Читать книгу Cehennemden Selam (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Cehennemden Selam
Cehennemden Selam
Оценить:
Cehennemden Selam

5

Полная версия:

Cehennemden Selam

Bu zahmet dolu yolculuğun yegâne zevki, Kuyucu’nun oynattığı bir perdelik “gülünç facialar”la sınırlıydı.

Ordu bu şekilde nihayet Diyarbakır’a yaklaşmıştı. Bir gün sonra meşhur Rumiye Şeyhi’nin bahçeleri görülecek ve Diyarbakır Valisi Nasuh Paşa, meşhur serdarı ve orduyu orada karşılayacaktı.

Nasuh Paşa’nın dairesi, orduda ağızdan ağıza dolaşan mesel hükmüne geçmişti. Sarıca ve sekban olarak beş bin askeri, iki bin mükemmel süvarisi vardı. Kapı ve iç oğlanları, silahtarları, kavasları, şatırları, seyisleri bu yekûnden hariç idi. Nasuh Paşa, bu muazzam kuvveti özel bir intizam içinde giydirmekle ve idare etmekle şöhret kazanmıştı. Bir Nasuh Paşalı, kıyafetçe saray ağalarından daha şık ve zarif idi.

Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin bu ihtişamını bildiği için onunla buluşma sırasında ordunun da intizamlı bir heybet göstermesini istiyordu. Beylerbeylere, mirimiranlara, alay beylerine, bölükbaşılara, çorbacılara, paşanın arzusu tebliğ olunmuştu. O gece sabaha kadar yeniçeri ve sipahiler elbiselerini temizlemekle, silahlarını bağlamak ve parlatmakla, atlarını, at takımlarını tımarla meşgul olmuşlardı.

Nihayet iki vezir karşılaştı. Rumiye Şeyhi’nin “Kuş Bahçesi” namıyla yâd olunup şöhreti dillerde destan olan bahçesi önünde Nasuh Paşa, serdara doğru atını sürmüştü. Aradaki mesafe, kırk adıma kadar inince hakikaten süvarice bir maharetle atını derhâl durdurup yere atlamış ve “eli göğsünde” Kuyucu’nun tarafına yönelmişti.

Diyarbakır valisinin yaya yürümeye başladığı anda, muhteşem serdar da atını durdurmuş ve Nasuh Paşa ile aralarında beş adım kalıncaya kadar bekleyerek ancak o vakit, atından inmişti.

Nasuh Paşa, Kuyucu’nun huzuruna gelir gelmez hemen eğilmiş ve elini eteğini öpmüş, iki dakika kadar “tahıyyat secdesinde” kalmıştı. Bütün ordu, arkasında en debdebeli bir talihli kafile taşıyan Nasuh Paşa’nın, çelimsiz ve cılız, zayıf ve güçsüz Kuyucu Paşa önünde aldığı zelil duruşu hayretle seyrediyordu.

Kuyucu, devletmeap rakibinin şu alçalışını alay edercesine bir hoşça seyrediyordu. Sonra “Estağfurullah, paşa karındaş!” demişti. “Biz de hoş geldik, sen de… Buyurun, ata binin! Atbaşı beraber yürüyelim.”

İki saat sonra, serdarın ordusu Diyarbakır tarafında çadır kurmaya başlamış, Kuyucu da Diyarbakır nakibüleşrafının konağında istirahate koyulmuştu.

Ordunun saka ve seyis gibi hizmet güruhu, cephane ve erzak kolları, yedek eşya ve hasta fertleri gece yarılarına ve hatta sabaha kadar ordugâha akıp geliyordu. Bu meyanda küçük bir çocuk, düşük kıyafetli bir şahıs tarafından dizgini çekilen bir katar ortasında, yavaş yavaş Diyarbakır’a girmişti. Bu, anlaşıldığı üzere, bizim Kör Mahmut olup katırı yedekleyen şahıs da mahut Tanrıbilmez idi!..

***

“Seni boyunca altına gark etsem yine az! Bu hizmetin unutulmaz. Fakat bana düşünceni de aç, şimdi nidüp nişlemek gerek? Bu ‘Nuhi Koca’ rahat durmaza benzer.”

