Читать книгу Issız Köşe (Kızıl Enik Kudajı) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Issız Köşe
Issız Köşe
Оценить:

4

Полная версия:

Issız Köşe

Kadın geri döndü; bir erkek gibi oldukça çevik bir şekilde attan indi. Hiç düşünmeden, hiç korkmadan birkaç adımda karanlık çalılığın altında yatan eski püskü paltoyu çekti. Paltoyu açtığında küçük bir bebeğin elleri dışarı çıktı. Bebeğin bahardaki aksöğüt filizleri gibi incecik, demir gibi soğuk küçük parmakları kadının sıcacık alnına değiverdi ve ağlaması hemen kesildi. Kadın, çırılçıplak bebeği parçalanmış eski püskü paltonun içine iyice sardı, atına bindi. Az önce yavaş yavaş giden at mahmuzu yiyince, o an nedense yapması gerekenin farkına varmış gibi dört nala koşmaya başlamıştı.

Kadın yolun nasıl geçip bittiğini anlamadı bile. Çok geçmeden Oruktug-Kejig’te orman açıklığının yakınlarındaki yegâne çadırın ışığı gözüküverdi.

Rüzgâr iyice şiddetlenmiş, çadırın yanındaki uzun kavakların başları hışırdamaya başlamıştı. Evin köpeği alışkanlığı olduğu üzere, uzaktan onları karşılamaya geldi.

Kadın bu yoksul çadırın kapısını açıp içeri girdi. Keçi derisinden yapılmış kısa bir elbiseyi kuşanmış kocası, endişeden rengi uçmuş bir halde sıçrayarak şaşkın şaşkın sordu:

– Ne oldu kadın! İçeri sarhoşun biri geldi sandım, bu nasıl girmek!

Kadın “Çabuk atı al!” diye karşılık verdi.

– Sarhoş musun?

– Ne demek sarhoşsun! Çabuk atı al!

Adam atı dizgininden tuttu, çifte atan atın göğsü şişiyor, çok hızlı nefes alıyordu. Kadın içeriden “Çabuk atını bağla, buraya gel!” diye seslendi.

Adam atı direğe11 değil, dizgini kısarak çadırın kuşaklarına bağladı; aceleyle eve girdi. “Kadına bir haller olmuş” diye düşünüyordu.

– Çabuk dedim!

Karısı, ciddi bir sesle “Sandığın içindeki kuzu postunu al gel!” diye emretti. Kocası hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

– İyi misin güzelim, ne oldu sana? Neden hiç durmadan ağlıyorsun?

Kadın aceleyle elbisesinin düğmelerini çözdü, ateşin yanına gelerek “Üşüdün mü, şimdi neden sustun, neden ağlamıyorsun? Eve gelen insan biraz gevezelik eder, sohbet eder değil mi?” dedi.

Koynundan kocasının gözleri önünde yeni doğmuş bir oğlak gibi kıpkırmızı, çırılçıplak bir bebek çıkarıverdi. Bebek ellerini yukarı kaldırdı, parmaklarını ağzına soktu ve ağlamaya başladı. Kocası dona kalmıştı.

– Ah sen daha yeni mi uyandın?

Kadın müşfik bir sesle “Isındın mı, uyudun mu?” derken kocasına dönüp “Kendine gel, bebek ağlarken bozkırın ortasındaki balbal gibi dikiliyorsun? Acele etsene!” diye söylendi.

Kocası matarasını açarken “Gerçek mi bu, nerde buldun onu?” diye sordu. O esnada kadın küçük çocuğu okşayıp sallayarak konuşuyordu:

“Ne demek çocuğu buldun, bu senin çocuğun! İnsan hiç atılır mı? Bebeğin küçücük bedenini sıkı sıkı kucakladı, “Aşağı ağıldan evlatlık aldım derim” diye konuşmaya devam etti:

– Evlatlık da almadım12, kendi bebeğim o.

Kocası yeni tabaklanmış bir kuzu postu getirdi.

– O postu ateşte çabuk ısıt.

Kocası, çıtırdaya çıtırdaya yanan ocağın yanında hemen ısınan kuzu postunu ateşin ışığında yere serdi. Kadın bebeği koynundan çok dikkatli bir şekilde çıkarıp posta sırt üstü yatırdı. Bebek önce küçük ayaklarını kaldırarak havada oynatmaya, sonra da ellerini ağzına götürerek parmaklarını emmeye başladı.

