Читать книгу Viyana Dönüşü (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Viyana Dönüşü
Viyana Dönüşü
Оценить:
Viyana Dönüşü

5

Полная версия:

Viyana Dönüşü

Yeni bir münakaşanın yeni bir dayakla neticeleneceğini, bu dev yapılı adamlarla başa çıkamayacaklarını çoktan anlamış bulunan ağalar ağızlarını açmadılar, uzun boylarını boyunlarının büklümü içinde kısaltarak atlarını sürdüler, hünkâra dert yanıp gördükleri hakaretin öcünü almak ümidi içinde oradan uzaklaştılar.

Şimdi esirhane emini, bütün adamlarıyla, Deli Murat’ın ve Kara Mehmet’in önünde eğiliyordu, dalkavukluğa girişerek yapılan işin yerinde olduğunu söylüyordu. Esirciler de saray adamlarını silleleyen yiğitleri korka korka süzüyorlardı. Çünkü onların alışveriş yapmaya kalkışmaları hâlinde çetin bir maslahatla karşılaşmış olacaklarını sezinsiyorlardı. Fakat iki yiğit dosta hakiki numaralarını verenler, pencerelere yığılan esir kızlardı. Onlar, harem ağasını bir sillede al kana boyayıp yere düşüren Deli Murat’ın pençesinde ve bu sillelenmiş iri boy Arap’ı tek eliyle kaldırıp at üstüne atan Kara Mehmet’in bileğinde yüreklerini hoplatan bir şey, bir cazibe, bir büyü görüyorlardı ve heyecan içinde titreşiyorlardı.

Hiddet buhranından yavaş yavaş kurtulan Deli Murat, kendilerini alkışlayıp duran esirhane eminini terslemekte gecikmedi:

“Ağa…” dedi. “Biz buraya ne harem ağası dövmeğe ne seni dinlemeye geldik. Biz alışveriş yapacağız.”

Ağa, sert söylenen bu sözler üzerine esircilerin en ileri gelenlerini yanına çağırdı, emir verdi:

“Şahbazları yukarı çıkarın, bütün kızları gösterin. İnşallah hoşlarına gidecek mal bulurlar da eli boş dönmezler. Böyle yiğit müşterilerin gönüllerini hoş etmek borcumuzdur. Haydi yürüyün, gözünüzü dört açın.”

***

Esir alışverişi hiçbir aksataya benzemez. Bu alıp satma sahnesinde müşteri -ekseriya- şehvettir, hayvani ihtiraslardır. Satılan meta ise öldürülmüş irade, susturulmuş gönül, unutturulmuş hürriyet ve -hepsinden acıklısı- güzelliktir, gençliktir, ettir!.. Şahlanmış hülyalarla esir pazarına gelen şehvet, kızıl ve kıpkızıl iştiha hâlinde harekete geçer, önüne serilen saçları tel tel muayene eder, keyfine bırakılan beyaz, esmer; zayıf, tombul; körpe, olgun etleri mıncıklar, okşar ve o saçların omuzlarda dalgalanışı, o etlerin yürüyüş vaziyetindeki biçimlerini uzun uzun tetkik eder. Sonunda ya hoşnut kalarak sırıtır, bir avuç altın kusarak et kümelerinden birini kucaklar, inine götürür. Yahut homurdanarak döner.

Satılan kızların, kadınların kasap dükkânındaki gövdelerden farkı, sadece canlı olmaktan ibarettir. Yoksa bu metaların da o gövdeler gibi örtüleri deridir ve her yanları açıktır. Çünkü bir kuzu gövdesi nasıl başından kuyruğuna kadar görülmek lazımsa bir esir vücudu da öyle gözden geçirilmek icap eder. Kesilmiş bir kuzuda hoşa gitmeyecek parçalar bulunduğu gibi satılık bir kadında da meşrebe ve zevke göre çirkin görünecek yerler bulunabilir. Bu sebeple esir, yalnız derisiyle teşhir olunur ve müşteri onun benlerini sayar, kalçalarını ölçer, bütün uzviyeti üzerinde arzularını dolaştırır. Esir, canlı bir manken gibi -verilen emirlere uyarak- diz çöker, yan yatar, yüzükoyun uzanır, iki büklüm durur, yürür, oturur, dişlerini göstermek için güler. Yalnız ağlayamaz. Çünkü ağlarsa mal sahibini kızdıracağını ve çıplak sırtına kamçı ineceğini bilir.

