Читать книгу Viyana Dönüşü (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Viyana Dönüşü
Viyana Dönüşü
Оценить:
Viyana Dönüşü

5

Полная версия:

Viyana Dönüşü

Bülbül Hatun, ananeye göre, yüz görümlüğü alamazdı, çünkü konuşmuştu. Esir pazarından satın alınmış bir kız olmak sıfatıyla da esasen böyle bir armağana liyakati yoktu. Lakin Deli Murat, yıllardan beri taşıdığı elmas dertten kurtulmak için evleniyordu. Erdel kralına verdiği sözü yerine getirmek, onun için dokuz yaşına girmiş bir ülkü idi. Artık bu ülküye ermek gerekti, zemin de hazırlanmış bulunuyordu. Ondan dolayı çizmesini çekip atmadan, hatta palasını çıkarıp duvara asmadan o işi yapmak istedi, elini koynuna sokup kadife mahfazayı çıkardı, büyük çapta elmas yüzüğü aldı.

“Getir Bülbül, parmağını.” dedi. “Şunu takayım!”

Elmasın belki adını duymamış olan güzel kız, gözlerine doğru yükseltilen pırıltılı taşın kıymetini kavramakta gecikmedi. Çünkü kadındı ve kadınlar kendi ruhlarındaki ışıktan birer parça taşıyan elmasları, zümrütleri, yakutları, akraba tanıyarak severler!..

Deli Murat, uzattığı taşın karısında uyandırdığı sevinci sezdi ve onun yumuşak elini pençesinin içine alarak uzun uzun okşadıktan sonra yüzüğü bir parmağına geçirdi. Fakat başka bir nurlu madenden yapılmış gibi temas ettiği eli aydınlatan o zarif parmağa bu yüzük bol gelmişti, bırakıldığı vakit çevriliyor ve elmas taş yana doğru bükülüyordu.

Serçeşme, kuvvetli bir tazyikle halkayı daraltmak istedi. Lakin bunu yaparsa yüzüğün yamrı yumru olacağını düşünerek vazgeçti.

“Gördün ya…” dedi. “Bu yüzük senindir, dokuz yıldan beri senindir. Ben bir emanetçi gibi onu koynumda taşıdım. Hem üzüle üzüle taşıdım. Çünkü iğreti mal ancak tellal sırtına yakışır. Bense levendim, ünlü bir levendim, bugüne bugün Serçeşme’yim. Benim olmayan bir malı taşımaktan hoşlanmam. Lakin ne yazık ki parmağına bol geldi. Yarın inşallah Kuyumcular Çarşısı’na giderim, halkayı daralttırırım, gün batmadan yanına gelip gün ışığı altında parmağına takarım. Hele şimdi kutusuna koyalım, biz kendi işimize bakalım.”

Deli Murat, duyduğu üzüntüyü bu teselli ile giderdikten ve yüzüğü mahfazasıyla gene saltasının cebine koyduktan sonra eğildi, çizmesini çıkarmaya hazırlandı. Eli çizmesinin, gözü de cepkenini çıkarmış, yeleğini atmaya hazırlanmış olan Bülbül Hatun’un topuğunda idi.

Sabırsızlığına rağmen acele etmiyordu, ihtiraslı hülyalarla dolu bakışlarını o mevzun topuktan ayırmıyordu.

Bu sırada sert sert kapı çalındı ve amir bir sesin gürültüsü henüz biçimi bozulmayan gelin yatağına kadar geldi. O gürültüde şu kelimeler dalgalanıyordu:

“Aç bre Serçeşme, biz saraydan geliyoruz!”

Saray ve Serçeşme!.. Bu, gökle yer gibi birbirlerine milyonlarca fersah uzak mefhumlardı. Göğün yere inmesi ne kadar imkânsızsa sarayın şu kapıya gelmesi de o derece inanılmaz bir şeydi. Fakat bütün cihanı eşiğine cezbetmek isteyen mağrur saray, bazen arzularını uşaklar ağzıyla kulübelere de tebliğ ettirirdi. Bu, eğiliş olmaktan ziyade -ya taltif ya tahkir için- yeri göğe yaklaştıran bir hareket gibiydi.

