Читать книгу Sylvie ve Bruno (Льюис Кэрролл) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Sylvie ve Bruno
Sylvie ve Bruno
Оценить:
Sylvie ve Bruno

4

Полная версия:

Sylvie ve Bruno

Profesör de memnuniyetle “Gerçekten öyle?” diye karşılık verdi.

Leydi, “Ben Çekirge kıyafetiyle gelirim. Siz ne olarak gelmeyi düşünüyorsunuz Profesör?” diye sordu.

Profesör gülümsedi. “Ben olabildiğince erken olarak… Erken geleceğim Leydim.”

“Kapılar açılmadan gelmemelisiniz.” dedi Leydi.

“Zaten gelemem.” dedi Profesör. “Affedersiniz, bugün Bayan Sylvie’nin doğum günü olduğundan ben…” Ve aceleyle uzaklaştı.

Bruno ceplerini karıştırmaya başladı; karıştırdıkça daha fazla üzülüyor gibiydi; sonra başparmağını ağzına götürdü, bir dakikalığına düşündü ve ardından sessizce odadan çıktı.

O çıkarken, Profesör nefes nefese geri dönüp, onu karşılamak için koşan küçük kıza gülümseyerek “Doğum günün kutlu olsun sevgili çocuğum! Sana doğum günü hediyeni vermeme izin ver. Bu ikinci el bir iğnelik, canım. Fiyatı sadece dört buçuk peni.” dedi.

Sylvie, “Teşekkür ederim, çok sevimli.” diyerek yaşlı adamı öptü.

Profesör neşeyle, “İğneleri de bedavaya verdiler. On beş tanesinden sadece bir tanesi eğik o kadar.” deyince Sylvie “Eğik olandan bir kanca yapacağım, Bruno derslerinden kaçınca yakalamak için kullanırım onu.” diye karşılık verdi.

Masadan tereyağı tabağını alıp Sylvie’nin arkasına geçen Uggug, yüzünde pis bir gülümsemeyle “Benim hediyemi tahmin edemezsin!” diye bağırdı.

Sylvie de arkasına bakmadan “Hayır, tahmin edemem.” diyordu hâlâ Profesör’ün ona verdiği hediyeyi incelerken.

Yaramaz çocuk, büyük bir zevkle bağıra bağıra “İşte benim hediyem de bu!” diyerek elindeki tabağı Sylvie’nin üzerine döktükten sonra, akıllılığının verdiği tatminle sırıttı ve alkış bekleyerek etrafına bakındı.

Sylvie, üzerindeki tereyağını temizlerken sinirden kıpkırmızı olmuştu ama tek bir şey söylemeden dişlerini sıkıp siniri geçsin diye pencerenin yanına geldi.

Uggug’un zaferi kısa sürdü. Muhafız Yardımcısı tam vaktinde dönmüş, oğlunun yaptığı bu terbiyesizliği görmüştü. Bir anda çocuğun zevkli sırıtışı, tokadı kulağına yemesiyle acı dolu bir çığlığa dönüştü.

Annesi, onu kollarına alıp “Canım, yoktan yere mi kulağına vurdular!” deyince babası sinirle “Hiç de yok yere değildi! Evin faturalarını sabit bir yıllık meblağdan ödediğimin farkında mısınız Hanımefendi? O boşa dökülen tereyağı da bunun içinde! Beni duyuyor musunuz Hanımefendi?” diye bağırdı.

Leydi oldukça sessiz bir şekilde, “Dilinizi tutun Bayım!” deyip öyle bir bakış attı ki adam bir anda susuverdi. “Sadece şaka olduğunu görmüyor musunuz? Çok zekice bir şakaydı üstelik! Onu herkesten çok sevdiğini göstermek istedi o kadar! Buna sevineceği yerde, o küçük cadı onu bırakıp gitti!”

Muhafız Yardımcısı’nın konuyu değiştirmede üstüne yoktu. Pencerenin kenarına gidip “Şu aşağıda gördüğüm, çiçeklerinizin arasında dolaşan şey, bir domuz mu?” diye sordu.

“Bir domuz!” diye bağırarak kendisi de görebilmek için deli gibi cama doğru koştu Leydi, neredeyse kocasını aşağı düşürecekti! “Kimin bu domuz? Oraya nasıl gelmiş? Şu kaçık Bahçıvan da nereye gitti?”