Kadın telaşla “Gördün mü, bak acıkmış! Sütü ılıt!” dedi. Kocası da eşine babacan bir edayla “Çabuk sar, üşütmesin, söğüt dalı çabuk yanar.” diye yol gösterdi.

Kadın o esnada sevgiyle neredeyse çığlık attı:

– Oy canım benim! Büyüdüğünde tavşan avına çıkacaksın değil mi!

Adam kendi evladı olmamasına rağmen bebeğe şefkatle ve ilgiyle baktı:

– Ne ilginç, yattığı yerde tepinip duruyor, ne yiğit13 bir çocuk bu gördün mü hanım

Karısı “Evet, yiğit bir çocuk” dedi, “Babası gibi!”.

Bebeği iyice sarıp ısıttılar. Adam hızla ayağa kalktı, çadırın tavan kasnağında asılı duran kirli deriyi düşürüp onu hemencecik bir emziğe dönüştürdü.

Ilık sütü iştahla emen küçük çocuk, çok geçmeden masum, huzurlu, sakin bir uykuya dalıverdi. Uykusunda ara ara kendi dudaklarını emdi, küçücük burnundan mırıltılı sesler çıkardı. Bebeğin bu halleri gören kadın sakinleşti, gülümsemeye başladı, susuzluğunu giderene kadar sarı çay içti.

Piposunu keyifle tüttürürken ses çıkarmadan oturan adam karısına “Neden öyle gülümsüyorsun?” diye sordu.

Kadın emziği maşayla tutarak iyice ısıttı, bakırı iyice gözükmeye başlamış eski çaydanlıktan çay alırken “Aklıma sen geldin. Sen de böylesin işte canım; başında böyle kara belalar olsa da yatıp horlaya horlaya uyursun! Böyle zamanlarda ben asla uyuyamam.” dedi.

Adam dışarı çıkıp biricik atını direğe kementle bağladı, ahırını dikkatlice inceleyip geri döndü. Bu deli kadın kimin bebeğini alıp geldi? Gerçekten de bebek yerde mi yatıyordu? Yoksa bebeği çaldı mı? Yok, bırak çocuk çalmayı parmak kadar iplik, ökçe yapacak kadar deri parçası bile çalamazdı o.

Bütün bu düşünceler ihtiyarın aklında demlenmiş çay tortusu gibi çalkalanıyordu. İşin ilginç tarafı, bebek ağlarken eşinin ağzından tek bir sızlanma bile duymamıştı.

Şimdi bütün iş tamamlanmıştı. Bebek uyuyordu. Kadın başına gelenleri anlatmaya başladı.

Gece var gücüyle esen rüzgârın şiddeti dinmiş, çadırın yanındaki uzun kavakların sesi kesilmişti. Akın akın geçen kara kara bulutlar dağılmış, güz göğünden uzaklara yollanmışlardı. Çadırın tavan penceresinin14 üstünde yıldızlar ışıldıyor; porselen tabaklar gibi yusyuvarlak ay bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyordu.

Kadın gökteki aya bakarak “Güzün orta ayının ortası, ayın on beşi gelmiş gibi” dedi:

– Eskiler böyle günde doğan çocuklar bahtlı olur, derlermiş. İhtiyarlar yanılmaz, her şeyin doğrusunu söylerler.

Sözlerini tamamladı, bebeği koynuna alıp yattı uyudu. Kocası kışlık gocuğunu yüklükten alıp her zamankinden daha bir fazla koruma isteğiyle eşinin üstünü örttü.

Adamın uyuyamadı. Ateşin karşısında oturdu, gece süt ılıtmak için ağaç yonga kesti. Yaptığı işten bilhassa keyif alıyordu, üstelik yonga keserken çıkan ses ona bir ninni gibi tatlı geliyordu. Elli yıllık ömrü boyunca hiçbir zaman böyle keyifli bir iş yapmamıştı. Hele bebek ağlayarak emmek için uyandığında, adamın gönlü tarife sığmaz bir neşeyle doluyordu. Bugüne kadar sadece ikisinin yaşadığı o boş çadır, artık onun gözüne başka kimselere yer kalmamış gibi dolu gözüküyordu.

Adam yatağın önüne yastık ve döşek koymuş, uzanıp yatmıştı ama tetikteydi.

