Читать книгу Viyana Dönüşü (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (8-ая страница книги)
bannerbanner
Viyana Dönüşü
Viyana Dönüşü
Оценить:
Viyana Dönüşü

5

Полная версия:

Viyana Dönüşü

Fakat Evliya Çelebi, macera âşığı bir adamdı, genç sipahinin yaptığı tesiri görünce latifeyi bırakıp ciddi davranmaya ve bu durumdan bir sergüzeşt çıkarmaya hazırlanmıştı, âdeta heyecanla Macar kızını sorguya çekiyordu.

“Peki amma Terez, sen İsa kulusun. Bu delikanlı Muhammed ümmetinden. Onunla nasıl evlenirsin?”

“O isteye görsün ağa. Ben kanatlanıp gelirim.”

“İsa gücenmez mi?”

Kız, çapkın bir tebessümle Gültekin’i süzdü. Sonra elini göğe kaldırdı:

“İsa orada kim bilir neler yapıyor. Bizim yüreğimize karışmaya ne hakkı var?”

Evliya Çelebi, Terez’le Gültekin’i hemen nikâhlamak istiyordu fakat yaptığı sorularla aldığı cevapları ve kendi düşüncesini Kara Mehmet’e söyleyip de “Deli misin hoca! Ne idüğü belirsiz bir kâfir kızı ile bu toy oğlanı ben evlendirir miyim?” itabını35 duyunca biraz bozuldu, fikrini müdafaa için birkaç kelime mırıldandı, sonra bir plan tasarladı.

“Hakkın var yoldaşım…” dedi. “Ters düşündüm. İki üç tatlı sözle gönlünü alayım da dönelim.”

Ve Macar kızına döndü, telaşsız bir şive ile şunları söyledi:

“Ben seninle şu delikanlıyı baş göz etmeye karar verdim. Lakin yanındaki kurt homurdanıyor. Sen, sözünde sadıksan şimdi hiç tınma. Gün battıktan sonra bizim çadırların kurulduğu yere gel, elçi paşaya dert yan. Ben de orada bulunurum, sana yardım ederim, düğününü yaptırırım.”

Evliya, öbür kızların ve kadınların duymaması, köy erkeklerinin de kuşkulanmaması için bu sözleri Terez’e fısıldamıştı. Fakat ilk konuşma açık yapıldığından bütün köy halkı heyecan içindeydi. Bir Türk delikanlısına İsa’yı feda etmekten çekinmeyeceğini haykıran kız, herkesi kızdırmıştı. Erkekler bu hareketi küstahlık ve yaşlı kadınlar günah sayıyorlardı. Genç kızlar ise kıskanarak hırslanıyorlardı, yurttaşlarını bir kaşık suda boğmak istiyorlardı. Evliya’nın, kıza sokulup da bir şeyler fısıldaması, o karışık heyecana bir de merak katmıştı. Herkes, şu gizli konuşmanın nasıl bir netice getireceğini anlamak için sabırsızlanıyordu.

Terez, büyük bir müjde dinler gibi Evliya’nın öğüdüne kulak verdi, sonra ruhunun bütün iştiyakıyla Gültekin’i süzdü, “Peki!” dedi. Macera delisi Evliya, iyi bir sergüzeşt hazırladığından dolayı memnundu, sinsi bir istihza ile Kara Mehmet’e tekerleme dinletiyordu:

“Kızın gönlünü aldım, yaptığım şakadan dolayı bana darılmamasını söyledim. Sen de kırdığım potu hoş gör arkadaş.”

Fakat Evliya’nın tohumunu attığı maceranın dal budak salması mukadderdi. Terez, gerçekten Gültekin’e gönül kaptırmıştı ve onun eşi olmak için köyünü, yuvasını, anasını, babasını, dinini, imanını feda etmeye karar vermişti. Türklerin uzaklaşmasıyla beraber kimi söverek kimi tükürerek üzerine saldıran köylülere mağrur bir eda ile sırtını çeviriyor ve bütün hücumları tek bir cümle ile karşılıyordu:

“Gönül benim değil mi, ister Türk’e ister Alman’a veririm. Kimse bana karışamaz.”

