Полная версия:
Cehennemden Selam
Gülünç bir tesadüf, bu kim olduğu meçhul dervişi birdenbire Diyarbakır’ın en tanınır bir şahsiyeti hâline getirdi. Bir gece yarısı onun misafir kaldığı hanede büyük bir telaş başlamıştı. Uşaklar koşuşuyor, haremden selamlığa ve selamlıktan hareme durmadan haberler gidip geliyordu. Bu telaş ve heyecan, dervişin nazarından kaçamazdı. Nispeten nazik ve yardımsever görünen bir uşaktan bu didişmenin sebebini sordu. Uşak, ilk önce “Senin ne vazifen be herif!” der gibi oldu, sonra gönül kırmaktan kaçınarak hanımefendinin yüzünde müthiş bir çıban çıktığını, çok ızdırap çektiğini, Diyarbakır’daki cerrahların ilacından, hocaların okumasından bir fayda hasıl olmadığını söyledi. O vakit derviş, zeki gözlerini uşağa dikerek inandıran bir sesle “Allah’ın izniyle…” demişti. “Biz bu derde derman oluruz. Var haber götür.”
Yerden ve gökten medet bekleyen hasta ile eşi, dervişin arz ettiği hizmeti büyük bir istekle kabul etmişlerdi. Dervişin tatbik ettiği tedavi tarzı çok basitti, fakat hastayı derhâl sancıdan ve elemden kurtarmıştı.
Hane sahibini, yarı tiksinme ve yarı gücenme ile gözlerini kapamaya mecbur eden tedavi şekli, hanımın rengin bir külü andıran ter-ü taze yüzündeki çıbanı, dervişin pis ve kalın dudaklarıyla emmesinden ibaretti.
Hanım, bu sakallı ve murdar sülüğün gördüğü işi minnettarane karşılamıştı. Bey de bu minnettarlığa katıldığından derviş efendiye bol bol ikramlar başlamıştı. Kendisine derhâl selamlıkta güzel bir oda tahsis edildi. Evin hamamında oğluyla beraber yıkattırılarak üstleri başları değiştirildi. Hanımından, kocasından, kaynanasından, başkalfadan, başağadan ve hülasa bütün hane halkından kese kese sarılar geldi.
İşin en tatlı tarafı, dertli derviş birdenbire şeyhlik payesine erişmişti: Artık şeyh efendi aşağı, şeyh efendi yukarı!..
Nezleden zatülcenbe, beyin zarı iltihabına kadar her hastalık için şeyh efendinin nefesi birebirdi. Hele çıbanları ifşada, kimse bu serserinin kudretinden şüpheye düşemezdi, hane sahibinin şurada burada “Nefes değil, bıçak efendim…” girişiyle başlayan tecrübeyi anlatmada gösterdiği ciddiyet, dervişin şöhretini büsbütün Diyarbakır’a yaymıştı. Güya hanımın yüzündeki şirpençe imiş! Bu çıbanın yüzde çıkması vaki değilse de istisna olarak hanımda yüz göstermiş! Şeyh efendi eliyle temas eder etmez o koca şirpençe, Allah’ın izin ve keremiyle, iz bile bırakmadan ortadan kalkmış.
Hane sahibi, çıbanın emildiğini nedense gizlemeye ve saklamaya lüzum görüyordu. Gelgelelim şeyh efendi bir iki ay içinde elde, ayakta peyda olmuş nice çıbanları emerek iyileştirmişti. Ancak şöhreti kemale yettikten ve hayli dünyalık tedarik ettikten sonra, eşraftan birinin söylenmez bir yerinde çıkan çıbanı da emmek teklifine karşı “Mana âleminde bu işten artık men olunduk!” cevabıyla sülük rolü oynamaktan feragat etmişti.