“Allah efendimi var etsin, senin sağlığından gayrı bir dileğim yok. Senin gibi bir kahramana elem gelmesin diye bu işi işledim. Yanında makbule geçmişsem ne mutlu, ihtiyar kurdun tırnağını sökmekten başka bir tedbir gözümü tutmuyor.”

“Güzel söylersin ama hüner yolunu bulmakta, beni baba bilip de açıl. Sence kolaylık nerededir?”

Ordunun Diyarbakır’a vardığı gece, ortalıktan el ayak kesildiği demlerde, Nasuh Paşa ile Çeşmi’yi karşılaşmış görüyoruz. Civelek vasıtasıyla gönderilen mektup, on gün evvel mürsilünileyhe ulaşmıştı. Şimdi paşa ile Çeşmi, diz dize bir vaziyette, Kuyucu’ya karşı ne gibi tedbirler alınmak lazım geleceğini müzakere ediyorlardı.

Felek kızını aldıktan sonra, milyonlara varan servetine de konan Nasuh Paşa, bol vaatlerde bulunarak Çeşmi’yi kör bir alet hâline getirmek istiyor; Çeşmi ise onu, Kuyucu’nun heyulasıyla büsbütün korkutarak kati bir teşebbüse sevk etmek diliyordu.

Her iki adamın gönlünde, halkaları hınçtan dokunmuş bir yılan kıvrım kıvrım yatıyordu. Fakat her birinin taşıdığı kinin membasının meydana getiricisi başka olduğu gibi, hınçlarının gayesi de farklıydı. Biri, düşmanını baş aşağı ettikten sonra cesedine basarak ikbal yolunda yükselmek, diğeri “Oh olsun!” demek istiyordu.

Çeşmi’nin içinde büyüdüğü muhit, temas ettiği hadiseler ve küçükten beri dimağında yer tutan telakkiler ve intibalar, kendisini mertliğe meyilli bulunduruyordu. Gerçi yaptığı iş, namertçe idi. Lakin hünkârın jurnalinde Nasuh Paşa’yı haberdar etmek meselesinde vicdani bir hayli hafifletici sebepler vardı. Kuyucu’ya arkadan suikast tertibine gelince; bunu kabul etmekte mütereddit bulunuyordu. O, Nasuh Paşa’nın mertçe dövüşerek Kuyucu’yu tepelemesini arzu ediyordu.

Göksün Yaylası’ndaki ölüm kuyusundan Kör Mahmut’u çıkardığı günden beri kurduğu plan tek bir esasa dayanıyordu: Kuyucu’yu bir belaya uğratmak… Evvelleri, onun dairesine girerek yaptıklarını ve hâllerini öğrenmeye çalışmayı ve bir ipucu elde ederse saraya ihbar ederek Kuyucu’yu ezdirmeyi düşünmüştü. Buna imkân bulamayınca yeniçerilerle serdar arasında bir zırıltı çıkarmak emeline düşmüştü. Bu yolda çalışmaya henüz zaman bulamadan, mahut name-i hümayun imdadına yetişmişti.

Nasuh Paşa’nın cüreti ve yiğitliği, kudreti ve ihtişamı dillere pelesenk olduğu için bu fırsatı kaçırmamakta tereddüt etmemişti. Bildiğimiz üzere mufassal bir mektup yazarak onu Kuyucu’ya karşı teheyyüç etmişti.

Babalığın planı bu noktaya kadar meşru olmuştu. Fakat şimdi iş, çapraşıverdi. Nasuh Paşa, kara ve iri gözlerini manalı manalı açarak “Gayret yine dayıya düşüyor. Ne olursa senden olacak. Postumuzu şu bunağın elinden kurtaralım.” diyordu.

Çeşmi “Bu işe yeterse yine sen devletlinin gücü yeter, ben elimden gelen kulluğu gösterdim. Kuşça canıma acıyıp beni artık mazur görün.” deyip yan çizmeye çalıştıkça Nasuh Paşa “Anca beraber, kanca beraber. İyilik edip beni işten haberdar kıldın. Sonunu da getir.” tarzında ısrara başlamıştı.

