Читать книгу Sylvie ve Bruno (Льюис Кэрролл) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Sylvie ve Bruno
Sylvie ve Bruno
Оценить:
Sylvie ve Bruno

4

Полная версия:

Sylvie ve Bruno

Uzun boylu, ağırbaşlı ve ciddi görünümlü olan Muhafız, üzeri kâğıtlarla dolu bir çalışma masasının başına oturmuştu. Dizinde de şu ana kadar gördüğüm en güzel kızlardan biri oturuyordu. Küçük kız, Bruno’dan dört beş yaş büyük görünüyordu. Yanakları al al, gözleri de ışıl ışıldı. Kıvırcık, kahverengi saçları omuzlarından dökülüyordu. Işıl ışıl gözleriyle babasına bakınca hayatının sonbaharında olan baba ile ilkbaharında olan kızının birbirlerine olan sevgisini görmeye değerdi doğrusu.

Yaşlı adam, “Hayır, sen onu hiç görmedin. Uzun süredir burada değildi. Senin yaşından bile uzun zamandır, sağlığı için oradan oraya seyahat edip duruyor küçük Sylvie!” diyordu.

Tam o sırada diğer dizine de Bruno gelip oturdu ve babasının yanağına bir öpücük kondurdu.

Bruno babasını öptükten sonra, Muhafız “Daha dün gece geri döndü. Sylvie’nin doğum gününde burada olabilmek için, son birkaç bin kilometreyi hızla gelmiş. Yorgun olmasına rağmen, erkenden uyanmış. Eminim ki şu anda kütüphanededir. Benimle gelin de bakalım şuna bir. Çocukları çok sever. Eminim ki siz de onu çok seveceksiniz.” dedi.

Bunun üzerine Bruno heyecanla “Diğer Profesör de geldi mi peki?” diye sorunca, “Evet, birlikte geldiler. Diğer Profesör’ü… Şey, belki pek sevmeyebilirsiniz. Biraz hayalci bir insandır çünkü.” cevabını aldı.

Bruno, “Sylvie’nin biraz daha hayalci olmasını dilerdim!” deyince Sylvie “Ne demek istiyorsun Bruno?” diye sordu.

“O yapamadığını söylüyor işte. Ama bence yapamıyor değil, yapmıyor!”

“Hayal kuramadığını mı söylüyor?” diye tekrarladı kafası karışan Muhafız.

“Öyle diyor.” diyerek ısrar etti Bruno. “Ben ne zaman ona ‘Ders çalışmayı bırakalım.’ desem o ‘Bırakmayı hayal bile edemem!’ diyor.”

Sylvie de “Aklı hep dersi bırakmakta. Hem de başladıktan beş dakika sonra!” diyerek araya girdi.

Muhafız da Bruno’ya dönüp “Günde beş dakika ders ile fazla bir şey öğrenmeyeceksin ama küçük bey.” diye karşılık verdi.

Bruno, “Sylvie de işte tam olarak böyle söylüyor!” diye cevabı yapıştırdı hemen. “Derslerimi öğrenmeyeceğimi söylüyor ve ben ona tekrar tekrar dersleri öğrenemiyorum diyorum. Ve o ne diyor biliyor musun? Diyor ki, ‘Öğrenemiyorsun değil, öğrenmiyorsun!’ ”



Tartışmanın daha fazla uzamaması için Muhafız “Haydi gidip Profesör’ü görelim.” dedi. Çocuklar ayağa kalkıp el ele tutuştular ve üçü birden – peşlerinde benimle birlikte – kütüphanenin yolunu tuttular. Şu ana kadar gruptan hiç kimsenin (sadece birkaç saniyeliğine beni gören Şansölye dışında) beni göremediğine karar verdim.

Sylvie ağır ağır yürürken “Nesi var?” diye sordu. Diğer yanda da Bruno, sürekli hoplayıp zıplıyordu.

“Umarım şimdi iyidir. Beli ağrıyordu, aynı zamanda romatizması tuttu. Kendi kendini tedavi ediyor ama. İyi bir doktor o. Çünkü aslında köprücük kemiğini kırmanın yeni bir yolunu bulmanın yanında üç tane yeni hastalık icat etti.”