Müşteri eti beğenince kasabın vazifesi parayı almak ve eti satmaktır. Et, kendine açılan ağza karşı bir şey söyleyemez, mukadder olan akıbetine doğru sürüklenip gider. Esir kızlar da öyledir. Kendilerini alan adamların ne yaşıyla ne kılığıyla alakalanamaz, koyun budu sessizliğiyle müşterisine mal olur.

İşte Deli Murat, Kara Mehmet böyle bir alışveriş sahnesine gidiyorlardı. Fakat onların han avlusunda bir hadise çıkarmış; saray adamlarını hırpalamış olmaları, kendilerine başka müşterilerden farklı bir mevki temin etmişti. Vakıayı pencereden seyretmiş olan esir kızların hepsinde bu iki yiğit adama karşı bir ilgi seziliyordu. Kuvvet, esir kadın kalbini de heyecanlandırır. O kalp, hissetmekten menedilmiş olsa bile yerinde duyar, çarpar. Esir pazarındaki küme küme kızların kalbi de beş on dakikadan beri hızlı hızlı atıyordu ve bu çırpınış, gamlı gözlere garip bir cila getiriyordu.

Mallarını teşhir için Deli Murat’la Kara Mehmet’in yanına katılan esirciler, ilkin dehlizlerdeki düşük kıymetli kızları sıraladılar, usulü dairesinde yürüterek, oturtarak ve terbiyeleri hakkında malumat vererek müşterilerin dikkatini uyandırmaya çalıştılar. Muhtelif milletlere mensup olan bu kızların çoğu kusurlu olup içlerinde göze hoş görünebilenleri de yaşça geçkindi ve hemen hepsi mutfakta çalıştırılabilecek takımdandı.

Arkadaşından daha hararetli görünen Deli Murat, kısa bir temaşadan sonra yüzünü ekşitti.

“Bunlar…” dedi. “Züyuf akçe. Bizim keseye elvermez. Biz ayarı düzgün altın arıyoruz.”

Esirciler, kötü malları sürememekten doğma hoşnutsuzluklarını riyalı tebessümlerle örtmeye çalışarak öne düştüler, iki arkadaşı oda oda gezdirmeye başladılar. Her odada Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın muhtelif ülkelerinden derlenmiş düzinelerle kızlar bulunuyordu. Hepsi yarı çıplak yaşatılan bu zavallılar, müşterilerin odaya girmesiyle beraber üstlerindeki örtüyü atıyorlar, boy sırasıyla bir yana diziliyorlar ve sahiplerinin işaretini alır almaz öğrendikleri şeyleri bir makine düzeniyle yapmaya koyuluyorlardı.

Deli Murat, renk renk kumaş arasından nefis bir parça seçmeye çalışan, fakat o bolluk içinde bu işi başaramayan şaşkın bir müşteri durumundaydı, bütün kızları beğeniyor, lakin içlerinden birini ayıramıyordu. Kara Mehmet ise gittikçe çoğalan bir iç bulantısı geçiriyordu. Yetmiş iki milletin bedenî güzelliklerini çıplak tenlerinde temsil eden bu küme küme kız, onda bediî heyecan değil, derin bir istikrah uyandırmıştı. Arkadaşının hatırını kırmaktan çekinmese çoktan hanı terk edip çıkacaktı. Ancak bu endişe ile dişini sıkıyor, içindeki bulantıyı açığa vurmamaya çalışıyordu. Fakat Deli Murat’ın bir aralık kendine dönüp de “Nasıl kardaş, beğeniyor musun yavruları?” demesi üzerine dayanamadı, homurdandı:

“Kusulacak şey! Sana uyup da buraya geldiğime vallahi hayıflanıyorum. Kadını hoş gösteren örtünmesi imiş. Nedir bu maskaralık?”

Deli Murat belinledi:

“Anlamadım arkadaş!” dedi. “Alay alay kız görmek hoşuna gitmiyor mu?”

“Hayır.”