Eğer, iyi fena bir tedbir gösterip de Nasuh Paşa’yı ikna edemezse yazdığı kâğıdın Kuyucu’ya gösterilmesi imkânı, apaşikâr ortada duruyordu. Bu sebeple çarnaçar, Nasuh Paşa’ya karşı itaatkâr bir duruş alıyordu. Gelgelelim son sözü, yine Diyarbakır valisi söyledi:

“Bu işi paklasa paklasa bir yudum zehir paklar, ‘Nuhi Koca’nın yatarken aldığı bala bir parmak da biz karıştırsak, olur biter. Ne dersin Çeşmi Efendi?”

Kör Mahmut’un babalığı, muhatabının gözlerindeki kanlı parıltıyı artık hayra alamet sanamazdı. Zaten bu çıkmaza kendi ayağıyla düşmüştü. Şimdi oluruna gitmekten başka çare kalmamıştı. Aynı zamanda istediği şey de meydana gelmiş olacaktı. Binaenaleyh fazla tereddüt etmedi, boynunu bükerek “Efendim bilir.” dedi.

***

Ertesi gün Nasuh Paşa, serdarı ikametgâhında ziyarete gidiyordu. Gömleğinin altına iki kat zerre giymişti. En güvenilir adamlarından yüz elli kişiyi refakatine almıştı. Baştan başa demire gömülmüş bu silahşorların, serdara yâr olan bütün cellatlar ile boğuşabileceğine kani idi.

Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisini fevkalade bir nezaketle karşılamış, “Gel oğul!..” hitabıyla yüzünü gözünü tekrar tekrar öpmüş ve ta yanına oturtmuştu.

Fakat kahveler içilir içilmez de çehreyi asmıştı. Nasuh Paşa, bu ani sayıklamanın neticesini metanetle beklerken Kuyucu koynundan mahut jurnali çıkarmıştı.

“Paşa oğlum! Maşallah okuryazarlığın var. Şu rika kimindir, söyler misin?”

Nasuh Paşa, kendisinin hünkâra gönderdiği arizayı28 eline almaya lüzum görmemişti ve hiçbir renk değişimi göstermeyerek “Benimdir!..” demişti.

Aslan yürekli bir erkek metanetiyle verilen bu kısa cevap, Kuyucu’yu galiba memnun etmişti!

“Tamam.” diyordu. “Saadetlû hünkâra taahhüt ettiğin kırk bin altını şimdi bize göndermen gerek. Er olan sözünde durur!”

Nasuh Paşa sükûnetle, “Sahib-i devlet babamız ne emrediyorsa yapmak borcumuzdur. Yarın para hazinenize girer.” deyip ayağa kalkmıştı.

Kuyucu şimdi Nasuh Paşa’yı iki adım bile uğurlamaya lüzum görmemişti, herifi mahcup ve mağlup ettiğini zannederek için için gülüyordu. Paşa ise badireyi bugünlük kolayca atlatmaktan memnun bulunuyordu.

Nasuh Paşa’yı, binek taşına kadar uğurlamaya gelen kethüda beyler ve diğer ağalar arasında Çeşmi de vardı.

Paşa, huzuruna yığılan adamlara hafif bir selam verip atını sürerken gözüyle Çeşmi’ye seri ve sert bir işarette bulunmuştu.

***

Kuyucu Paşa’nın vefatı, bütün orduyu ayaklandırmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor, serdarın ölüvermesine türlü mana veriliyordu.

Paşa, öldüğü gece her zamanki gibi gece yarısından sonraya kadar oturmuş, musahipleriyle satranç oynamıştı, neşesi yerinde idi. Hatta bir aralık tezkirecisini çağırarak iç muharebelerde katlettirdiği “Etrakü bi-idrakin”29 toplamını sormuş ve yüz yirmi beş bin kişiye eriştiği söylenilmesi üzerine tuhaf bir neşeyle “İşte, bir yığın karaçalı! Bıraksaydık vilayetlerde geçilecek yol kalmazdı!” demişti.

O sırada yakınındakilerden biri de yüz bulup, Nasuh Paşa’yı niçin sağ bıraktığını sormuştu ve “Maslahat budur ki, bu münafık nabekârı ölüm kuyusuna atasınız!” demek istemişti.

Kuyucu bu sitemli suale filozofça cevap vermişti:

“Yok, bu herif bir yiğit, namlı, bahadır ve becerikli, devlete gerekli adamdır. Bunu idama ve ortadan kaldırmaya elim varmaz. Belki bu gibileri yerinde bırakmada ve terbiyede nice fayda düşünülür. Ayrıca sadrazamlık makamı vezirlerin kıskandığı bir makam olup o makama istidadı olan taleplileri mahvetmek uygun değildir!”