“İyi bir yol mu?” dedi Bruno.

Muhafız “Hım… Pek sayılmaz.” diye cevap verdi. Bunu söylerken kütüphaneye girmiştik. “İşte Profesör! Günaydın Profesör! Umarım okadar yoldan sonra dinlenebilmişsinizdir.”

Çiçek desenli bir ropdöşambır giymiş; hoş görünümlü, kısa boylu ve şişman bir adam, kolunun altında kalın birer kitapla odanın bir ucundan diğer ucuna yürüyordu. Çocukları dikkate almaksızın, “Üçüncü cildi arıyorum. Gördünüz mü?” diye sordu.

Muhafız, Profesör’ü omuzlarından tutup yüzünü çocuklarına doğru çevirdi ve “Çocuklarımı görmüyorsunuz Profesör.” dedi.

Profesör bir kahkaha atıp kocaman çerçeveli gözlüklerinin arkasından konuşmadan bir iki dakika boyunca çocuklara baktı.

En sonunda Bruno’ya “Umarım iyi bir gece geçirmişsindir evlat.” dedi.

Şaşkın şaşkın Profesör’e bakan Bruno, “Sizinle aynı geceyi geçirdim. Dünden beri sadece bir gece geçti!” diye karşılık verdi.

Bu kez şaşkınlıkla bakma sırası Profesör’deydi. Gözlüklerini çıkarıp mendiliyle sildi. Sonra tekrar takıp çocuklara bir kez daha baktı. Muhafız’a dönüp, “Onlar bağlı mı?” diye sordu.

“Hayır değiliz.” dedi bunu cevaplamaya yetkisi olduğunu düşünen Bruno.

Profesör üzüntülü bir vaziyette başını sallayarak “Yarı bağları bile mi yok?” dedi.

“Neden yarı bağlı olalım ki?” dedi Bruno. “Biz tutsak değiliz ki!”

Bruno konuşurken Profesör çocuklarla ilgilenmeyi bırakmış, Muhafız’la konuşmaya başlamıştı. “Barometre’nin hareket ettiğini duyunca memnun olacaksın.” deyince “Hangi yöne?” diye sordu Muhafız, sonra çocuklara döndü: “Aslında ben önemsemiyorum ama o, bunun havayı etkilediğini düşünüyor. O son derece zeki bir insandır. Bazen öyle şeyler söyler ki onu yalnızca Diğer Profesör anlayabilir. Bazen de öyle şeyler söyler ki hiç kimse anlayamaz onu! Hangi yöne doğru hareket etti Profesör, yukarı mı yoksa aşağı mı?”

Profesör ellerini ovuşturarak “Hiçbiri! Yanlamasına gidiyor, kendimi tam olarak ifade edebiliyorsam.” dedi.

Muhafız “Peki bu nasıl bir havaya neden oluyor?” diye sordu. Sonra çocuklara dönüp “Dinleyin çocuklar! Şimdi öğrenmeye değer bir şey duyacaksınız.” dedi.

Profesör “Yatay hava.” diyerek kapıya doğru yürürken neredeyse yanlışlıkla Bruno’yu eziyordu.

Muhafız hayran gözlerle ona bakarken “Çok bilgili, öyle değil mi?” diye sordu. “Bilgisiyle herkesi ezip geçebilir.”

Bunun üzerine Bruno “İyi de beni ezmesi gerekmiyordu ki!” diye karşılık verdi.

Tam o sırada Profesör geri döndü. Ropdöşambırını çıkarmış, redingot giymişti. Ayaklarına da üst kısmında açık şemsiyeler bulunan, tuhaf bir çift çizme geçirmişti. “Bunları görmek istersiniz diye düşündüm. Bunlar, yatay hava çizmeleridir.” dedi.

Muhafız “İyi de dizlerinizin etrafına şemsiye takmanızın mantığı ne olabilir ki?” diye sorunca, Profesör “Normal bir yağmurda bunlar pek kullanışlı değil ama yağmur yatay olarak yağarsa o zaman bunların değeri tartışılamaz işte. Kesinlikle paha biçilemez!” diye cevap verdi.