Şimdi de aynı şey yapılıyordu ve sarayın haşmeti, iki odalı bir evin eşeğinde tecessüm ettiriliyordu. Deli Murat, geçirdiği hayrete ve duyduğu hiddete rağmen vakıanın hikmetini kavramaktan geri kalmadı, sabahki dayak hadisesinden dolayı sorguya çekilmek istenildiğini anladı.

Yaslandığı taşı, alay alay düşman karşısında da bırakmamak ve o taşı korumak uğrunda başını feda etmek her Türk’ün seve seve yapacağı bir iştir. Deli Murat ise o işi sınamış, sayısız savaşlar içinde pişmiş bir adamdı. Şimdi, ruhundaki kabiliyete ve o tecrübelere göre davranmak zorunu duyuyordu. Çünkü oturduğu ev, önünde serili duran yatak, sevinci kırılmış ve gözlerine şaşkın bir elem dolmuş olan kadın da tıpkı uğrunda can vermeyi borç tanıdığı sınır taşları, kale köşeleri gibi kendine mukaddes görünüyordu. Fakat vaziyetin bir aykırı tarafı vardı. Gelenler, kendisini gerdek zevkinden ayırmak ve karısından uzaklaştırmak isteyenler düşman sayılamazdı. Onlar, kanun denilebilecek bir kuvveti temsil ediyorlardı. Gerçi haklı atılmış bir sillenin hesabını sormaya kalkıştıkları için haksız olabilirlerdi. Lakin bu haksızlığı onlara pala kuvvetiyle kabul ettirmek bir suç olurdu. Aynı zamanda saray bir levent yumruğuyla yıkılacak kudretlerden değildi. Oradan gelen üç beş kişiyi püskürtmek kolay olsa bile işin sonunu hesaplamak gerekti.

Deli Murat, çabuk alevlenir ve ulu orta davranır bir yiğit olmakla beraber bütün bunları hesapladı. Çünkü hayatının artık kendine ait olmadığını anlıyordu. Tehlikeli bir maceraya atılmakla çiçeği henüz burnunda duran, emelleri henüz yüreğinde goncalaşan Bülbül Hatun’u da uçuruma sürüklemiş olacaktı.

Bu sebeple soğukkanlılığını korudu, muzdarip bir hayret içinde kalan karısına sokuldu.

“Yavrum…” dedi. “Bu sabah esir hanında iki Arap’la dalaşmıştım. Beni hünkâra çekiştirmiş olacaklar ki şu adamlar kapıma geliyor. Sen, olmasan ben onlara ikişer Hafız Paşa yumruğu aşk ederdim, kapıma gelmenin ne demek olduğunu öğretirdim. Lakin seni üzüntüde koymak istemiyorum, dişimi sıkıp sinirlerimi yatıştırıyorum. İzin ver de aşağı ineyim, herifleri göreyim. Bakalım, ne istiyorlar. Belki başka bir iş için gelmişlerdir. Yüzleşip anlaşayım.”

Kızcağız, saray ve hünkâr kelimelerinin neye delalet edebileceğini anlamaktan çok uzaktı. Yalnız baltalanmış bir zevkin acısını duyuyor ve kocasının gene çizmeli ve giyimli kalkışına üzülüyordu. Kapıya gelenlerin lafı uzatmaları ve kendine mukadder ve mübeşşer olan hayat değişikliği saatinin gecikmesi ihtimali de üzüntüsünü çoğaltıyordu. Yoksa hatırına hiçbir tehlike gelmiyordu ve çelikten bir dağa benzettiği kocasına herhangi bir rüzgârın zarar verebilmesine imkân görmüyordu.

Bundan ötürü müsterih bir tevekkülle içini çekti.

“Peki…” dedi. “Kapıya inin. Gelenleri görün. Ben de size şerbet hazırlayayım.”

Kapı, bu muhavere sırasında artsız arasız çalınıyordu, saray adamlarının yaygarası da şiddetini arttırıyordu. Soğukkanlılığını yeni baştan kaybetmeye başlayan Deli Murat, pencereye koşarak camı açtı ve haykırdı:

“Patladınız mı herifler, işte geliyorum. Beni biraz beklemeye dayanamayacak kadar kibarsanız yıkılın, gidin, beklemeyi bilen kişiler yollayın!”

