Читать книгу Mai ve Siyah (Халит Зия Ушаклыгиль) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Mai ve Siyah
Mai ve Siyah
Оценить:
Mai ve Siyah

3

Полная версия:

Mai ve Siyah

Baba, bunları anlatırken hatırlatmalarının bu bölümünde çocuğuna hem tehdit hem de şaka anlamı taşıyan bir bakışla baktı. Çocuk gözlerini indirdi. “Ders saatlerine gelince: Şimdi kış girmek üzere, sanırım geceleri yeğlersiniz değil mi?” dedi. Dönerken kendisine bir uşak katılacak. Haftada üç kez ders yeterli.

O akşamdan başlayarak derslere başlandı. Ama hocalığın birçok güçlükleri konusunda daha bir düşünce edinememişti. Çocuğa biraz okuma yaptırdıktan sonra daha ne yapmak gerekeceğinde oldukça şaşkınlık geçirdi. Beş dakikada iş bitti. Şimdi ne yapılacak? Çocuk bekliyordu. Ahmet Cemil sanki sıkıntısından terledi. İmla yazdırmak istedi, söyleyecek bir şey bulamadı; sonra okuttuğu yerleri yazdırdı, yanlışları tashih etti.

Kimi kurallarla ilgili hataları açıklamak istedi. Çocuk devamlı yüzüne bakıyordu; bir şey anlamadığını çok iyi sezinlemişti. Büsbütün sıkıldı:

“Bu kez burada kalsın, gelecek ders için kitap getireyim de…”

Konaktan çıktıktan sonra enikonu geniş bir soluk aldı. Dün akşamki denge listesini şenlendiren iki liranın kolay kazanılamayacağını şu ilk deneme ile anlamıştı…

***

Okulun son imtihanları yaklaştı. Bu yıl dersleri büsbütün savsaklamıştı. İmtihan zamanı yaklaştıkça içine bir korku düşüyordu.

Ya sınıfta kalırsa?.. Bu korku kafasına iliştikçe -korkulu düşüncelerden kaçmaya sürükleyen bir duygu ile- bunu hemen oradan silip çıkarmak isterdi.

Yılın son ayında artık çalışmaya gerek gördü. Bir yandan bir kitapçıya tercüme verdiği “Çocuklara Bilgi” adlı dizi, bir yandan “Mir’at-ı Şuûn” gazetesi için ikinci kez olarak başladığı bir tefrika roman, haftada üç gecesini alıp götüren Vezneciler yolcuğu dersleri, kendi derslerini çalışmaya vakit bırakmıyordu.

Uykusundan fedakârlık yaptı. Küçük odasında, herkes yazın sıcağıyla erkence yataklarında uyurlarken, o kitaplarının üstüne eğilmiş durmaksızın çalışmaktan yorulmaya başlayan zavallı başını iki ellerinin arasına almış, dirseklerinin üzerine dayanmış, artık dışarıdan gelen etkileri kabul etmek istemeyen düşüncesine, bir yıldır savsaklanmış bir hâlde kalan derslerini sindirmeye çalışırdı.

Korktuğuna uğramadı; diplomasını alabildi. Ama bir diploma ki…

Ahmet Cemil, bundan söz edilmesine izin vermez, zekâsına sanki aşağılık duygusu veren bu belgeden utanır.

Diploma aldıktan sonra hiç sevinmedi. Ondan zaten büyük bir umut beklemiyordu. Artık geçim biçimini bulmuştu. Bu diplomayı elde etmek için çalışması, başladığı bir şeyi bitirmiş olmak azminden başka bir şeyden ileri gelmemişti.

***

Okul bittikten sonra Hüseyin Nazmi ile hayat ortaklığı hemen büsbütün kesildi. O, Hariciye Nazırlığına girecek, ara sıra da dergilerde yazı yazacak… Ahmet Cemil hiçbir yere bağlanmayacak, bütünüyle basın dünyasına atılacak; bir iki ders daha bulacak, para kazanacak. “Mir’at-ı Şuûn” gazetesi yazı heyeti arasında yeri zaten hazır…

Hüseyin Baha Efendi bir gün, gözlüğünün üstünden bakmaya çalışarak hizmetinden pek memnun olmadığı Osman Tayyar’ı göstermiş:

“Sen, mektepten çıktıktan sonra, buradasın!” demişti.