Çok geçmeden ocaktaki ateş sönmeye, ocak altındaki közler küllenmeye başladı. Adam gözlerini bir kere bile kırpmadı, sönmeye yüz tutmuş köze uzanıp şöyle bir kez daha karıştırdı.

Hayatı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmeye başladı:

…Yoksul yokuncul bir hayat yaşayarak büyümesi, beylerin hayvanlarına çobanlık yapması, evlenip yetişkin biri oluşu, Kızıllar ile Beyazların çatışmaları… O zaman “özgürlük” denen şeye ilk defa tanık olmuştu. Ancak hayat hiç de o kadar kolay değildi. İnsanın insana zulmü denen o kötü gelenek artık bitse de özgürlük dedikleri güzellik çoğalsa da hayatın lezzetlerini henüz tatmamıştı. İnsanın mutluluğu dedikleri şey tek bir at, bir tanecik inek, on kadar koyun ve keçi kadar mıydı? Tuva’da Devrim yayıldığından beri on yıl geçmişti, ancak hala varlıklı insanlarla kardeşçe, birlik beraberlik içinde yaşamak mümkün müydü? Öyle insanların evine yaklaşmak bile engellenir, bir hakaret olarak kabul edilirdi!

Neden sonra aklına yakın zamanlarda gerçekleşen bir olay geldi:

Agılıg vadisinde ağılın kadınları içki içmeye gelmişlerdi. O zaman eşi “Benim sağmal hayvanım yok, hoytpak15 bende ne arar?” deyince, içkiciler atlarına binip uzaklaşırken onlara bir koşma16 söylemişlerdi:

Bir parça pipo tütününü,Şifalı ot diye mi verdin?Bir fincan içkini,Kaynak suyu deyip mi verdin?

Bu aslında o kadar da alınılacak bir türkü değildi. Ancak sonradan söyledikleri gerçekten inciticiydi:

Çukurluk, ovalık yerde otlayanBoz atın mı var, sarı ala atın mı var? 17Oğlanların kızların oyunlarını oynayanOğlun mu var, kızın mı var?

Anne babası bu halde, böyle yoksulken çocuğun durumu nasıl olacaktı? Bu yüzden köy muhtarı Kırgıs Alday-ool’un “MAE, ÇAE’ye18 girip halk için çalışmak iyidir” fikri galiba doğruydu.

O böyle yatıp düşünürken bebek uyanıp ağlamaya başladı. Hemen kalkıp süt ılıttı. Eşini de uyandırmadı, bebeği kendisi besledi.

Şimdi onun aklı şuncacık küçük çocuğa takılmıştı:

Dün aşağıdaki ağıllara vardığında bir evin bebeğinin hastalandığını, hastalığı iyileştirsin diye şaman çağrıldığını duymuştu. Girdiği çadırda kafası kabak bir ihtiyar kadının söylediklerini hatırladı:

– Bu çocukların başına felaket gelmiş. Adamın karısı arka arkaya üç kere doğum yaptı; ilk çocukları olan ikizler hemen öldü. Şimdi yeni doğan bebeği de hastalandı. Bu zamanda doktor denen insanların da iyileştirebileceği bir hastalık değil bu. Daha et, kan tutmamış küçük çocuğa çuvaldız gibi sivri demir sokmanın ne faydası var; bırakın küçük çocuğu, yetişkinlere bile ilaç zerk etmek hayırlı bir iş olmaz. Eski zamanlar olsa, güçlü şamanlar ayin yaparak bu çocukları kurtarırdı. Eskiden, benim küçüklüğümde bizim komşu ağılımızda yeni evlenen kızların çocukları öldü. Bir şaman davet edildi, vura vura ölen bebeği sarsıp yiyeceklerle birlikte dağ geçidine19 götürüp bıraktı. Sonradan bir de bakıyorlar ki, birisi bırakılan heybedeki içkiyi içmiş, yiyecekleri bitirmiş ve ölmüş. Böylece çocuklarının hastalığı başka kişilere geçer, çocuklar ölmez.

Adam bu düşünceler yüzünden uyuyamadı. Ateşi canlandırırken etrafına korku ve şüpheyle bakıp durdu:

– Kötü inanışlar bunlar, bu zamanda böyle şey kaldı mı? Bunlar Sarı Dinin20 kör propagandası! Hala bazı şarlatan lama ve şamanlar okuma yazma bilmez insanları böyle kandırıyorlar. Onların kökünün kurumasına az kaldı. Bu zavallı bebeği bu soğukta yol kenarına bırakan kötü insanlara yazıklar olsun! O kel kadın da önce kendi kelliğine çare bulsun!