Onların homurdanmalarını duymamak için pencere önünden hızla ayrıldı, karısının iki eline yapıştı.

“Bülbül…” dedi. “Gidiyorum. Seni sarmadan gidiyorum. Belki kapıdakiler yakamı bırakmazlar, beni saraya götürürler, bu da umurumda değil, çünkü hünkârla yüzleşirsem haklı çıkacağımı biliyorum. Fakat her işin kötü tarafını hesaplamalı. Şayet başıma bir çorap örülürse, ortaya sürgüne gitmek filan gibi bir şey çıkarsa sakın üzülme. Beni Yemen çöllerine yollasalar, rüzgâr olurum, gene seni bulurum, elverir ki sen, emniyet altında yaşayasın. Bunun için sözlerime iyi kulak ver: Yarın öğleye kadar gelmezsem, seninle hamama giden ihtiyar kadını sipahi hanına yolla, Topçu Kara Mehmet’i buldur, başıma geleni anlat. O seni ben dönünceye kadar korur.”

İşin içinde bir facia dolaştığını ancak şimdi sezen Bülbül Hatun, şaşkınlıktan ızdıraba geçti, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Deli Murat, karısının gözünden birer inci tanesi gibi çıkıp da kendi yüreğine birer kıvılcım olarak düşen bu yaşlar arasında iradesinin eriyeceğini anladı, ters bir iş yapmak zorunda kalmaktan ürktü.

“Ağlama Bülbül!” dedi. “Beni zıvanadan çıkarırsın, boş yere katil yaparsın. Sen gül ki ben de saraya gülerek gidebileyim.”

Ve karısını yaman bir kucaklayışla göğsüne kapadı, uzun uzun sıktı, derin derin kokladı.

“Haydi…” dedi. “Hoşça kal. Şu yuvanın kurulurken çökmesi kaderde yoksa bir iki saat sonra gene buluşuruz!..”

Deli Murat’ın başına neler geldiğini hikâye etmezden evvel onun böyle gürültü ile saraya çağırılışını intaç eden12 hadiseleri anlatalım:

Esir hanında sillelenen harem ağasıyla arkadaşı, Azrail elinden can kurtarmış iki insan gibi hayretle karışık bir korku içinde atlarını sürerek saraya vardıkları vakit geniş bir nefes almışlar ve doğruca valide Turhan Sultan’ın yanına giderek ağlaya ağlaya vakıayı hikâye etmişlerdi. Onlardan sille yiyenin adı Sıska Beşir’di ve dert yanan da oydu. Beriki -Uzun Dilaver adlısı da- hıçkırıklı ağlayışıyla arkadaşına refakat ediyor ve ikide bir “Öyle oldu sultanım, doğrudur sultanım!” diye hikâyeyi tevsik etmeye13 çalışıyordu.

Saraya girip çıkmaya mezun olan Bedesten’le ilgili kadınlardan biri esir hanında güzellikte eşsiz sayılacak bir kız bulunduğunu valide sultana müjdelemesi üzerine Sıska Beşir’le Uzun Dilaver hana gönderilmişlerdi. Sarayda yedi yüze yakın halayık bulunduğu hâlde hünkâr, Haseki Rebia Gülnuş’un nüfuzundan kurtulamıyor ve o küme küme kızlardan hemen hiçbirine gönül vermiyordu. Turhan Sultan bu vaziyeti kendi nüfuzu, kendi hâkimiyeti için tehlikeli bulduğundan aylardan beri entrika çevirip duruyordu. Onun düşüncesine göre biricik oğlunun, Avcı Sultan Mehmet’in kalbinde bir düzine kadının yeri olmak gerekti. Ancak o vakit, oğlunun üzerinde kendi nüfuzu mutlaklaşabilirdi. Çünkü on iki kadını birden seven hünkârın onlardan birine bağlanması mümkün olamazdı. Bir padişahın kadın nüfuzundan uzak olarak yaşaması ise kabil olamayacağı için Avcı Mehmet, iradesini anasının idaresi altına koymak mecburiyetinde kalacaktı.