Muhafız “Çocuklar, Profesör’ü kahvaltı salonuna götürün ve beni beklememelerini söyleyin. İşlerim olduğu için ben erkenden yapmıştım kahvaltımı.” deyince, çocuklar sanki Profesör’ü yıllardır tanıyormuş gibi içtenlikle ellerinden tutup dışarı çıktılar. Ben de arkalarından saygılı bir şekilde onları izledim.



2.BÖLÜM

Bilinmeyen Arkadaş

Kahvaltı salonuna girdiğimiz sırada, Profesör “(…) O, kahvaltısını erkenden yapmış. Bu yüzden kendisini beklememenizi rica etti, Leydim. Bu taraftan Leydim.” diyerek biriyle konuşuyordu. Sonrasında (gördüğüm kadarıyla) aşırı bir kibarlıkla, kompartımanımın kapısını açıp genç ve güzel bir bayana yol gösterdi. “Genç ve güzel bir bayan!” diye acıyla mırıldandım kendi kendime. “Ve bu, tabii ki, 1.Bölüm’ün açılış sahnesi. O, kahraman. Ben ise onun kaderinin gelişimi sırasında sadece ihtiyaç duyulduğunda ortaya çıkan figüranlardan biriyim ve son kez kilisenin dışında Mutlu Çift’i karşılamak için beklerken görüneceğim!”

Duyduğum ikinci cümlesi “Evet Leydim, Fayfield’da değiştireceğiz.” oldu (Ah şu aşırı dalkavuk Muhafız!). “Bir sonraki istasyon.” Ardından kapı kapandı ve Leydi yerine oturdu. Tren tekrar hızla yolumuzda ilerlediğimizi ortaya koyarcasına (tren, kan dolaşımını hissedebileceğiniz dev bir canavarmış hissini veriyordu insana) tekdüze vuruşlarına başladı. “Ne kadar da mükemmel şekilli bir burnu vardı Leydi’nin.” derken yakaladım kendimi. “Ela gözler ve dudaklar…” Ve bu noktada “Leydi”nin gerçekten nasıl olduğunu görmenin kurgulamaktan daha tatmin edici olacağı aklıma geldi.

İhtiyatla etrafıma bakınırken bir anda umudum kırıldı. Yüzünü tamamıyla örten peçe, parlak gözlerin ışıltısından veya güzel, oval bir yüzün belirsiz hatları olabilecek çizgilerden fazlasını görmemi engelliyordu, tabii bu maalesef eşit derecede güzel olmayan bir yüz de olabilirdi. Kendi kendime “Bir telepati deneyi için daha iyi bir fırsat olamazdı.” diyerek yeniden gözlerimi kapattım. “Onun yüzünü düşüneceğim ve ardından portreyi orijinaliyle karşılaştıracağım.”

Başlangıçta çabalarım sonuç vermedi ancak şimdi Aeneas’ı kıskançlıktan yemyeşil yapacağına emin olduğum şekilde “çevik zihnimi ikiye böldüm”; ancak belli belirsiz görebildiğim oval her zamanki kışkırtıcılığıyla boş kalmaya devam etti; yalnızca bir elips, burun ve ağız görevini yerine getirmek maksadıyla yapılmış odak noktalarından bile yoksun bir matematik şeması… Yine de ağır ağır, düşüncelerimi mutlak bir kesinlikle büsbütün toplayarak muallakta kalmış olan “Güzel mi?” ve “Sade mi?” sorularını mükemmel bir dengeye ulaştırabilmek için zihnimde peçeyi kaldırıp bu esrarengiz yüze bir anlığına bakabileceğim düşüncesine kapıldım.

Başarı kesik kesik olmasına rağmen yine de bir sonuç vardı: Arada sırada peçe ani bir ışık parlamasıyla yok oluyor gibiydi fakat yüzünü tamamen tanımlayamadan her şey yine karanlığa gömülüyordu. Ona her baktığımda yüzü biraz daha çocuksu ve masum görünüyordu. En sonunda peçeyi zihnimde tamamen yok ettiğimde ortaya şüphe götürmez şekilde küçük Sylvie’nin tatlı yüzü çıkmıştı.

“Öyleyse her iki durumda da Sylvie’yi düşünüyorum.” dedim kendi kendime. “Ve gerçek olan bu, eğer değilse ben gerçekten Sylvie ile birlikteydim ve bu da bir rüya! Merak ediyorum acaba Hayat’ın kendisi de bir rüya olabilir mi?”