Bilahare yatmak için yatak odasına çekilmişti. Kâtip Çeşmi, bir müddet yanında bulunarak Vassaf Tarihi’ni okumuş, iç oğlanlarından biri uyuyuncaya kadar dizlerini ovuşturmuştu.

Sabah ezanı okunurken, paşanın alışkanlığının tersine olarak kalkmadığını gören hademe güruhu, odasına gitmişler ve kuru bir cesetle karşılaşmışlardı.

Serdarın yaşı doksanı geçmiş olmasına rağmen bu ölüm, asker arasında hiç de tabii sayılmıyordu.

Nasuh Paşa dairesinden ordugâha doğru, kese kese sarılar akın etmeyip de iş hâle bırakılsaydı, hayli rahatsızlık verici bir vaziyet meydana gelecekti. Yeniçeri ağasının, ordu erkânını toplayarak Nasuh Paşa’yı alelacele serdar seçtirmesi, ortadaki dedikoduları söndürmüştü.

Müteveffanın cesedi tahnit olunup İstanbul’a sevk olunduktan bir gün sonra, Çeşmi Efendi, Nasuh Paşa’nın yanına gitmiş ve elini öperek serdarlığını arkadaşça tebrik etmek istemişti. Fakat paşa, üç beş gün evvelki adam değildi, tamamen değişmişti. Çeşmi’ye teşekkür etmek, iltifatta bulunmak, samimiyet göstermek şöyle dursun, “Otur!” demeye bile tenezzül etmemişti ve sadece “Yarın kethüdayı gör!” demişti.

Çeşmi, işlediği cinayetin vicdanına çöken azabından ziyade suç ortağının vaziyetinden yaralanmış olduğunu gerçi biliyordu. Fakat bu derece adiliği tasavvur etmezdi.

Şimdi kendi kendini kınayıp duruyordu. Manasız bir intikam peşinde aylarca sürüklendikten sonra “efendisini zehirleyen” bir adam mevkisine düşmüştü. Büyük dedesinin hararetli bir üslup ile tasvir ettiği “kibar eşekler” içinde böyle bir kafasızlık gösteren belki yoktu. Kuyucu’ya yutturduğu zehri eliyle hazırlayıp herifin kendisine veren Nasuh Paşa bile cinayetten sonra başkalaşmıştı.

Herifin, kendisini “kana kan, cana can” deyip de kısas yoluna göndermediği kalmıştı. Belliydi ki paşa, yüzünü görmekten memnun değildi. Belki yarın, zehirleme bedeli olarak eline birkaç kuruş verecek “Yürü, artık gözüm görmesin!” diyecekti.

Kuyucu’yu mademki bizzat katledecekti, Arnavutluk’tan çıplak baldırla İstanbul’a gelip de paşalığa yükselen bu sütü bozuk herife açılmanın, onu serdarlığa kadar yükseltmenin ne lüzumu vardı? Oh, şu kuru kafa parçalanmaya layıktı, ne çare ki onu parçalamakla ortadaki kanlı ve katmerli hata düzelemeyecekti.

Katil Çeşmi, bu düşünceler içinde Diyarbakır’ın eğri büğrü, dar ve karanlık sokaklarını irade dışı adımlarla dolaşıyordu. Birdenbire gözlerinin önünde bir manzara canlandı:

Kuyucu Paşa uzanmış yatıyor, gözleri yarı açıktır. Sanki yarım bakış ile bir asırlık ömrünün muhasebe defterini inceliyor. Saçtan tamamıyla temizlenmiş başında beyaz bir takke var. Çehresi ölüyü andırıyor, o kadar renksiz ve zayıf. Beyaz ve seyrek tellerle örtülü çenesinin altında bir çocuk yumruğu kadar sivri bir kemik, gırtlak kemiği görünüyordu. Boynunun koyu esmer derisi pörsümüş, sükûnet hâlindeki bir hindi ibiği gibi katmer katmer sarkmıştı. Ara sıra hareket etmese diriliğine inanılamayacak şu zayıf, şu bir çürük tahtaya benzeyen vücudun, elli milyonluk bir kitleyi yalnız ismiyle ürkütmüş bir şahsiyet olduğuna zerre kadar ihtimal verilemezdi. Yetmiş iki buçuk milletin teşkil ettiği muazzam bir yekûn, elli milyon gibi müthiş bir rakam, bu zayıf adamın nazarında alelade bir sefer gibi hafif ve kıymetsiz oluyordu. Koca koca kıtaları dolduran küme küme insanlar, bu otuz kilo sıkletinde bile olmayan adamın ismi önünde derin bir korkuyla eğiliyordu.