Tam bu sırada, Bruno tekrar odaya girdi. Bu tür şeylere alışık olduğundan (dikkat çekmek için yüksek sesle zırıl zırıl ağlayan) Uggug’un yanından geçip Sylvie’ye doğru koştu ve ona sıkıca sarıldı. Yüzünde üzgün bir ifadeyle, “Sana hediye olarak verebileceğim bişiy var mı diye oyuncak kutuma baktım ama hiçbişiy bulamadım. Hepsi kırılmış. Hepsi! Hediye almak için de hiç param kalmadığı için, sana bundan başka (‘Bu’ ile kastettiği Sylvie’ye sarılıp öpmekti.) verecek bişiy bulamadım.”

Sylvie “Teşekkür ederim canım. Senin hediyeni bütün hediyelerden daha çok beğendim!” diye karşılık verdi. (Peki öyleyse neden bu kadar çabuk geri verdi?)

Yardımcı Ekselansları, ince, uzun parmaklarıyla iki çocuğun başını şefkatle okşayıp “Haydi artık gidin bakalım! Tartışılacak konular var.” dedi.

Sylvie ve Bruno el ele odadan çıkarlarken, Sylvie tam kapıya vardıklarında geri döndü ve Uggug’un yanına gidip “Yağ olayını umursamıyorum. Ve canını yaktıkları için üzgünüm.” deyip küçük kabadayı ile el sıkışmak istedi ama Uggug’un arkadaş olmaya niyeti yoktu, daha da yüksek sesle ağlayarak Sylvie’den uzaklaştı. Sylvie de iç çekerek odayı terk etti.

Alt-Muhafız ağlayan oğluna sinirli sinirli bakıp yüksek sesle “Çabuk, odadan dışarı çık Bayım Sirrah!” diye bağırdı. Karısı hâlâ pencereden dışarıya bakıyor ve sürekli “Domuzu göremiyorum. Nerede?” diyordu.

“Sağ tarafa doğru gitmişti. Şimdi de sol tarafa gitti.” diye cevap verdi Alt-Muhafız ama arkası pencereye dönüktü, Lord Şansölye’ye bazı hareketler yapıyor, kurnazca başını sallayıp göz kırpıyordu, Uggug’u ve kapıyı işaret ediyordu.



Şansölye, en sonunda işareti fark edip bu ilginç çocuğu kulağından tuttuğu gibi odadan çıkardı. Kapı arkalarından kapanmadan önce odada bir çığlık koptu ve ses annesinin kulaklarında yankılandı.

Kadın ürkek ürkek bakan kocasına dönüp hiddetle “Bu korkunç çığlık da ne?” diye sordu.

“Sırtlan veya ona benzer bir şey…” diye cevap verdi Alt-Muhafız, sanki sırtlanlar genelde orada olurlarmış gibi gözlerini tavana dikip dalgın dalgın baktı. “Çalışmamız için bize izin ver tatlım. İşte Muhafız da geldi!” dedikten sonra yerde duran bir el yazması parçasını aldı, onu elinde buruşturmadan evvel suçlu suçlu bakarak üzerinde yalnızca şu sözleri okuyabildim: “(…) Ondan sonra layıkıyla yapılan Seçim ile adı geçen Sibimet ve karısı Tabikat zevkle İmparatorluk koltuğuna…”

4.BÖLÜM

Kurnazca Bir Komplo

Muhafız içeri girdikten sonra arkasından Lord Şansölye de yüzü kızarmış bir şekilde nefes nefese odaya girdi. Başından aşağı doğru kaymış olan peruğunu eliyle düzeltti.

Dördü birden, hesap defterleri, evrak yığınları ve kanun tasarısına ayrılmış küçük masada yerlerini aldıktan sonra, Leydim “İyi de benim kıymetli oğlum nerede?” diye sordu.

Alt-Muhafız, “Az önce Lord Şansölye ile birlikte dışarı çıktılar.” diye cevap verdi.

Leydim, Alt-Muhafız’a gülümseyerek “Öyle mi? Lord çocuklarla ne kadar iyi anlaşıyor. Uggug kimsenin yanında böyle kulak kesilmemiştir.” dedi. Böyle aptal bir kadına göre, bilinçsizce konuşmuş olsa da Leydim’in bu sözleri oldukça anlamlıydı.