“Zevkine turp sıkayım senin! Bu ne ölü yürek be! Küçükken hiç mi Meryemana kuşağı görmedin, altında el çırpıp oynamadın, işte bunlar, bu gördüğün kızlar o Meryemana kuşağının canlısı. Gözünün çapağını sil de iyi bak. Sarı istersen var, kumral istersen var, beyaz istersen var. Ya hepsinin bir arada bulunuşu!.. Dediğim gibi insan kendini Meryem Ana kuşağına sarılmış sanıyor.”

Kara Mehmet omuzlarım silkti:

“But, bacak, omuz, kalça. But, bacak, omuz, kalça. Nereye baksan hep bu. Sanki salhanede (mezbahada) dolaşıyoruz.”

“Çelebi adammışsın da haberim yokmuş. Vah, yufka yürekli kardeşim vah! Senin böyle ince olduğunu bilseydim rahatını bozmazdım. Suçumu bilgisizliğime bağışla da açık konuş: Bir kız satın almaktan caydın mı?”

“Çoktan!”

“Öyleyse beni kendi hâlime koy. Çünkü evlenmeye karar verdim. Anam, bacım, halam, teyzem yok ki görücü çıkarıp kapı kapı gezdireyim. Öyle bir candan adamım da olsa görücülüğe göndermeyi düşünürüm. Çünkü başkasının gözüyle evlenmek el ağzıyla lokma çiğnemeye benzer. Ben, eşimi kendim seçmeliyim.”

“Bana ilişme de ne yaparsan yap.”

Deli Murat, bütün odaları gezdi, kızları beğendi, fakat seçmek meselesinde gene teenni gösterdi, bıyıklarını büke büke uzun düşünceler geçirdi ve bir aralık Kara Mehmet’e sokularak fısıldadı:

“Esirciler düzenci olurlar. Onların gösterdiklerini değil, göstermediklerini görmeli.”

“Ne demek bu?”

“Şu demek ki ben kuşku içindeyim. Bu handa bizden saklanan kızlar da olsa gerek.”

“Niçin saklasınlar?”

“Herifler cin gibi. Bizi görür görmez paramızı sayıvermişlerdir ve paramıza göre mal çıkarmışlardır.”

“Öyle de olsa gördüklerimiz sana yetmez mi?.. Alacağın bir kız, vereceğin yüz altın. Bu küçük iş için on bin eksik eteğin dişini sayacak değilsin ya.”

“O benim bileceğim iş. Sen karışma, seyirci ol.”

Deli Murat, bu sözü söyledikten sonra bütün esircileri başına topladı, amir ve hâkim bir sesle sordu:

“Başka mal yok mu?”

Hepsi birden cevap verdi:

“Hayır ağa.”

“Ya varsa, ya bizden saklanmak isteniliyorsa?”

Eli palasının kabzasında idi, gözlerinde kavgaya tutuşmak isteyen bir pars bakışı yanıyordu. Esir satıcılar hem o durumu hem o bakışı görmüşler ve sararmışlardı. İçlerinden biri, arkadaşlarının ihanetine, gammazlığına uğramaktan korkuyormuş gibi telaşla kekeledi:

“Bende tek bir kız daha var, fakat peyli!”

“Kime peyli?”

“Saraya!..”

Deli Murat’ın pala kabzasından ayrılan pençesi bu haberi veren esircinin koluna yapıştı ve amir sesi gene gürledi:

“Bana göster o kızı.”

“Ocağına düştüm ağa, zorlama. Bu olmaz iştir. Kız, saray için peylenmiştir.”

“Zararı yok çelebi, zararı yok. Elverir ki kız hoşuma gitsin!”

Esirci, koluna yapışan çelik pençenin tazyiki altında morarıp kararmakla beraber sarayca peylenmiş bir kızı başka bir müşteriye çıkarmaktan doğacak akıbeti düşünerek Deli Murat’a karşı koymak istiyordu. Fakat o çelik pençe yavaş yavaş kırıcı bir kelepçe olmaya ve yapıştığı yere dayanılmaz bir acı aşılamaya başladı. Esirci bu durumda akıbet korkusunu unuttu, yanık yanık inledi:

“Kolumu kırma ağa, kızı göstereceğim!”

Ve öbür esircilere dönerek yalvardı:

“Bu işi zor altında yaptığıma şahit olun.”

Deli Murat da gevrek gevrek gülerek aynı sözü tekrarladı, esircilerle eğlendi:

“Bu işin zor altında yapıldığına şahit olun, mahkemeye çağırılırsanız gördüğünüzü, duyduğunuzu söyleyin.”