Bununla beraber köylüler onun nasıl bir öğüt aldığını tahmin edemiyorlardı. Yalnız takındığı tavrı telin ediyorlardı. Kendinden bir yaş küçük olan erkek kardeşi bu vaziyette ona el uzattı, başkalarının sitemlerine, hakaretlerine karşı ablasını müdafaaya girişti. Dil kavgası da nihayet tavsadı, herkes evine çekildi ve hayli yorgun düşen iki kardeş bir köşeye sığınarak baş başa kaldı. Terez, bu sakin yerde kardeşinin boynuna sarıldı:

“Jozef…” dedi. “Bir Türk her şeydir, değil mi?”

“Öyledir Terez.”

“Biz altının adını duyuyoruz, yüzünü görmüyoruz. İpeğin giyildiğini işitiyoruz, ne biçim şey olduğunu bilmiyoruz. Yediğimiz kuru ekmek, giydiğimiz çul. Bütün dedelerimiz ömürlerini kaplumbağa gibi sürünerek geçirdiler. Sen de yaya doğdun, yaya yaşıyorsun ve yaya öleceksin. Hâlbuki Türkler altın içinde, sırma içinde, ipek içinde… Ayakları yere değmiyor, kartal gibi uçuyorlar. Ben, bütün bunları bilip dururken, elime de fırsat geçmişken neden bir Türk’e kul olmayayım?”

Jozef, ablasının ellerini okşaya okşaya cevap verdi:

“Hakkın var amma Terez, seni isteyen kim?”

“O genç sipahi!”

“Onunla konuşmadın ki?”

“Macarca bilen adam bana söz verdi, beğendiğim delikanlı ile evlenebileceğimi söyledi.”

“Ya sözünde durmazsa?”

“Türk yalan söylemez Jozef!”

“Peki, ne yapmak istiyorsun?”

“Onların çadır kurdukları yere gideceğim, paşayı göreceğim, dinimi değiştirip meramıma ereceğim.”

Jozef, derin derin düşündü, gamlı gamlı mırıldandı:

“Gitmek kolay, dönmek güç!”

“Türkler, kapılarına uzanan eli boş çevirmezler Jozef!”

Delikanlı biraz daha düşündükten sonra yerinden fırladı:

“Ben de beraber geleceğim Terez. Seni yalnız bırakmam.”

“Ben evlenmek istiyorum kardeşim, sen Türklerin arasına girip ne yapacaksın?”

“Ateşe yakın oturan ısınır, mum dibine oturan aydınlanır. Ben de Türklerin içinde yaşayıp parlamak istiyorum. Köylerinde kulübesi olmayan yüzlerce Macar, din değiştirdiler, Türk adı aldılar, ülke sahibi oldular. Elbette ben de aç kalmam, çıplak kalmam.”

İşte bu kardeşçe anlaşma, Evliya Çelebi’nin attığı tohumun ilk filizleri oldu ve onların elçi paşa çadırına gelip ihtida etmek istediklerini söylemeleri üzerine macera filizleri tomurcuklandı, çiçek açmak ve meyve vermek kabiliyetini kazandı.

Elçi paşa, kendiliklerinden din değiştirmeye gelen bu iki Macar gencini -ananeye uyarak- güler yüzle kabul etti, daire halkından olup iyi Macarca ve Almanca bilen bir Sırp mühtedisinin tercümanlığıyla çocukları sorguya çekti, adlarını ve maksatlarını öğrendi, sonra gene ananeye riayetle onlara mutat olan öğüdü verdi:

“Din…” dedi. “Ne yorgandır ne çorap, öyle ulu orta değiştirilemez, sizi zorlayan varsa açık söyleyin, cezasını vereyim. Yok, yüreğinize Tanrı ışık vermişse mübarek olsun diyeyim, bir hoca çağırıp size telkin yaptırayım.”

Sırp mühtedisi tercüman, elçi paşanın öğüdünü temelinden değiştirdi, Müslümanların sayısını çoğaltmaya lüzum olmadığından yapılan müracaatın kabul edilemeyeceğini ve bel kemikleri kırılıncaya kadar dayak yemek istemiyorlarsa hemen köylerine dönmelerini söyledi. Hain tercüman bununla da iktifa etmedi, kendisinin üç beş yıl önce zorla Türk yapıldığını ve şimdi öküz gibi çalıştırıldığını anlattı.