Vaktiyle Kösem Sultan gibi saltanat hırsı uğrunda öz oğlunu öldürtmekten çekinmeyen kudretli bir kadınla mücadele ederek galip çıkmış olan Turhan, Haseki Rebia Gülnuş’un tahakkümüne elbette boyun eğemezdi. Ne yapıp yapıp o tahakkümün önüne geçmek lazımdı. Bunun için de ya saraydakilerden bir kızı Rebia’ya rakip çıkarmak yahut taşradan yeni bir güzel kız bulup onu şu işte kullanmak icap ediyordu. Turhan Sultan, bu lüzumu duyduktan sonra ilkin Gülbeyaz adlı bir halayığı ele aldı ve ileri sürdü. Bu kızcağız, gerçekten beyaz bir güldü, tepeden tırnağa kadar renkti. Haseki Rebia’dan, iki şehzade anası olan o Giritli yosmadan bir türlü uzaklaşamayan hünkâr bile, anası tarafından kendine sunulan Gülbeyaz’ın muattar güzelliğine bir aralık dayanamadı, kendini gözdeler arasına soktu ve birkaç hafta bu gülün sevda bülbülü olur gibi göründü. Fakat Rebia, ne yapıp yaptı, bir köşeye atılmaktan ve unutulmaktan kendini kurtardı, Gülbeyaz’la galibane mübareze etmek fırsatlarını yarattı. Şimdi onlar, sarayın birbirlerini söndürmek isteyen iki yıldızı vaziyetinde bulunuyorlardı. Avcı Mehmet, bazen Gülbeyaz’a meclup, bazen Rebia’ya mağlup oluyordu ve onun rakibelerden birine temayül ettiği gün sarayın da bütün kudreti o kadının eteğine eğiliyordu.

Vaziyeti gözden kaçırmayan Valide Turhan Sultan, bu mücadele sonunda Rebia’nın galip çıkacağını anlıyor ve üzülüyordu.

Kendinin himaye ettiği Gülbeyaz, verilen öğütlere rağmen, bir türlü gebe kalmıyordu. Hâlbuki Rebia’nın iki oğlu vardı ve bu, hünkârı kazanmak davasında Giritli güzeli kuvvetlendiriyordu.

Saraya yeni bir güzel kız getirmek fikri işte bundan dolayı Turhan Sultan’ın kafasına yerleşmişti. Yedi yüz halayığa karşı sırtını çeviren, Gülbeyaz gibi gerçekten müstesna bir mahlukun cazibesine bile kalbini tamamıyla kaptırmayan Avcı Mehmet’i mağlup edecek bu güzelin ise pek yüksek bir hilkat bediası olması gerekti.

Bedesten komisyoncusu kadının ant içerek verdiği haber, Turhan Sultan’ı büyük ümitlere düşürmüştü, esir hanına gönderdiği harem ağalarının dönmelerini dört gözle bekliyordu. Fakat onlar, şen bir yüzle ve iyi bir müjde ile gelmemişlerdi, dayak yemiş köpekler gibi uluya uluya huzura çıkmışlardı. Turhan Sultan, semere vurulan kamçının eşeğe de alakası olduğunu düşünerek kölelerin vaziyetine karşı kayıtsız kalamamış ve heyecanından esir kız işini unutup dayak hadisesini incelemeye koyulmuştu.

Sıska Beşir, hıçkırıklı hikâyesini bitirince sordu:

“Size el kaldıran, dil uzatan bu küstahların kim olduklarını öğrenmediniz mi?”

Uzun Dilaver cevap verdi:

“Onlar övüne övüne, böbürlene böbürlene söylediler sultanım. Yoldaşımı silleleyen Serçeşme Deli Murat. Arkadaşı da Sipahi Kara Mehmet!”

Tam bu sırada odanın perdesi açıldı, Haseki Rebia Gülnuş içeri girdi, ağlayan kölelerle somurtan valide sultanı süze süze yürüdü.

“Sultanım…” dedi. “Canınızı sıkmışlar. Bir münasebetsizlik mi var?”

Kaynananın yüzü biraz daha ekşidi, kaşları çatıldı, dudakları titredi. Gençliğinin debdebesine ve iki oğlunun beşiğine dayanarak kendi kudretini çiğnemeye kalkışan, başka kızların eşiğini uzaktan öperek geçtikleri şu odaya sorgusuz giren, ulu orta yürüyüp sorular yapmaya girişen bu genç kadın, hele şu kızgın dakikada gözüne süslü bir yılan gibi soğuk görünüyordu. Hiddetine biraz daha yenilse onu yanındaki kölelere tutturacak, kana kana ve kanlarını akıta akıta dövecekti. Fakat oğlundan korkuyordu. O oğlundan ki, belki yüz kere “Gülnuş’uma yan bakan göz kim olursa olsun mutlaka kör olmaya mahkûmdur!” demiş ve onu ilişilmez bir vücut hâline getirmişti.