Adam bu düşüncelerle uykuya daldı. Sabah erkenden uyanıp atını yemledi, sonra ateş yaktı, çay kaynattı. Eşi uyanır gibi oldu. Adam “Daha uyu, uyu. İyice dinlen!” dedi.

Oyalanmadan içinde sadece birkaç koyun olan ahırına gitti. Eşiyle birlikte uzun yıllardır birlikteydi ama ona danışmadan, onun rızası olmadan hiçbir hayvana asla el sürmemişti. Ancak bugün farklı düşünüyordu. Bir kere eşi “yeni doğum yapmıştı”, kuvvetlenmesi gerekti; ona taze et, koyun çorbası lazımdı. Bu dünyaya çocuk getirmek, bir oyun değildi; evvela doğum toyu21 yapılması gerekliydi, bu gelenek öyle her insanın gücünün yeteceği bir şey değildi.

Bu sabah adamın bambaşka bir ruh hali vardı. Onlar her zaman yalnız yaşamışlardı. Bu alışkanlıkları yüzünden gürültülü, kalabalık yerlerden her daim uzak durmuşlardı. Atını kamçılamak zorunda olmasa ağılların köpekleri havlamaz; yatan koyunları ürkütmese kimseyle selamlaşmak mecburiyetinde kalmazdı. Ağıllardaki küçük çocuklar bile onun kırmızı yüzüne karşı “Bışkak-Çaak”22 derdi. İlginçtir, kimse onun gerçek adını söylemez, kimse ona “Herel” demezdi. Adam da bu durumun farkındaydı, ama neden ona adıyla seslenmediklerini kimseye sormayı akıl edememişti. Eğer bugün ağıllara kalkıp giderse bu durumun değişeceğinden emindi. Artık kimse ona lakap takmaz, küçük çocuklar da onu kendi oğlunun adıyla anar, “onun babası geldi” diye karşılarlardı. O artık gerçek bir insandı sanki, hayvancılıkla geçinen ve evlat sahibi biri… Ama…

İşte, işin bir ama’sı da vardı ve Herel çifti de bu ama’nın zorluğuna katlanmak zorundaydı.

Adam, anca kendi karınlarını doyurmaya yetecek kadar eti olan iki yaşındaki bir koyunu kesmeye başladı. Eşi uyurken hayvanın içini bizzat kendisi temizledi; kanını çöreme23 yapmak için ayrı bir kaba aldı.

Kan pişerken köpeğin havlaması duyuldu. Gelen, Agılıg’ın üst taraflarında yaşayan sağır ihtiyar Mıyıs-Kulak’tı. Oyun Herel onu çok iyi tanırdı: Esasen Mıyıs-Kulak oralı değildi. Kimilerine göre aslen Hemçikli, kimilerine göre ise Erzin-Tesliydi.

İşin aslı kimse onun nereli olduğunu bilmezdi; Oyun da onun memleketini hep merak etmiş olmasına rağmen bunu hiç araştırmamıştı. Mıyıs-Kulak’ın gerçek adı Monguş Kodanmay’dı. Monguşlar Tuva’nın bütün bölgelerinde, bütün köylerinde yaşar. Onun Agılıg’da görülmeye başlaması, Tuva’da devrimin yayılmasından hemen sonra olmuştu. Monguş Kodanmay aslında çok hasta, avare bir adamdı; üstelik kulağı da duymaz, insanlarla yavaş yavaş konuşmaya çalışırdı. Bu yüzden belindeki kuşakta inek boynuzundan yapılmış bir boru taşıyıp duru, insanlarla konuşurken bu boynuzu kulağına tutardı. Bundan dolayı halk ona “Mıyıs-Kulak”24 lakabını takmıştı. Agılıg’a geldikten sonra Mıyıs-Kulak epeyce iyileşmişti. Üstelik çok geçmeden Şırbaŋ-Kök’ün annesiyle de evlenmişti. O zamandan beri burada yaşıyordu. Sağır olmasına rağmen evinde boş boş oturmaz, meşe süpürgesi yapıp satar; gazete dergi okur ve meclisteki toplantıları dinelemeye giderdi. Bu yüzden halk ve oymakların yöneticileri onun bu “faalliğini” öve öve bitiremezdi.