Şeyhten lütuf görenler bu hastalıklar şifacısı namına bir zaviye yapmakta gecikmediler. Devamlı propagandalar şeyhin şöhret dairesini gittikçe genişletiyordu. Bu şöhrete kapılıp dört taraftan gelen müritlerin adedi de anbean artıyordu. Müritlerin çoğalması servetin tezayüdü demekti. Para çoğaldıkça zaviye genişliyordu. İşte bu gidişle bir gün Diyarbakır’ın en seçkin yerinde, haremli, selamlıklı, mutfaklı, ahırlı, müritlere ve misafirlere mahsus çok daireli koca bir tekke meydana gelmiş ve çıplak ayak Koç Baba’nın, -bu türedi şeyhin ismidir- Kuş Bahçeleri, Bağ-ı İrem kadar şöhretli olmuştu. Koç Baba, ilk şöhret günlerinde koynundan uzun bir şecere çıkararak, soyunun büyük sahabilerden bir yüce zata dayandığını ispat etmeyi unutmamıştı. Bu kutsi asalet olmadıkça nefsindeki şifa verme kudreti ne olursa olsun, kendisine tam bir muhteremlik temin edemezdi.
Diyarbakır’a, bir ip, bir külah giren derviş, uzun senelerden sonra öldüğü zaman oğluna hatırı sayılır bir servet ve o servetten daha mühim olmak üzere de çok değerli bir “post” bırakmıştı.
İtiraf etmelidir ki bu şeyh, oğlunu okutmayı da ihmal etmemişti. Yeni şeyh, Türkçede, iki satır düzgün yazı yazacak kadar sermaye temin edememekle beraber Arapça ve Acemceden hayli şeyler bellemişti. Buhari, Ebu Müslim, Ebu Davud gibi temel hadis kitaplarını tetkik edebilmişti. Bir mecliste bulununca diğer şeyhler gibi sadece istiğraka dalıp kalmıyordu. “Esteizübillah” ve “Habibullah”larla karışık sözlerle, mecliste hazır olanları hayran hayran ağzına baktırabiliyordu.
Bu gece at üstünde sahneye girişini gördüğümüz şeyh, işte bu adamdı ve şimdi “Rumiye Şeyhi” namıyla yâd olunuyordu. Tebriz’den, Revan’dan, Erzurum’a; Musul’dan, Urfa’dan Van’a kadar koca bir diyarın halkı, ayağına akıp büyük bir muhabbetle adaklarını, sadakalarını, zekâtlarını bu zatın rikabına arz edip duruyordu. Gizlice ve pek geniş mukayesede ticaretle de iştigal ettiği için büyük bir servet yığmıştı. Oralardan sık sık geçen serdarlar, paşalar mutlaka tekkeye gelip şeyhin elini öperler ve duasını alırlardı. Bütün o saydığımız diyar ahalisi, en şüpheli işlerde onun “aziz başına” yemin ederlerdi!..
Bugünkü genç nesil, hele bundan sonra gelecek ve yetişecek bahtiyar nesiller, tekke ve şeyh isimlerini ancak tarih kitaplarında göreceklerdir. Tarih, ne kadar hak sözlü olursa olsun tekke hayatının mübarek Türk yurdunda oynadığı meşum rolü gelecek nesillere itiraf ederek anlatamayacaktır. Biz ki o hayatın son günlerine şahit olduk. Ve biz ki bu nimete ermezden evvel ne yaman bir izlal35 ve iğfal şebekesi olduğunu yakından gördük. Şahit olduklarımızı ve gördüklerimizi yeni nesile intikal ettirmek mecburiyetindeyiz. Bu mecburiyeti tanımak, tekke hayatını kökünden söken vatanperverlere karşı bir nevi iyiliğe teşekkür ve aynı zamanda tarihe bir hizmettir.
Tekkeler, malum olduğu üzere, tarikat teşkilatında birer merkezdir. Her tarikat, siyasi bir dağılmanın neticesidir. Orta Çağ’da, Doğu’nun geçirdiği siyasi buhranlar sayısızdır. Sık sık vukuya gelen yönetim değişiklikleri, birbirini takip eden istilalar, bütün Yakın Doğu üstünde bir kararsızlık havası yaratmıştı ve hava, tam on asır, Doğu’nun her noktasında yüzlerce tarikat zuhuruna sebep oldu.
Bütün tarikat kurucuları, gizli bir siyasi ihtiras ile harekete geçen kimselerdi. Bu kişiler, zemin ve zamanı, ellerindeki vasıtaları müsait gördükçe tabi oldukları hükûmetlere karşı isyan etmekte tereddüt etmediler. İran’da Safeviye, Uzak Batı’da Muvahhidin hükûmetleri, hükümdar tahtına dönüşmüş birer şeyh postundan başka bir şey değildi.
