Читать книгу Cehennemden Selam (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Cehennemden Selam
Cehennemden Selam
Оценить:
Cehennemden Selam

5

Полная версия:

Cehennemden Selam

Bu sebeple yediler meclisinde derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Nihayet Baldırıkısa, bu sükûneti bozdu:

“Haydi, can!” dedi. “Kalk, Genç Mehmet bağlama çalacak, sen de biraz dolaş.”

Civelek bu emir üzerine kalkmış, külahı çıkarıp zülfünü düzelttikten sonra pek bariz bir istekle raksa hazırlanmıştı. Yanı başındaki sazı alarak oynak bir mızrap ile telleri titreşime getiren Genç Mehmet’in peşrevden raks havasına geçmesini sabırsızlanarak bekliyordu.

Saz, beklenen ahenge geçer geçmez civelek, kovalanan renkli bir kelebek gibi, kâh eğilerek kâh kalkarak, kaçıyormuşçasına atik, bazen paralanmışçasına ağır ve bezgin dönmeye başlamıştı.

Yediler, payansız bir vect içinde, perestişkâr13 gözle, bu ateşli raksı takip ediyorlardı. Kadına bakmanın günah, kadınlarla temas etmenin cinayet azmi sayıldığı bir devirde civelek raksı âdeta kutsanıyordu.

Memleketteki siyasi ve içtimai her harekete, midevi ve şehevi bir şahsi kaideleri olmak şartıyla, önayak olan ulema zümresi “Allah güzeldir, güzel olanı, güzel yapılanı sever.” diyerek bu çirkin zevkin de genelleşmesine rehber olmuşlardı. Bu söz, ne ayet ne hadis olup kötülüğü mübah kılmak için uydurulmuş ve alabildiğine yorumlanmış bir fetva idi. Rezaletin derecesi düşünülsün ki deli biraderliğiyle namlı bir şair, özellikle bu zevki genelleştirmek için, zamanın ileri gelenlerinin yardımıyla aşk zaviyeleri açmıştı! Rıza gösterme ve razı olma yoluyla cereyan eden kötülükleri bertaraf, zora dayalı muameleler bile devlet büyükleri arasında nükteli söz söylemeye vesile teşkil ediyordu. Nitekim meşhurdur: Kazaskerlerden birinin, bıyığı, sakalı henüz çıkmış bir delikanlıya tasallutu üzerine babası, çocuğunun kana bulanmış tumanını alarak şeyhülislam efendiye şikâyete gitmişti. Mücrim kazasker cehaletiyle, şeyhülislam efendi de aşırı ilim ve irfanıyla tanınmış bulunuyorlardı.14 Çocuğun babası, elindeki suç vesikasını şeyhülislama uzatarak ağlaya ağlaya davasını anlatmıştı.

Bu hazin şikâyete karşı şeyhülislamın yaptığı muamele, getirilen vesikaya hayretle bakıp başını sallamaktan ve “Tuhaf şey! Bizim kazasker efendi bu bahiste de cahilmiş!” demekten ibaret kalmıştı.

İşte yedi sipahi de hissî dalaletiyle içinde bulunuyor, ruhen titreye titreye seyrettikleri bu manzarada hiçbir siyah nokta göremiyorlardı.

Civelek, belki bir saat dönmüş ve sipahilerin gözlerini de döndürmüştü. Nihayet saz sustu, çocuk da hiçbir yere konmadan uzun bir uçuş yaparak sonunda bir dalın üstüne düşen yorgun bir kuş gibi Baldırıkısa’nın yanına düştü.

Odadaki saz ve raks gürültüsü, küçük Kör Mahmut’u uyandırmıştı. Yavrucuk, sağlam gözünün mahmur bakışlarıyla bu tuhaf âlemi idrake çalışıyordu. Onun uyanması konuşmaya vesile olmuştu.

Civelek “Aman!” dedi. “Ne güzel çocuk! Bu da kim?”

Baldırıkısa cevap verdi:

“Çeşmi Efendi’nin oğulluğu.”

“Babası yok demek.”

Çeşmi Efendi “Evet.” dedi. “Babası yok. Zeki bir şey, fakat bana ayak bağı oluyor. Bunu bir yerde bırakamıyorum. Birlikte taşımak da müşkül… Kapılanacak bir yer bulsam şu yetimin hatırası için sipahiliği bırakıp yerleşeceğim.”