Kara Mehmet, harem ağalarının oraya gelişleriyle şu esircinin gösterdiği telaş arasındaki münasebeti sezmekten ve arkadaşının münasebetsizliğini aykırı bulmaktan geri kalmamakla beraber araya girmeyi yersiz görüyordu. Çünkü Deli Murat’ın saklanan kızı görmekle iktifa edeceğini umuyordu. Yüzlerce kız arasında intihap yapamayan Serçeşme’nin sarayca peylendiği söylenen esire balta asacağına ihtimal vermiyordu.

Fakat onun bu düşüncesi yanlış çıktı. Deli Murat, saray adamları tarafından görülüp beğenilmiş ve ayrı bir hücreye konulmuş olan kızdan bir bakışta hoşlandı, şen şen solumaya koyuldu ve hemen pazarlığa kalkıştı.

Serçeşme’nin kızı beğenivermekte hakkı da yok değildi. Bu esir, gerçekten güzel bir mahluktu. Sülün yapılı, ceylan bakışlı, keklik yürüyüşlü bir kızcağızdı. Tepeden tırnağa kadar kusursuzdu. Deli Murat onunla karşılaşır karşılaşmaz heyecanlanmış, yüzlerce kızın arasında dolaşırken göstermediği bir telaşla bıyıklarını burmaya başlamış ve umulmaz bir av gören aç kaplanlar gibi çılgın bir sevince kapılarak haykırmıştı:

“Vay anam, vay! Lokman Hekim’in lokması mısın, bir içim su musun, nesin anlayalım yavrum!”

Kızın sahibi olan esirci, acınacak bir durumdaydı, ellerini ovuşturup dolaşıyordu. Serçeşme de gittikçe artan bir sevinç içinde söylenip duruyordu:

“Evvel mezat, yüz altın. Arttıran varsa karşıma çıksın.”

Esirci işin pazarlığa döküldüğünü görünce dizüstü geldi, yalvarmaya başladı:

“Tabanını yalayım ağa, bu kızdan vazgeç. Başıma dert açarsın, ocağımı küle verirsin. İstediğin bir kız değil mi? Benimkilerden olsun, başka bezirgânlarınkinden olsun, gözüne kestirdiğini seç. Bir para vermeden al götür. Ceremesini ben çekerim. Yalnız buna ilişme.”

Deli Murat, bu yalvarışı duymuyordu bile. Çünkü benliğini önünde gülümseyip duran güzel kıza kaptırmıştı. En koyu bir gecenin üzerinden alınan bir parçadan örülmüş kara sırma bir tacı andıran saçları, güneşin en nurlu tarafından koparılarak badem biçiminde iki inci hâline konulmuş ve keskin ışığı bozulmadan siyaha boyanmış gözleri, sihirli bir kalemle yontulmuş iki gül yaprağına benzeyen yanakları, nurdan dökülmüş gibi görünen burnu ve gerdanı, gerçekten delikanlı olan Serçeşme’nin aklını zıvanadan çıkarmıştı. Kız da bakışında, homurdanışında ve bütün yapılışında bir aslan mehabeti sezilen bu erkekten hoşlanmıştı. Biraz önce kendini görüp beğenen kara yüzlü adamlardan tiksindiği için Deli Murat’a daha çabuk ısınmıştı. Harem ağalarının neci olduklarını bilmediği gibi kimin namına kız aradıklarını da henüz öğrenmiş değildi. Onların kendi hesaplarına alışverişe geldiklerini sandığından ve beğenildiğini de sezdiğinden enikonu muzdaripti. Siyah derili adamların eline düşmeyi istemiyordu ve Deli Murat’ın gösterdiği çılgın alakadan bu sebeple iki katlı bir zevk alıyordu.

Fakat sahibinin takındığı vaziyetten pirelenmişti, kendisinin bu yiğit erkeğe satılmak istenmediğini görerek mütehayyir ve müteessir oluyordu. Kız, müşterinin şu yanık yalvarış ve verilmek istenilen rüşvet üzerine pazarlıktan cayabileceğini düşündüğünden bir hamle yapmak istedi. Dayanılmaz bir işve içinde Deli Murat’a doğru yürüdü, hiçbir sazın taklit edemeyeceği kıvrak bir sesle şu sözleri söyledi:

“Ben bağlama da çalarım efem, oynarım da efem!..”