Mıyıs-Kulak eşiği aşıp25 başıyla selam vererek ateşin yanına tek dizini altına olarak oturdu. Herel, tenceredeki eti ağaç saplı kanca ile döndürürken, gelen misafirine seslendi:

– Orası nemli. Mindere oturunuz!

Mıyıs-Kulak kuşağındaki boynuz boruyu sağ kulağına tutup Herel’e dönerek: “Ha, ne dediniz siz?” diye bağırdı. Herel eğildi, biraz daha yüksek sesle “Minderin üstüne oturun diyorum. Atınız da sağlıklıymış, çok bahtlı bir insansınız siz” dedi.

Mıyıs-Kulak, “Atım oldukça güçlüdür” diyerek gösterilen yere geçti; çayırmelikesinden yapılmış piposunu tüttüre tüttüre içmeye başladı:

– Ne hazırlığı bu sabahleyin?

Herel cevapladı:

– Erken kalkan et bulur!

Mıyıs-Kulak dudakları biraz açık, sivri ön dişlerini göstererek gülümsedi. Ancak Herel, onun sivri dişlerine tedirgin oldu ve misafirinin gülümsemesine zoraki karşılık verdi.

– İşte böyle. Hayatımız geçiyor. Dağlardan meşe yumağı otu toplamak niyetim. Otlar şimdi kurumaya, sertleşmeye başlamıştır. Şimdi dağ çalıları çok sağlamlaşmıştır.

Tenceredeki yemek pişti. Ağaç tepsiye konan yağlı etin ve sıcak kanın güzel kokusu bütün çadırı doldurdu. Herel, yorgana sarılmış yatan eşini uyandırdı. Eşi tam yataktan kalkarken yorgana sarılı bebek ağlamaya başladı. Herellerin bebeği olmadığını bilen Mıyıs-Kulak çok şaşırdı, gözleri birbirleriyle güreşen iki boğa gibi yuvalarında fır döndü.

Kadın bebeği sevdi, okşadı:

– Şimdi neden ağlıyor? Eyvah, altına yapmış bizimki. Altındaki deri bezi değiştirelim.

Herel de tekrar kara sandığına gitti.

Mıyıs-Kulak “Çocuk sahibi mi oldunuz? Nereden buldunuz?” diye sordu.

Herel diyecek söz bulamadı, sadece sandığını hışırdatarak karıştırmaya devam etti. Kadın bebeği okşarken “Nereden buldunuz da ne demek!” diye homurdandı.

– İnsanın evladı yerde mi yatar, evinde yatar herhalde. Acele et, bezi getir adam!

Sandıktan da bir deri alıp gelen Herel, bebeğin altını alırken söylenip durdu:

– Onun adı Eres! Onun adı Eres!

Çadırdakiler yemek yemeye başladığında Herel doğruldu, keçe ile sarılıp ısıtılmış kavak fıçıdaki hoytpağı karıştırdı:

– Mıyıs-Kulak dede geldi, şuncağızın neye benzediğini görmüş değil hanım. Biraz hoplatıver.

Herel, lafı değiştirmek için “Soğuklar da başladı, göç zamanı da geldi” dedi, büyük kara tencereye hoytpak koydu, ağaç kökünden yapılma tahta kepçe ile hoytpağı karıştırdı, imbik ve demir kâseyi hazırladı.

Kısa süre sonra içki, imbiğin oluğundan hızla akarak ağaç kovayı doldurmaya başladı. Bu arada misafirin çenesi düşmüş, kulağının sağırlığı birden azalıvermişti. İmbikte kepçe dönerken suyun rengi değişmeye sıcak boja süzülmeye başladı26.

Yemek var, içki var, sohbet de güzel. İşte o anda Herel, hayatının mükemmel, kusursuz olduğunu düşünmeye başladı. Sonra çok ilginç bir şey oldu: Mıyıs-Kulak ansızın “Acelem var” diyerek ayaklandı, hızlıca atına bindi ve gitti. Herel, misafirinin dün gece eşinin bebekle birlikte geldiği yoldan atını dört nala sürerek gidişine baktı:

– Ne tuhaf biri!

Eşi, “Sen onun sağır kulağına mı şaşırıyorsun, yoksa çarpık dişlerine mi?” diye sordu.

– Sağır kulağına da çarpık dişlerine de…

– Yaa, işte insanlar böyle tuhaftır, dışarda gezen boğalar gibi…

– Ben onun kulağının sağırlığına inanmıyorum, şüphe duyuyorum. Onun o çarpık korkunç dişlerini de bir yerde daha gördüğümü hatırlıyorum.