Civelek, ani bir yufka yüreklilikle müteessir olmuştu, dostuna dönerek “Ne dersin?..” dedi. “Ağayı bizim daireye kapılandıralım mı? Baldırıkısa, Çeşmi’nin bu yolda söze girişmesindeki maksadın bu neticeyi elde etmekten ibaret olduğunu anlamıştı. Diğer sipahiler de bu noktayı derhâl kavramışlardı. Hepsi, candan alakadar olarak, Baldırıkısa’nın cevabını bekliyorlardı. Bu cevap, elbette matluba muvafık olacaktı. Zira yedilerin, iyi ve fena günlerde, yekdiğerine yardım etmeleri aralarındaki misak icabındandı.

Baldırıkısa tereddüt etmedi:

“Çok âlâ olur.” dedi. “Şu işi hemen beceriver, arkadaştan bir gün gelir, paşan da memnun kalır.”

Biraz sonra civelek, Baldırıkısa’dan izin istemişti. Kör Mahmut’un babalığına iş bulunca haber verecekti. Şimdi, Kuyucu uyanmadan saraya dönmeliydi. Baldırıkısa, gözleriyle arkadaşlarının görüşünü aldıktan sonra sadece “Uğurlar olsun, civan!” dedi.

Civelek yine sipahilerin ellerini öperek ve dildadesine yüzünü öptürerek oradan sessizce çıkmıştı. Onun müfarekatını müteakip mecliste velveleli bir şetaret başlamıştı. Arkadaşlar, Çeşmi Efendi’yi tebrik ediyorlardı. Kuyucu’nun kapısına kapılanırsa onun pek yaman oyunlar oynayabileceğini düşünerek bu akşamki tesadüfün kutsiyetine inanıyorlardı.

Şarap testileri ise sürekli dolup boşalıyordu, her sözü bir çanak şarap takip ediyordu. Hepsi çakırkeyifliğin de üstünde sarhoş olmuşlar gibiydi. Ellerinden gelse ve şaraplar bulunsa akşamdan beri içtikleri kadar yine içeceklerdi. Fakat bir testi şarapları kalmıştı, sabah da yaklaşıyordu, amele gelmeden burayı terk etmek lazımdı.

Çeşmi’den başkası, devletçe birer suretle suçlu olan bu adamlar, gerçekten İstanbul’da serbestçe geziniyorlardı. Çünkü kendilerini şahsen, ancak sipahiler tanıyabilirdi. Dergâh-ı Ali kapıcıları, vezir çavuşları, asesler gibi zabıta vazifesi görenler, bu suçluları teşhis edemezlerdi. İsteseler de kolay kolay el vuramazlardı. Yeniçeriler gibi Sipahi Ocağı’nda da henüz “hafiye”lik yoktu. Saraydan veya sadrazam dairesinden, isim tahsisiyle bunlardan birinin takibinde ısrar edilirse ozaman muamele başkalaşır ve suçluların ele geçmeleri ihtimali ziyadeleşirdi. Lakin Karaman’daki cinayet veya Belgrat’taki bir “sille”

meselesi için İstanbul’da ciddiyetle adam aranılması makul değildi. O devirlerde, mekân değiştirmekle suçun mahiyeti ortadan kalkar gibi bir hâl vardı. Bununla beraber kendilerinin topluca bir mahalde görülmesi, derhâl işin şeklini değiştirebilir ve muhakkak hükûmeti ve hele o sırada hükûmetin başında bulunan Kuyucu’yu şüphelendirirdi. Binaenaleyh gün doğmadan dağılmalıydı.

Baldırıkısa, son testiyi de içip dağılmak fikrini ileri sürmüştü. Tanrıbilmez, başını kaşıyarak bağırdı:

“Güzel güzel konuşuyorduk, kardaşça eğlendik, Çeşmi’ye de uçmak için kanat temin ettik. Gelin şimdi bu eğlentiye sipahice bir nihayet verelim.”

Arkadaşlar, “Nasıl verelim? Ne yapalım?” diye soruyorlardı. O, “Siz karışmayın, yalnız testi ile çanağı alın, arkamdan gelin.” diyordu.