Bu neticeyi, sebeplerden bir sebep olduğu için elde edemeyen tarikat kurucularıyla halifeleri, derisini değiştiren yılan gibi, hedeflerinden dönmeyi becerebilmişlerdi ve manevi bir saltanatın sınırlarıyla çarnaçar yetinmişlerdi. Hükûmet kuvvetleriyle alenen mücadeleden uzak duran bu tarikatlardır ki “tarik-i aliye” namıyla yâd olunur. Karamita, Haşaşin gibi dinî akidelerini siyasi emellerle bilfiil mezceden tarikatlar, sapkın fırka unvanıyla, elimizdeki tarih kitaplarında aşağılanmaya hedef olup gider!
Tarik-i aliyenin özellikle Türk topraklarındaki vaziyeti üzerinde düşünmeye değerdir. Birçoğu okuma yazma bilmeyen şeyhler, asırlarca bu mübarek toprak üstünde hükümdarcasına bir hayat geçirmişlerdir.
Her tekke, tam manasıyla bir ağ idi. Onun ruhani itikatlardan dokunan ince ince telleri geniş ve amansız bir şebeke teşkil ederdi. Şeyhler, işte bu şebekenin tam ortasında oturur, doymak bilmez bir örümceğin zulmetme hırsıyla devamlı işler ve işlerdi.
Şeyhlerin dipsiz bir kuyudan daha tamahkâr, daha kanaat etmez mideleri vardı. Postlarının üstünde “el-kanaatü kenzün layüfna”, “azze men kanaa zellemen zamaa” gibi insanları tamahkârlıktan sakındıracak ve kanaat yoluna şevklendirecek levhalar asılı bulunurdu. Fakat kendileri, kara bir sülük gibi, ümmet vicdanına yapışarak halkın, bazen ırzına kadar, her şeyini emerlerdi.
Bu örümcek ağlarında, düşünme gücünden başlayarak maddi ve manevi bütün varlıklarını emdiren ve bütün günlerini, kanı emilmiş bir sinek gibi cansız ve duygusuz geçiren bedbahtlar, insaflıca düşünülürse mazur idi. Müebbet meçhulün, ölümden sonrasının her insan şuurunda yaptığı zelzele, o asırlar halkının da tabiatlarını sarsıyordu. Bu sarsıntıları dindirecek bir işaret, fen namına bir teselli maalesef yoktu. Din uleması denilen “anlayışı kıt güruh” devamlı olarak perişan edici musibetleri yâd edip duruyorlardı.
İdarenin can bezdiren zulümleriyle içi kan ağlayanlar, sığınmak, biraz teselli bulmak için Hüda’nın mabedinden başka nereye gidebilirlerdi?
Hâlbuki oralarda yalnız ve yalnız kabir korkusundan, cehennemin gazabından, yanmaktan ve yakılmaktan bahsolunuyordu. Bazen cennetten ve oradaki zevkler ve hazlardan bahsolunsa bile Sırat’ı selametle geçip Firdevs-i Âlâ’ya girmek için o kadar ağır şartlar anlatılırdı ki vaazları dinleyenlerden yüzde doksan dokuzu o saadete erebilmek ümidini, gayriihtiyari kaybederlerdi.
İşte bu ruhi vaziyette şeyhler imdada yetişirdi. Onlar, ahiretin hâllerini hiç kale almayarak özellikle dünya elemlerine sabır ve tahammül etmeyi öğretirlerdi. Vahimesi36 perişan, vicdanı mütereddit, içtimai yaşayış tarzı kederle dolu insanlar için tekkeler bir sığınak oluyordu.37
Tekkelerin aç mideleri tatmin etmeleri, yersizlere yatacak yer göstermeleri, oralarda görülen toplaşmanın ayrıca ve pek kuvvetli etkenlerinden biridir.
Mescitlerde bu hususiyet yoktu ve ulema efendiler yalnız almayı düşünüyorlardı.