– Böyle bir şey nasıl unutulur canım?

– Biz o zaman Agılıg nehrinin ağzının üst tarafındaki çayırlıklara göçmüştük. Beni vurup yaralamışlar, atımı da gasp etmişlerdi. O zaman bizi soyanların birisi dikkatimi çekmişti. Yüzünü kara bir bezle örtmüştü, üstelik onun sivri, çarpık dişleri vardı.

– Sen deli misin, neredeyse ölüyordun; ama ona rağmen onun gözünün çapağını bile görmüştün!

– Evet, Mıyıs-Kulak’ın dış görünüşü de ilginç.

– İlginç, ilginç. Söyleyecek söz yok. O zaman seni yaralayan, Çazaradır dedeyi vuran eşkıyaları Kırgıs Alday-ool ve adamları kovmuşlar, tek bir tanesi bile geride kalmamıştı. Bunu bana sen kendin söylemiştin canım.

– Evet aynen öyle. Hepsi temizlenmiş demişlerdi. Bunlar doğru, kurda tuzak kurarsan kendin tuzağa düşersin.

– İşte öyle. Oğlumuz altını ıslatmış.

Böylece konu kapandı.

Birkaç gün sonra Mıyıs-Kulak, kafasını içkiden kaldırdığı nadir zamanlarda, gördüklerini anlatmaya koyuldu. Önceleri onu dinleyenler ne anlattığını anlayamadılar. “Çocuğun başındaki bela gitti, şeytanların belası başkalarına geçti” dedikodusu Mıyıs-Kulak sayesinde bütün ağıllara yayıldı.

Çok geçmeden Mıyıs-Kulak Herellere yine geldi. Herel’e eşinin duyamayacağı bir anda gizlice bir sürü şey anlattı:

– Sizin bir oğlan çocuğu bulduğunuza dair dedikodu Agılıg’a sığmaz oldu. İnsanlar “Bulunan bir hayvan olsa da kayıt altına alınması lazım” demeye başladı. “Köy muhtarı Alday-ool’un emri altında olup da güvendiği kişiler bu durumu ortaya çıkardı” diyorlar. Sizin ifadenizi almak için çok geçmeden bir elçi göndereceklermiş muhtemelen. İyi birisin, her şeyi bilesin diye önce gelip haber verdim. Alday-ool, zorlu bir insandır. Halkın çocuklarının haklarını çok iyi korur. Agılıg’daki eşkıyaları biz temizledik diye övünüp dururlar. Hangi eşkıyalar onlar, gerçekte kimler? Çazaradır’ı öldürdüklerini kim görmüş! Soyguncuların kim olduğu da meçhul. Şimdi eninde sonunda sana musallat olacak. Dolaşmış ip yumağı gibi aklından ne geçer kim bilir! Halktan bir çekincem yok, insanlara karşı bir suç işlemişliğim yok, ben her zaman doğruları konuşurum. Olacakları iyice düşünüp bölge yöneticilerine haber verirseniz iyi olur diye düşündüm. Bir şey için için yanarken söndürmek zordur.

Mıyıs-Kulak çekip gitti.

Oyun Herel, karısına “Bu adamdan kuşkulanıyorum. Şimdi başımızı belaya soktu” dedi.

– Ne söyledi?

Adam, Mıyıs-Kulak’ın anlattığı her şeyi eşine de anlattı. Eşi, “Hakikaten şüphe duyulacak bir şey” diyerek düşüncelere daldı.

Karı koca gün batıncaya kadar düşünüp taşındılar. Artık evlat sahibi olduk, ana baba olduk, halkın MAE, ÇAE kuruluşlarına girip birlikte çalışsak iyi olmaz mı? Biricik atımızı halkımızın ortak malına katsak ne olur? Kirli, eski sarı keçeler taşıyıp, varla yok arası bir birkaç hayvan besleyip avare gibi göçüp daha ne kadar yaşarız? Atalarımızdan yüzlerce yıl boyunca bize ne ulaştı, miras olarak ne aldık biz? İnsanlarımıza olan borcumuzu nasıl öderiz?

Biraz sonra kocası lafa girdi:

– Düşündüklerimiz kesinlikle doğru. Aynı kanaatteyim. Buradan göçelim, Şivilig’e gidip yaşayalım!