Böyle bir tehdit de olmasa Turhan Sultan, kadın mücadelelerinin nasıl yapılacağını çok iyi bilenlerdendi. Bu bilgiyi ona kendi emriyle öldürülen Kösem vermişti. Telli Haseki gibi bir zamanlar Topkapı Sarayı’nın güneşi kesilen bir kadını güle güle ve güldüre güldüre zehirletip bir yığın kömüre çevirten, her biri padişahın kalbinden birer parça yakalayarak bu ganimetin getirdiği kuvvetle ne oldum delisine dönen düzinelerle kadını iz bırakmadan, ses çıkartmadan çuvallara koydurup denize attıran Kösem, bu gibi vaziyetlerde unutulmasına imkân olmayan bir örnekti.

Onun rakiplerine, düşmanlarına ve sevmediği kimselere karşı aldığı sinsi, mürai14 ve şeytani vaziyeti takınmak, er geç muzaffer olmak neticesini verecekti. Bu, böyle olunca kızmak veya kızgınlığını belli etmek alıklık demekti.

Turhan Sultan işte bu mülahaza ile kendisini topladı, çatık kaşlılıktan sıyrıldı, güler yüz takındı:

“Gün doğunca…” dedi. “Gece silinir. Sen gelince benim de canımın sıkıntısı geçti, içim açıldı. Şöyle yakın gel, yanıma otur, doya doya yüzünü göreyim, güzel sesini duyayım. Yavrumun yavrularını sen doğurdun. Sende aslanımın kokusu var. Burnum o kokuyu alsın!”

Rebia Gülnuş, bu sözlerin nasıl bir duyguya tercüman olduğunu anlıyordu. Çünkü Turhan’ın küçük şehzadeleri severken “Yavrumun yavrusu, yarısı da yılan yavrusu!” demekten geri kalmadığını biliyordu, fakat Avcı Sultan Mehmet ona da “Anam bir yana, cihan bir yana!” diye kaynana-gelin zırıltılarına karşı alacağı vaziyeti hissettirdiği için idareli davranıyordu, “fitne kumkuması” adını verdiği bu düzenci kadınla açık bir mücadeleye girişmekten çekiniyordu. Şimdi de onun tatlı sözlerine kanmış ve inanmış gibi göründü, el öpüp sedirin bir yanına ilişti.

Turhan Sultan o sırada elli, Gülnuş ise otuz yaşında idi. Bu yaş farkı, onların birbirlerine bakışmalarında ayrı ayrı sezilip duruyor ve birinde hınç, birinde gurur oluyordu. Turhan, bütün zekâsına ve bütün soğukkanlılığına rağmen o gururun ağırlığına dayanamadı, hıncını tatmin için geçmiş günlerin hatıralarından istifade etmek istedi:

“Güzel yavru…” dedi. “Seni gördükçe saraya ilk geldiğin günü hatırlarım. Rahmetli Deli Hüseyin Paşa, seni Girit’te yakalayıp aslanıma armağan eylemişti. Tozlu bir elmasa benziyordun. Herkesten önce ben senin ne cevher olduğunu sezdim, oğluma da sezdirdim. Kapalı bir güzelliği açığa çıkardığım için hâlâ sevinirim.”

Gülnuş, kaynanasının ne demek ve neleri hatırlatmak istediğini kavradı, iki köle önünden kendinin Girit’ten gelme bir tutsak olduğunun ileri sürülmesinden sinirlendi, hırçın bir sesle sert bir cevap verdi:

“Rahmetli Kösem Sultan’ın da aynı iyiliği size yaptığını söylüyorlar. Fakat siz münafık sözüne uyup onu incitmişsiniz. Bu can tende oldukça ben nankörlük etmeyeceğim, iyiliğinizi unutmayacağım.”