“Paşanın…” dedi. “Sizi kovmasını nimet sayınız. Kendilerini yeryüzünün efendileri tanıyan bu beli bıçaklı, eli nacaklı adamların yanında uşaklık etmektense kendi sığırınıza çobanlık yapmak daha iyi.”

Jozef şaşırmıştı, Terez ağlıyordu fakat kız, aşkın yarattığı derin bir hassasiyet içindeydi, bu sayede vaziyetin hakikatini kavramakta gecikmedi, elçinin gülümseyen yüzü ile tercümanın inciten sözü arasındaki aykırılığı ölçtü, gözyaşlarını minimini elinin tersiyle sildi.

“Biz…” dedi. “Dönmek için gelmedik. Sövülsek de dövülsek de kalacağız. Paşaya böyle söyle.”

Sırp mühtedisi tercüman, bu cevabı da kendi meramına göre değiştirip Elçiye söyleyecek ve iki kardeşe gerçekten dayak attırmak yolunu bulacaktı, lakin Evliya Çelebi’nin o sırada çadıra girmesi üzerine şaşaladı, başka ağız kullanmak zorunda kaldı.

“Efendimiz…” dedi. “Bu köylüler galiba birkaç akçe ihsan koparmak istiyorlar, umduklarını bulurlarsa Müslüman olmaktan vazgeçeceklerine şüphe yok.”

Evliya hemen müdahale etti, köydeki sahneyi yağlandıra ballandıra anlatmaya koyuldu, Terez’in Gültekin’e baygın baygın bakışlarını, Sipahi Kara Mehmet’in homurdanışlarını, hikâye sırasında taklit de ettiği için elçi paşa kahkahalarla gülüyordu. Bir aralık Evliya’nın sözünü kesti:

“Aşk da bir hidayettir, yürek aydınlatır. Fuzuli Hazretleri de ‘Saliki rah-ı hakikat aşka eyler iktida.’ buyurmuyorlar mı?.. O hâlde şu kızın sevdalanıp din değiştirmek istemesini de dalalet değil hidayet olarak kabul ederiz. Kardeşini de o hidayetten feyiz almış sayıp dinimize sokarız. Haydi sen hocam, besmeleyi çek, şu çocukları imana getir.”

“Başüstüne efendimiz amma kızcağıza yeni dinin tadını hissettirmeliyiz. Ona, gönül verdiği delikanlıyı vadetmek lazım.”

“Benim tarafımdan vadediver. Bizim yiğit adaş nasıl olsa yola gelir.”

Sırp mühtedi, garip bir yüz ekşiliği ile muhavereyi dinliyordu, gözlerini de Terez’in güzel yüzünden ayırmıyordu. Evliya, onunla meşgul olmadı, eşe dosta tatlı tatlı anlatılacak meraklı bir hikâye mevzusu yaratmaktan doğma bir hazla Terez’e yanaştı, elçi paşanın vaadini müjdelemek için ağzını açtı. Fakat kız, çılgın bir telaşla koştu, onun ellerine yapıştı.

“Sen de…” dedi. “Bu uşak kılıklı tercüman gibi acı şeyler söyleyeceksen sus: Ben kendi yaramı kendim saracağım, o genç sipahinin ayaklarına kapanacağım, hatta gömleğimi kefen gibi boynuma sarıp senin kurt dediğin yiğit Türk’ün de elini eteğini öpeceğim, dileğime ermeye çalışacağım. Anlıyorum ki paşanız gönül hâlinden anlamıyor, sevdayı rüya sanıyor.”

Evliya Çelebi şaşkın şaşkın sordu:

“Bu adam size ne dedi ki?”

“Müslümanlar arasında açık yer yokmuş. Paşanız bizi dövdürecekmiş, filan filan.”

Sırp mühtedisi, yüzüne yapışan sarsıntıyı çarçabuk gidererek bağırdı:

“Yalan!..”

Bu kelimeyi Macarca söylediğinden Terez onun sözlerini kelime kelime tekrarladı, Jozef de teyit etti. Bunun üzerine Evliya keyfiyeti paşaya anlattı:

“Velinimetim…” dedi. “Bu çok kötü bir şey. Abdül, size ve şerefinize ihanet etmiştir. Yarın mühim bir durumda onu gene tercüman olarak kullanırsanız mümkün ki aynı ihaneti yapsın ve ırzınıza halel getirsin.”