Fecirle beraber yedi arkadaş, bulundukları odadan çıkmışlardı. Kör Mahmut çanağı koynuna koymuş, testiyi de sırtlamıştı. Tanrıbilmez’e uyarak Çemberlitaş istikametinde yürüyorlardı. Yol boyunca sarhoşçasına latifeler yapıyorlar, herhangi bir bekçi görünce leventçe bir tavır alarak sipahiliğin haysiyetini muhafaza eder görünüyorlardı.

Bayezid’e geldikleri zaman Tanrıbilmez, Fincancılar tarafına saptı. O sırada da şimdiki Darülfünun’un ve yangın kulesinin yerinde Eski Saray vardı. Binanın etrafı şimdi olduğu gibi parmaklıklı değil, yüksek duvarlarla çevrili idi. Her saltanat değişiminde, müteveffanın terk ettiği kadınlar ve kızlar, esas tabiriyle mahlular,15 Topkapı Sarayı’ndan çıkarılarak buraya naklolunurdu. Binlerce dilrübanın güzelliğini koynunda solduran, kucağına düşen tazeleri ancak bir acuze hâline getirdikten sonra mezara girmek üzere bırakan bu musibetli sarayın, avam arasındaki efsanevi menkıbeleri de deli biraderin âşık zaviyelerine ait hikâyeler kadar çeşitli idi.

Tanrıbilmez, ne yapacağını arkadaşlarına hâlâ söylememişti. Yalnız onları Haliç’e doğru götürüyordu. Sabah ezanından biraz sonra şimdiki Yemiş İskelesi noktasına gelmişlerdi. Tanrıbilmez orada bir dolmuş16 buldu, arkadaşlarıyla beraber hemen binerek kayığı Sarayburnu’na doğru hareket ettirdi ve Sarayburnu’na yaklaştıkları zaman, sabırsızlıktan çatlamak derecelerine gelen arkadaşlarına fikrini izah etti: “Şimdi hünkâr, Sinan Paşa Köşkü’ndedir. Her sabah bu vakitler o köşkten denizi seyreder, harem mahmurluğunu burada bozar! Biz köşkün önünden geçeceğiz ve onu sipahice selamlayacağız. Hepiniz orada benim söylediğim sözü tekrarlayacaksınız ve ben ne yaparsam onu yapacaksınız.”

Kayık aheste aheste Sinan Paşa Köşkü’nün önüne gelmişti. Hünkârın gerçekten orada bulunduğu mahsus idi. Tam köşkün önünde, Tanrıbilmez ayağa kalktı ve testiden bir çanak şarap doldurarak bağırdı: “Halayıkoğlu’nun şerefine!”

Altı sipahi, Tanrıbilmez’i taklitte gecikmediler. Her biri diğerini takip edip ayağa kalkarak gür sesleriyle haykırdılar: “Halayıkoğlu’nun şerefine!”17

Tanrıbilmez’le arkadaşlarının bindikleri kayık, o devirlerde sipahilerin çok emin ve daimî sığınağı olan Üsküdar’a doğru kayıp giderken hekimbaşı efendinin, bir hafakan hiddeti içinde bayılan hünkârı tedavi için Sinan Paşa Köşkü’ne seğirttiği görülüyordu.

3

Zamanımızda harp, manasına uygun bir facia şeklini aldı; şiiriyetini tamamen kaybetti. Bugün binlerce kişiden mürekkep bir ordunun nakli, herhangi bir noktada toplanmış bir sır hâlinde cereyan eder. Oğlu harbe giden bir baba bile ciğerparesinin katıldığı kıtadan kolaylıkla haber alamaz. Mektuplar, tesadüfen gelmiş gibi mürselünileyh18 bulur. Lakin geldiği yerden hiçbir iz taşımaz. Bütün medeni dünyada hâlen şekil budur.

Pazunun kafaya ekseriya tahakküm ettiği, “Zor oyunu bozar.” meselinin de harp kaideleri arasında hatırı sayıldığı devirlerde hâl, aksine olup harp bir nevi düğün gibiydi. Vatandaşlar, bitaraflar, dostlar değil, bizzat düşman dahi kendisi için hazırlanan darbenin her türlü özelliğinden haberdar olurdu. Bilhassa Türkler, kendi ordularının kemmî19 ve keyfi bütün mahiyetinden düşman tarafı haberdar etmekle, erlik borcunu ödemiş olmak kanaatinde bulunurlardı.