Deli Murat’ın heyecanı bu sözleri duyar duymaz son hadde yükseldi ve kekeleye kekeleye cevap verdi:

“Gönül de çalarsın yavrum, akıllar da oynatırsın kızım! Seni görüp de bu marifetlerini anlamayacak adam bulunur mu?”

Esirci işin sarpa sardığını anladı. Kızın müdahalesi bütün ümitleri altüst etmiş oluyordu. Bununla beraber bir tecrübeye daha girişmek istedi:

“Ağa…” dedi. “Bu kızdan vazgeçip de başka birini seçersen sana yüz altın da kahve parası veririm.”

Serçeşme kötü kötü gülümsedi ve herife karşılık vermeye lüzum görmeyerek kızın yanına sokuldu, bir elini omuzuna koydu.

“Bülbül hatun…” dedi. “Beni beğendin mi?”

“Sizi Tanrı övüp yaratmış. Kim beğenmez ki efem?”

Uçmak, havalanmak ihtiyacını duymaya başlayan Deli Murat, kendini zorla zapt ederek sordu:

“Benimle baş göz olmak, beraber yaşamak ister misin?”

“İsterim efem.”

“Öyleyse düş önüme. Yarım saate varmadan nikâhımız kıyılacak, bir saat geçmeden de gerdeğimiz kurulacak!”

Ve koynundan bir kese altın çıkarıp esircinin önüne attı:

“Bunun içinde iki yüz temiz duka altını var. Yarısını Bülbül Hatun için veriyorum, yarısını da sadaka olarak sana bağışlıyorum. Yalnız bir örtü ver de Bülbül’ü sarayım.”

Esirci, yeni ve bambaşka bir telaşla Deli Murat’ın dizlerine kapandı, inledi:

“Saraylılar bu kıza beş yüz altın paha biçtiler. Siz iki yüz duka veriyorsunuz.”

Serçeşme, önünde sürünen adamın hayrete değer bir ustalıkla cübbesini çekip çıkardı, Bülbül Hatun diye anmaya başladığı güzel kızın üstüne geçirdi ve gene herifin belindeki şalı çözerek Bülbül’ün başına sardı.

“Bizim bir akçemiz…” dedi. “Sarayın bin akçesine bedeldir. Sen hesabını ona göre yürüt, Bülbül Hatun’la beni de artık unut!”

Kız, o güne kadar eşini görmediği bu garip alışverişin zevkiyle gülüp duruyordu. Esir pazarlarında yaşayıp giden ananeye göre satılan kızların, muamele tekemmül ettikten sonra, eski sahiplerine saygı göstermeleri ve onların elini öpüp veda etmeleri lazımdı. Bülbül Hatun bu lüzumu da hatırlamayacak derecede sevinç içindeydi, kırk yıllık bir dostu imiş gibi Deli Murat’a sokulmuştu.

Esirci, ne yandan bakılsa zarar gösteren bu hadisenin verdiği sersemlikle, çömeldiği yerde bön bön bakıp duruyordu. Belinden şalını, üstünden cübbesini alan zorba müşteriyi kızdırmaktan korkmakla beraber saray adamlarının peyledikleri bir kızın böyle alınıp götürülmesine de tahammül edemiyordu. Hele yarım saat önce beş yüz altın paha biçilen bir malın iki yüz altına alınmak istenilmesi büsbütün gücüne gidiyordu. Fakat vaziyeti düzeltecek bir yol bulamayarak hayret ve ızdırap içinde kıvranıyordu.

İşte bu sırada Kara Mehmet araya girdi:

“Murat…” dedi. “Yaptığın işi beğenmedim. Şu adamın başını derde sokuyorsun. Bari yüz altın daha ver de gönlü hoş olsun.”

Ve sonra esirciye döndü, şu öğüdü verdi:

“Helal paranın hayrı vardır, bizim azımızı çoğa say. Saraya karşı da bir düzen kullan. Söz gelimi kızın kaçtığını söyle. Çünkü bizim arkadaşın pençesinden kız almak, ecel elinden ömür kurtarmak kadar zor bir iştir. Onunla canciğer kardeşken ben bile kendime güvenemem, böyle bir işe girişemem. Onun için kazaya rıza deyip susmalısın, kısa günün kârını da hoş görmelisin. Haydi Allah’a ısmarladık.”