Onu bu gazete ve matbaada hemen herkes severdi. Başyazar Ali Şekip, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha, idare memuru Ahmet Şevki Efendi… Bunlar o temiz yürekli adamlardı ki onlarla konuşurken içten bir ferahlama duyar, sıkıntılarının birçoğunun ortadan kalktığını sezinlerdi. Bir de matbaanın müdürü Tevfik Efendi vardı ki işinin başına her gün herkesten önce gelir, küçük odasına girerdi.

Her zaman küskün, her zaman sessiz bir adam ki ortalıkta gölge gibidir. Kimseyle konuşmaz, hiçbir şeye karışmaz. Yalnız, Ahmet Şevki Efendi ile yönetim işlerine bakar. Matbaada öksürdüğünden başka sesi duyulmaz; hastalıklı bir çalışan… Yazın kürk giyer, odasından mangal mayıs ortasında kalkan bir yaşlı adam…

Ahmet Cemil bu adamla bir çift söz etmemiştir; niçinini, nedenini de bilmez. Matbaa müdürü?.. Ne demek olacak, matbaa müdürü ise kendisini göstersin. Odasında kül eşelemekten başka bir şey yapmayacaksa müdürlükten vazgeçsin…

Hüseyin Baha Efendi’nin buna, üstelik çarpık işlerine katlanışına bakılırsa bu adamın burada müdürlük sıfatını takınmak için bir özel hakkı olmalıydı. Kimi zaman kulağına çarpan sözlerden yavaş yavaş anlamıştı ki Tevfik Efendi, Hüseyin Baha Efendi’nin ortağı imiş; ola ki asıl sermaye de onun imiş…

Ahmet Cemil buna hiç önem vermezdi. Zaten bu üç kişiden başkaları her zaman gezgin hâlindeydiler. Altı ayda altı kez gazete ve matbaa değiştirir adamlar… Bugün “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinde, yarın başka bir yerde, kimi zaman iki yerde birden. Örneğin Osman Tayyar, dördüncü kez olarak bu gazeteye kapılanmıştı.

Diploma aldıktan sonra, bu dördüncü keze de son verildi. Üstelik bu kez Hüseyin Baha Efendi, Osman Tayyar’ın gazeteden ayrıldığına ilişkin iki satırlık bir yazı yayımlamaya bile gerek gördü.

Ahmet Şevki Efendi, o gün bir ara Ahmet Cemil’e “Oh! Hele şu çapkından kurtulduk. Şimdi gitsin de başka bir ‘Mir’at-ı Şuûn’ adına para alsın…” demişti.

***

“Mir’at-ı Şuûn”a kesin olarak girdikten sonra yaşayışı da bir düzene girmiş oldu. Kitapçılar için çalışmak, belli zamanlarda çıkan dergilere yazı yetiştirmek, “Mir’at-ı Şuûn” için her gün haberler ve değişik çeşitli yazılar sütunlarını doldurmak; sabahtan akşama kadar yönetimin havı uçmuş, değişik renklerde lekelerle, değişik biçimlerde yırtıklarıyla garip bir şey hâlini almış soluk yeşil çuha örtülü masasının kenarına ilişerek -Ali Şekip bir yanda olayların özetini hazırlarken, Raci ötede, bir dergideki güzel bir manzumenin yazarını küçültmeye çalışırken, Hüseyin Baha Efendi bir hesap konusu için Ahmet Şevki Efendi’ye çıkışırken, başmürettip mürekkepli elini kapının kenarına dayamış “Değişik yazılar ve haberler bölümüne bir buçuk sütun daha gerek.” derken- çalışmak; yazı imal eden bir araç gereç gibi uzunluğuna kesilmiş kâğıtlara, yeniden okumaya vakit bulamadan, doldurup bir yenisine başlamak…

Durmadan işleyen zavallı başını dumanla uyuşturabilmek için birbirinin ardından yaktığı sigaraların dumanı gözlerini doldurdukça durmaya, sulanan bu zavallı gözlerini dinlendirmeye vakit bulamayarak çalışmak, yazı yazmak…