Bu itibar ile harbe gidecek ordunun İstanbul’dan hareketi de bir nevi temaşa teşkil ederdi. İlan olunan sefer Rumeli cihetinde ise serdarın tuğları ve otağı Davutpaşa’ya, Anadolu tarafına gidilecekse Üsküdar’a dikilirdi. Günlerce süren hazırlıklardan sonra ordunun harekete gelmesine karar verilince kadın ve erkek binlerce halk, gazileri seyr için belirli yerlere koşarlardı.

Filhakika ordunun her hareketi de temaşaya değerdi. Serdarın önünde sekiz nefer yeniçeri şairi yürürdü. Bunların başında keçe, arkalarından birer kaplan postu bulunurdu. Her biri “kudu kamet” sahibi, “dev endam” heriflerdi! Bir davul kadar ses veren “çöğür”lerini nöbetle çalarak, yüksek sesle okudukları türküleri sazlarının ahengine tuttururlardı. Birer dağ parçasına benzeyen bu ocak şairlerinin bir saatlik yere kadar sadalarının eriştiği sınanmış idi.

Serdar genellikle kırmızı renkte elbise giyer, diğer paşalar siyah samur giyinirlerdi. Yalnız serdarın yanında giden şeyhülislam beyazlar giyinirdi! Yeniçerilerin kazanları, bayrakları, enselerini döven mukaddes keçeleri, sarıkları arasındaki kaşıkları gibi sipahilerin de zırhları, alaca bayrakları, yarım kabza kılıçları, oynak atları ve bir meşin torbayı andıran sakaların ıslak kıyafetleri seyrine doyulmaz bir manzara teşkil ederdi.

Cephane ve erzak taşıyan katar katar develerin öğürtüsü, yedek atlarıyla sayısız katırların gürültüsü, on beşer yirmişer çifti bir arada top çeken mandaların bu görünüşü bu manzaraya ilave olunursa hareket hâlindeki bir ordunun tasviri kısmen tamamlanmış olur.

Kuyucu Murat Paşa işte böyle bir alayla bir bahar günü Üsküdar’dan hareket ediyordu. Ulema ve âyan, serdarı Maltepe’ye kadar uğurlayıp ve sonra el öpüp geri dönmüşlerdi. Hedef, Tebriz idi ve her neferde yaya olarak dünyayı dolaşmaya çıkmış gönüllü bir seyyah tevekkülü görünüyordu.

Ordu, mutat olan yollarda konaklayarak ileri doğru aheste aheste gidiyordu. İzmit Körfezi sahillerindeki her menzil, ordu için taşkın eğlencelere zemin teşkil ediyordu. Buralarda yeniçeriler, sipahilerle yüzme müsabakasına çıkar ve bir yeniçerinin rakibi sipahiyi yüzgeçlikte mağlup etmesine karşılık diğer bir sipahinin denize at sürerek iki yeniçeriyi perçemlerinden tutmak suretiyle birer elma gibi kucağına aldığı ve sahile çıkardığı görülürdü. O vakit bütün ordu, koyu bir bulut gibi gök gürültüsü koparan bir sadayla gümbürdeyerek “Aleyke avn!” diye bağırırdı! Yeniçerilerin testiye kurşun atmaları, keçeye kılıç sallamaları her gün vaki olurdu. Bu, ordunun piyade kısmı için ihmal olunamaz bir spordu. Hataya düşülerek basit görünen bu kılıç eğlencesi aslında büyük bir maharete ihtiyaç gösterirdi. Havaya atılan bir ibrişimi kılıçla kesmek; yerdeki karpuzu, kesildiği belli edilmemek, vaziyeti bozulmamak şartıyla, ikiye bölmek yeniçerilerin sık sık gösterdikleri ustalık eserleri cümlesinden idi. Bazı kişiler, bu tarzda kılıç vurmakta o derece meleke kazanmışlardı ki muharebe esnasında çalımına getirerek salladıkları bir kılıçla karşılarındaki düşmanı ikiye ayırırlar ve maktullere yerde oturur gibi bir vaziyet aldırırlardı!..