– Agılıg’da sürünmek ne işe yarar? Çok eskiden beri bildiğimiz insanlar bunlar.

– Mıyıs-Kulak bana bir haber verdi. Şimdi gelip beni köyün muhtarı Alday-ool’un önüne sürdü.

– Mıyıs-Kulak’ta bir şeyler var, bize bir kene gibi yapıştı. Bebeği bulduğumuzu sadece o biliyordu, bunu insanlara o duyurdu!

– O okur yazar biri ama ben….27

Adamın nefesi kesilir gibi oldu, koynunda tuttuğu tütün kesesini arandı. Piposunu yavaş yavaş tüttürdü, uzun süre sessizce oturdu ve en sonunda:

– Benim fikrim bu, Mıyıs-Kulak’tan uzak duralım. Şivilig’de benim pek çok arkadaşım var. Onlardan biri de İrbijey. Geçen yıl ondan un almaya gitmiştim. Çok çalışkandır, elinden her iş gelir. Rus çiftçilerle de arkadaş. Çoluğu çocuğu da çok.

Sonraki gün kirli kara çadırın yeri ıssız kalmıştı. Vaktiyle içinde on kadar koyun keçi duran çitleri seyrek ağılın kapısı, içeri hiçbir kimse girmesin diye iyice kapatılmıştı. Çadırın sahipsiz kalan boz direğine bir çaylak28 tünemiş etrafı gözlüyordu. Çadırın boş kalan yerinde dört beş saksağan dolaşıyor, ev halkının geride bıraktıkları için kavga ediyordu. Ocağın durduğu yerde seyrek otları eski dökme demir kazan örtmüştü, yan yatmış kazanın altında büyük geniş bir taş görünüyordu.

Doğuda, yüksek dağların zirvelerinde güneşin aydınlık ışıkları gözükmeye başlamıştı.


BİRİNCİ BÖLÜM

Geyiklerin büyük boynuzları göz kamaştırıyordu, şişmiş burunlarından gelen nefesleri kaynayan çaydanlıktan çıkan duman gibi dağılıyordu. Elinde uzun bir değnek tutan Çukçi29, kızağı Ulug-Hem’in dalgalarındaki bir kayık gibi yürütüyordu. İhtiyar, yol iyice engebeli bir hal almaya başlayınca sessizleşti ama Ren geyiklerini biraz olsun bile yavaşlatmadı. Geyiklerin tabanlarının altından yuvarlak yuvarlak donmuş karlar, etrafa saçılıyordu.

Kızakçının yanında her yerini köpek postundan yapılmış bir kürkle örtmüş biri daha vardı. Adam, gözlerini hiç kırpmadan tek bir yere odaklanmıştı. Sınırda birlikte askerlik yaptığı dostunun nasihatini aklından çıkaramıyordu:

– Üzülme Eres. Hayat denen şey doğaldır, nihayeti olmayan bir şey yok!

Kürklü adam ne yolun engebeli oluşuyla ne Ren geyiklerinin süratiyle ne de ihtiyar Çukçi’nin kımıldamadan duruşuyla ilgileniyordu. O şimdi derin düşüncelere dalmıştı:

Eres’in ailesi, her zaman yoksul bir aile olmuştu. Babasının sadece tek bir tane kara, hantal atı vardı ama ne kışın ne de yazın atını kamçılardı. İhtiyar Oyun Herel’in hayvanlarını böyle koruması, Şivilig halkına ilginç gelirdi. Hiç kimse ihtiyarın atının bir kez bile zayıf düştüğünü görmemişti. İnsanlar bu at için “Daha taylığından semiz bir hayvandı” derdi. Dışarıdan bakılınca sanki hiç işe koşulmamış gibi gelebilirdi ama işin aslı öyle değildi. Soylu bir attı. Henüz bir yaşındayken, Herel onu MAE’ye, sonrasında da MÇAE’ye30 vermişti. En sonunda, dişleri yıpranan ve iyice yaşlanan atını kolhoza bırakmıştı.