Zaman geçirmek için cebimden, beklenmedik bir tren yolculuğu yapmama yol açarak beni Londra’daki evimden, kuzey kıyısındaki tuhaf bir balıkçı kasabasına gitmeye sürükleyen mektubu çıkardım ve tekrar okumaya başladım:


SEVGİLİ ESKİ DOSTUM,

Eminim bunca yıl sonra, seninle tekrar görüşmek senin için de benim için olacağı kadar memnuniyet verici olacaktır ve tabii ki sahip olduğum tıbbi yetenekten istifade etmeni sağlamak için hazır olacağım; yalnızca, bilirsin insanın etik değerlere saygılı olması gerekir. Üstelik sen, şu anda kendisiyle yarışabilirmiş gibi davranmamın dahi sahtekârlık olacağı birinci sınıf bir Londra doktorunun ellerindesin. (Kalbin etkilendiğini söylemesine itirazım yok, zaten tüm bulgular buna işaret ediyor.) Yine de doktor oluşum sayesinde senin için bir şey yapabildim; zemin katta bir oda ayarladım sana, böylece merdiven çıkmak zorunda kalmayacaksın.

Mektubunda belirttiğin gibi, seni cuma günü son trenle bekliyorum. O zamana kadar, sana şu eski şarkının sözleriyle veda ediyorum: “Cuma akşamı şerefine! Cuma görüşmek üzere!”

En içten dileklerimle,

ARTHUR FORESTER

NOT: Kadere inanır mısın?


Bu not beni feci şekilde allak bullak etti. “O kaderci olmak için fazla mantıklı bir adamdır. Yine de bu not ile başka ne kastediyor olabilir?” diye düşündüm ve mektubu katlayıp kaldırdım ve farkında olmadan yüksek sesle en altta yazan kelimeleri tekrar ettim: “Kadere inanır mısın?”

(Kimliği belirsiz) güzel hanım, aniden gelen soru karşısında şaşkınlık içinde başını çevirip gülümseyerek “Hayır inanmam! Ya siz?” diye sordu.

Alışılmışın dışında başlayan sohbetimizden şaşırmış bir hâlde, “Ben… Ben bu soruyu size yöneltmemiştim…” diye kekeledim.

Leydi’nin yüzündeki tebessüm bir anda kahkahaya dönüştü. Benimle alay eden birinin kahkahası değildi bu, mutlu bir kız çocuğunun son derece rahat kahkahasıydı. “Öyle mi? O hâlde, siz Doktorların ‘bilinçsiz düşünme’ dedikleri şey bu olsa gerek.” diye karşılık verdi.

“Ben Doktor değilim. Öyle mi görünüyorum? Sizi böyle düşündüren nedir peki?” diye sordum bu sefer.

Okuduğum kitaba işaret etti. “Kalp Hastalıkları” başlığı onun bakış açısından rahatça görülebiliyordu.

“Tıp kitaplarını okumak için insanın Doktor olmasına gerek yok ki! Konuyla daha derinden ilgilenen bir okuyucu kitlesi daha…” diye cevap verirken lafımı bölüp “Hastaları mı kastediyorsunuz?” diye sordu. Merhametli bakışları yüzüne daha bir güzellik katmıştı. Muhtemelen can sıkıcı bir konu açmaktan kaçınırmış gibi “Ama Bilim6 kitaplarına ilgi duyması da gerekmiyor. Sizce hangisi daha çok Bilim içeriyor, kitap mı yoksa zihin mi?” diye sordu.

Kendi kendime “Doğrusu, bir kadın için oldukça derin bir soru.” diye düşündüm. Erkek olmanın doğal kibrine göre aslında kadınların zekâsı sığdır. Cevap vermeden önce bir süre düşünüp “Eğer yaşayan zihinleri kastediyorsanız karar vermenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Yaşayan hiçbir insanın okumadığı kadar çok bilim kitabı var ve yanı sıra çok fazla düşünülmesine rağmen henüz kitaplara kaydedilmemiş bilim de var. Ama eğer tüm insan ırkını kastediyorsanız o zaman zihinlerde olduğunu düşünüyorum; şimdi kitaplarda kayıtlı bulunan her şey bir zamanlar zihinlerin içindeydi.”