Elçi paşa vaziyeti anlar anlamaz küplere bindi, hızlı hızlı el çırpmaya ve otağa üşüşen uşaklara haykırmaya başladı:

“Tiz, delibaşıyı çağırın!”

Adının Abdül olduğunu öğrendiğimiz Sırp mühtedisinin kanı kurumuş, canı çekilmişti, beyaz bir paçavra gibi durduğu yerde sallanıyordu. Biraz sonra delibaşı içeri girdi ve daha eşikteyken şu emri aldı:

“Yatır, şu namerdi hemen yatır, dilini elinle çek, kopar!”

Bir adamın dilini değil bir dağın böğrünü bile koparacak kadar kuvvetli görünen delibaşı mahkûma doğru yürürken bir ses yükseldi:

“Miskine kıyma paşam, bana bağışla!”

Bunu söyleyen Kara Mehmet’ti. Elçinin bağırışını dışarıdan duyarak koşup gelmiş ve verilen emri işitince birden rikkate kapılarak şefaate kalkışmıştı. Delibaşı, öküzlere diz çöktürecek derecede iri ve kuvvetli yumruğunu Abdül’ün omuzuna koyarak bekliyordu. Terez’le Jozef, nasıl bir sahneye şahit olacaklarını kestirememekle beraber korkunç bir hava içinde yaşadıklarını sezerek titreşiyorlardı, Evliya Çelebi durgun ve muzdaripti. Mahkûm, hüngür hüngür ağlıyordu. Kara Mehmet, bütün bu adamları ağır ağır süzdükten sonra ilerledi, elçi paşanın önüne geldi.

“Dilsiz adam…” dedi. “Bir hadımdan daha düşkün olur. Çünkü dil her şeydir. İnsanla hayvanı birbirinden ayırt eden de odur. Abdül’ün ne yaptığını bilmiyorum amma ona vermek istediğin cezayı senin şanına yakıştıramadım. Herifi dilersen öldür. Fakat diline ilişme.”

Elçi paşa, biraz yumuşadı fakat mahkûmu affa yanaşmadı ve onun işlediği suçu anlattıktan sonra Kara Mehmet’e sordu:

“Çalan el kesilir, ihanet eden dil niçin koparılmasın?”

“Elle dil arasında çok fark var, adaş paşa. Elsiz adam, diliyle iş görebilir. Dilsizin gereğini el kapatamaz. Gel şu edepsizi bana bağışla.”

Ve sonra Evliya Çelebi’ye döndü.

“Hocam…” dedi. “Köyde yaptığın şakanın sonu bak ne oldu?.. Şu eksik eteğe ne cevap vereceksin?”

Şimdi Terez’le Gültekin’in evlendirilmesi işi ortaya çıkmıştı. Elçi paşa genç Macar kızına yaptığı vaadi söyleyerek, Kara Mehmet’in bu vaade saygı göstermesini istiyor ve Abdül’ün dilini ancak bu şartla yerinde bırakacağını söylüyordu. Yiğit sipahi, gerçekten müşkül bir mevkideydi. Karısının gebeliği yüzünden bir rezalet çıkabileceği endişeliyle uykusu kaçıp dururken başına bir de Gültekin’i evlendirmek derdi sarılmak isteniyordu.

Onun bir kız olduğunu söyleyemezdi, gülünç olurdu, muhatap olduğu teklife müspet cevap veremezdi, çünkü maskaralıktı. Şu vaziyette yapılacak şey sert bir “olmaz” savurmaktı, lakin bu kelime, elçi ile arasının açılmasına sebep olacaktı ve o zaman kafileden ayrılmak icap edecekti.

Kara Mehmet, ömründe ilk defa olarak sıkıntıdan terliyordu. Hafakanlar geçiriyordu. Elçi paşanın boyuna kendini zorlaması ise muhakemesini büsbütün bozuyordu. Nihayet bir savsaklama yolu buldu:

“Hele…” dedi. “Şu Abdül’ün dilini bağışlayın, öbür işi bana bırakın.”