Mukabil taarruz daha yaman olmuştu. Çünkü Gülnuş, kaynanasının halayıklığını söylemekle beraber nankör ve katil bir kadın olduğunu da ortaya koyuyordu. Hatta bu kadarla da iktifa etmiyordu. Kendisinin nankör çıkmayacağını söyler gibi davranıp icabında hamle yapmaktan geri kalmayacağını, yani kaynanasını Kösem Sultan’a benzetmek elinden gelirse de böyle bir cinayeti hissî necabet göstererek yapmayacağını anlatıyordu.

Turhan’ın yüzü kıpkırmızı kesildi ve sonra sarardı. Gülnuş’un böyle bir karşılık vereceğini hiç ummuyordu. Aynı zamanda yirmi iki yıl önce işlediği büyük cinayetin kanlı safhaları gözünün önüne gelmişti, boğdurttuğu kadının çığlıkları kulağında titremeye başlamıştı. Bu durumda kendini tutamayacağını seziyordu, dişlerini sıkıyordu.

Fakat Giritli dönme, attığı tokadın acısını iniltisiz bırakmak ve tehlikeli bir münakaşanın önüne geçmek için sözü değiştiriverdi:

“Sultanım…” dedi. “Bu ağalar niçin ağlaşıyorlardı?”

Valide Turhan, gelininin yapmak istediği manevrayı anlamakla beraber bu sorudan kendi hıncını hoşnut etmek fırsatını çıkarmakta gecikmedi, her kelimeyi bir iğne gibi kullanarak hadiseyi anlattı:

“Aslanıma layık bir kızı salık vermişlerdi. Beşir’le Dilaveri yollayıp baktırayım dedim, esir hanında iki kendini bilmezle karşılaşmışlar, dayak yemişler.”

“Oh olsun! Benim üstüme ortak getirmeye gidenleri ulu Tanrı böyle rezil eder.”

Ve zihnine ansızın doğan bir fikrin zoruyla hırçınlıktan sıyrılıvererek Turhan Sultan’ın kulağına eğildi.

“Sarayda kızılca kıyamet kopmasını İstemiyorsanız…” dedi. “Benimle anlaşmalısınız, istediğinizin yapılmasına ben göz yumacağım. Fakat bir şartla!”

Öbürü hayran hayran mırıldandı:

“Ne şartı bu?”

“Şu herifleri dışarı çıkarınız, söyleyeyim.”

Turhan Sultan’ın verdiği emir üzerine iki köle salondan ayrılınca Rebia Gülnuş, merak içinde kalan kaynanasının yanına biraz daha sokuldu.

“Siz…” dedi. “Şevketlu efendimizden beni uzaklaştırmak için yorulmadan çalışıyorsunuz. On yılda karşıma yüz ortak çıkardınız, meramınıza eremediniz. Lakin fikrinizden de caymadınız, hâlâ esir hanlarına adamlar yollayıp beni yenecek, benim yerimi alacak kızlar arıyorsunuz. Buna karşı ben de bir şeyler yapabilirdim, oğlunuzu sizinle bozuşturmaya savaşırdım. Hâlbuki hiç tınmadım, Allah’ıma sığınıp, yavrularımı bağrıma basıp her şeye göğüs gerdim. Fakat bugün dayanamayacak bir hâldeyim, kabıma sığamıyorum. İçimde can yakmak, gönül kırmak, hatta kan dökmek için bir dilek, bir istek var.”

Biraz durdu, susamış bir dişi kaplan gibi diliyle ağır ağır dudaklarını ıslattı.

“Bir saat önce…” dedi. “Gülbeyaz’ı şevketlu efendimizin yanına girerken gördüm. Bana kötü kötü baktı. İşte bu bakış yüreğimi yaktı. Gerçi benim ayna gibi dostum var. Bin Gülbeyaz bir yere gelse dudağımın yanındaki çukuru dolduramazlar, hele o aşüfte, nur dolu bir kazanda yüz yıl yıkansa gene benim beyazlığımı bulamaz. Topuğumun derisinden öylelerine yüz çıkar!.. Gelgelelim onun yüreğime basa basa şevketlu efendimin odasına girişine dayanamıyorum. Saraydaki kızların hepsi hünkârımın koynuna girsin, tek bu şıllık aradan çıksın!”