Gebze’deki Anibal’ın mezarı işte bu Tebriz seferindedir ki yeniçeriler tarafından nişangâh tutulmuştu. Bu mezar üstünde, kimin tarafından dikildiği bilinmeyen bir taş vardı. Nişancılar, yol ortasında hiçbir mana ifade etmeyen bu işlemeli taş parçasını kısa bir endaht20 neticesinde parçalamışlardı.

Kuyucu Paşa, bu parçalanan taş altındaki ölünün çok yüksek meslektaşı olduğunu bilmezdi. Kan o zaman onun için meçhuldü. Bugün bile Anibal, o gayesiz kurşunların elemsiz yaralarını taşıyarak, unutulmuş ve hakir görülmüş, aynı yerde yatıyor! İstanbul’a gelen sayısız seyyah kafilelerinden bir zümre değil, bir fert bile cihan tarihinin bulanık sayfasını ziyarete tenezzül etmiyor! Çemberlitaş’ın çıplak endamında tefekküre ve maziyi hatırlamaya vesile olacak bir hayli mana gören kadirbilir gözden bir tanesi, meşhur Anibal’ın meçhul mezarı üzerinde bir saniye durmaya lüzum görmüyor!

Yirminci asrın şu kayıtsızlığı düşünülünce, Kuyucu’nun o mezar tarumarı ile alakadar olmaması hiç de ayıplanamaz. Zaten Kuyucu, ölülerle meşgul olacak vaziyette değildi. O, bilakis dirilerden ölüler vücuda getirmekle iştigal ediyordu.

Bu ihtiyar ve hunhar adam, sabahtan akşama kadar adam öldürme ile vakit geçirir ve geceleri pek geç vakit, uyumak için uzanırdı. Altında bir Bursa ihramı, üstünde ya bir şal ya bir yamçı olduğu hâlde genellikle iki saat uyku kestirirdi.

Yegâne zevki, uykusu gelinceye kadar dizlerinin bir genç çocuk tarafından ovulması ve diğer bir adamın da baş ucunda oturarak yavaş sesle Vassaf Tarihi’ni okuması idi.

Bazen dizleri ovuşturulurken hafif bir heyecan, mahiyeti belirsiz bir ihtiras ile sarsılır ve bu sarsıntıdan derin bir haz duyarak gözlerinde garip bir parıltı ile hizmetkârlarının yanaklarını okşardı!..

Ordu Ilgın menziline gelmişti ki İstanbul yolundan atını dörtnala koşturan bir süvari gözükmüş ve doğruca serdarın otağı önünde durarak atından inmişti. Dergâh-ı Ali21 kapıcıbaşılarından olduğu anlaşılan bu süvari, başındaki makrameyi çıkarıp üsküfünü giymeye lüzum görmeden alelacele serdarın huzuruna çıkmıştı. Hünkârın mahrem bir mektubunu taşımak, onu merasime riayetsizliğe sevk ediyordu.

Kuyucu, verilen mektubu öpüp başına koyduktan sonra yanına bırakmış ve kapıcıbaşıyı ağalarından birinin çadırına misafir göndermişti.

O sırada devletin umumi idaresi gelişigüzel elinde tutan ihtiyar vezirin okuyup yazması yoktu. Zahiren belli etmemekle beraber, böyle acilen gönderilen mektubun ne gibi şeylerden bahsettiğini öğrenmek için kalben büyük bir merak hissediyordu. Kapıcıbaşıyı yolladıktan sonra el çırparak bağırdı:

“Çağırın Çeşmi’yi!”

İki dakika geçer geçmez Çeşmi, bizim Kör Mahmut’un babalığı, serdarın önünde boyun kırmıştı. Kuyucu Paşa, yanındaki mektubu eline alarak Çeşmi’ye uzattı ve “Name-i hümayun!” dedi. “Oku, bakalım.”

Hünkârın bizzat yazdığı bu kâğıt, tarihçe meşhur olduğu üzere, okunmaz bir şekilde idi. Noktaları tamamen silinmiş olan kelimeler birbiri üstüne yığılmış, satırlar birbirine karışmıştı.

Birinci Ahmet’in yazısını okumak, hiyeroglifleri, alfabesini bilmeden okuyuvermekten daha müşkül idi. Gelgelelim Çeşmi, hayli zahmet çektikten sonra bu uğursuz yazıyı kısmen okumuştu. Hele mektuba ilişik olan diğer bir varakanın delaletiyle hünkârın ne demek istediğini pekâlâ anlamıştı.