Elçi, yolda bir düğün yaptırmak neşesiyle hiddetinden sıyrılarak gülümsedi, istenilen şeyi verdi:

“Melunun dilini kopartmaktan hatırın için vazgeçtim. Fakat onu kendi işlerimde artık kullanmam, yüzünü de görmek istemem. Bundan geri at uşağı olarak çalışsın, hayvanlar arasında dolaşsın!”

Abdül, süklüm püklüm ilerledi, paşanın eteğini ve Kara Mehmet’in elini öptü, geri geri yürüyerek çadırdan çıktı. Adımını dışarı atarken gözleri genç Terez’in üzerindeydi, için için söyleniyordu:

“Alacağın olsun Terez, alacağın olsun elçi paşa!..”

Okuyucular, bu Sırp mühtedisi Abdül’ün Avusturya tarihinde nasıl büyük bir yer aldığını sırası gelince göreceklerdir!..

***

Kara Mehmet, kadınlığını canlı bir vesika ile açığa vurmak üzere bulunan Aygut’tan önce Gültekin’in sırrını ortaya koyacak olan şu vaziyetten kurtulmak için bütün zekâsını seferber etmeye çalışırken Evliya Çelebi Terez’le Josef’e Arapça amentü okutuyordu. Köylü kız, bir nikâh duası olarak telakki etmek istediği bu sözlerini kardeşine de tekrar ettirilmesindeki sebebi kavrayamıyor ve hayretle sevinç arasında bocalaya bocalaya gönül verdiği delikanlıyı arıyordu.

İman telkininden sonra yapılacak iş, Jozef’in ihtidasını cerrahi bir ameliye ile tamamlamaktı. Elçi paşa bu işin kuzular kesilerek, eğlenceler tertip olunarak yapılmasını emrederken Kara Mehmet’e öbür maslahatı da anlattı:

“Adaş yiğidim…” dedi. “Oğlanın canını yakacağız, bari kızın yüzünü güldürelim, senin veldeşle nikâhını kıyıverelim.”

Zeki sipahi, o vakte kadar planını hazırlamıştı. Sakin ve güvenli bir sesle cevap verdi:

“Başüstüne sultanım, emrini hemen yerine getirelim. Fakat Gültekin hoyrat bir gençtir. Terslik damarı depreşince Nuh der, peygamber demez. Kafasını kırdırır, hendeği atlamaz. Onun için izin ver de gideyim, işi anlatayım, terslik yapmasının önüne geçeyim.”

Elçi paşa, kendi seviyesinden -hatta bir parmak- aşağı olanların hepsine dilediğini yaptırmak için nefsinde hem hak hem kudret göregeldiğinden Kara Mehmet’in bu mülahazasını yersiz bulmakla beraber muvafakat gösterdi, o da düşüne düşüne çadırdan çıktı. Kadınların yanına gitti, Bülbül Hatun’un elinden tuttu.

“Gülelim mi…” dedi. “Ağlayalım mı, bilmiyorum. Fakat bir çıkmaza girmiş gibiyiz. Dil birliği yapmaz, akıllı davranmazsak sırrımız açığa çıkacak, maskaralık baştan aşacak.”

Ve Terez’in dinini değiştirerek, kardeşine de aynı işi yaptırarak kendisiyle evlenmeye imkân hazırladığını anlattı. Bir kız tarafından erkek zannolunup candan sevilmek Bülbül Hatun’un yüreğine sızı, yüzüne kızartı veriyordu. Kalp sızısı Deli Murat’ı hatırlamaktan, yüz kızartısı da güzelliğinin böyle bir hadiseye sebep olmasından ileri geliyordu. Fakat Gülbeyaz kahkahalarla gülüyor ve boyuna söyleniyordu:

“Ne oyun, ne oyun! Macar kızı kiminle evlendiğini görünce kim bilir nasıl şaşıracak, nasıl alıklaşacak?.. Hemen nikâhı yapalım, çadır kapısında evlilerin çıkışını bekleyelim.”

Kara Mehmet, vaziyetin şakaya tahammülü olmadığını kısaca ihtar ettikten sonra kendi planını izaha girişti:

“Dinle Bülbül…” dedi. “Biz bu işi ulu orta başımızdan savamayız. Çünkü elçi paşayı gücendiririz, tatsızlık çıkarmış oluruz. Bize yakışan kötülükten iyilik doğurtmaktır. Onun için istenilen nikâhı yapalım. Bunun bir ziyanı yok. Lakin faydası çok. Bir kere senin erkekliğinden kuşkulananlar varsa aldandıklarını zannedecekler. Sonra elçinin sözü yerine gelmiş olacak. Daha sonra biz bu alışverişten Deli Murat’ın öcünü almak yolunu bulacağız.”

