
Полная версия:
Sylvie ve Bruno
İlk mısranın sonuna kadar Sylvie ve Bruno sabırla beklediler. Daha sonra Sylvie çekinerek ilerledi (Bruno bir anda utangaç oluvermişti.), kendini “Benim adım Sylvie!” diyerek tanıttı.
Bahçıvan “Peki o diğer şey kim?” diye sordu.
Sylvie etrafına bakıp, “Hangi şey?” diye karşılık verdi. “Ha, o mu? Erkek kardeşim Bruno.”
Bahçıvan endişeyle “Dün de senin kardeşin miydi?” diye sorunca yavaş yavaş yanlarına gelen Bruno, kendisi konuşmaya katılmadan hakkında konuşulmasından memnun olmamış gibi “Elbette!” diye bağırdı.
Bahçıvan “Güzel!” dedi. “Buralarda her şey bir anda değişiveriyor. Ne zaman bir şeye baksam değişmiş görüyorum. Ama görevimi yapıyorum. Erkenden saat sabahın beşinde kıvranarak kalkar…”
Bruno “Senin yerinde olsam bu kadar erken kıvranmaya başlamazdım.” deyip Sylvie’ye döndü ve alçak sesle “Solucan olmak kadar kötü bir şey bu!” diye ekledi.
Sylvie “İyi ama sabah sabah bu kadar tembellik yapmamalısın Bruno. Biliyorsun ki erken kalkan kuş solucanı kapar!” dedi.
Bruno da esneyerek “Seviyorsa kapar!” diye karşılık verdi. “Ben solucan yemeyi sevmem. Erken kalkan kuş bütün solucanları toplayana kadar yataktan kalkmam ben!”
Bahçıvan “Bana böyle küçük yalanları söyleyecek yüze sahip olmana şaşıyorum doğrusu!” diye bağırınca Bruno fısıldayarak “Küçük yalanlar söylemek için bir yüze değil ağza ihtiyaç var.” diye karşılık verdi bilgece.
Sylvie konuyu değiştirmek için hemen araya girip “Bütün bu çiçekleri siz mi ektiniz?” diye sordu. “Ne kadar güzel bir bahçe yapmışsınız. Biliyor musunuz hep burada yaşamak isteyebilirim!”
Bahçıvan “Kış gecelerinde…” diye söze başlayınca Sylvie “Gerçi buraya niye geldiğimizi az kalsın unutacaktım.” diye araya girdi. “Lütfen bize yolu gösterir misiniz? Buralarda yaşlı bir dilenci vardı az önce. Karnı çok açtı. Bruno ona kekini vermek istiyor da…”
Bahçıvan cebinden bir anahtar çıkarıp, bahçe kapısını açarken “İşte benim yerimin değeri de ancak bu kadar!” dedi.
Bruno “Değeri ne kadarlar ki?” diye masumca sordu.
Ama Bahçıvan hiçbir şey demeden sadece gülümsedi. “Bu bir sır!” deyip, çocukların arkasından “Çabuk gidip gelin!” diye bağırdı. Kapıyı tekrar kapatmadan önce, ancak onları takip edebilecek kadar zamanım olmuştu.
Aceleyle ilerledik, az sonra yaşlı Dilenci’yi, yaklaşık iki yüz elli metre ötemizde yürürken gördük. Çocuklar onu yakalayabilmek için hemen koştular ve yavaşça kollarından tuttular. Ben ise onlara bu kadar kolay nasıl ayak uydurabildiğimi anlayamadım. Fakat çözülmemiş olan bu sorun, beni başka bir zamanda olabileceği kadar endişelendirmedi; o sırada ilgilenilecek başka çok şey vardı.
Yaşlı Dilenci sağır olmalı diye düşündük; çünkü Bruno o kadar yüksek sesle bağırmasına rağmen, hiç istifini bozmadı. Zar zor yürümeye devam ediyordu; ta ki Bruno önüne geçip bir dilim kek uzatana kadar. Zavallı yaşlı adam nefes nefese, sadece “Kek!” diyebildi. Bunu da Leydi hazretlerinin yaptığı gibi sıkıntılı bir havada değil de “büyük ve küçük her şeyi” seven gayet tatlı, küçük bir çocuğun gözleriyle bakarak dedi.
Yaşlı adam keki çocuğun elinden kapıp tıpkı vahşi ve aç bir hayvan gibi bir çırpıda yiyip bitirdi ama teşekkür bile etmedi. Sadece, korkmuş gözlerle bakan çocuklara “Daha! Daha!” diyerek homurdandı.
Sylvie gözlerindeki yaşları silip “Daha yok ki! Ben kendiminkini yedim. Sizi o şekilde kovmaları ne kadar utanç verici bir davranıştı. Çok özür dilerim…” dedi.