Bu sonsuz kudret, bu zayıf vücudun neresine sığıyordu? İçtimai teşekküllerin izafi kuvvetleri de taalluk ettikleri vücut da aynıyla ruh dediğimiz meçhulü andırıyordu: Varlığı eserleriyle görünen, fakat kendisi görünmeyen bir şey!..

Bir aralık Kuyucu, sekerat anında bir yudum su isteyen dermansız bir hasta gibi, “Bal!..” demişti. Çeşmi, hemen elindeki kitabı bırakarak yanındaki küçük hücreye gitmiş ve küçük bir bal mumunun hafif alevi altında elleri titreye titreye bal hokkasına sarı renkte bir sıvı karıştırmıştı.

Bu zehirli hokkadan üç çorba kaşığı kadar bal alarak birbiri ardınca paşaya verirken yere düşecek gibi bir hâle gelmişti. Âdeta Kuyucu’nun, mezarından kalkan bir ölü gibi, yattığı yerden kalkarak yakasından tutacağını ve yüzüne tüküre tüküre altı ay evvel Kör Mahmut’a yaptığı gibi, boğazını hınç ile sıkacağını zannetmişti. Hatta bir an boğazında bir baskı bile duydu. Fakat bu baskı, derisine dıştan değil, hançeresinden geliyordu. Sanki içinde ansızın harekete gelen bir el, göğsünü tırmalaya tırmalaya yüzüne çıkıyor ve orada yumruklaşıyordu.

Kuyucu Paşa, üç kaşık balı vaziyetini bozmadan, yattığı yerde almıştı. Üçüncü kaşığı yer yemez, gözünü hafifçe açmış ve Çeşmi’ye bakmıştı. Belki, “Kâfi!” demek istiyordu o bakış, katilin ta ruhunda bir alev parlatmıştı. Bilhassa şimdi, ne kadar manalaşıyordu.

Çeşmi’ye öyle geliyordu ki, mezarında ve hatta mahşerde bile Kuyucu’nun o son bakışı kendisinden ayrılmayacak ve onun ruhunda tutuşturduğu kıvılcım, ebediyette de sönmeyecektir.

Kuyucu’nun işaret edip izin vermesiyle, kendisi ve diz ovuşturan oğlan odadan çıktıktan sonra, paşa sabaha kadar uyumamış, kendi odasında başını eline alarak düşünmüştü. Bu düşünce, belirli istikametlere yönelik değildi, bir fikir perişanlığından ibaretti:

“Paşa ölmüş!” sayhalarıyla nakibin konağı, zelzeleye uğrayan çardak gibi zangır zangır titremeye başladığı zaman gayriihtiyari dışarı fırlamıştı. İlk hatırına gelen şey, intizamsız bir velvele içinde çalkalanan konaktan savuşmaktı. Sonradan, katlettiğini görmek için benliklerinde tahammül edilemez bir çekim duyan her katil gibi, o da Kuyucu’nun odasına gitmişti.

Paşa, dört saat evvelki hâlini muhafaza ediyor, yalnız yüzü biraz daha süzülmüş görünüyordu. Sakalında garip bir kıvrılma vardı. Beyaz beyaz kıllar, ateşe gösterilen iplikler gibi garip bir şekilde bükülmüştü.

Çeşmi, harp ve darba alışkın her sipahi gibi, kana ve ölüme kanıksamışlardandı. Fakat sevdalısına kavuşmak için nikâhlısına zehir veren kadınlar gibi, gecelerin himayesine sığınarak adamı zehirlemek karakterine çok ağır gelmişti.

Kuyucu’nun cesedine bakarken kendisini âdeta kan tutacaktı.