“Aslında bu, cebir kurallarından biri gibi değil mi?” diye sordu (Gittikçe artan bir şaşkınlıkla Cebir de biliyor! diye düşündüm.). “Yani, düşünceleri çarpanlar olarak kabul edersek bütün zihinlerin en küçük ortak paydasının, bütün kitapları kapsadığını ancak bunun tersinin doğru olmayacağını söyleyemez miyiz?”

Verdiği örneğe mest olarak “Kesinlikle öyle söyleyebiliriz!” diye cevap verdim. “Ve eğer bu kuralı kitaplara uygulamayı başarabilseydik, olağanüstü bir şey olurdu!” Hayal kuruyor, konuşmaktan çok sesli düşünüyordum. “Bildiğiniz gibi en küçük ortak katsayıyı bulurken en yüksek kuvvetine ulaşana kadar çıkan tüm sayıları eleriz. Buna göre bir cümle içerisindeki en yoğun şekilde aktarılmış olanlar haricindeki tüm kayıtlı düşünceleri silmemiz gerekir.”

Leydim neşeyle gülerek “Korkarım ki bazı kitaplar boş kâğıtlara indirgenmiş olurdu!” dedi.

“Öyle. Çoğu kütüphanedeki kitap sayısı gitgide azalacak. Ama şöyle düşünün, en azından nitelikleri ne kadar yükselecek!”

Merakla “Ne zaman olur bu? Eğer bizim zamanımızda olursa okumayı bırakıp onları beklemeye başlarım.” dedi.

“Belki önümüzdeki bin yıl içinde…”

“O hâlde beklemenin bir anlamı yok. Haydi oturalım! Uggug, gel tatlım, yanıma otur!” dedi Leydi.

“Benim yanıma oturmasın da nereye oturursa otursun!” dedi Alt-Muhafız. “Zavallıcık daima kahvesini dökmenin bir yolunu buluyor!”

Tek seferde (eğer tıpkı benim gibi sonuca varmada yetenekliyse okuyucunun da tahmin edeceği gibi) Leydi’nin, Alt-Muhafız’ın eşi ve Uggug’un da (şişman gudubet bir oğlan, Sylvie ile aynı yaşta ve ödüllü bir domuzun yüz ifadesine sahip) oğulları olduğunu tahmin ettim. Lord Şansölye, Sylvie ve Bruno ile birlikte hepsi yedi kişilik bir grup oluşturuyorlardı.

Görünüşe göre Profesör ile sohbetini sürdüren Alt-Muhafız, “Siz gerçekten her sabah küvette banyo mu yapıyorsunuz? Yol kenarında durakladığınız küçük hanlarda bile mi?” diye sordu.

Profesör, neşeli yüzüyle gülümseyerek “Elbette.” diye karşılık verdi. “Size açıklayayım. Bu, hidrodinamik (Bu, su ve kuvvetin birleşimi anlamına geliyor.) içerisinde çok basit bir problemdir aslında. Eğer bir küvet ve bu küvete dalmak üzere olan benim gibi çok kuvvetli bir adamı ele alırsak bu durum bilimin kusursuz bir örneği olacaktır.” Profesör daha alçak bir ses tonuyla ve bakışlarını yere doğru indirerek konuşmaya devam etti: “İtiraf etmeliyim ki olağanüstü derecede kuvvetli bir erkeğe ihtiyacımız var. Öyle ki yerden kendi boyunun iki katı yüksekliğe kadar zıplayabilmeli ve yükselirken kafa üstü aşağı gelecek şekilde yavaşça dönebilmeli.”

Alt-Muhafız, “Öyleyse bir adama değil de bir pireye ihtiyacınız var!” deyince Profesör “Efendim? Ama bu tür bir banyo pireler için tasarlanmamıştır.” diye karşılık verip peçetesine çiçek şekli vererek konuşmaya devam etti: “Bunun belki de çağımızın en zaruri ihtiyacı olan, Aktif Gezgin’in Portatif Banyosu’nu temsil ettiğini varsayalım.” Bakışlarını Şansölye’ye çevirdi. “Eğer isterseniz onu kısaca A.G.P.B. harfleriyle de tanımlayabilirsiniz.”