Sylvie’nin söylediği kelimeleri, yakın zamanda Leydi Muriel Orme’nin de – Sylvie’nin sesiyle ve onun yalvaran gözleriyle – söylediği bir anda aklıma gelince cümlenin geri kalanını anlayamadım.
Yaşlı adam, pejmürde kıyafetine ve görüntüsüne rağmen, ağırbaşlı ve asil bir edayla, yolun kenarındaki bir çalının üzerinde ellerini sallarken çalı toprağın içine gömüldü. Duyduğum diğer kelimeler de “Beni takip et!” oldu. Başka bir zaman olsa gözlerime inanamaz, şaşırıp kalırdım. Fakat bu tuhaf durumda, bütün benliğimi acaba şimdi ne olacak diye saran bir merakla beklemeye koyuldum.
Çalı gözden kaybolunca karşımızda, karanlığa doğru inen, mermer merdivenler belirdi. Yaşlı adam bize yolu gösterince biz de heyecanla onu takip ettik.
Merdiven boşluğu öyle karanlıktı ki ilk başta sadece çocukların el ele yürüdüklerini görebildim. Takip ettikleri kişinin arkasından yürüyorlar, el yordamıyla yollarını bulmaya çalışıyorlardı. Ama gitgide yol aydınlanıyordu neyse ki. İlginçtir ki hiç lamba olmadığı hâlde, hava aydınlıktı. En alt kata geldiğimizde bir anda kendimizi içinde bulduğumuz oda, günlük güneşlikti.
Sekiz köşeli odanın her köşesinde incecik, yuvarlak sütunlar uzanıyordu. Sütunların aralarındaki duvar, yaklaşık bir metre uzunluğunda, üzerinden neredeyse yaprakları gizleyecek kadar çok olgun meyveler ile şahane çiçekler sarkan sarmaşıklarla kaplanmıştı. “Acaba başka bir yerde daha çiçeklerin ve meyvelerin bu şekilde iç içe yetiştiklerini görebilir miyim?” diye düşündüm. Beni asıl şaşırtan şey ise bu meyvelerle çiçeklerin hiç görmediğim bir türde olmasıydı. Yukarı doğru bakınca her duvarda, daire şeklinde, renkli pencereler gözüme çarptı. Pencerelerin üstünde de kıymetli mücevherlerle süslenmiş, kemerli bir tavan bulunuyordu.
Sağa sola bakınıp acaba buraya nasıl geldik diye düşünmeye başladım. Çünkü ne bir kapı vardı ne de kapıya benzer bir şey vardı. Ayrıca bütün duvarlar da güzel sarmaşıklarla kaplıydı.
Yaşlı adam, Sylvie’nin omzuna dokunup yanağına bir öpücük kondurdu ve “Burada güvendeyiz canlarım!” dedi. Sylvie endişeyle bir anda kendini geri çekti. Fakat sonra, “Babacığım!” diyerek çığlık attı ve kendini yaşlı adamın kollarına bıraktı.
Bruno da “Baba! Baba!” diye tekrar etti. Babası, mutlu olan çocuklarını kucaklayıp öperken ben de gözlerimi ovuşturarak “Bütün opejmürde kıyafetler de nereye gitti?” diye sordum kendi kendime. Çünkü yaşlı, fakir adam gitmiş, yerine muhteşem mücevherlerle parıldayan kıyafetler giymiş, başına da altın taç takmış bir adam gelmişti.
6.BÖLÜM
Sihirli Madalyon
Sylvie kollarını babasının boynuna dolamış, al yanağını sevgiyle onunkine dayamıştı. “Babacığım neredeyiz biz?” diye sordu.
“Elfdiyarı’ndayız tatlım. Peridiyarı’nın bir vilayeti.”
“İyi de ben Elfdiyarı’nın Dışdiyar’dan çok daha uzaklarda olduğunu düşünürdüm, oysa biz çok kısa zamanda geldik buraya.”
“Çünkü siz Kral Yolu’ndan geldiniz de ondan. Sadece damarlarında asil kan dolaşanlar bu yolu kullanabilirler. Siz de yaklaşık bir ay önce Elfdiyarı Kralı olduğumdan beri kraliyet ailesindensiniz. Kralları olmam için bana iletilmesi gereken davetlerinin bana ulaştığından emin olmak istedikleri için iki elçi gönderdiler. Bunlardan birisi Prens olduğu için, ben hariç kimseye görünmeden Kral Yolu’ndan geldi. Diğeri ise bir Baron’du ve normal yolu kullanmak zorunda kaldı. Bu yüzden de henüz gelemedi.”