Zarifler gibi, o devrin kuvvetlileri de tekkelere kapılmaktan geri kalamazlardı, çünkü bugün güçlü olan, yarın pek kolaylıkla zaaf ve zillete uğrayabilirdi. Bir el koyma fermanı, en zengin aileleri bir an içinde sefil ve zelil ederdi, aynı zamanda o vakitlerin kibar ve ileri gelenleri de tefekkür kabiliyeti ve aydınlanma kudreti itibarıyla avamdan farksızdı. En sonunda skolastik bir terbiyeden başka ortada bir şey yoktu. Bu terbiyenin en birinci semeresi ise vicdanlara batılın tahakküm etmesinden ibaretti. Hele bazı şeyhlerin, “rütbe ve makamların verilmesi”, “cezaların hafifletilmesi veya yüksek tutulması” gibi işlerde ve genel olarak hükûmet muamelelerinde nüfuz kullanabilmeleri, ileri gelenleri ve kibarı tekke kapılarına tamamen yürekten bağlardı.
Bir romanda ayrıntılarıyla anlatması uygun düşmeyen daha bir sürü toplumsal sebepler, bu örümcek ağlarını memlekette yaşatıyordu. Avam, tekkelerden benliklerine sükûn ve teselli sirayet ettiğini kuruntulardı. Bu mühim mazhariyetin bedelini ödemekte tabii olarak cimri davranmazdı. Zenginler sınıfı, bir şeyhin elini öpmekle, her şeyden evvel dindarlıktaki üstünlüklerini halka göstermiş oluyordu. Yalnız bu fayda için dahi şeyh efendiye bir cizye arz etmekte cimrilik edemezdi! İşte, hep bir yola çıkan bu düşünceler, tekkeler için bitmek tükenmek bilmeyen bir gelir kaynağı olurdu.
Şeyhlerin içinde cin fikirli olanları tabii olarak eksik değildi. O gibiler, kendi ayinlerine diğerlerinden ayrı ve yeni renkler vererek halkın rağbetini tarikatları lehine çevirmeyi ihmal etmemişlerdi.
İnsanların ruhi durumunu çok iyi bilen bu adamlar gitgide ayinleri küçük bir seyir sahnesi hâline getirmişlerdi. Bu sahnede dekor değişmez, piyes de aynı piyestir. Fakat bu düzene rağmen halkın arzusunu zapt eden etkenler eksik bırakılmamış; şehevi bükülüp eğrilmeler, gıcıklayıcı temaslar, dudak dudağa gibi vaziyetler, bazı ayinlere pervasızca dâhil edilmişti.
İsmailiye veya Batıniye namı verilen mezhebin kurucusu, müritlerine bazen uyuşturucu bir madde içirerek kendilerini uyutur ve onları uyku hâlinde, bilmedikleri ve görmedikleri bir bahçeye naklettirirdi. Latif çağlayanlar, zarif heyecanlar, gönül aldatan ağaçlar, rengin çiçekler içinde gözlerini açan dervişler, ilk önce rüya gördüklerini zannederlerdi. Fakat suların nağmesi, kuşların cıvıltısı, çiçeklerin kokusu bu seyirin rüya olmadığını kendilerine hissettirince nasıl olup da bu ruha canlılık katan yere geldiklerini hayretle düşünmeye dalarlardı. O sırada ağaçlar arasından, yarı çıplak kızlar zuhur eder ve dertli dervişlere “Burası cennet! Siz de şeyh-i ekberin misafirisiniz!” derlerdi.
Huri rolü oynayan bu kızların sözlerine inanmamak için hiçbir sebep yoktu ve abdal dervişler, hakikaten cennette bulunduklarına iman ederek vadedilen zevkleri toplamaya başlarlardı. Buse, kucaklaşma ve bir bardak Kevser!.. Hurilerin tam kavuşma anında sundukları Kevser, dervişleri uyandırmaya kâfi gelir ve dertliler, bu sefer gözlerini, şeyh-i ekberin huzurunda açarlardı. Bu müşahedeyle güya alakadar olmayan şeyh, için için güler ve o cennete bir daha gitmek iştiyakıyla artık cayır cayır yanan dervişleri dilediği yere, hatta adam öldürmeye sevk ederdi!38
Tekkelerde halkın hayvani duygularına hitap etmek, son devirlerde bilhassa artmıştı. “Bedevi topu” namı verilen garip ayin o cümledendir. Şeyh efendi, mutat tehlillerden sonra sıranın toplaşmaya geldiğini söyler söylemez müritler birbiri üzerine atılırdı. Zaten bu tarikatta, müritlerin bir kısmının ve yeteri kadarının genç olmasına özen gösterildiğinden toplaşma sırasında bir genç ve bir yaşlı derviş yan yana tesadüf eder, manzarası, dağınık bir iplik yumağını andıran bu vaziyet, yarı karanlık içinde, şeyhin ayağa kalkma işaretine kadar sürerdi.