Herkesin ona baktığını gören Şansölye’nin biraz keyfi kaçmıştı. Çekingen bir edayla fısıldayarak “Aynen öyle!” diye karşılık verdi.

Profesör konuşmaya devam etti: “Bu küvet banyosunun en büyük avantajı da sadece yarım galon7 suya ihtiyaç olmasıdır…”

“Aktif Gezgin’iniz tamamen içine girmediği müddetçe ben buna küvet banyosu diyemem!” diye belirtti Yardımcı Ekselansları. “İyi ama tamamen içine giriyor.” dedi yaşlı adam nazikçe. “A.G., P.B.’yi kaldırıp bir çengele asar. Sonra su kabını içine boşaltır, boş su kabını küvetin altına koyar, sonra havaya sıçrar ve önce kafası girecek şekilde küvetin içine iniş yapar, su adamın çevresinde yükselerek küvetin ağzına kadar çıkar. İşte oldu bile!” diyerek zaferle neticelendirdi konuşmasını ve ekledi: “A.G., Atlantik’te bir iki mil yüzmüşçesine suyun altında kaldı!”

“Ve boğuldu, diyebiliriz, yaklaşık dört dakika içerisinde…”

Profesör gururlu bir gülümsemeyle cevap verdi: “Öyle değil! Bir dakika sonra o, P.B.’nin altındaki musluğu açar, böylece bütün su tekrar su kabının içine akar, işte böyle!”



“Peki o küvetten nasıl dışarı çıkacak?”

“İcadın en güzel kısmı da bu!” dedi Profesör. “P.B.’nin içinde başparmaklar için boylu boyunca halkalar bulunuyor. Yani bu, merdiven tırmanmak gibi bir şey, sadece biraz daha rahatsız ve A.G. küvetten çıktığı sırada – kafası hariç her yeri tabii – yana doğru yıkılacaktır, yer çekimi sayesinde böyle olacak. Ve işte! Kendini tekrar yerde bulacak!”

“Belki biraz berelenmiş olur, öyle değil mi?”

“Belki biraz berelenir ama küvet banyosunu yapmış olur en azından. Bu her şeye değer!”

Alt-Muhafız, “Harika, neredeyse inanılmaz!” diye mırıldandı. Profesör bunu bir iltifat olarak kabul etti, yüzünde mutmain bir gülümsemeyle başını eğerek selam verdi.

“Gerçekten, inanılmaz!” diye ekledi Leydim, şüphesiz iltifat ediyordu. Profesör tekrar başını eğdi ama bu sefer gülümsemedi.

“Sizi temin ederim ki…” dedi ciddiyetle, “eğer bu banyo yapılmış olsaydı onu her sabah kullanırdım. Kesinlikle sipariş ettim, bundan eminim ancak yapımının tamamlandığı hususunda şüphelerim var. Bunca yıl sonra bunu hatırlamak epey güç…”

Tam o esnada kapı gıcırtıyla yavaşça açılmaya başladı ve Sylvie ile Bruno çok iyi tanıdıkları ayak seslerinin sahibini karşılamak için yerlerinden fırladılar.

3.BÖLÜM

Doğum Günü Hediyeleri

Alt-Muhafız, “O benim kardeşim!” diye fısıldadı heyecanla. “Konuş ve çabuk ol!”

Belli ki bu karşı çıkış, küçük bir çocuğun alfabeyi tekrarlayan sesi gibi, acı ve tiz bir tonda hemen cevap veren Lord Şansölye’ye yapılmıştı. “İfade ettiğim gibi, Yardımcı Ekselansları, bu kötü hareket…”

Diğeri araya girip, heyecanını belli etmemeye çalışarak “Çok erken başladın. Seni duymuş olabileceğini sanmıyorum. Baştan başla!” dedi.

“İfade ettiğim gibi…” diye tekrarlayıp durdu uysal Lord, “bu kötü hareket neredeyse bir devrim boyutunda!”

“Peki, bir Devrim’in boyutları nedir?”