Deli Murat, Bülbül Hatun’la meşgul olduğu için bu sözlerin yarısından çoğunu duymadı. Fakat Kara Mehmet’in tavsiyesini dinlemezlik de yapmadı, bir kese altın daha çıkararak esirciye verdi ve güzel kızı önüne katarak odadan çıktı.

Bütün esirciler sarayca peylenen bir malı zorla satın almak cesaretini gösteren iki yiğit adamı hayran ve korkak bakışlarla teşyi ediyorlardı.10 Onların eli boş gitmediklerini gören öbür kızlar ise kıskançlık ateşine sarılarak gene pencerelere dökülmüşlerdi, bir kaplana eş olmuş ceylan şuhluğuyla salına salına uzaklaşan arkadaşlarını seyredip hayıflanıyorlardı.

Han kapısını, ferman dinlemez yiğitler şerefine henüz açık tutan esirhane emini, onların yaptıkları alışverişten kendi hissesini almaya hazırlanıyordu. Fakat berikiler sade bir selam verip geçmişler ve herifin hülyasını hayrete çevirip gitmişlerdi. O, kaybettiği öşrün acısını ancak hain bir mülahaza içinde eritmek yolunu buldu, müşterilerin arkasından mırıldandı:

“Bana öşür vermemek elinizden gelir amma hünkâr için beğenilen kızı almak suçunun hesabını vermemek elinizden gelmez. Biraz sonra görüşürüz ağalar!..”

***

Deli Murat, evlenmeyi tasarlayıp da Kara Mehmet’le görüşmeye gelirken her şeyi düşünmüş ve bütün hazırlıkları yapmıştı. Zeyrek Yokuşu’nda kiraladığı ev, gelin hanımı bekliyordu. Yaşlı bir kadın da bu minimini gerdekte bekçilik yapıyordu. Murat, handan çıktıktan ve Kara Mehmet’le vedalaşıp ayrıldıktan sonra doğru eve gitti. Bülbül Hatun’u giyindirip kuşandırdı, bekçi kadınla hamama yolladı, kendisi de mahalle imamını ve mahalleliden dört kişiyi çağırdı, satın aldığı ve adını Bülbül koyduğu kızı esirlikten çıkarıp azat ettiğini söyledi, usulü dairesinde bir azat kâğıdı yazdırıp imzalattı ve o adamları, Bülbül’ün hamamdan dönüşüne kadar alıkoydu, kız gelince de nikâhını kıydırdı.

Deli Murat, ömrünün ilk şen gecesini yaşıyordu. Onun kurduğu gerdek minimini bir şeydi. Fakat saf yürekli adama uçsuz bucaksız bir meydan gibi geniş görünüyordu. Tek mumlu şamdan, odadaki karanlığın ancak bir noktasını beyazlatabildiği hâlde Murat, nur içinde yürüyormuş gibi engin bir ışık hazzı buluyordu. Yanı başındaki kadın, açık kollu ve açık göğüslü cepken giyerek yere inmiş bir mehtap gibi yiğit adamı tepeden tırnağa kadar aydınlatıyordu. Bekârlığın yıldızsız bir gece olduğunu bu gülümseyen, tatlı tatlı konuşan mehtabın nurunu emmekle anlıyordu ve kırk uzun yıl, yüreğini geceye sarıp yaşadığı için enikonu hayıflanıyordu.

O, gerdeklerde ulu orta konuşulmayacağını bilenlerden olmakla beraber aşk kasideleri haykıracak ağza malik değildi. Duyuyordu, fakat duyduklarını kelimeleştiremiyordu. Bazen yüreğindeki heyecan, dudaklarına kadar yükseldiği hâlde onu yutmak mecburiyetinde kalıyor ve sonra kızarıp bozararak karısına sokulup kekeliyordu:

“Sana diyecek nelerim var, bilsen?”