Hereller Şivilig’e göçüp geldiklerinden itibaren her zaman iki çadır halinde yaşamışlardı. Komşu hanenin sahibi İrbijey’di. İrbijey, Herel’e göre oldukça zengin biriydi. Ailesi geniş, hayvanları çoktu. İrbijeyler oldukça yiğit insanlardı… Evin beyi Rusça bilir, arada bir Moğolca da konuşurdu. İrbijeyler, üstelik Herellerin akrabası değildi; son zamanlarda, Herel Şivilig’e göçüp geldikten sonra yakınlaşmışlardı. Daha önce sadece birbirlerini tanıyorlardı. Eres, bunları annesinin anlattıklarından biliyordu. İrbijeylerin kızlarını yetişkindi, bazıları da evlenip gitmişlerdi… Yıllar geçtikçe, İrbijeylerinin evi boşalmaya başlamıştı.

Eres, İrbijey’in kızları evlenip gittikçe “Kız çocuklarının faydası yok31, çekip gidiyorlar” dediğini kim bilir kaç defa duymuştu.

İrbijey’in hanımı da “İnsanın evladı olsa ne olur, sana faydası yok, işte böyle zamanlar yaşıyoruz” derdi. İrbijey bir keresinde en küçük çocuğunu şefkatle severken “Gidenler gidiyor işte ama babasının yurdunu bırakmayacak oğlum da yok değil” demişti.

İrbijeylerin biricik oğlu Lapçar’dı. Eres’ten neredeyse iki yaş büyüktü. Onlar hep birlikte büyümüştü. Birlikte koyun gütmüşler, balık avlamışlar, her şeyi birlikte yapmışlardı. Hatta aralarındaki yaş farkına rağmen okula birlikte başlamışlardı. Karı koca İrbijeyler “Tek oğlumuz, biricik oğlumuz” derken çocuklarını iki yıl okula geç yazdırmışlardı.

İrbijey’in özü sözü birdi; “alırım” derse alır, “veririm” derse verirdi. Bu yüzden Herel, ona çok saygı duyardı. Zengin İrbijey, Herelleri kendisine dost olarak seçmişti. Bu yüzden kimileri Hereller hakkında, “ağaların uşağı” olmuş diye konuşup duruyordu. Aslında İrbijey, “öyle ağalardan” sayılmazdı. Her zaman kendi malı hakkında insanlara “Bunlar halkın malıdır” derdi. “Halkın malı olsaydı, halkta dururdu, sende değil” dediklerindeyse “Eğer halk hepsini isterse hepsini veririm” diye karşılık verirdi.

İrbijey gerçekten de dediğini yapmıştı. Tuva’da kolektifleşme32 başladığında, bazıları hayvanlarını israf etmiş, çocuklarını küçük yaşta evlenmiş göstererek onlara çeyiz olarak vermişti ama İrbijey hayvanlarını kolhoza eksiksiz teslim etmiş, kendisi de orada çobanlık yapmaya başlamıştı.

Eres’in kendisi de İrbijey’i çok severdi. Bu yüzden o kalabalık ailenin reisi, Eres için yakın bir akraba gibiydi.

Bir gün okulda ilginç bir olay olmuştu. Lapçar ne de olsa Eres’ten yaşça büyüktü ve bir gün Eres’i okuldan kaçmak için ikna etmeye çalışmıştı. Eres de bunu öğretmenine söylemiş, Lapçar da öfkelenerek ona “Yerde yatan yabani şey seni” diye bağırmıştı33. Eres gece Şivilig’e dönmüş, döner dönmez de bu durumu anne babasına anlatmıştı. Kalbi kırılan Herel, bir çırpıda İrbijeylere gitmişti. Durumu öğrenen İrbijey, çadırın kapısında atına eyer bile vurmadan binmiş, dört nala bölge merkezine gitmiş ve biricik oğlu Lapçar’ı bütün öğrencilerin önünde kamçısıyla dövmüştü. Lapçar’ın sırtında oğlak . derisi elbisesi olmasa ne olurdu kim bilir. Sonraki gün İrbijey’e bir elçiyle köy mahkemesinden celp gelmişti. Mahkeme başkanı, İrbijey’e reşit olmayan birine el kaldırmak suçundan muhtarlık çadırında yakılmak üzere yedi gün ağaç kesme cezası vermişti. İrbijey evine döndüğünde ağzını bıçak açmıyordu. Herel, ona yardım etmek istediyse de İrbijey’i bir türlü ikna edemedi. İrbijey, köy evinin etrafındaki ağaçlardan bir yığın yaptı, uzaktan bakıldığında söğüt dalında bir saksağan yuvasına benziyordu. Eres’le Lapçar bir daha senli benli olup birbirleriyle görüşmediler.

bannerbanner