Ses olgun ve yumuşaktı, bir eliyle Sylvie’nin elinden tutarken omuzlarının üzerinde zaferle oturan Bruno olduğu hâlde odaya giren uzun boylu ve ağırbaşlı adamın yüzü, masum birini bile korkutmaya yetecek kadar asil ve zarifti; fakat Lord Şansölye’nin bir anda beti benzi atmıştı. Zar zor konuşarak “Boyutlar… Siz… Siz Yüksek Ekselansları… Ben… Ben pek anlayamadım!..” diye lafı geveledi.

“Öyleyse uzunluk, genişlik ve kalınlık diyeyim; eğer daha iyi anlayacaksan…” Sonra yaşlı adam yarı küçümser bir hâlde gülümsedi.

Lord Şansölye büyük bir çabayla kendini toparlayıp açık olan pencereyi gösterdi. “Eğer Yüksek Ekselansları bir dakikalığına öfkeli kitlenin haykırışını dinlerse…” (“Öfkeli kitle” diye daha yüksek sesle tekrarladı Muhafız, Lord Şansölye’nin sesi son derece korkmuş bir vaziyette neredeyse fısıltıya dönüşmüştü.) “Ne istediklerini anlayacaksınız.”

Tam o sırada odanın içinde, yalnızca arasından “Az-ekmek-çokvergi!” seslerinin rahatça duyulduğu karmaşık ve boğuk bir haykırış yükseldi. Yaşlı adam içtenlikle güldü. Tam “Bu da nesi…” diyerek konuşmaya başlamıştı ki Şansölye onu duymadı bile. “Bir hata olmalı!” diyerek pencereye doğru koştu ve bir oh çekerek hemen geri döndü. Ellerini etkileyici bir şekilde yukarı kaldırıp “Şimdi, dinleyin!” diye bağırdı. Şimdi kelimeler tıpkı bir saatin tik takları gibi düzgün ve anlaşılır bir biçimde duyulmaya başladı: “Çok-ekmek-az vergi!”

Muhafız şaşkınlık içinde “Çok ekmek mi?” diye tekrarladı. “Hükûmet Fırını daha geçen hafta açıldı ve ben onlara, bu yokluk zamanında ekmeği maliyet fiyatına satmalarını emrettim. Daha ne istiyorlar ki?”

Şansölye, şu ana kadarki en anlaşılır ve yüksek sesle “Fırın kapandı, ekslans!” dedi. Sunacak delili vardı, bu yüzden cesaretlenmişti. Muhafız’ın eline, kenarda açık duran bir defterin üzerinde bulunan birkaç basılı duyuruyu tutuşturdu.

Muhafız, elindeki kâğıtlara üstünkörü göz atıp “Evet evet anlıyorum.” diye homurdandı. “Emir kardeşim tarafından iptal edilmiş ve bunu benim yaptığım düşünülüyor! Oldukça kurnazca bir davranış! Her şey kitabına uygun!” diye ekledi daha yüksek sesle. “Altında da benim imzam var! Öyleyse sorumluluğu üzerime alıyorum! İyi ama ‘az vergi’ ile ne demek istiyorlar? Nasıl daha az olabilir? En son vergiyi zaten bir ay önce yürürlükten kaldırdım ben!”

“Vergi tekrar yürürlüğe konuldu Ekslansları, hem de Ekslans’ın emri ile.” Diğer basılı duyurular da incelemesi amacıyla sunuldu.

Muhafız duyurulara göz gezdirirken hesap defterinin başına oturmuş ve tüm dikkatini toplamaya vermiş olan Alt-Muhafız’a bir iki defa baktı ama sadece “Peki. Bu işi ben yapmışım gibi kabulleniyorum.” dedi.

“Ve diyorlar ki…” diye devam etti kuzu gibi bakan Şansölye, yüksek rütbeli bir memurdan çok suçu kanıtlanmış bir hırsız gibi görünüyordu. “Alt-Muhafız ortadan kaldırılarak hükûmette bir değişiklik yapılmalı…” Muhafız’ın hayret dolu bakışlarını görünce ivedilikle ekledi: “Demek istiyorum ki Alt-Muhafız’ın ofisinin ortadan kaldırılması ve Muhafız yokken onun yerine yardımcısı olarak bulunması – bu büyüyen sızıntıyı bastırabilirdi.” Ardından “Yani…” diye ekledi elinde tuttuğu kâğıda göz gezdirerek “bu büyüyen sıkıntıyı bastırabilirdi.”