Sonra yorgun kafasının bir sözü bulabilmekten veya bir cümleyi bağlayabilmekten irkilişi üzerine ileriye gitmek istemeyen kalemi, kâğıdın üzerinden ayırmayarak durmak; bir süre zihninin tembelliği içinde gözleri pencerenin rengi uçmuş, eğri takılmış yeşil astar perdesinin kenarından şurada duyma düşünme yeteneklerini öldürmekle uğraşan bu zavallılara bir alay etme bakışı yollayan güneşin parlayışına özlemle dalıp gitmek…

Bu uğraşı içinde yemek yemek için vakit bulamazdı. Çoğunlukla peynir ekmekle üzümün oluşturduğu öğle yemeğini güneşsizlikten, havasızlıktan her zaman iştahsız kalan midesine zorla indirdikçe gözleri bir yabancı dergide, tercüme etmeye yarayacak bir parça arar veya biraz önce doldurduğu kâğıtların birinde, yeri boş bırakılmış bir kelime için sözlük kitabını araştırırdı.

Kimi zaman uyuşmuş bacaklarına, sürekli oturmaktan yorulmuş bedenine bir taze hayat vermek için kalkıp biraz dolaşır veya pencerenin kenarında ayakta durarak karşıki kaldırımdan geçenleri seyreder; bir ara merdivenleri iner, sokağa çıkar, kitapçısına kadar gider; yeni çıkmış kitap varsa şöyle bir bakar veya kitapçının hatırı için tashihleri gözden geçiriverir ve böylece işin çeşidini değiştirmiş olmakla kendisini dinlenmiş sayarak gene gazeteye döner.

Bu yaşayış biçimi her zaman böyledir. Cuma yok, pazar yok, her gün çalışacak, her gün gazeteye esir olacak. Kimi zaman geceleri nöbet bekleyecek. İmtiyaz sahibinin odasındaki sedirin üzerine ilişip yatacak. Pek seyrek olarak gazetede kendisine gerek olmayacak da biraz soluk alabilmek için Tepebaşı’na kadar gidecek veya gidip gelme bir Boğaziçi yolculuğu yapacak…

Ama bu yaşayışından şikâyetçi değildi. Çalışmak şimdi onun için sanki bir hastalık olmuştu. Duramıyordu. Yalnız, akşamları evine döndüğü zaman, yemek vaktine kadar minderin üzerine boylu boyuna uzanır, dinlenirdi.

Eve gelince annesiyle İkbal, o günün olup bitenlerini kendisine anlatırlardı. O yalnız dinler, ara sıra bir soru sorar, onlar söyler; bin türlü hiçlerden oluşmuş sözlerle yorgun kafasına biraz istirahat havası verirdi.

Bu uğraşma dolu hayata başladıktan sonra sessizliği sever olmuş; eski şen hâlini, gevezeliğini kaybetmişti. Ama isterdi ki kendisine öteden beriden söz edilsin. Bugün komşu Sabire Hanım gelmiş; oğlu Ahmet Efendi gelinle kavga etmiş de o, aralarına girerek barıştırmış. Gene de değeri bilinmezmiş, ne de olsa gelin değil mi?..

Bunu uzun uzun, dudaklarında geciken bir gülümsemeyle dinlerdi.

Dün İkbal, Seher’le birlikte, sekiz arşın basma almak için Kalpakçılarbaşı’na gitmiş. Yolda Seher’in ayakkabısının ökçesi kopmuş. Deli kız “Aman! Küçük hanım, ökçem koptu!..” diye kalabalığın içinde bir çığlık atmış ki…

Bu hiçleri derin bir zevkle dinler; dinledikçe sıcak bir günden sonra düşen yaz yağmurlarının tatlı serinliğine benzeyen bir haz duyardı.

Gazete için çalıştığına hiç hayıflanmıyordu çünkü bütün umutlarının sürekli çalışma sonucunda elde edilebileceğine, gerçekleşeceğine inanıyordu. Ama o Vezneciler’deki ders Ahmet Cemil’e o kadar ağır geliyordu ki eğer başka türlü elde edilebilmesi mümkün olsa o iki lirayı çoktan terk ederdi.

Hiç olmazsa gecelerine bütünüyle sahip olabilse kendisini mutlu sayacaktı. Evde kaldığı akşamlar bir süre annesiyle konuşur, Seher’le alay eder, özellikle İkbal’i herhangi bir nedenle kızdırarak eğlenir; sonra odasına çıkarak ya sevdiği bir şairi okur ya tercümeleriyle uğraşır ya da -iki gün sonra yok edilip atılmak üzere- bir manzumecik karalardı.