Öç sözü Bülbül’ün dikkatini uyandırmakla beraber ızdıraplı hayretini gene haykırmaktan geri kalmadı:

“Kız kıza nasıl varır ağa; böyle kepazelik mi olur?”

“Canım varıp da bir yastığa baş koyacak değilsin ya. Adın evlenmiş olacak. Yoksa Macar kızının eli senin eline değmeyecek. Sen sırrımızı açığa koydurma, ağır ol, üst tarafını bana bırak.”

Bülbül Hatun, gamlı gamlı içini çekti, uysallık gösterdi. Kara Mehmet’e itimadı vardı, onun her güçlüğü yeneceğine inanıyordu. Fakat içi de yanıyordu. Çünkü şu genç yaşında hep rüyaya benzeyen izdivaçlar geçiriyordu. Rahmetli kocasını bir günün sabahında tanıyıp gecesinde kaybetmişti. Şimdi de verimsiz bir nikâhın yükünü taşımaya sevk olunuyordu. Kız olarak dul kalmak felaketi yetmiyormuş gibi bugün de bir kızı dul yaşatmak garabetine namzetleniyordu.

Kara Mehmet bu gülünç piyesin en mühim kısmını oynayacak olan aktöre rolünü süfle ettikten sonra elçinin yanına gitti.

“Gültekin…” dedi. “Emrine boyun eğiyor, Macar kızıyla evleniyor. Lakin düğünün İstanbul’da yapılmasını şart koyuyor. Çünkü onun acuze bir analığı var, Zeyrek’te oturur. Biz yola çıkarken ant vermiş, kendi kendine evlenmemesi için söz almış. Sipahi değil mi ya! Sözünde durmak istiyor. Ben de haklı buldum.”

Elçi paşa, gevrek gevrek güldü.

“Bre yoldaş…” dedi. “Böyle şart mı olur?.. Macar kızı, olgun bir şeftali, senin veldeş, keskin bir diş. İkisi yan yana gelince Zeyrek’teki acuzenin ne hükmü kalır?.. Hele sen barutla ateşi bir araya koy. Sonunu düşünme.”

Kara Mehmet, barutun pek ıslak olduğunu söylemeye lüzum görmedi, yalnız bu mevzu üzerine Terez’in de dikkatini celbetmekle iktifa etti. Güzel Macar kızı çözülmez bir bilmece karışıklığıyla kendisine fısıldanan şartın neyi istihdaf ettiğini36 kavramaktan çok uzaktı ve hoşuna giden erkeğin eşi olacağını anlamaktan doğma sevinç içinde durmadan gülümsüyordu.

Bazma merhalesindeki konukluk işte bu hadiselerle geçti. Kafileye yeni mühtediler de karıştı. Jozef artık Yusuf adıyla anılıyordu. Terez de Tezer’e çevrilmiş bulunuyordu. Üç yüz erkeğin arasına bir kadın karışması hiçbir gayritabiilik uyandırmış değildi. Viyana yolcuları -elçiden at uşaklarına kadar- Tezer’e evlat ve kardeş gözüyle bakıyorlardı. Onun genç sipahiye gönül verip din değiştirmesini hayvani bir aşk cilvesi olarak telakki eden yoktu. Herkes bu hadisede ilahi bir hidayetin rehberliğini görüyor ve Tezer’e saygı gösteriyordu. O devirde böyle işlerin pek bol olmasına rağmen Jozef gene muhterem tutuluyordu. Bu ihtiram, onun başka bir muhite intikal ettiği güne kadar devam edecekti. Çünkü kafile halkının şahit oldukları sahneden gelme heyecan izlerini yüreklerinden silip çıkarmaları imkânsızdı.