Alt-Muhafız’ın eşi de sert bir ses tonuyla, “Tam on beş senedir, kocam, Alt-Muhafız olarak görev yapıyor. Bu çok uzun bir süre. Fazlasıyla uzun!” diye lafa karıştı. Leydim, her zaman muazzam bir varlıktı. Hele şimdi olduğu gibi sinirlenip kollarını kavuşturduğu zaman hiç olmadığı kadar devasa görünürdü; insana, sinirlendiğinde bir saman balyasının neye benzediğini düşündürüyordu.

“Bir Yardımcı olarak kendini gösterebilirdi!” diye devam etti Leydi, sözlerinin çift anlamını algılayamayacak kadar aptalca davranarak. “Uzun yıllardır Dışdiyar’da onun gibi bir Yardımcı olmadı.”

“Nasıl bir yol izlemeyi tavsiye edersiniz, Kız Kardeşim?” diye zarif bir biçimde sordu Muhafız.

Leydim ayağını yere vurup pek de zarif olmayan bir şekilde homurdanarak “Bu dalga geçilecek bir şey değil!” diye bağırdı.

“Erkek kardeşime bir danışayım.” dedi Muhafız. “Kardeşim!”

“(…) Ve yedi yüz doksan dört yapar. Bu da on altı ve iki peni. İkiyi at, on altıyı al.” diye cevap verdi Alt-Muhafız.

Şansölye ellerini ve kaşlarını kaldırarak hayranlıkla baktı ve “Tam bir iş adamı gibi!” diye mırıldandı.

“Çalışma odamda seninle biraz konuşabilir miyiz?” dedi Muhafız daha yüksek bir sesle. Alt-Muhafız hevesle yerinden kalktı ve ikisi birlikte odadan çıktılar.

Leydi, semaveri açmakta ve cep termometresiyle sıcaklığı ölçmekte olan Profesör’e dönüp öyle yüksek sesle “Profesör!” diye bağırdı ki koltuğunda uyumakta olan Uggug bile horlamayı kesip tek gözünü açtı. Profesör hemen termometresini cebine koyup, ellerini başında kenetleyerek yüzüne silik bir gülümseme kondurdu.

“Sanırım oğluma kahvaltıdan önce ders çalıştırıyordunuz.” dedi gururlu bir sesle. “Umarım yeteneklerini fark etmişsinizdir.”

“Ah, hem de fazlasıyla Leydim!” diye karşılık verdi Profesör aceleyle, sanki o an aklından acı dolu hatıralar geçiyordu, kulağını ovuşturdu. “Sizi temin ederim ki onun ihtişamına kapılmamak için zorlanıyorum!”

“O büyüleyici bir çocuktur!” diye haykırdı Leydi. “Horlaması bile diğer çocuklarınkinden daha ahenkli!”

Öyleyse, diye düşündü Profesör, diğer çocukların horlaması katlanılamayacak denli kötü olmalıydı, ama temkinli bir adam olduğu için bir şey söylemedi.

“Aynı zamanda çok da akıllıdır. Dersinizi bu kadar çok sevecek birini daha bulamazsınız. Bu arada zaman belirlediniz mi? Daha önce söylememiştiniz, biliyorsunuz; bunun için uzun yıllar önce söz verilmişti, sizden önce…”

“Evet evet Leydim, biliyorum! Belki haftaya salı veya salı haftası…”

“Harika olur.” dedi Leydi kibarca. “Tabii Diğer Profesör’ün de ders vermesine izin vereceksiniz?”

“Sanmıyorum Leydim.” dedi Profesör tereddütle. “Biliyorsunuz ki dinleyenlere sürekli sırtını dönüyor. Tahtada ders anlatmak için iyi bir yöntem olabilir bu ama ders öğretirken…”

“Haklısınız. Şimdi düşündüm de bir dersten daha fazlası için zaman olmayacak. Ayrıca bir Ziyafet ve Kıyafet Balosu ile başlarsak daha iyi sonuçlanacak…”

bannerbanner