Lakin dakikalar geçtiği hâlde bu denilecek şeyleri bir türlü açığa vuramıyordu. Nihayet bir muhavere mevzusu buldu, kendi hayatını anlattı, kimdi, kimin nesiydi? Nerede doğmuştu, şehit babasından kalan tarlayı nasıl satıp leventliğe çıkmıştı? İlk savaşı nerede yapmıştı, ilk yarayı nasıl almıştı?.. Bütün bunları, arkadaşına tatlı masallar anlatan bir çocuk saffetiyle hikâye ederken ara sıra duruyor ve soruyordu:

“Sıkılmıyorsun, uykun gelmiyor, değil mi?.. Hele biraz daha dinle, konuşmak keşiği11 sana gelecek. Sonra uyuruz!”

Kız, rüyalı bir bakışla onu sararak hikâyeyi dinliyor, gittikçe artan zevkini silinmeyen bir tebessüm içinde hissettirerek için için gecenin ebedîleşmesini diliyordu. Deli Murat ona, bir cennet adamı gibi göz kamaştıran garabetler tattırıyordu. Yiğit Türk’ü dinlerken bazen gözünün önüne esirciler ve esir pazarında zaman zaman gördüğü müşteriler geliyordu. O vakit ıztırarî bir zihin ameliyesiyle mukayeseler yapmaya girişiyor ve kocasıyla onların arasındaki hesaba sığmaz farkı apaçık görerek yeni bir zevkin, yeni bir hazzın sarhoşluğuna kapılıyordu. Sabahleyin beğendiği erkeği şimdi seviyordu, onun yanında bulunmaktan, onu dinlemekten mesut oluyordu.

Deli Murat, kendi hayatını beşikten gerdeğe kadar hülasa edip anlattıktan sonra eşinin ellerini tuttu:

“Şimdi…” dedi. “Keşik senin. Kimsin, nerelisin, şu yaşa kadar neler görüp geçirdin? Birer birer anlat ki birbirimize yabancı kalmayalım.”

Kız, derin derin içini çekti, gamlı gamlı hayatının tarihini fısıldadı. Bu tarih kısa idi, bir satırlıktı. Fakat Deli Murat’ı yüreğinden yaralamaya kâfi gelecek kadar acıklı bir belagat taşıyordu. Yiğit levent, bu mahzun tarihin her kelimesini ruhuna sindirdikten sonra kızı okşadı.

“Bu âdet…” dedi. “Çok kötü. Düşmanı atından yıkıp bağlamayı, esir edip pazar pazar dolaştırmayı anlarım. Çünkü onun da elinden gelse beni ipe saracağını biliyorum. Fakat hırsızlar gibi sinsi sinsi yürüyerek, orman köşelerinde saklanarak, bahçelerde pusu kurarak pınardan su doldurmaya, korudan ağaç kesmeye, tarladan çilek derlemeye giden masum kızların üstüne atılmak, onları ana kucağından çalmak, uzak ülkelere götürüp satmak günah! İşte bak, seni de böyle aşırmışlar. Suçun ne, taksirin ne?.. Ya o adamlar, bu işi yapmak hakkını nereden alıyorlar? Doğrusu üzüldüm! Onlarla yüzleşsem, yüzleşebilsem vallahi dayanamam, senin öcünü alırım.”

Kız, bahtiyar bir tebessümle eğildi, kocasının ellerini öptü.

“Kötülükten…” dedi. “İşte iyilik de çıkıyor. Beni çilek bahçesinden kaçırmasalardı, İstanbul’a getirip pazara çıkarmasalardı seni bulabilir miydim?”

Kızın dudaklarında al bir tebessüm olan saadet, şimdi kızıl bir alev gibi Deli Murat’ın damarlarına geçmişti. O bir lahzalık temas, bir iki saatten beri mahpus kalan iştiyakları, ihtirasları kamçıladığından Serçeşme, artık çılgın bir sabırsızlık geçiriyordu. Kız, sözünü bitirir bitirmez o, yerinden fırladı.

“Di gel Bülbül!” dedi. “Biraz da kafeste öt!”

Kafkas dağlarının bir köşesinden yakalanarak İstanbul’a getirileli bu gerçekten güzel mahluk, öz yurduyla kendi arasındaki mesafenin artık aşılmaz bir çöl hâlini alacağını, fakat hayalinin derinliklerinde yaşayacak bu çöle karşı benliğinde -çiçekli, ışıklı- yeni bir âlem açılacağını anladı. Kapanmak üzere bulunan hayatını tek bir saniye içinde uzun uzun selamladı, anasının artık silikleşen yüzünü, son defa olarak gözlerinde belirip sönen iki katre yaşla öptü ve yeni ömrünün eşiğine doğru yürüdü.