Fakat gecelerini bir çadırda geçiren Gültekin’le Tezer’in vaziyetleri hayli acıklı idi. Gene Evliya Çelebi’nin tercümanlığıyla derneğin ve gerdeğin İstanbul’da yapılacağını öğrenmiş olan Tezer, gitgide çıldırasıya sevmeye başladığı kocasının gündüzleri Kara Mehmet’le Aygut’tan ayrılmamasını, geceleri ise küçük bir tebessümden ibaret sadakasını yüzüne serptikten sonra soyunmadan kilimine uzanıp yattığını gördükçe üzülüyor ve saatlerce uykusuz kalıyordu. Bazen aşkının zoruna dayanamayarak kocasına sokulmak ve onu kolları arasına alıp kana kana sarmak istiyordu. Lakin palasını, heybeden yapılma yastığına iliştirerek uyuyan gencin kayıtsızlığından, daha doğrusu o paladan korkarak yanık dileğini alevli yüreğinde saklamaya mecbur oluyordu.

Tezer Türkçe, Gültekin de Macarca bilmiyorlardı. Bu sebeple konuşmaları mümkün olamıyordu. Macar kızı, kocasının sade bir tebessüm sadakasıyla iktifa etmesini hep bu dil bilmezliğe hamlettiğinden olanca kuvvetini Türkçe öğrenmeye hasretmişti. Fena bir adam olduğunu anlamış olmasına rağmen kocasıyla görüşebilmek ülküsündeki cazibenin tesiriyle mahut Abdül’ü dost edinmişti, ondan Türkçe dersi alıyordu.

Abdül, kendisine pek güzel görünen bu kızın Gültekin’e gönül vermesini ve onun yüzünden bir an için dilinin koparılması tehlikesiyle karşılaşışını unutamıyordu. Dinini değiştirdikten, delikanlı bir sipahi ile nikâhlandıktan sonra da yaşmaklanmayarak sade bir yarım başörtüsü ile gezen ve kendisinden Türkçe öğrenmeye savaşan Tezer’i, hiç belli etmeden teshir etmek ve ağa düşürmek emeline kapılmıştı. Ona, Türkçe kelimeler öğretmekle beraber bu emeline uygun düşecek vaziyetler yaratmaya da çalışıyordu.

Kafile, onların böyle sıkı fıkı görüşmeye başladıkları, Gültekin’in de kadınlığını belli etmemek için her türlü tedbirlere başvurduğu günlerde Estergon ve Ostoni Belgrad kalelerini geçti, Türk hududunun sonuna yaklaştı. Ostoni Belgrad muhafızı Hacı Paşa, Viyana’dan gelecek Avusturya elçisini sınır taşları altında tesellüm37 ve Türk elçisini de öbür tarafın memurlarına teslim edecekti.

Şimdi elçinin de bütün kafile halkının da yürekleri heyecan içindeydi. Çünkü Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra -akıncılar müstesna- hiçbir Türk ordusunun aşmadığı bir yola ayak basmak üzere bulunuyorlardı. İstanbul’dan çıkalıdan beri Viyana’ya giden ordunun izinde yürünmüştü, birçok hatıralardan zevk ve ibret alınmıştı. Lakin üzerinde yürünülen topraklar hep Türk’tü. Doksan gündür Türk bayrağının muhteşem gölgesi altında bulunuyorlardı. Yarın, öbür gün bu bayrak, yalnız kafilenin başında dalgalanacak ve şehirlerde, kalelerde, köylerde Avusturya bayrağı görülecekti. Kafile, bu değişikliğin heyecanını şimdiden duyuyordu, Türk olmayan topraklarda Türk’e yakışan bir ihtişamla yürümeye hazırlanıyordu. 143 yıl önce Viyana’ya giden yolun içinde bulunmak da herkese başka gurur, başka yürek pekliği veriyordu.

Nihayet sayılı gün geldi, sınır taşlarına varıldı. Burası, Talma Ovası geçildikten sonra ulaşılan bir yerdi. Hacı Paşa’ya Estergon Beyi İskender Paşa da askerleriyle iltihak etmiş olduğundan elçi alayı koca bir orduya dönmüştü. Papa köyünden biraz ileride Avusturya elçisinin alayı yer almış bulunuyordu.