Birinci Ahmet, Kuyucu Paşa’ya hafiyelik ediyor ve eliyle yazdığı jurnale bir de vesika rabtetmek ihtiyatlığını gösteriyordu.

Şimdi Çeşmi, derin bir huşu içinde anlatıyordu:

“Saadetlü hünkâr, saadetlü efendime dualar ediyor, ‘Kılıcın daima keskin, yüzün iki dünyada ak olsun, ekmeğim sana helaldir!’ diyor. Diyarbakır’da Nasuh Paşa, bir mektup yazıp mührün kendisine ihsanını rica etmiş, karşılığında da kırk bin altın vereceğini bildirmiş. Saadetlü hünkâr onun rikasını22 birlikte gönderiyor ve ‘Bildiğini yap lalacığım!’ buyuruyor!”

İhtiyar serdar, Çeşmi’yi dikkatle dinledi ve mektupları elinden aldıktan sonra “Haydi, yerine git.” dedi. “Bu gece beni görmemiş ol, okuduğunu da unut!”

Kuyucu’nun imrahoruna kâtip olarak bir müddet evvel daireye giren Çeşmi, pek az zaman içinde sır kâtipliğine tayin olunmuştu. Resmî haberleşmeleri her zamanki gibi “Tezkireci” Efendi idare ediyor; mahrem evrakı, Çeşmi Efendi yazıyordu. Artık haysiyetli bir çelebi olmuştu. Kendine mahsus çadıra gelince, mahut civeleği orada buldu. Çocuk seferî kıyafette idi. Melun, don ve entari yerine siyah sıkmalar giymiş, gözlerini serpuşunun altına gizlemiş, beline de bir hançer geçirmişti! Çeşmi girer girmez “Hayrola ağabey?” demişti. “İstanbul’dan mühim bir haber mi var?”

Çeşmi “Hayır!..” dedi. “Fakat sana bir iş düştü. Baldırıkısa’nın hatırı için biraz da benim işimi yapacaksın.”

Kör Mahmut’un babalığıyla Baldırıkısa’nın sevgilisi baş başa uzun müddet görüşmüşlerdi. Çeşmi, ne dediyse demiş, genç çocuğu ikna etmişti. Civelek sabahın ilk saatlerinde bir “ulak” kıyafetinde Diyarbakır’a gidecek, Çeşmi’nin imzasız bir mektubunu Vali Nasuh Paşa’ya verecekti. Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu.

Pek aşikâr idi ki Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin mühür için hünkâra müracaatını affetmeyecekti. Şimdiden valiyi haberdar etmek, Kuyucu ile onun arasında cereyan edecek çekişmede, vali lehine mühim bir bayram olacaktı. Eğer vali, herkesçe bilindiği üzere, zeki ve cesur bir adam ise kendisini tehdit eden tehlikeye karşı elbette lakayt kalamayacaktı. Zaten Çeşmi, Kuyucu’nun müthiş bir gazap feveranı hâlinde bulunduğunu ve ilk telaki anında tamiri imkânsız bir hata etmesinin katiyen muhtemel olduğunu açıkça yazmıştı. Tabiidir ki Nasuh Paşa, göz göre göre kendisini katlettirmemeye savaşacaktı. İki vezir arasındaki mücadele, “letaif-ül hiyel”le23 iyi idare olunursa Kuyucu’nun mağlup olması ihtimali galip idi. O vakit, Göksün Yaylası’ndaki cinayetin intikamı alınmış ve aynı zamanda şeref ve zevk de temin olunmuş olacaktı.

Baldırıkısa’nın sevgilisi, meçhul bir maceraya atılmak duygusunun asaba verdiği heyecan arasında seher vakti böyle çıkmıştı. Her menzilde at değiştirme salahiyetini bildiren bir “veziriazam buyrultusu” koynunda, Çeşmi’nin Nasuh Paşa’ya hitaben yazdığı kâğıt da çakşırının ucunda idi.

Mesafeleri, devlet kuvvetiyle, sanki kısalta kısalta katetmeye memur bir ulak gibi zahmetsizce menzilden menzile yorulmaksızın ve dinlenmeksizin koşan bu gencin, daha üç ay evvel bir odada yedi sipahiye sakilik eden bir civelek olduğunu kimse tahmin edemezdi. O gün, bir kadın duygusuyla âşığına yanaklarını uzatan çocuk, bugün çok büyük bir rol üstlenmiş bulunuyordu.