Bu eşik basit bir yataktı ve Deli Murat’ın heykelimsi endamını taşıyordu. Bülbül Hatun, bahtiyar bir uysallıkla orada eğildi, içine atılacağı yeni hayatın kapısını açar gibi derin bir huşu içinde kocasının çizmelerine el attı. Onları çıkaracak ve sonra, kendine düşen her vazifeyi yapacaktı.

Deli Murat, Uyvar Kalesi’ne atıldığı dakikanın heyecanından daha büyük bir tahassüs içindeydi, o atılışta vurmak, kırmak, devirmek, öldürmek hırsı kılavuzluk ediyordu, şimdi damarlarında tutuşan atılmak ihtiyacını ise sevilmek ve sevmek, okşamak ve okşanmak ihtirası kamçılıyordu. Uyvar önünde sağını solunu ve yeri, göğü kıpkızıl görüyordu. Şimdi ise karşısında muattar bir pembelik, irade eriten nefis bir yumuşaklık buluyordu. Hayat artık, onun gözünde de kıymet almıştı ve bu kıymeti, dizine oturttuğu mehtap veriyordu.

Bülbül Hatun, kendine kafes olarak gösterilen köşenin nasıl bir âlem sakladığını düşünerek için için titriyordu. Bu titreme, zevkli ve sarhoşlatıcı bir hâlet olmakla beraber idrakinin düzgün işlemesine engel oluyordu. Yapıştığı çizmeyi iki uzun dakika içinde çıkaramaması da bu yüzdendi, titreyişindendi.

Deli Murat, sabırsızlığını taşıran bu beceriksizliği sert bir müdahale ile gidermek istedi:

“Sen…” dedi. “Kendi cepkenini at. Ben çizmemi çıkarırım.”

Ve sonra birden hatırlayarak gülümsedi:

“Az kaldı, unutuyordum. Senin yüz görümlüğün koynumda, krala verdiğim söz de boynumda duruyor. Aman, şu emaneti vereyim de yükten kurtulayım.”

Bilmeyiz, bu âdete uyanlar köşede, bucakta kalmış mıdır? Bir zamanlar gelinlere yüz görümlüğü verilmek, evlenme merasiminin en mühimlerindendi. Gerdeğe konulan çiftler, hemen umumiyetle, orada birbirini tanıdıkları ve bu ilk karşılaşmadan -hele kızlar- süreklice heyecan duydukları için yüz görümlüğü vermek usulü ihdas olunmuş ve bu rasimenin yapılmasıyla gelinlerin heyecanını gidermek gayesi güdülmüştü. Konuşamayacak kadar heyecana kapılan gelinler, kocalarının “Adın ne?” gibi manasız sorularla açmak istedikleri muhavere kapısından uzak kalırlar ve bazen dakikalarca dilsiz dururlardı. Güveyler işte bu durumda -içtimai vaziyetlerine veya nikâhtan önce yapılan pazarlığa göre- koyunlarından -gerdanlık, beşibirlik, broş, yüzük gibi- bir şey çıkararak geline sunarlar ve bu tılsımla onun dilsizliğini gidererek tatlı tatlı konuşmaya koyulurlardı.

Bu âdetin gülünç, fakat dikkate değer bir tarafı da vardı. Seyrek ve pek seyrek de olsa bazen bir gelinin soğukkanlı, daha doğrusu tabii davranarak kocasının sorularına karşılık verdiği görülürdü. Bu vaziyette güvey, yüz görümlüğü takmak borcundan kurtulmuş sayılırdı. Çünkü o vergi, konuşmayan gelinin dilini açmak için konulmuştu. Kadın, kendiliğinden konuşunca vergiyi almak hakkını kaybetmiş olurdu. Bundan dolayıdır ki gelinlere, gerdek gecesi vazifelerini öğreten yengeler, ilk öğüt olarak güveyin ayağına basmaya çalışmalarını, bunu yaparlarsa kocalarına hâkim olacaklarını söylerler ve onun ardından aptallık edip yüz görümlüğü almadan konuşmamalarını tembih ederlerdi!..

bannerbanner