Kulağında bir ses uğulduyor, mütemadiyen “Haydi durma, işi senin yaptığını söyle!” diyordu. Görünmez bir el de sanki kendisini bu itiraf için haşince ileriye itekliyordu.

Cesedin başından uzaklaştıktan sonradır ki aklı başına gelmişti. Binlerce ve binlerce adam boğmuş olan bir insafsızın elinden memleketi kurtarmak, aslında fena bir hareket değildi! Nasuh Paşa gibi koca bir vezir, işte, bu işte kendisine ortak olmuştu. Eğer bir vebal, bir günah varsa ancak yarısı kendisinindi.

Bu düşünce ile biraz teselli, biraz sükûnet bulmuştu. Gelgelelim Kuyucu’nun cesedi İstanbul’a sevk olununcaya kadar uyku uyuyamamıştı. Ancak ölü, o muhitten uzaklaştıktan sonradır ki gözlerini oyan, beynini ezen yük hafiflemişti.

Eğer Nasuh Paşa bir suç ortağı değil, adi bir katilden iğrenen bir vicdanlı adam gibi kendisine soğuk davranmasaydı, belki gönlündeki üzüntü büsbütün yok olurdu. Fakat gördüğü muamele, cinayet anından beri, nöbet nöbet asabını saran hummayı tazelemişti. Vücudu acayip titremelerle sarsılıyordu ve ikide bir ellerini başına götürerek “Vah kafa, vah kafa!” diye söyleniyordu.

Şuursuzca, Diyarbakır kasabasını baştan başa katetmişti. Artık kalenin dağ kapısı önüne gelmişti, ancak o vakit kendisini toparladı. Ve Tanrıbilmez’le Kör Mahmut’u görmek için buralara kadar geldiğini hatırladı.

***

Çeşmi’nin bir ruhi bunalım içinde Diyarbakır sokaklarını dolaştığı gece, yeni serdar, sayısız misafirlerini savdıktan sonra uyumak için haremsaraya çekilmeye hazırlanmıştı. Yarına ait emirlerini almak maksadıyla huzuruna gelen kethüdasına “Ha, unutuyordum…” demişti. “Bir veziriazam kimseye borçlu kalmaz. Yarın yanına gelecek bir Çeşmi Efendi var. Sipahi bozuntusu bir şey. Kuyucu’yu öldüren işte odur. Güya bana hizmet için bu işi işledi. Mükâfatta gecikmeyelim. Gizlice icabına bakıver. Varsın cehenneme gitsin, paşasına selam götürsün!..”

4

“Ya Hay! Ya Mevcut! Ya Hak! Ya Ebed! Ya Kadir! Ya Allah! Hu!..”

Ahşap ve basık salon, şeyh vekilinin sıtma görmemiş sesiyle birden inim inim inildemişti. Kiliselerdeki “autel”leri andıran mihrabımsı yerde siyah bir koyun postu serili. Duvarlarda cennet-i âlâ ile cehennemi gösteren iki resim asılı. Dört hurma ağacı ile minimini bir havzadan ibaret olan cennet bahçesinde kimseler yok. Fakat cehennemde birer küçük ve siyah gölge şeklinde tasvir olunan günahkârlar fıkır fıkır kaynaşıyor! Zebani olması lazım gelen birçok yılanlar da ateşle ağzına kadar dolu kazanların etrafında kuyruk sallayarak dolaşıyor.

Meşhur Dante’nin “Cehennem”i, Batı âlemini bir güzellik heyecanına düşüreli belki bir asır olmuştu!.. Doğu’nun ressam namına, fuzuli sahip çıkan nasipsizler ise henüz bu sahada levhalar meydana getirmeye uğraşıyordu.

Keçe külah üstüne yeşil sarık sarmış, göğsü bağrı açık bir adam, salondaki yegâne sedirin, mahut siyah postun sağ tarafına oturmuş, karşısında halkavari dizilen dervişlere, Vacibülvücut’un yedi ismini saydırdıktan sonra uzun bir “Hu!..” çekerek zikir işaretini vermişti.