Hayatın felsefesinin en büyük istihzası işte buradadır. Her büyük şahsiyet ve her muhteşem eser, tıpkı bir ehram gibidir. Herkes o ihtişamlı abidenin karşısında derin bir hayret ve belki hürmet hisseder.

Müverrihler, şairler, yazarlar vb. bu muazzam deha eserini asırlarca ve asırlarca takdim ve terennüm eder dururlar. Hiçbir insaflı adam çıkıp da demez ki şu eser, gerçekten muhteşemdir, hayret vericidir ve hatta bir harikadır. Fakat onun taşlarını yontan, geometrik uyumu ile estetik ahengini gözeterek o taşları birbiriyle birleştiren ve hülasa bu abideyi şuraya koyan bir sürü meçhul ameledir!

Onu şu şekilde yapmak fikri, diyelim ki, tek bir adamın dimağına doğmuştur. Ve plan onundur. Lakin ana rahmindeki embriyo kadar bile, maddeten teressüm ve tecessüm kudretinden mahrum olan o fikrî doğuşa şöyle bir teşhis, şöyle bir billurlaşma, kısaca söyleyelim, el ile tutulacak ve görülecek bir mevcudiyet veren kimdir?

Acaba rüyaları canlandırmak, hülyalara hakikat rengi vermek kadar yüksek olan bu iddiasız ve pek sessiz emeklerin hiç mi bir kıymeti yoktur?

Evet, hayatın felsefesine göre her büyük şey bir sürü küçük şeylerin toplamıdır. Herhangi bir binanın küçük küçük taşlardan, tahtalardan, kiremitlerden ve çivilerden mürekkep olması gibi! Her büyük şöhret de muhtelif ebattaki zahmetleri, fedakârlıkları içine çeken ve emen bir varlıktır: Sayısız ırmakları, nehirleri sinelerinde ensap ettiren denizler gibi!

Tahlil neticesi ve hakikatin ta kendisi olan bu hakemin önünde şiir ve tarih mütemadiyen mahcup olsa yeridir.

İşte Diyarbakır’a doğru alabildiğine koşan mahut civelek de bir şöhretin ve bir şahsiyetin yıkılıp yerine diğerinin geçmesine hizmet edecekti. Eğer bu teşebbüs sonuç verirse civeleğin ismi veya cismi kale mi alınacaktı? Elbette hayır… Bunlar, bu gibi işleri yapanlar, dülger elindeki çekiç ve terzilerin kullandığı iğne yerindedir. Bunlar olmasa bina ve elbise vücuda gelmez. Fakat yapılan eser üzerinde de kendilerinin hiçbir hizmet hakları mevzubahis olamaz.

Civelek, süratle istenilen hedefe doğru giderken ordu dahi aheste aheste aynı mahalde mütemadiyen ilerliyordu. Kuyucu’nun her günkü icraatı artık ordu için kabak tadı vermişti. Gelgelelim bu icraat bazen yeni ve işitilmemiş bir şekil alır ve ordu arasında sohbete vesile olurdu.

Mesela Konya menzilinde Siracoğlu Ahmet Bey’in katli hadisesi, hayli dırıltıya, leh ve aleyhte bir sürü dedikoduya sebep olmuştu.

Alelade bir Konyalı olan bu adam, köylü Mustafa ismindeki ırz düşmanı bir herifi, bir gün şehrin ortasında, kendi sarığıyla asarak idam ettirivermişti. Asılanın herkesin nefretini kazanan kötü bir şahıs olması, Siracoğlu’nun bu cüretini hem mazur göstermiş hem de kendisini halkın gözdesi hâline getirmişti.

Ahmet Bey, biraz sonra ikinci bir cüretli hamleyle halkın büsbütün gözüne girdi: Konya şehrini hiç görülmemiş bir rüşvet baskısıyla haraca kesen kadı efendiyi hançerle öldürüverdi!

Artık Ahmet Bey’in Konya’daki mevkisi, hükûmet kuvvetinin çok üstüne çıkmıştı. Siracoğlu, yalnız Konyalıların değil, komşu mahaller halkının da şikâyetini dinler ve cezalandırmaya lüzum gördüklerinin hemen cezasını tertip ederdi. Bu meyanda Karaman Beylerbeyi Ahmet Paşa’yı da sarayı içinde bütün çoluk çocuğuyla, bütün maiyeti ve hizmetkârlarıyla yakmıştı!