İki taraf da bu vaziyette nümayiş kaygısından başka bir şey düşünmüyordu. Türkler, uzun asırların kendilerine kazandırdığı şerefli üstünlüğe uygun bir durum almak, Avusturyalılar da yenilmiş, fakat yıkılmamış bir devlete yakışan çalımı göstermek istiyorlardı. Fakat Türklerde bariz bir mühimsemezlik ve ağır bir davranış görülüyordu. Ötekiler ise telaş ve acele sezdiriyorlardı.

Hatta Avusturya hudut muhafızı, günlerden beri sınır taşları önünde beklemekten usandığı için sabırsızlığını açığa vurmaktan da geri kalamadı, Ostoni Belgrad Valisi Hacı Paşa’ya bir adam gönderdi, iki elçinin ilkin kendi tarafından verilecek bir ziyafette tanışmalarını ve ertesi gün de mübadele edilmelerini teklif etti. Fakat Kara Mehmet Paşa bu yola yanaşmadı.

“Acele işe…” dedi. “Şeytan karışır. Biz yüz gündür yol yürüyoruz, onlar daha yolun başında bulunuyorlar. Öyleyken sabırsızlanıyorlar. Kendilerine biraz ağır olmalarını söyleyin.”

Türk elçisi, ziyafet teklifini reddetmekle de kalmadı, sınır taşlarının gerisinde oyunlar tertip etmeye girişti. İstanbul’dan Tuna yoluyla gönderilen bir ince filonun tam o sırada Papa suyunun Tuna’ya döküldüğü yere gelip yanaşması ve elçi kafilesine erzak getirmesi Kara Mehmet Paşa’nın yapmak istediği nümayişlere germi verilmesini38 temin etti. İstanbul, Viyana’ya giden heyetin Türk ilinde yetişmiş buğday unundan ekmek, gene Türk malı pirinç, yağ ve sucuk yemesini faydalı bularak bu ince filoyu yollamıştı. Bir orduya yetecek kadar bol olan erzak ile elçi, bütün o mıntıka gerilerine ziyafetler veriyordu.

Nümayişler tam bir hafta sürdü, başta Kara Mehmet olmak üzere yüzlerce Türk atlısı tarafından cirit oyunları yapıldı, kılıç hünerleri gösterildi. Yemek kokusu ve eğlence sesi sezip öte taraftan beriye geçen hayli Alman köylüsü de elçi paşanın ikramından hisse alıyor ve midelerini yemekle, gözlerini de Türk gücüyle doldurup yurtlarına dönüyordu.

Avusturyalılar bulundukları yerden Türklerin nümayişlerini hayran hayran seyrediyorlardı. Elçi paşanın otağı uzaktan ipek bir saray gibi göz kamaştırıyordu. Serhadli süvarilerin attıkları her cirit, Viyana kapılarını arayan bir şimşek gibi o seyircilere endişe aşılıyor ve bu şimşeklerin bir gün imparator sarayını sarabileceğini düşünen Avusturyalılar boğucu hafakanlar içinde kalıyordu.

Türk elçisi bu gösterilerle öbür tarafta toplananları bol bol üzdükten ve enikonu zayıflattıktan sonra mübadeleye hazır bulunduğunu bildirdi ve merasime başlandı. Her iki elçi, en büyük sınır taşının yanına dikilmiş olan ağaçlar dibinde birleşecekler ve teslim-tesellüm muamelesine memur olanlar tarafından karşılıklı değiştirileceklerdi. Vaktiyle gene böyle bir mübadele yapılırken Türk ve Avusturya askerleri arasında bir çarpışma vukuya gelerek birkaç yüz adamın kanı döküldüğünden elçilere on haysiyetli adamdan başkasının refakat etmemesi kanun hâline konmuştu. Bu sebeple her elçi, yanlarındaki askerlerden ayrılarak mübadele noktasına doğru yürümeye koyuldu. Türk sefirinin sağında Hacı Paşa, solunda Kara Mehmet bulunuyordu. Evliya Çelebi de not almak fırsatını kaçırmamak için on kişilik küme arasına katılmıştı, zeki gözleriyle her şeyi zapt ve kaydederek yürüyordu. Bir aralık elçinin hızlıca gittiğini gördü, hemen eğilip fısıldadı:

“Ağaçların yanına ilk varan mağlup sayılır. Bunu Türk ihtiyarları da Nemse kocaları da söylerler. Aman kendinizi yenilmiş göstermeyin.”39

bannerbanner