Şansölye başıyla selamlayıp yanlarına geldi. Fakat içeride gergin bir atmosfer vardı. Konuyu değiştirmek için, “Sanırım Muhafız konuşmak üzereydi.” dedi.

Fakat Leydim coşkuyla konuşmaya devam etti: “Çok akıllı bir çocuktur. Fakat sizin gibi birinin onu yetiştirmesi gerekiyor.”

Şansölye dudağını ısırdı ve bir ses çıkarmadı. Ne denli aptal görünürse görünsün, bu kadının bu kez ne söylediğinin farkında olduğundan ve kendisiyle alay edilmesinden korktuğu belliydi. Aslında korkusu yersizdi: Söyledikleri tesadüfen ne anlama gelirse gelsin, kendisi hiçbir şey demek istememişti.

Ön hazırlıklarla daha fazla vakit harcamak istemeyen Muhafız “Her şey hazır!” diye duyurdu. “Alt-Muhafızlık kaldırıldı. Ben olmadığım zamanlarda, kardeşim benim yerime Yardımcı Muhafızlık’a atandı. Ben bir süreliğine yurt dışına çıkıyorum. O da bir an evvel işinin başına geçecek.”

Leydim, “Gerçekten bir Yardımcı Muhafız atanacak mı yani şimdi?” diye sorunca Muhafız “Umarım!” diyerek gülümsedi.

Leydim bu durumdan oldukça hoşnut görünüyordu. Ellerini çırpmaya çalıştı ama sanki iki tane kuş tüyü yastık birbirine çarpmış gibi çok az ses geldi. “Kocam Yardımcılık’a atandığında sanki yüz tane Yardımcı’mız varmış gibi olacak!” dedi.

Alt-Muhafız “Dinleyin! Dinleyin!” diye bağırdı.

Leydim büyük bir ciddiyetle “Karının gerçeklerden bahsediyor olmasını çok dikkate almış görünüyorsun!” deyince kocası endişeyle “Hayır, pek de dikkate değer bulmadım!” dedi. “Söylediklerinizin hiçbiri fevkalade şeyler değil tatlım!”

Leydim bu fikri onaylarcasına gülümseyerek “O hâlde ben de Yardımcı’nın Hanımı mı oluyorum?” diye sordu.

Muhafız “Eğer kendiniz için bu unvanı uygun görüyorsanız neden olmasın? Ama bence ‘Ekselansları’ daha uygun. Ve inanıyorum ki hem ‘Ekselans’ hem de ‘Ekselansiye’ hazırladığım Anlaşma’ya göre daha uygun oluyor. Benim en çok endişe duyduğum madde ise…” deyip kocaman bir kâğıt tomarını çıkardı ve yüksek sesle okumaya başladı: “ ‘Yoksula Karşı İnsaniyetli Olma Maddesi’. Şansölye beni uyardı…” diye ekledi göz ucuyla yüksek memura bakarken. “Sanırım bu ‘madde’ kelimesinin biraz derinlerde aslında yasal bir anlamı var.”

Şansölye, dudaklarının arasında tuttuğu kalemden anlaşıldığı kadarıyla “Şüphesiz!” diye karşılık verdi. Endişeyle, Muhafız’ın ona uzattığı kâğıt tomarına yer açabilmek için diğer kâğıt tomarlarını açıp sarıyordu. “Bunlar sadece taslak. Kontrollerini yaptıktan sonra, yanlışlıkla sildiğim bir iki tane noktalı virgülü de ekleyince hazır olacak.” dedi.

Leydim, “Önce bir okunsa daha iyi olmaz mı?” diye sorunca Alt-Muhafız ile Şansölye aynı anda hararetle “Gerek yok, gerek yok!” diye geçiştirdiler.

Muhafız da “Gerek yok!” diye onayladı. “Eşinizle birlikte gözden geçirdik. Bu anlaşma ona, benim tüm yetkilerimi ve ofise bağlanan yıllık gelirden elde edilen tasarrufları sağlıyor; ben dönene kadar tabii, eğer dönemezsem de Bruno reşit olana kadar yetki sahibi olacak. Sonrasında bana veya durum öyle gerektirirse Bruno’ya Muhafızlığı, tasarruf edilen gelirleri ve vesayeti altındaki el değmeden korunmuş bulunan Hazine içeriğini iade edecek.”

Bütün bunlar konuşulurken Alt-Muhafız kâğıtları toparlamakla meşguldü. Daha sonra, Muhafız’a imzalaması gereken yeri gösterdi. Kendi de imzaladıktan sonra, Leydi ve Şansölye de şahit olarak altını imzaladılar.

Muhafız, “Kısa vedalar en iyisidir. Yolculuğum için her şey hazır. Çocuklarım da hoşça kal demek için aşağıda beni bekliyorlar.” deyip Leydim’i öptü, erkek kardeşi ve Şansölye ile el sıkıştı ve odadan çıktı.

Muhafız giderken üçü de arabanın tekerleklerinin onun uzaklaştığını haber verene kadar beklediler. Sonra bir anda üçü birden kahkaha atınca şaşkınlık içinde kaldım.

“Nasıl oyun ama!” diye bağıran Şansölye ve Yardımcı Muhafız, ellerini birleştirerek odanın içinde çılgınca dönmeye başladılar. Dönemeyecek kadar ağırbaşlı olan Leydim bile tıpkı bir at gibi kişnemeye başladı ve başının üzerinde mendilini salladı. Kıt aklıyla önemli bir şey olduğunu fark etmişti ama tam olarak ne olduğunu henüz anlayamamıştı.



“Muhafız gittiğinde her şeyi öğreneceğimi söylemiştin!” deyince, kocası iki kâğıdı çıkarırken “Öğreneceksin Tabby!” diye karşılık verdi Leydi’ye. “Bu okuyup imzalamadığı, bu da imzalayıp okumadığı kâğıt. İsim ve imza yeri dışında tamamen gizlenmişti!”

Leydim lafını kesip iki anlaşmayı kıyaslamaya başladı. “Muhafız’ın yetkilerinin Muhafız’ın yokluğunda uygulanacağı maddesi, neden ‘Eğer halk tarafından ofise seçilirse ömrü boyunca İmparator unvanı ile mutlak yönetici olacak.’ şeklinde değiştirildi? Sen İmparator musun hayatım?” diye sordu.

Alt-Muhafız “Hayır, henüz değil. Şu an bu kâğıdı kimsenin görmesine izin vermeyeceğiz. Doğru zamanı beklemeliyiz.” diye karşılık verdi.

Leydim başını sallayıp okumaya devam etti. “ ‘Yoksula Karşı İnsaniyetli Olma Maddesi’nin tamamı neden kaldırıldı?”

“Elbette kaldırıldı; çünkü biçare insanlar için boşu boşuna canımızı sıkmayacağız!”

Leydim, “Peki!” deyip üzerine basa basa okumaya devam etti. “Hazinedekilere el değmeyecek maddesi, neden Yardımcı Muhafız’ın dilediğince harcayabileceği şeklinde değiştirildi? Çok akıllıca bir oyunmuş doğrusu Sibby. Bütün mücevherler mi, inanamıyorum! Gidip hemen takabilir miyim onları?” diye sorunca kocasından “Henüz değil hayatım. Görüyorsun ki halk buna tam olarak hazır değil. Bunu göz önünde bulundurmalıyız. Elbette ki zamanı geldiğinde işe koyulacağız. Güvenli bir şekilde seçime gittikten sonra İmparator unvanını alacağım. Ama Muhafız’ın hayatta olduğunu bildikleri sürece, bizim mücevherleri kullanmamıza kolay kolay izin vermezler. Öldüğüne dair bir haber yaymalıyız. Küçük bir komplo…” cevabını aldı.

Keyfi yerine gelen kadın, ellerini çırparak “Komplo!” diye bağırdı. “Bayıldım bu komplo fikrine! Oldukça ilginç olur!”

Alt-Muhafız ve Şansölye birbirlerine göz kırparken Şansölye, “Bırakalım da nasıl istiyorsa öyle komplo kursun! Bunun bir zararı olmaz!” diye fısıldadı.

“Ve ne zaman ki komplo…”

Kapı açıldığı için kocası kadını susturdu. Sylvie ve Bruno kol kola içeri girdiler. Bruno, yüzünü Sylvie’nin omzuna gömmüş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sylvie ise daha sakindi ama onun da gözyaşları yanaklarından aşağı doğru süzülüyordu.

Alt-Muhafız, sert bir şekilde “Bu şekilde ağlamamalısınız!” dedi ama bu, ağlayan çocuklara hiçbir etki etmedi. Leydim’e dönüp “Biraz neşelendir şunları!” dedi.

Leydim, kendi kendine “Kek!” diye mırıldanıp büyük bir kararlılıkla odanın diğer ucuna yürüdü, dolabın kapağını açtı ve elinde iki dilim erikli kek ile geri döndü. Emir verir gibi, “Yiyin ve ağlamayın artık!” diye kestirip attı. İki çocuk yan yana oturup yemeye niyetleri yokmuş gibi ifadesizce birbirlerine baktılar.

Kapı ikinci kere sert bir şekilde açıldı. İçeri “O yaşlı dilenci geldi yine!” diye bağırarak Uggug girdi.

Alt-Muhafız “Yiyecek istemeye ne hakkı var ki!” derken, Şansölye sözünü kesip alçak sesle “Tamam! Hizmetkârlar bakarlar çaresine.” dedi.

Avluya bakan pencerenin yanına giden Uggug, “İşte tam orada, bakın!” diye bağırdı.

Tam o sırada, “Nerede benim canım?” diyerek annesi küçük canavarın boynuna sarıldı. Neler olduğunu anlamayan Sylvie ve Bruno hariç hepimiz, pencereye kadar onu takip ettik. Yaşlı dilenci, aç gözlerle bize doğru bakıyordu. “Sadece bir parça kuru ekmek, Ekselansları!” diye yalvardı. İyi, yaşlı bir adamdı ama çok hasta ve bitkin görünüyordu. “Sadece bir parça kuru ekmek için yalvarıyorum size! Sadece ekmek ve su!” diye tekrar etti.

Uggug başından aşağı bir sürahi suyu dökerek “Al sana su!” diye bağırdı.

Alt-Muhafız “Aferin sana oğlum! Böyle insanlara ancak bu yapılır!” diye karşılık verdi.

Eşi de “Akıllı çocuk! Örnek bir insan davranışı bu öyle değil mi?” dedi.

Dilenci, ıslanan yırtık cübbesini silkeleyip yukarıya doğru dik dik bakarken Alt-Muhafız “Bir sopa çekin şuna en iyisi!” diye bağırdı.

Leydim yine lafa karışarak “Hatta kızgın demir çubukla vurun da görsün!” diye bağırdı.

Muhtemelen şu anda kızgın, demir bir çubuk yoktu ortalıkta. Ama dilencinin etrafı hemen birkaç tane eli sopalı adamla çevrildi. Zavallı dilenci oldukça asil bir şekilde onlara el sallayarak, “Yaşlı kemiklerimi kırmanıza gerek yok. Hemen gidiyorum. Kuru ekmek bile istemem!” deyip uzaklaştı.

Tam yanımda, Bruno “Zavallı adam!” diye iç geçirerek pencerenin kenarından erikli kekini atmaya çalışıyordu ama Sylvie, onu tutup geri çekti.



Sylvie’nin kollarından kurtulmaya çalışan Bruno “Benim kekimden yiyebilir!” diye bağırdı.

Sylvie nazikçe “Elbette hayatım ama keki fırlatma. Bak görmüyor musun, çoktan gitmiş bile. Gel arkasından gidelim.” dedi. Yaşlı dilenciyi izlemeye dalmış diğer insanlara fark ettirmeden Bruno’yu kolundan tuttu ve birlikte dışarı çıktılar.

Düzenbazlar yerlerine dönüp hâlâ pencerenin kenarında duran Uggug duymasın diye, alçak sesle konuşmaya devam ettiler.

Bu arada Leydim, “Yeni anlaşmaya göre, Bruno’nun muhafızlığı nasıl olacak peki?” diye sordu.

Şansölye, pis pis gülerek alçak sesle “Anlaşmada hiçbir değişiklik yok. Harfi harfine aynı! Sadece küçük bir farkla; Bruno yerine Uggug yazma cüretinde bulundum.” dedi.

“Uggug ha!” diye bağırdım, yapılan bu haksızlık karşısında kızgınlığımı daha fazla gizleyemeyerek. O an tek bir kelimeyi söylemek bile çok gayret gerektiren bir iş gibi gelmişti bana ama ağzımdan çıktıktan sonra tüm zorluk ortadan kalktı; ansızın gelen bir rüzgâr tüm bu sahneyi sildi ve ben kendimi, dik oturmuş, vagonun diğer köşesinde bulunan, yüzündeki tülü çıkarmış keyifli fakat şaşkın bir yüz ifadesiyle bana bakan bir genç hanıma gözlerimi dikmiş hâlde buldum.

5.BÖLÜM

Dilenci’nin Sarayı

Uyanmaya çalışırken bir şey dediğime eminim. Sanki bunu belli etmese de yol arkadaşımın yüzündeki irkilme ifadesi yeterli delil değilmiş gibi bir de o çığlık hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. İyi de nasıl özür dilemeliydim acaba?

En sonunda kekeleyerek “Umarım sizi korkutmamışımdır. Ne dediğim hakkında hiçbir fikrim yok. Rüya görüyordum da…” deyiverdim.

Genç Leydi, ağırbaşlı görünmeye çalışsa da her an gülümsemeye dönüşecekmiş gibi titreyen dudaklarıyla, “ ‘Uggug ha!’ dediniz. Hatta resmen bağırdınız!” dedi.

Pişmanlıkla “Çok özür dilerim.” dedim. Uyanık olduğumdan hâlâ şüphe ederek içimden “Gözleri Sylvie’ninkilere ne kadar da benziyor! Hatta o sevimli, meraklı ve masum görünüş de aynı Sylvie! Ama Sylvie’de böyle kararlı görünen dudaklar, sanki çok uzun zaman önce büyük bir üzüntü yaşamış kişilere has hüzün yok.” diye geçirdim. Ardından zihnime doluşan yoğun düşünce ve hayaller Leydi’nin konuşmasını duymamı engelledi.

“Elinizdeki bir Korku Kitabı olsaydı eğer, hayaletler hakkında bir şeyler – veya Dinamit – veya Gece Yarısı Cinayeti, o zaman durumunuzu anlayabilirdim çünkü bu kitaplar size kâbus gördürmüyorsa üç kuruş bile etmezler! Fakat elinizdeki kitabın yalnızca tıbbi incelemeler içeren bir kitap olduğunu düşününce…” diyerek ufak bir omuz silkişiyle okurken uyuyakaldığım kitabı ima etti.

Dostluğu ve içtenliği beni resmen afallatmıştı. Çocuk cesur veya cüretkâr değildi – çocuktu veya tıpkı bir çocuk gibi görünüyordu; en fazla yirmi yaşında gösteriyordu – sadece dünya toplumunun gelenek ve göreneklerine – hatta barbarlığına – alışık olmayan ziyaretçi bir meleğin masum açık sözlülüğüyle konuşuyordu. “Öyle bile olsa Sylvie bir on yıl daha bakacak ve konuşacak mıydı?” diye derin düşüncelere dalmıştım ki cesaretimi toplayıp, “Gerçekten korkunç olmadıkça hayaletlere aldırmıyorsunuz o hâlde öyle değil mi?” diye sordum.

“Evet öyle. Olağan Demir Yolu-Hayaletleri – yani olağan Demir Yolu-edebiyatının Hayaletleri demek istiyorum – çok zayıf olaylardır. Alexander Selkirk gibi ‘Uysallıkları benim için şok ediciydi!’ diyesim geliyor. Hem hiç Geceyarısı Cinayetleri işlemiyorlar. Hayatlarını kurtaracağını bilseler bile pıhtılaşmış kan içinde debelenmezlerdi.”

“ ‘Pıhtılaşmış kan içinde debelenmek’ oldukça etkileyici bir ifade oldu! Acaba herhangi bir sıvı içinde de yapılabilir mi bu merak ediyorum doğrusu.”

Sanki bu konuyu çok önceden düşünmüş gibi, “Sanmıyorum! Yoğun bir şey olması gerekiyor. Mesela, bir ekmek sosunun içinde debelenebilirsin. Hem rengi beyaz olduğundan bir Hayalet için daha uygun olur. Tabii debelenmek istediğini varsayarsak…” dedi.

“O kitapta gerçekten korkunç bir hayaletiniz var mı?” diye sordum.

Bütün içtenliğiyle “Bunu nasıl bildiniz?” deyip kitabı elime verdi. İyi bir hayalet hikâyesinin vereceği nahoş heyecandan çok araştırmalarının konusunu “esrarengiz” bir şekilde tahmin etmiş olmamın vermiş olduğu bir sabırsızlıkla kitabı açtım.

Bir Ev Yemekleri kitabıydı ve “Ekmek Sosu” başlıklı sayfa açıktı.

Leydi şaşkınlığım karşısında kahkaha atarken ben boş bakışlarla kitabı kendisine iade ettim. “Sizi temin ederim ki bazı modern hayalet hikâyelerinden çok daha heyecanlı bu. Geçen ay bir tane hayalet vardı mesela – tabii ki gerçek bir hayaletten bahsetmiyorum-bir dergide görmüştüm. Kesinlikle çok tatsız bir hayaletti. Bir fareyi bile korkutamazdı. Hatta birilerinin kendisine yer vereceği cinsten bir hayalet değildi.”

Kendi kendime, “Demek ki 70 yaşında, kel ve gözlüklü biri olmanın da kendince avantajları varmış!” dedim. “Birbirleriyle, korkunç aralıklar verip kekeleyerek konuşmaya çalışan mahcup bir oğlan ile bir bakire yerine, yaşlı bir adamla bir çocuk, çok rahat bir vaziyette sanki yıllardır birbirlerini tanıyorlarmış gibi konuşuyorlar!”

“O hâlde…” diyerek yüksek sesle devam ettim, “bazen bir hayalete oturmasını mı söylemeliyiz. İyi de bunun için yetkimiz var mı? Mesela Shakespeare’de; onun hikâyelerinde birçok hayalet vardır. Peki Shakespeare hiç ‘Sandalyeyi Hayalet’e verir.’ şeklinde bir sahne talimatı verdi mi acaba?”

Leydi şaşkın şaşkın bir süre düşündükten sonra ellerini çırparak “Evet, evet verdi!” diye bağırdı. “Hamlet’e ‘Dinlen, dinlen perişan Ruh!’ dedirtmiştir.”

“Rahat bir koltuk mu bari oturduğu yer?”

“Amerikan tarzı bir sallanan sandalye, sanırım…”

O sırada muhafız “Fayfield Kavşağı’na geldik. Elveston’a aktarma için Leydim.” diyerek kompartımanın kapısını açtı, kendimizi az sonra bavullarımızla birlikte peronun ortasında bulduk.

Kavşakta bekleyen yolcular için yapılmış olan bekleme yeri oldukça yetersizdi. Tek bir tane ahşap sıraya sadece üç yolcu oturabilirdi ve iş önlüğü giymiş, yuvarlak omuzlu, bitkin ve oldukça yaşlı bir adam çoğunu kaplamıştı bunun. Bastonu elinde, kırışık yüzünü de yastıkmışçasına bastonuna dayamış, sanki hastaymış gibi öylece oturuyordu.

İstasyon şefi, adamın yanına gidip kabaca “Kalk git buradan! Kalk da senden daha iyileri otursun!” diye bağırdı. Ardından daha kibar bir dille kadına dönüp “Buyurun oturun Leydim, eğer biraz oturursanız tren birkaç dakika içinde gelir.” dedi. Bu dalkavukluğunun sebebi çok açıktı. Leydi’nin bavullarının üzerinde “Leydi Muriel Orme, Elveston yolcusu, Fayfield Kavşağı üzerinden gidecek.” yazıyordu.

Yaşlı adamın zar zor yerinden kalkıp aksayarak yürüyüşünü izlerken şu dizeler geldi aklıma:

Çuval bezinden yapılma kanepeden doğruldu Keşiş,Güç bela dayanarak bitkin kollarına;Dökmüştü karlarını yüz yılİnce bukleleriyle gür sakalına.

Fakat Leydi olan bitenin pek farkında değildi. Bastonuna dayanarak zar zor yürümeye çalışan “yerinden kovulmuş adama” bakıp bana döndü. “Ne olursa olsun, bu, Amerikan tarzı bir sallanan sandalyenin yerini tutmaz.” diyerek bana da yer açmak için yana doğru kaydı. “Yine de Hamlet’in sözcükleriyle ‘Dinlen, dinlen…’ ” dedi ve kahkahalara boğuldu.

Onun yerine “Perişan Ruh!” diye ekleyerek cümlesini tamamladım. “Evet bu tam olarak bir demir yolu yolcusunu tanımlıyor.” Tren perona yanaşırken “Ve burada bir örneği var.” diye ekledim. Görevliler etrafta koşuşup vagon kapılarını açıyorlardı; birisi, kapıyı açıp yaşlı adama üçüncü sınıf vagona binmesi için yardım ederken, başka biri de saygıyla eğilerek Leydi ve beni yapmacık bir mütevazılıkla birinci sınıf vagona yönlendirdi.



Yol arkadaşım, görevliyi takip etmeden önce, bir süreliğine durup yaşlı adamı izledi. “Zavallı yaşlı adam! Ne kadar da güçsüz ve hasta görünüyor! Onu bu şekilde kovmak ne kadar utanç verici bir davranış. Çok üzüldüm onun için!” Tam o sırada, bu sözleri bana söylemediğini fark ettim. Farkında olmadan kendi kendine yüksek sesle konuşuyordu. Birkaç adım ilerleyip vagona binmesini bekledim ve kaldığımız yerden, tekrar konuşmaya başladım.

“Shakespeare trenle seyahat etmiş olmalı, sadece rüyasında bile olsa; ‘Perişan Ruh’ epey mutlu bir ibare. ‘Perişan’ kelimesi ile şüphesiz demir yollarına özgü duygusal kitapçıklara atıfta bulunuyor. Buhar, hiçbir şey yapmadıysa bile en azından İngiliz Edebiyatı’na yeni bir tür ekledi.”

“Öyle tabii!” dedim. “Bütün tıp kitaplarımızın ve yemek kitaplarımızın gerçek çıkış noktası…”

Hemen araya girip neşeyle “Hayır! Hayır! Bizim edebiyatımızı kastetmiyorum. Biz oldukça olağan dışıyız. Ama kitapçıklar yani on beşinci sayfada katilin, kırkıncı sayfada da düğün sahnesinin ortaya çıktığı, küçük, heyecanlı aşk hikâyeleri buhar yüzünden değil mi?” diye sordu.

“Eğer sizin teorinizi geliştirmeye kalkarsam trenler elektrik ile çalışmaya başladığında kitaplar yerine broşürlerimiz olacak, düğünle cinayet de aynı sayfada gerçekleşecek.”

Leydim, heyecanla, “Bu Darwin’e yakışır bir gelişme! Yani siz sadece onun teorisinin tersini anlatıyorsunuz. Bir fareyi file evrimleştirmek yerine, fili fareye evrimleştirdiniz.” dedi. O sırada bir tünele girdik ve ben arkama yaslanıp bir dakikalığına gözlerimi kapattım ve en son gördüğüm rüyadaki birkaç olayı hatırlamaya çalıştım.

Uykulu uykulu “Gördüğümü sandım…” diye mırıldandım ve ondan sonra, bu sözcük öbeği çekimini yapmamla “Sen gördüğünü sandın, o gördüğünü sandı…”ya dönüştü ve sonra birdenbire bir şarkı hâline geldi:

Flütle antrenman yapanBir Fil gördüğünü sandı.Tekrar bakınca anladı kiBir mektup bu karısından.“En nihayet kavrıyorum.” dedi,“Hayatın acılığını.”

Bu tuhaf şarkıyı söyleyen nasıl da deli bir varlıktı öyle! Bir Bahçıvan’a benziyor – yine de kesinlikle delinin biriydi, tırmığını savuruşuyla, hatta daha da delirdi zaman zaman cig dansı yapmaya başlamasıyla, hatta en deliydi kıtanın son sözcüklerini haykırışıyla!..



Bir filin ayaklarına sahip olduğunu söylemesi kendiyle ilgili bir tanımlamaydı ama geri kalan kısmı bir deri bir kemikti. Ayrıca, her yerini kaplayan birkaç tutam saman çöpü başta tamamen samanla doldurulmuş olduğunu, şimdi ise tüm dolgunun boşaltılmış olduğunu gösteriyordu.

bannerbanner