Kuyucu, Konya’ya gelir gelmez Siracoğlu’nu yok etmeyi kurmuştu. Memleket âyanı, Ahmet Bey’in memleketi zorbalardan temizlediğini ve ancak hak ve adalet için çalıştığını söyleyerek şefaatte bulunmuşlardı. Bunun üzerine Ahmet Bey’i huzuruna getirterek memleket âyanı karşısında sormuştu:

“Ahmet Bey! Seni Konya’da alıkomak isterim. Ben seferden dönünceye dek şehri bir hoş muhafaza eyle. Ama imdat lazım gelirse ne miktar asker toplamaya kadirsin?”

“O gafil bi-bâk”,24 “Otuz bin âdem toplamak pek az himmetle mümkündür!” cevabını verince paşa “pesend edip”,25 “Berhudar ol! Var imdi rahat eyle.” demişti. Ahmet Bey çıkar çıkmaz memleket âyanını “Hemen otuz bin âdem toplamaya kadir olan şahsı zinde koyup gittiğimde ol asker ile Konya Hisarı’nı zapt ve tahassun ederse hâl nice olur?” sözleriyle susturmuş ve Siracoğlu’nu da kementle boğdurmak suretiyle idam eylemişti.

Hele Yusuf Paşa’nın katli büsbütün başka şekilde vukuya gelmişti. Kuyucu Paşa, bağlılarını da elde edebilmek için bu suçlu vezirin katlini erteleyerek kendisini has misafiri unvanıyla yanında alıkoymuştu.

Bir seher vakti “Oğlum Yusuf Paşa’yı davet eyle. Gelsin kahve içelim.” emriyle misafiri otağa çağırtmıştı.

Dertli Yusuf Paşa gelince ihtiyar “Behey oğul! Sana muhabbetimi bilirsin. Sensiz kahve içmek olur mu? Gel, çadırın ardına gidelim, tenha oturalım. Geleni dahi komasınlar…” diye babaca iltifatlar göstermiş ve misafiriyle birlikte otağın arkasına geçmişti.

Tam kahvaltıya başlayacağı sırada kapıcılar kethüdası içeri girmiş ve “Avlonya Beyi Hüseyin Bey gelip yetti. Ne cevap edelim?” demişti. Serdar, güya bu haberden hiddetlenmiş gibi başını sallamıştı:

“Ne temaşadır! Bir vakit olmaz ki kendi safamızda olalım. Çare yok, ben taşraya çıkayım. Siz yemekten buyurun.”

Ve sonra musahip nedimlerine “Sizler oturun, paşa oğluma yoldaşlık edip yemek yiyin.” emrini vermişti.

Musahip güruhu, Yusuf Paşa ile oturmuşlardı. Sofraya, ilk yemek olarak, “mertebani26 içinde” paça gelmişti. Yusuf Paşa, “Buyurun.” diye el sunarken hazır bulunanlardan eline çabuk biri hemen başından tülbentini kaldırmış, çeşnigirlerden kuvvetli bir şahıs da paşayı sofranın kenarına yıkarak ellerini sıkı sıkıya tutmuştu. Artık geri kalanlar için muhterem misafirin üzerine koşuşup hemen başını kesmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı.

Kuyucu’nun bir nevi “fars”ı27 andıran bu gibi icraatı, orduyu çoğunlukla eğlendirir, bazen kızdırırdı. Gelgelelim bu kanlı vakalarda obitmez tükenmez yolların yorgunluğunu azaltan bir mahiyet mündemiç gibiydi.

Her günkü yürüyüş, 20-25 kilometre arasında değişiyordu. Bu mesafe uzundu ve kuvvetli askerler için çok görülemezdi. O zamanki yollardan, taşkın ırmaklarla sıra sıra tepeler vadiler arasından bu mesafeyi katetmek dayanılmaz bir hâl idi. Zaman olurdu ki, asker, koca koca tepeleri sırtlarında taşırdı, mandaların acziyetini gösterdiği yerlerde insanlar ağır yükleri çekmeye girişirdi.

bannerbanner