Sylvie “Ne kadar yol geldik?” diye sordu.
“Bahçıvan kapıyı sizin için açtığından beri sadece bin mil kadar tatlım.”
Bruno şaşkınlıkla “Bin mil mi? Bir tane yiyebilir miyim?” diye sordu.
“Bir mil mi yiyeceksin, haylaz şey?”
“Hayır, meyvelerden bir tane yiyebilir miyim diye sordum.”
“Elbette yiyebilirsin. Böylece hazzın nasıl bir şey olduğunu anlayacaksın; çılgınca aradığımız ve kederle tadını çıkardığımız hazzın…”
Bruno heyecanla koşup muz şeklinde ama çilek renginde olan bir meyveyi kopardı.
Işıyan gözlerle meyveyi yemeye başladı fakat sonra gitgide mahzunlaştı. Bitirdiğinde ise boş gözlerle bakınıyordu.
“Hiç tadı yok!” diye yakındı. “Ağzımda hiçbir tat hissetmedim! Bu bir… Sylvie neydi şu zor kelime?”
“Phlizz!” diye ciddiyetle cevap verdi Sylvie. “Hepsi aynı mı babacığım?”
“Size göre hepsi böyle hayatım, çünkü siz henüz Elfdiyarı’na ait değilsiniz. Oysa benim için hepsi gerçek.”
Bruno kafası iyice karışmış gibi baktı. “Ben baffka meyfeleri deneyeceğim.” deyip Kral’ın kucağından yere atladı. “Şurada tıpkı gökkuşağı renginde çizgili şeyler var.” diyerek koştu.
Bu arada, Sylvie ve Peri-Kral aralarında sessiz sessiz konuşmaya devam ettiler. Çok sessiz konuştukları için ne dediklerini pek anlayamadım, bu yüzden ben de bir tat alma umuduyla tek tek meyveleri tadan Bruno’yu takip ettim. Bu arada ben de bir tane meyve koparıp denedim ama bu, hava yutmak gibi bir şeydi; kısa sürede denemekten bıkıp Sylvie’nin yanına döndüm.
“Buna bir bak tatlım ve beğenip beğenmediğini söyle bana.”
Sylvie sevinçle “Çok güzel! Bruno gel de şuna bak!” deyip Bruno nasıl parladığını görebilsin diye kalp şeklindeki madalyonu havaya kaldırdı. Altın bir zincire takılıydı; görünüşe göre masmavi değerli bir taştan yapılmıştı madalyon.
Bruno “Çok güzel!” deyip üzerinde yazılı olan kelimeleri heceleye heceleye okumaya başladı. “Herkes-Sylvie’yi-sevecek.” diye okudu. “Ve gerçekten öyle!” diyerek Sylvie’nin boynuna sarıldı. “Herkes Sylvie’yi seviyor zaten!” diye bağırdı.
Bunun üzerine Kral, madalyonu alıp “Ama en çok biz seviyoruz, öyle değil mi Bruno?” diye sordu. “Evet Sylvie, şimdi buna bak.” deyip avcunun içindeki altın zincire takılı, mavi olanla aynı şekildeki fakat kıpkırmızı madalyonu gösterdi.
Sylvie, sevinçle ellerini çırpıp “Birbirinden güzeller!” diye bağırdı. “Bak Bruno!”
Bruno “Bak bunda da yazı var. Sylvie-herkesi-sevecek.” dedi.

İhtiyar adam “Farkı görebiliyor musunuz? Farklı renkler ve farklı yazılar. Birini seç canım. En çok hangisini beğendiysen onu sana vereceğim.” dedi.
Sylvie kelimeleri düşünceli düşünceli birkaç defa sessizce tekrar etti ve en sonunda kararını verdi: “Sevilmek çok güzel ama diğer insanları sevmek daha güzel. Kırmızıyı alabilir miyim babacığım?”
İhtiyar adam hiçbir şey demedi ama eğilip, çok sevdiği kızını alnından öperken, gözlerinin yaşlarla dolduğunu gördüm. Sonra zinciri açıp boynuna nasıl takacağını ve elbisesinin altına nasıl gizleyeceğini gösterdi. “O senin taşıman için biliyorsun, başkalarının görmesi için değil.” dedi alçak sesle, sonra ekledi: “Onu nasıl kullanacağını hatırlar mısın?”
Sylvie “Evet, hatırlarım.” diye karşılık verdi.
“Evet canlarım, haydi artık gidin siz yoksa merak ederler. Hem Bahçıvan da sizin yüzünüzden zor durumda kalmasın!”