En mühim tarikatların ayin merasimi çoğunlukla üç sahneyi içerirdi ve bu sahnelerin hepsi üç saat uzayıp giderdi. İlk sahne, dervişlerin posta kurulmuş olan şeyhe samimiyetini arz etmeleriyle başlardı. En yaşlılarından dört derviş, evvela şeyhe yaklaşır, sırasıyla onu öperlerdi. Sonra bunların ikisi sağa, ikisi sola otururdu. Diğerleri, kolları kavuşuk, başları ziyadece öne eğilmiş bir vaziyette ilerler, tarikatın kurucusunun ismi yazılı levha önünde ayrı ayrı, rükûdaymışçasına eğilirlerdi. Ellerini yüzlerine ve sakallarına götürdükten sonra, şeyhin önünde diz çökerler; elini, büyük bir saygı ile öperler ve aheste aheste salonun ortasındaki koyun postlarına doğru giderlerdi. Herkes yerini bulunca şeyh tekbir alır ve bütün dervişan şeyhe imtisal ederdi.39 Biraz sonra şeyhin yüksek sesle kelime-i tevhidi tilavet etmesi üzerine dervişler ellerini yüzlerine, göğüslerine, karınlarına ve dizlerine vurarak bir taraftan diğer tarafa sallanmaya başlarlardı.
İkinci sahne, şeyhin iki tarafında bulunan ihtiyarlardan birinin terennüm ettiği naat ile başlardı. Bu sefer dervişler, sağdan sola değil, öne ve arkaya doğru sallanarak harekete gelirlerdi; sağ ayak, daima yerinde kalır ve sol ayak vücudun hareket yönüne aykırı olarak mütemadiyen hareket ederdi. Bu sahnede dervişlerden kimi içini çeker kimi hıçkırarak ağlar. Hepsinin beti benzi atmıştır, yüzleri terle örtülüdür!
Üçüncü sahneyi yine şeyhin iki tarafındaki dervişten biri, fakat bir başkası açardı. Bu sahnede dervişlerin sallanması daha seri olurdu.
Nihayet dördüncü sahne başlar ve bu sahnede dervişler başlarını açarlar, bir halka teşkil ederler, kollarını birbirlerinin omuzları üzerine koyarlar ve bu vaziyette ayaklarını vakit vakit yere vurarak yahut birlikte sıçrayarak salonu tekdüze adımlarla devrederlerdi.
Tarikatlar tarihini yazmadığımız için bu beşinci faslı fazla uzatmak istemiyoruz. Yalnız tekkelerin dış yüzünü kısaca tasvir ederken oörümcek ağlarının iç yüzünü de bir nebze açıklamak isteriz.
Tekke hayatında hâkim olan, genellikle riyadır. Zaten halkın vicdani saflığını, mantıksız itikadını istismar için kurulan bu ocaklarda başka türlü bir ayırıcı özellik tasavvur olunamazdı. Dervişlerin alçaltıcı ve iğrendirici bir imani bozulma ile yüce saflıklarını kaybettikleri unutulmamak şartıyla, tekkelere ta gönülden bağlı olduklarını kabul ediyoruz. Bu şuursuz sürü, zaman zaman ve zemin zemin, mezhepleri ve tarikatları uğrunda sevine sevine canlarını feda etmişlerdi. Fakat şeyhler?.. Tereddütsüz denilebilir ki bunlar, istisnasız ikiyüzlü, sahtekâr, hilebaz birer şahsiyet idi.
Bir şeyhin en büyük mahareti ve yegâne kudreti “esrarlı” görünmesindeydi. Bu adamlar, daima muttaki, perhizkâr görünürler, belirsiz sözlerle muhataplarının tecessüs ve merakını celp ve tahrik etmeyi bilirlerdi.
Mesela, bir münasebet düşürerek “Havva, Âdem’in bir kaburga kemiğinden çıkartıldı, ne demektir?” deyiverirlerdi. Fakat bu sorunun cevabını vermezlerdi. Maksat, dinleyenlerde hayret, şaşkınlık, tereddüt meydana getirmekten başka bir şey değildi. Bazen söyledikleri sözü izaha başlarlar, yine tamamlanmamış olarak bırakırlardı. Ve “Din, pek güçtür, pek esrarengizdir; ancak kalbi Allah tarafından ilham nuru ile parlatılan bir imanlı kul, din-i mübinin hakiki manasını anlayabilir.” tekerlemesiyle gerekli buldukları belirsizliğin, muhataplarında irfansızlıktan ileri geldiğini hissettirirlerdi.
Şeyhlerin hususi hayatlarında namaz, zekât, oruç gibi farzların hiçbir mevkisi yoktu. Bütün bu merasim, onlarca timsallerin tasvirlerinden başka bir şey değildi. Ancak avamı itaat altında tutmak için bu ilahi emirlere hürmetkâr görünürlerdi.
Bazen, dinî adap ve erkânı, apaşikâr terk etmekle halkı çileden çıkaran tarikat kurucuları da görülmüştü. Daha Hicret’in üçüncü asrında türeyen “Karmat” lakabıyla meşhur şahsın hareketi bu kabîldendi. Bu adam, binlere varan müritlerini bütün dinî ibadetlerden muaf tutmuştu. Artık hiçbir kimse namaz kılmakla, oruç tutmakla mükellef değildi. Bilakis herkes, mezheptaş olmayanların mallarını yağma etmekte hürdü.
Miladi 14’üncü asrın ortalarına doğru Fransa’nın kuzeyinde meydana gelen çiftçi isyanı gibi “Karamit”in kulları da Doğu âleminde ilk köylü ihtilalini yapmışlardı. Fakat iktisadi değil, mezhebî ve yırtıcı bir hücum ile!40
Çelebi Mehmet devrindeki Şeyh Bedrettin-i Simavi, aynı yollardan giderek o çok tehlikeli ve çok büyük bir dinî isyanı ilan ve idare edebilmişti. Karmati gibi o da yeryüzünün bütün zenginliğinin kendilerine vadedilmiş ve ait olduğunu müritlerine temin etmişti.
Misalleri çeşitlendirmekten kaçınıyoruz. Gösterdiğimiz örnekler, bir şeyhin ruhunda daima fırsat bekleyen, parlamaya hazır bir itikatsızlık rüyetinin mutlaka yaşadığını lüzumu kadar ispat eder. Yalnız muhterem okuyucunun şuna inanmasını isteriz ki İslam’ın göğsünden doğan “Karamita” mezhebi mensuplarının bir zamanlar Mekke’yi de tahrip ettikleri tarihi bir hakikattir.
Ebu Tahir isminde bir adamın reislik ettiği yeni mezhep salikleri bir hac mevsiminde mukaddes şehre hücum etmişlerdi. Haccac’ın korkutması ve dehşeti tasviri imkânsız idi. Erkekler ağlayarak, dua ederek Kâbe’nin duvarlarına tırmanıyorlardı. Kadınlar, sığınacak bir yer bulamamaktan kederli, ah ve inleme içinde yerlerde sürükleniyorlardı. Fakat saldıranlar aralıksız ilerliyorlardı. Önlerine rast geleni kılıç darbeleriyle öldürüyor, atların ayakları altında çiğniyorlardı. Ebu Tahir dertli hacılarla alay ederek “Siz hakikaten eşeklersiniz. Bu toprağın darülislam olduğuna inanıyordunuz. Bu eman ve selamet nerede?” diye bağırıyordu.
İşte Allah’ı bir, peygamberi hak, Kur’an’ı mukaddes tanıyan bir mezhep ki onun salikleri, Kâbe’yi tahrip etmekte bir sakınca görmemişlerdi. Ve oradan Hacer-i Esved’i ganimet diye alıp dokuz sene yanlarında taşıdıktan sonra, bugünkü evrak-ı nakdiye hesabıyla, iki yüz bin lira karşılığında geri vermişlerdi.
Ruhen böyle alçak bir istidat taşıyan şeyhlerin zevk ve haz namına yapılmadık şey bırakmayacakları kolaylıkla anlaşılır. Gerçekten tekkeler, baştan başa bir zevk ocağı, bir aşk yatağı idi. Her şeyhin mutlak ve mutlak sürülerle sevgilisi bulunurdu. Hariçte tespihi elinden düşürmeyen şeyhin, halvetgâhında meşgalesi pek başka olurdu.41
Aşk denilen şu herkesin bildiği duygu, onlarca hakiki ve mecazi namıyla ikiye ayrılmıştı. Her güzel şey, cansız veya canlı olsun Allah’ın kudretinden bir numunedir. Eserdeki güzellik, eser sahibinin ilahi cemalinden bir zerredir; nasıl ki gök gürlemesi, şimşek ve her türlü afetler de Allah’ın celalinden bir nişanedir.
İnsan mükemmel varlık olduğu için bilhassa ilahi sıfatlara aynadır. Cazibeli bir göz, göz çeken bir sine, güzel bir endam, hep, hep Allah’ın cemalini hatırlatır. İşte böyle, abitçe ve zahitçe bir hatırlatmaya vesile vereceği içindir ki güzel yüzlü gençleri sevmek sırf ibadettir! Gençlerin aşkı ruh rehberi olarak görülerek aşkullaha ulaşılır! Hakiki aşk ile mütehassis42 olduktan sonra, güzellerle eş olmakta, onları kucaklamakta ve öpüp okşamakta hiçbir mahzur yoktur. Bu kucaklamalar, bu buseler tıpkı bir çiçeği koklamak gibidir.
Çiçeğin koklanırken soldurulması ihtimali, şeyhlerin yanında hatıra getirilemezdi. Bu cüreti gösterenler, derhâl hazret-i pir-i destgirin gazabına havale olunurdu.
Çer çöp ve hatta zararlı haşereler mesabesinde olan avam, hakiki aşka mahrem olamazdı. O zümrenin nasibi ancak mecazi aşktır ki ruh ile alakası yoktur asla, hayvanca bir zevk almadan ibarettir.
Fakat bütün bu tasavvufi masallar, ortadaki hakikati örtemezdi. Tekkelerin pisliği, açık bir lağım gibi berbat bir kokuşmayla durmaksızın taşıverdi. İçlerinde, zikir ve tehlili müteakip, bilinmez nasıl bir cezbedilme ile at seyislerinin koynuna girecek kadar hayvanca alçalış gösterenler görülmüştü. Öyle iken en süfli uzviyetlerinde bir mucizeli hâl tecellisi kuruntu ettirmeye ve bu kuruntuyu keramet şeklinde dillere düşürmeye kalkışanlar vardı. Ne kadar yazık ki bu alçaklık ve sapkınlık bulaşmış rezilce uydurmalara inananlar da eksik değildi!..
Ruhlar âlemi, şüphe yok, bahtiyar eden bir darbe, nurlu ve karanlıkları gideren bir darbe, bu sefil hayatı tarumar etmeye kâfi geldi ve şimdi biz, o rezaletleri, uzak bir tarih efsanesi gibi yâd ederken, bütün o geçmiş yılların ve asırların ruhundaki hüsrana merhamet hissediyoruz.
Rumiye Şeyhi atıyla, dervişlerini çiğneye çiğneye, mihrabımsı yerin önündeki koyun postunun kenarına gelmişti. Orda atından inerek derin bir rükûya vardı, birkaç dakika bu vaziyette kaldı. Onun rükûyu terk etmesi, salonda yatan dervişler için bir ayağa kalkma işareti olmuştu. Hepsi birden kalkarak kerametpenahın önünde eğilmişler, eski yerlerine dönmüşlerdi. Metanetli ve sabırlı, yeni bir tehlil sahnesinin açılmasını bekliyorlardı.
Bu defa şeyhin idare ettiği ayin, pek coşkun bir tarzda cereyan etmişti. O derecede ki, sallanıp sıçramaya idmanlı olan bütün dervişler, sahnenin sonunda dayak yemiş gibi yorgun ve bezgin bir hâle gelmişler ve hücrelerine çekilir çekilmez uyumak zorunda kalmışlardı.