Turhan Sultan, omuzlarını silkti:

“Bu sözleri bana niçin söylediğini anlamadım yavrum, benim aslanımın keyfine kimse karışamaz. Dilediği kızı alır, dilediğini bırakır. Sen onun yüreğine gem mi vuracaksın?”

“Hayır, haşa. Ben öyle bir şey demedim, demem de. Yalnız Gülbeyaz’dan kurtulmak istiyorum. Bunun için de size sığınıyorum. Siz, yeni bir halayık getirtmek fikrinde değil misiniz? Ben ağlarım, sızlarım, şehzadelerimi ağlatırım, her çareye başvururum, bu dileğinize karşı korum, sizi mahcup ederim, küçük düşürürüm. Fakat siz benim şartlarımı kabul ederseniz ben de yeni gelmiş bir halayık gibi davranırım, getireceğiniz kızın şevketlu efendimize sunulmasına ses çıkarmam.”

“Neymiş şartın bakalım hırçın kız?”

“Gülbeyaz’ı gidermek!.. O ortadan kalksın, ben her şeye razı olurum.”

Turhan Sultan düşünür gibi bir tavır aldı. Nüfuzunu yıkmak istediği Gülnuş’un nasıl bir plan çevirdiğini anlıyordu. O, yeni bir halayığın -ne kadar güzel olursa olsun- kendisine kuvvetli bir rakip olamayacağını hesaplayarak esirhanedeki kızın getirilmesine muvafakat ediyor ve bunu bir pazarlık mevzusu yaparak Gülbeyaz’dan kurtulmak istiyordu.

Demek ki kendisine bir cinayet teklif olunuyordu. Gülnuş bütün kudretine rağmen, padişahın gözdeleri arasına giren bir kadını yok edemezdi. Böyle bir işi ancak valideler başarabilirdi.

Turhan, hiç düşünüp çekinmeden cani bir tasavvur ortaya koyan Gülnuş’un bu cesaretini beğendi ve onu kündeden atmayı tasarlayarak şu cevabı verdi:

“Benim kaynanamı öldürttüğümü örnek tutup Gülbeyaz’a da kıymaktan çekinmeyeceğimi sanıyorsun. Lakin aldanıyorsun kızım. Ben o günahı, aslanımın hayatını korumak için işledim. Kösem ölmeseydi biricik oğlum, senin şevketlu efendin ölecekti. Gülbeyaz’a niçin kıyayım?”

“Beni kazanmak için!”

“Ben valide sultanım, kimsenin sevgisini satın almaya tenezzül etmem.”

“Gün doğmadan neler doğar sultanım, yarın sizin yerinize benim geçmeyeceğimi kim bilir?”

“Ya, oğlumun ölümünü, kardeşlerinin ölümünü bekliyorsun, öyle mi?”

“Allah etmesin, Allah o günleri göstermesin, fakat dünya bu, umulmayan şeyler olur.”

“Dilin kurusun hınzır, yüreğimi hoplattın, bu sözü bir daha ağzına alırsan kendini yok bil!”

“Gülbeyaz sağken zaten kendimin varlığına inanmıyorum ki…”

Turhan Sultan, bahsin uzaması hâlinde tasarladığı planın suya düşeceğini anlayarak tam bir iş adamı gibi davrandı.

“Bana…” dedi. “Büyükannelik zevkini sen tattırdın. Aslanıma babalık tadını sen sundun. Vaktiyle ben de kıskançlık ateşine yandım, çok üzüntüler çektim. Bunları hatırlayınca da sana acımamak elimden gelmez. Fakat ne dilimi ne elimi günaha sokamam. Gülbeyaz’ı kendin gider, vebali senin boynuna olsun. Ben yalnız oğlumun yanında seni korurum, işi örtbas ettiririm. Daha fazlası elimden gelmez.”

“Bu da bana yeter sultanım. Yalnız Gülbeyaz’ı giderirsem şevketlu efendimin gazabına uğramaktan beni koruyacağınıza ant için.”

“Oğlumun, torunlarımın hayrını görmeyeyim, seni incittirirsem. Nasıl memnun oldun mu?”

“Bir gününüz bin olsun efem. Canıma can kattınız, derdime derman verdiniz. Şimdi esir hanındaki kızı getirtebilirsiniz.”