Dirsek dirseğe dokunacak derecede yan yana diz çöken, bu hepsi çıplak ve hepsi başıboş güruh, sağdan sola, soldan sağa doğru sallanmaya başlamıştı. Güya Allah’ın huzuruna azgın çehre ile çıkmak kulluk usulleri cümlesinden imiş gibi her dervişin yüzünde derin bir elem izleniyor ve gözlerin tamamen kapalı bulundurulması manzaraya bir körler meclisi hâli veriyordu.

Dervişlerin çoğunun, bedenî noksanlıkları vardı. Kimi kel kimi şaşı kimi kambur olup cümlesinin müşterek özelliği kirlilik ve çıplaklık idi.

İptida, bir saat rakkası gibi, ağır ve mevzun bir ihtizaz ile başlayan zikir, biraz sonra seri ve sar’avi bir ihtilaç hâlini almış, başlangıçtaki keskin “hu”lar gittikçe ne olduğu belirsiz bir iniltiye dönüşmüştü.

Dervişler halkasındaki ahengi bozabilecek herhangi yorgunluk alametleri şeyh vekilinin derhâl gözüne çarpıyordu. Hüda’nın huzurunda bulunmakla beraber müritlerini gözden kaçırmayan şeyh vekili, böyle hâl vukusunda hemen ayağa kalkıyor, halkayı devreder gibi görünerek o yorgun dervişlere “Ayıp oluyor ha! Yorulmanın sırası değil!..” demek istercesine gizlice bir şeyler fısıldıyordu. Bu temas ve bu ihtar, yorulmaya başlayan dervişleri tekrar ve daha şiddetli surette harekete getirmeye kâfi geliyordu. Her türlü mimari zevkten mahrum, dervişleri kupkuru bir damın altında, güya öbür dünya namına yapılan bu hareketler, hayli uzamış ve nihayet yine şeyh vekilinin, başka bir makamdan çektiği “Hu!..” ile sallantıya son verilmişti.

Rumiye Şeyhi’nin o sıralarda pek meşhur olan tekkesindeki şu ayin, tam bir zikir olmayıp şeyhin varışına kadar vekili marifetiyle yapılmış basit bir talimden ibaretti. Biraz sonra şeyh efendi gelecek, asıl sallantı o zaman baş gösterecekti.

Bilhassa bu akşam, ordu erkânından birçok muhterem şahsiyet şeyhin ziyafetine davetli olduklarından onların şerefine tekkenin bütün hünerleri gösterilecekti.

Gerçekten yaptıkları alıştırma ile hafifçe terleyen dervişlerin terleri kurumuş ve kuvvetleri yerine gelmişti ki şeyhin teşrif etmek üzere bulunduğu haberi ağızdan ağıza yayıldı.

Şimdi iki yüzden fazla derviş, birbirleriyle yapışık denilecek kadar sıkışık olarak yere uzanmışlardı. Sırtları yukarıda, kolları altında, bir odun parçası gibi hareketsiz yatıyorlardı ve yavaş sesle “Hu!.. Hu!..” diyorlardı.

Kapı cihetinden de şeyh görünmüştü. İki kişinin derin bir dindarca huşu ile dizginini çektikleri bir beyaz ata binmişti. Bu küçük alay, alelade bir sokakta yürür gibi lakaytça, salonun toprak zemini üstünde yatan dervişlerin üzerinden geçmeye başlamıştı. Şeyh efendi, göz kapakları inik, dudakları bilinmez hangi evradın tekrarıyla kıpırdıyor, altındaki mahluklardan bihaber salonu devrediyordu.

Seyisler, dervişlerden kiminin başına kiminin ayağına basarak yürüyor ve şeyhin atını da yürütüyorlardı. Her derviş, atın ön ve arka ayaklarından en az birer darbe yiyor, fakat küçük bir elem sedası bile çıkarmıyordu.

Otuz iki tarikatın o devirlerde yüzlere varan hankâhları,30 zaviyeleri içinde bu hüneri gösteren yegâne mürşit, Rumiye Şeyhi idi. Onun babası, semahaneyi31 şişelerle doldurtturur ve oynak bir ata binerek, hiçbir tanesini kırmamak şartıyla, şişelerin üstünden dolaşırdı.

Şimdiki şeyh, şişeleri dervişlerle değiştirmişti ve bundan daha açık bir “tasavvuf remzi” vardı: At, hayatın ağırlığını temsil eder!