Şeyhin misafirleri de alışkanlıkları üzere, el öperek dönmüşlerdi. Zamanın azizi ordu erkânına gösterdiği hünerden memnun, harem dairesine çekileceği sırada, karşısına pejmürde kıyafetli bir adamın dikildiğini gördü. Güçlü kuvvetli ve hele gözleri pek parlak görünen bu fakir adamın yanında tek gözlü bir de çocuk vardı.
Tanrıbilmez olduğunu kolaylıkla anladığımız şahıs, şeyhin elini hürmetle öptükten sonra Kör Mahmut’u ileri sürerek “Öp efendinin elini!” demişti.
Rumiye Şeyhi, vakitli vakitsiz çok kimselerin ziyaretini kabule alışkındı. İpli ipsiz birçok insanların esrarını dinleye dinleye o zamanki hadiselerin aslına, amellerinden ziyade, vâkıf olmuştu. Gece yarısından sonra karşısına çıkan bu garip kıyafetli adamın da bir sırrı taşıdığını kolayca anlamıştı. Binaenaleyh, azametinden biraz fedakârlık yapmayı uygun gördü ve “Buyurun…” dedi. “Bizim hücreye gidelim.”
Ayine mahsus o berbat ve çıplak salonun yanında, Acem halılarıyla, rengârenk Hint kumaşlarıyla süslü, küçük ve hoş kokulu bir oda vardı. Sanki şeyh, topraklar üstünde sürünmeye layık gördüğü dervişan ile birlikte geçecek saatlerin meraretini43 tatmin için bu hücreyi itinalarla süslemişti.
Orada baş başa kalınca Tanrıbilmez, hazin bir talakatle söze başlamıştı:
“Efendime yalan olmaz. Benim adım Tanrıbilmez’dir. Alnımın yazısını okumuşlardanım. Bugün varsam yarın yoğum. Adımız çıkmış eğriye, dönmez doğruya!.. Senden kendim için hiçbir dileğim yok. Fakat bu çocuk bir yetimdir, babasını ecel aldı. Babalığını da dün akşam, yeni serdar zehir verip öldürmüş. Cesedini, kale hendeklerinde güç bela buldum. Kısasa kısas derler, doğru söz bu! Bizim arkadaş Kuyucu Murat Paşa’yı zehirlemişti, fakat o daha eşeğini cehenneme bağlamadan bizimki de arkasından yetişti. Şimdi tepişip dursunlar! Yeni serdarın yakında onlara kavuşacağını babamın adını bilir gibi biliyorum.44 Buraya ben işte o arkadaşın vasiyetiyle geldim.
Ölümünden bir gece evvel buluşmuştuk. Bir güzel kavga etmiştik. Biz ahtlaşmıştık, arkadaş hayvanca iş görmüştü. Her neyse, oraları lazım değil. Biçare Çeşmi, sanki ölümünü rüyada görmüş gibi hayıflanıyordu. ‘Tanrıbilmez, sana vasiyetim olsun. Bana bir hâl olursa bizim Kör Mahmut’u şeyh efendiye götür!..’ demişti. İşte ben de getirdim; bu, bir ölünün emanetidir. Ne dilersen yap!”
Şeyh efendi sükûnetle sormuştu:
“Ya sen?”
“Ben kırklara karışıverdim. Allah’ın toprağı geniş. Ya üstünde ya altında elbette yer buluruz.”
“Peki, bu emaneti kabul ettim. Sana da Hak yardımcı olsun, erenler yardım etsin. Tekkenin kapısı açıktır. Yolun düşerse uğramamazlık etme.”
5
KÖR MAHMUT SAHNEDE
Turla suyu, gazilerin selamlarını Karadeniz’e ulaştırmak için koşuyormuş gibi, telaşla akıyor. Hotin, yaklaşmak istenildikçe uzaklaşan bir serap, siyah bir serap gibi üç kurşun atımı yerde teressüm edip duruyor. Nehrin önündeki ormanlık, gecenin esmerliği içinde yoğun bir mızrak yığınını andırıyor. Güya bu mızraklar, arkalarındaki şehri saldırganlara karşı korumak için yerden fırlayıp, aşılmaz bir set gibi, orada donup kalmıştır.