Turhan Sultan dudaklarını büktü.

“Bunun için…” dedi. “Senden izin mi alacaktım haspa! Oğlumu eğlendirmek için bir değil, bin kız getiririm!”

“Evet, getirirsiniz ve getiriyorsunuz da. Fakat benim de hakkım var. Gülbeyaz’ın uğruna ben o haktan vazgeçiyorum. Bu da az bir şey değildir sultanım.”

Gülnuş, kaynanasının isabetle tahmin ettiği gibi, yeni gelecek halayığın kendisini mağlup edemeyeceğini umarak en azılı rakibi olan Gülbeyaz’ı gidermeye yol bulmak suretiyle bu işten büyük bir kazanç, elde etmek istiyordu. Turhan Sultan ise ona karşı yeni ve kudretli bir rakibe çıkarırken sarayda gürültü çıkmamasını, kendine hücumlar yapılmamasını temin için bu cani tasavvura muvafakat etmekle beraber Gülbeyaz’ın herhangi bir suretle giderilmesi hâlinde ilk davacı hakkını kendine alıkoyuyordu. İçtiği antta samimi değildi ve tam sırasında Gülnuş’u itham etmekten çekinmeyecekti.

Lakin ikisi de memnundu, candan uyuşmuş görünerek esir hanındaki kız üzerine konuşuyorlardı. Turhan, bu kızın varlığını kimden öğrendiğini kısaca anlattıktan sonra harem ağalarını çağırttı:

“Sizi dövenleri nasıl cezalandıracağımızı sonra kararlaştırırız. Şimdi siz bana anlatın: Satılık kızı gördünüz mü?”

Uzun Dilaver cevap verdi:

“Gördük sultanım, gördük. Bir içim su! Ulu Tanrı övüp yaratmış, insanlara parmak ısırtmak için yeryüzüne atmış. Bir boyu var ki serpilmiş gül fidanını andırıyor. Yanakları bu boyun üstünde iki al gül… Kolların beyazlığını tarif edemem. Sultanımın halvetindeki gümüş şamdanlar o kolun yanında kalay kalır. Ya gerdanı?.. Sanki mehtabı hamur yapıp yoğurmuşlar, bir gerdan döküp bu kıza geçirmişler. Burun ona göre, göz ona göre, ağız ona göre. Hele gülümsemeye görsün: Şevketlu efendimizin inci tespihini çürük dişlerden yapılmış sanırsınız. Kızın ağzındaki inciler o kadar halis, o kadar düzgün. Dedim ya, bir içim su, ancak hünkârımızın ağzına yakışır.”

Turhan Sultan’ın gözleri sevinç içinde parlayıp dururken Rebia Gülnuş da kıskançlık hafakanları geçiriyordu, için için kıvranıyordu.

Harem ağasının son sözü üzerine haseki dayanamadı:

“Ağa…” dedi. “Şevketlu efendimizin mübarek başı için doğru söyle: Bu kız benden de güzel mi?”

Uzun Dilaver, endişeli bir mülahaza saniyesi geçirdikten sonra bir tekerleme ile işin içinden çıkmak istedi:

“Gönül kimi severse güzel odur sultanım. Velinimet efendimiz sizi beğeniyor, üzerinize toz kondurmak istemiyor.”

“Ya bu kızı benden üstün tutarsa?”

“Ummam sultanım. Çünkü siz, ilk göz ağrısısınız, unutulamazsınız.”

Turhan Sultan araya girdi:

“Bizim vazifemiz aslanımı eğlendirmektir. Bir gülle yaz geçmez, bir yıldızla gök bezenmez. Padişahların gönülleri bir yandan cennet bahçesine, bir yandan gökyüzüne benzer. O bahçede her çeşit çiçek, o gökyüzünde binbir çeşit yıldız bulunur. Esir hanındaki kız da mademki güzeldir, aslanımın gönlünde yer almalıdır, açılıp parlamalıdır. Şimdi siz kızlar ağasına gidin. Benim tarafımdan söyleyin, hemen adam yollasın, o bir içim suyu saraya getirtsin. Seninle Beşir, hakaret gördüğünüz, dayak yediğiniz için artık oraya gidemezsiniz; bu işi başka biri görmelidir.”

bannerbanner