Alelade insanlar o ağır yüke tahammül edemez; fakat şeyhin temasıyla, o ağırlık, hafiflik kazanmaktadır ve görüldüğü üzere, müridan, atın altında hiçbir elem duymamaktadır. Kısacası fâni hayatın ağırlığını çekebilmek, ruhen temizlenme, batınen incelmeye bağlıdır. Bu dereceye erişebilen mütteki bir derviş, şeyhin atından çifte de yese ses çıkarmaz.

Rumiye Şeyhi’nin kerameti bununla sınırlı değildi. Babasının öldüğü günün yıl dönümlerinde şeyh efendi, bir büyük hüner daha gösterirdi. Her sene o gün, babasının mezarında muhteşem bir ayin yapılırdı. Dört taraftan, senelik vergilerini de yanlarında getirerek, koşuşup gelen müritler, mezarın etrafında toplanır ve o gün tecelli edecek mucizeyi beklemeye başlarlardı. Öğleye doğru şeyh efendi de gelir, yarım saat süren bir duadan sonra türbenin kapısını açar, fakat girmeyerek, elleri göğsünde bir duruşla beklerdi.

İşte bu esnada, şeyhin evi tarafından başıboş bir eşek peyda olurdu. Bu eşek, oradaki kalabalığı mühimsemeyerek, toprağı koklaya koklaya, bazen durarak burnunu havaya kaldıra kaldıra doğruca türbeye gelir ve kuyruğuyla şeyh efendiyi selamladıktan sonra hemen içeriye dalar, oradaki mezarın etrafını üç kere tavaf ederdi. Bir hayvan yavrusunun gösterdiği bu iman eseri, orada toplanan müritleri coşturup taşırırdı. Herkes türbeden evvel eşekle temas etmek için can atar ve ona yaklaşabilenler, muska yapmak emeliyle birkaç kıl koparırdı. Bunun neticesinde zavallı hayvan, cascavlak ve dımdızlak bir hâle gelirdi.32

Gerçi o devirlerde diğer bazı tekkelerde de hünerler gösterilirdi. Özellikle Rufailerin kızgın şişle dağlamak, hançerlenip de yaralanmamak gibi hareketleri meşhurdu. Hele bir şeyhin, katran ve zeytinyağı dolu bir çömleği koltuğunun altına alarak, göğsü, sırtı, başı alevler içinde, zikir ve tehlile33 devam ettiği hayretle görülüyor ve işitiliyordu. Fakat Rumiye Şeyhi’nin kıymeti başka idi.

Bu adamın babası, vaktiyle başında kirli bir derviş tacı, arkasında lime lime bir aba, boynunda binbir taneli bir tespih, elinde bir keşkül,34 belinde bir çıngıraklı topuz Diyarbakır’a çıkagelmişti. Yanında Şafii köpeğini andıran minimini bir mahluk vardı: Yüzü gözü kir içinde, saçları bitle dolu bir mahluk!..

Bu kirli baba ve oğul, kapısı ve sofrası gariplere daima açık bulunan zengin bir adamın evine postu sermişlerdi. Ahır müştemilatında bir köşede akşam ve sabah verilen bir çorbaya kanaatle yaşayıp gidiyorlardı. Dervişin geceleri ah vah ve zikrullah ile iştigali uşaklarca, gerçekten bakışlarını çekiyordu. Fakat o tehliller, o dokunaklı ibadat, belirlenmiş gıdayı bile artıracak bir tesir yapmıyordu. Her koyun kendi bacağından asılacağına göre dervişin takvadaki aşırılığı, oradaki uşakları elbette alakadar edemezdi.

Baba ve oğul, aylarca bir sığıntı vaziyetinde bir evde yaşamışlardı. Bu uzun müddet zarfında ne kimse bu meçhul dervişe nereden gelip nereye gittiğini sormuş ne kendisi bir kimseyle tanışıklık kurmuştu. Yanındaki kirli mahlukun oğlu mu, oğulluğu mu olduğunu bile bir ferdin merak edip sorduğu vaki değildi. Daha garibi, ev sahibi kendi hanesinde böyle bir Tanrı misafiri olduğundan da haberdar olmamıştı. Yalnız uşaklardır ki misafir dervişin çorbasını ve ekmeğini verip duruyorlardı.

bannerbanner