O an tekrar nasıl geri döneceğimiz endişesi zihnimde belirdi – çocuklar nereye giderse gitsin ben de onları takip etmeyi kabullendiğimden – ama çocuklar babalarını kucaklayıp öperken ve defalarca “Hoşça kal babacığım!” derlerken böyle bir endişenin gölgesi bile akıllarından geçmemişti. Sonra ansızın üzerimize alaca karanlık çöktü ve karanlığın içinden tuhaf, vahşi bir şarkı duyuldu:
Şöminenin üzerindeBir Bufalo gördüğünü sandı:Bir daha dönüp baktığında,Kız Kardeşinin Kocasının Yeğeni olduğunu anladı.“Eğer bu evi terk etmezsen.” dedi.“Çağıracağım Polisi!”
Biz yolda beklerken, kapı aralığından bize bakarak “O bendim!” diye ekledi. “Ben de olsam öyle yapardım – patatesin turp olmadığı kadar kesin – eğer o kendi çıkmamış olsaydı! Ama ben ebeveynlerimi daima her şeyden çok severim.”
“Kim ki senin ebeveynin?” diye sordu Bruno.
“Benim velinimetim tabii ki!” diye cevap verdi Bahçıvan. “İsterseniz içeri gelebilirsiniz.”
Bunu söylerken kapıyı açtı, biz de dışarı çıktık; biraz sersemlemiş ve aptallaşmış (en azından ben öyle hissediyordum) hâlde birden, demir yolu vagonunun yarı karanlığından Elveston İstasyonu’nun ışıl ışıl aydınlatılmış platformuna geçtik
Oldukça şık giyinmiş bir uşak gelip şapkasıyla selam verdi. Elindeki paketleri alıp, “Araba burada Leydim.” dedi. Leydi Muriel yüzünde tatlı bir gülümseme ile “İyi geceler!” deyip elimi sıktı ve adamı takip etti.
Boşluk ve yalnızlık duyguları içinde eşyamı taşıyacak olan arabaya doğru gittim. Paketlerimin benim arkamdan gönderilmesi talimatını verdikten sonra Arthur’un dairesinin yolunu tuttum. Sevgili arkadaşımın beni dostane karşılaması ve küçük oturma odasının rahat sıcaklığı ve ışığıyla içimdeki yalnızlık duygusunu kısa sürede unuttum.
Evinin loş ışıklı oturma odasına doğru yürürken “Gördüğün gibi oldukça küçük bir yer ama ikimiz için yeterli.” dedi. “Şöyle rahat bir koltuğa geç sevgili dostum. Dur sana bir bakayım. Biraz keyifsiz görünüyorsun.” deyip ağırbaşlı, profesyonel bir hava takındı ve “Sana ozon yazıyorum; yet. mikt. Toplumsallaşma, enerji kaybı için fiant pilulae quam plurimae: günde üç kere yemeklerde almalısın.”
Ben de hemen “İyi de doktor, Toplum günde üç kere alınmaz ki!” diyerek itiraz ettim.
Genç doktor umursamaz bir şekilde “Sen öyle san. Evde çim tenisi, öğleden sonra 3’te. Evde davul, öğleden sonra 5’te. Evde müzik (Elveston akşam yemeği vermiyor.) akşam 8’de. Arabalar saat 10’da. İşte bu kadar!” diye neşeyle cevap verdi.
Kulağa gerçekten de çok hoş geldiğini kabul etmek zorundaydım. “Buralı bazı bayanları şimdiden tanıyorum. Hatta içlerinden biri benimle aynı kompartımanda geldi.” dedim.
“Nasıl görünüyordu? Belki onu tanıyorumdur.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
“Tiyatro”
2
Çinkografi, fotoğraflar için kullanılan bir gravür tekniğidir. Bir nesnenin fotoğrafı çekilir ve görüntü duyarlı bir metal tabaka üzerine konulur. Daha sonra asitle banyo edilen görüntü, renk değişiminin çok keskin olduğu durumlarda çinkoyla yıkanır. Renk değişiminin bu denli belirgin olmadığı durumlarda ise bakır kullanılır. (ç.n.)
3
Bu kelimeleri yazdıktan sonra kapı çaldı ve çok değerli bir dostumun aniden öldüğünü haber veren bir telgraf aldım.
4
Exilium (e.n.)
5
“Hepimizi zorunlu bir yolculuk beklerEr veya geç, çoğumuzÇıkmak için kül kabındanHepimiz ebedî sürgüne doğru uzaklara yelken açmalıyız.”6
Eserin çevirisi yapılırken – orijinal İngilizce baskıya sadık kalmak amacıyla – Türk Dil Kurumunun yazım kurallarına aykırı kullanımlara gidilmiştir. (e.n.)
7
Yaklaşık 2,5 litre (e.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов