakınarak yanı başında putlaşan öbür iki Nemseliyi yakaladı, aynı süratle yere yatırdı, kendi boyun atkılarıyla ve bellerindeki ipek sargı ile güzelce bağladı.
“Konuğa…” dedi. “Saygı göstermeyenlere böyle yapılır. İsa’dan yardım gelip de eliniz ayağınız açılıncaya kadar burada yatın da aklınız başınıza gelsin! Türklerle nasıl konuşulacağını öğrenin!”
Sonunu düşünmeden yaptığı bu hareketle sık sık kulağına çarpan o muhayyel sitemlere, atalar ruhundan geldiğine inandığı o sözlere cevap verdiğini kuruntulayarak memnun oluyordu. Üç Nemseliyi devirebilen bir bileğin yerinde bir istihkâm da yıkabileceğini o muhitte dolaştığına şüphe etmediği şehit ruhlarına işte göstermişti ve onları şüphe yok ki sevindirmişti. İşin elçi paşaya aksetmesinin kendisince artık ehemmiyeti yoktu.
Kara Mehmet bu düşüncenin hazzı içinde üç bağlı herifi uzandıkları yerde bıraktı, her köşeden kendisine gülümseyen tarih izlerini selamlayarak evine döndü, akşamüstü de elçinin konağına gitti.
Orada gürültülü münakaşalar vardı, kale planlarını almaya çalışan sipahinin bu suç yetişmiyormuş gibi bir de Nemse memurlarını ipe sardığı başvekil namına haber verilerek mücrimin cezalandırılması ve tarziye verilmesi isteniliyordu. Kavuğunu kaşlarının üstüne yıkmış, elini hançerinin kabzasına dayamış olan elçi paşa da bu sert dileğe karşı istifini bozmadan şu cevabı veriyordu:
“Kara Mehmet Ağa’yı oralara ben yolladım. Yarın da kendim atlanıp kalelerinizi, kulelerinizi dolaşacağım. Çünkü bu, bizim için namaz kılmak kadar gerekli bir iştir. Dedelerimizin kanlarını döktükleri yerlere yüzümüzü gözümüzü sürmemek nasıl olur?.. Elinizden geliyorsa engel olun, beni yolumdan alıkoyun!”
Viyana sarayı, gene dostluk yüzünden bu hadiseye de göz yumdu, dediğini yapan elçinin bütün istihkâmları dolaşmasına ses çıkarmadı ve muayyen olan günde de kabul resmi bir tantana ile yapıldı.43
Kara Mehmet Paşa, her şeyde olduğu gibi bu rasime meselesinde de pek titiz davranmış ve birçok müzakerelere yol açmıştı. Onun bilhassa istediği, tepine tepine istediği, imparatorun kendisini ayağa kalkarak kabul etmesiydi. Saray, bu teklife muvafakat etmiyordu, edemiyordu. Görünüşe bakılırsa Avusturyalıların hakkı da vardı. Çünkü İstanbul’a gönderilen Nemse elçilerini sadrazamlar bile oturdukları yerde kabul ediyorlardı. Osmanlı ve Nemse hükûmetleri arasında müsavi haklara müstenit bir münasebetin kurulmasına çalışıldığı ve sadrazamların Viyana elçilerine bu biçim muamelede bulunduğu bir sırada Kara Mehmet Paşa’nın imparatoru ayağa kaldırmak ve birkaç adım yürütmek istemesi fodulluk gibi görülebilirdi. Fakat o, mantık kaidelerine asla yanaşmıyordu, fikrinde ısrar ediyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Tahattur: Hatırlama. (e.n.)
2
Metris: Tahkimatlı siper. (e.n.)
3
Naima’nın da Kör Kaptan dediği Amiral Venedikli Lazaro Muçe Niko’dur ki 1656’da ve Akdeniz Boğazı önünde Osmanlı donanmasını ağır bir inhizama uğratmış ve bu zafer sonunda Bozcaada’yı, Limni’yi zapt etmişti. O savaşta yetmişten fazla gemi battı. Muçe Niko’nun da bir gözü çıktığından Kör Kaptan diye anılmaya hak kazandı. (y.n.)
4
Tefelsüf etmek: Felsefe yürütmek. (e.n.)
5
Belinlemek: Birden uyanarak çevresine korku ile şaşkın şaşkın bakmak, irkilmek. (e.n.)
6
“Uyvar Kalesi mürgi semendervâr ateş nemrud içinde kalıp asla âram etmeyerek seher vaktine dek toplar, kumbaralar, civan taşları atarlardı.” (Evliya Çelebi, c. 6., s. 316)
Semender, Sümbüloğlu Vehbi’nin Tuhfesinde “Ateşte o hayvan ki gezer adı semender.” demesinden de anlaşıldığı üzere yanmadığına inanılan bir mevhum hayvanın adıdır.
7
Bizzat Fazıl Ahmet Paşa, Olivar’ın nasıl alındığını Dördüncü Sultan Mehmet’e anlatırken şöyle demişti: “Kulunuzun yanında Erzurumlu Abbas derler bir yiğit vardır. Olivar Muharebesi’nde bibâk ve biperva kale bedenine çıkıp küffârı hâksâr her çend ki üzerine tüfenk daneleri yağdırdılar, yerinden ayıramayıp sebat gösterdikte anı görüp bir Yeniçeri dilaveri dahi anın yanına uruç ettiğin sair gaziler görünce huruşa geldiler.”
Sultan Mehmet, bu anlatış üzerine kahraman Abbas’ı yanına getirtti. Muharebenin şanlı menkıbelerini ona da söyletti, sonra kendi eliyle başına çifte çelenk taktı. Erzurum gümrüğü malından dolgun aylık bağladı, bol ihsanlar verdi. (Cevahirüttevarih)
8
Fazıl Ahmet Paşa ağzıyla yazılan bu soruyu hiç değiştirmeden kelime kelime Evliya Çelebi’den aldık. Erdel kralıyla Eflak, Boğdan voyvodalarının Uyvar önünde Köprülü oğluyla buluşmaları hakkında en iyi tafsilat Evliya’nın “Seyahatname”sinde (c. 6) vardır. (y.n.)
9
Arakçin, gelinlerin başına konulan bir hotozdur, iplikle gelinin saçlarına sıkıca bağlanırdı ve bunu çözmek güveylerin vazifesi idi. (y.n.)
10
Teşyi etmek: Uğurlamak, geçirmek. (e.n.)
11
Keşik: Sıra, nöbet. (e.n.)
12
İntaç etmek: Sonuçlandırmak, bitirmek. (e.n.)
13
Tevsik etmek: Belgelendirmek, ispatlamak, kanıtlamak. (e.n.)
14
Mürai: İkiyüzlü. (e.n.)
15
Dirlik, maaş karşılığıdır. Geçim temin eden gelir demektir. Devletçe tahsis olunan maaşlara ekseriyetle dirlik denilirdi. (y.n.)
16
“Tarafı padişahîden iştira olunacak bir cariyeyi mukaddem Serçeşme Ağa alıp vaty etmekle barigâhı muallâ önünde boynu vuruldu.” (Silahtar Tarihi, c. 1, s. 651)
17
Koçmak: Kucaklamak. (e.n.)
18
Veldeş, Genç Osman hadisesinden sonra sipahilerin dirlik tahsis ettirdikleri oğullarına ve akrabalarına verilen addır. (y.n.)
19
Neyzen bakışı: Yan bakış, göz ucuyla ve üzüntülü bakış. (e.n.)
20
Tenezzüh: Gezinti. (e.n.)
21
Muttarit: Tekdüze. (e.n.)
22
Tarassut etmek: Gözlemek, gözetlemek. (e.n.)
23
İstical: İvedilik, acele etme. (e.n.)
24
İntizar: Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme. (e.n.)
25
Gülbeyaz hadisesinin sarayda nasıl bir tesir uyandırdığını yazmayı gereksiz bulduk. Romanımıza taalluk eden nokta bu kadının Kara Mehmet tarafından denizden çıkarılması ve nikâhla alınmasıdır. Hünkârın, alamadığı bir kız için Deli Murat’ı öldürmesine karşı en sevgili gözdelerinden birinin bir sipahiye eş ve Deli Murat’tan dul kalan kadınla arkadaş oluşu garip bir tesadüf teşkil ettiğinden okunmaya değer. Bununla beraber Gülbeyaz’ın hedef olduğu suikast hakkındaki tarihî kaydı, Ahmet Refik’in “Kadınlar Saltanatı” adlı eserinden alıp buraya koyuyoruz:
“Rebia Gülnuş Avcı Mehmet’e son derece mecluptu, padişahı daima kıskanırdı. Onun en müthiş rakibesi Gülbeyaz’dı. Rebia, padişahın ona iltifatını çekemezdi, vücudunu kaldırmak için tedbirler düşünürdü. Nihayet bir gün Kandilli Sarayı’nda Gülbeyaz deniz kenarında dolaşırken Rebia Gülnuş geldi, güzel rakibesini boğazın dalgalarına gömdü…” Silahtar tarihi de padişahın bu hadiseden çok müteessir olduğunu ve Kandilli’de elli gün oturmayı kurmuşken hemen göçtüğünü yazar. Bu vaziyette Turhan Sultan, Haseki Gülnuş’a oyun oynayamamış demektir. (y.n.)
26
Osmanlılar, uzun asırlar, Viyana’yı Beç diye anmışlardı.
27
Çasar: Viyana’da oturan Alman imparatoruna verilen unvan. (e.n.)
28
Camus: Su sığırı, manda, kömüş. (e.n.)
29
Bu hikâye, Celalzade tarihinden alınmak suretiyle Ali ve Solakzade tarihlerinde yazılıdır. (y.n.)
30
Tariz: Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, taşlama. (e.n.)
31
Mansıp: Makam, yüksek memuriyet. (e.n.)
32
Temrin: Alıştırma. (e.n.)
33
Bu berat münasebetiyle şu dikkate değer fıkrayı yazalım:
“İbrahim Paşa beratta has tayin olunan üç milyon akçeyi (bugünkü rayiçle altı yüz bin lira) azıksanarak Fatih Sultan Mehmet kendi veziriazamı Mehmet Paşa’ya dört milyon vermiştir. Bana da öyle verilse deyince Sultan Süleyman ‘Onlar İstanbul’u almışlardır. Daha ziyade ihsan etseler caizdir.’ cevabını verdi. İbrahim Paşa ‘Budin de bir payitahttı.’ diyecek oldu. Hünkâr, yüzünü ekşitti: ‘İstanbul hâlâ payitahtımızdır, başka şehirlere kıyas edilemez. Hem bizim onlara benzemeye çalışmak ne haddimiz?’ diyerek bahsi kapadı.” (Peçevi, c. I, s. 124 ve 130.)