Odasında, seccadelerin üzerinde yuvarlanarak, minderlerde uzanarak çalışmaya ayırdığı bu zamanlar, gündüzleri gazetenin hasır iskemlesinde geçen saatlerin eziyet ve zahmetlerinin ödülü türünden, bir istirahat dönemiydi. Ama ihtiyaç derdi, bu zamanları da tamamıyla kendisine bırakmıyordu.

Haftada üç gece yemekten sonra evden çıkarak, bu sessizlik ve dinlenme köşesini bırakarak Vezneciler’e kadar gider; orada saatlerce uğraştıktan sonra, yanına kattıkları bir uşağın eşliğinde evine gelir, o zamana kadar herkes yatmış olduğundan yanına almış olduğu anahtarla kapıyı açarak hafifçe, ayaklarının ucuna basa basa odasına girer; en son on altı saatlik bir çalışıp çabalamanın acıları pahasına kazanılmış olan yatağına sokulurdu.

Asıl bu Vezneciler yolculuğundan kışın zahmet çekmişti. Öyle ki ders günleri yemeğini yedikten sonra, mangalın başında ısınmak mümkün iken bunu elde edemeyip soğukta, karların, çamurların içinde yeniden sokağa çıkmak gerekeceğini düşündükçe eve gitmekten korkar olmuştu.

Dersi olduğu akşamlar sofrada yası andıran bir sessizlikle yemek yedikten sonra küçücük kırmızı bakır mangalla ısınan bu yuvacıkta annesini, kardeşini yalnız bırakarak üstelik geç kalmak korkusuyla, mangalın kenarına sürülen parlak sarı cezveden payını almayarak bu gece yolculukları için aldığı muşamba paltosunu giyer “Anne, ben gidiyorum; uykunuz gelirse beni beklemeyiniz!” der, yüreğinde bu eve, şu küçücük aile ocağına bir özlem duygusuyla sokağa çıkardı.

Soğuk!.. Kışın tipilerle esen rüzgârı paltosunun başlığından içeri saldırarak yüzünü tırmalar, bütün vücudunu kaplayan ürpermelerle titrer. Hasır iskemle üzerinde yazı ile geçen bir günden sonra o küçük ama şirin sarı mangalın kenarından uzak düşmüş olmak -şüpheli işlerle geçinen sefil adamlar gibi- geceleri karanlıklar içinde ekmek parasına koşmak, dayanma gücünü kıran bir dertti.

Her dakika bir çamur birikintisine batmamak için duralamak zorunda kalır, iki ellerini ceplerine sokarak, eteklerini dizlerinin üstünde tutmaya çalışa çalışa taşların üzerinden sekerek yürür, kimi zaman duvarın kenarından bir gölge biçiminde süzülerek geçer; geçtiği yolun üzerindeki küme küme büzülmüş köpeklerden korkarak yolunu değiştirir kimi zaman yıkıntı bir evin boşluğundan geçerken şimdi bir el uzanıverecekmiş, yakasından tutuverecekmiş gibi yüreğinde bir korku titremesi duyardı.

Sonra bir ara yağmur başlar; omuzlarında, başında muşamba paltosunu döverek sırtından süzülüp ayaklarına doğru akar, ne kadar kıvırsa bir türlü çamurdan koruyamadığı zavallı tek pantolonunu ıslatır… Bu yarına kadar kuruyacak, sabahleyin mangalın kenarında tüterek geceden kalan ıslaklığı alınacak. İkbal bir yandan ütüyü hazırlarken o, gazeteye geç kalmak korkusuyla üzülecek.

Issız, karanlık sokaklar, soğuk rüzgârlarla karışık sıkı bir yağmur…

O sokaklardan, o yağmurun altından geçer; ta Vezneciler’e kadar gelir. Kapının önünde, zile dokunmadan önce bir soluk alır. Sonra kapı açılınca daha yemeğini bitirememiş, yağlı elini silmemiş uşağın tuttuğu mumun ışığıyla dar bir merdiveni çıkar, selamlık odasına girer, orada bekler; ta ki küçük bey kitaplarını alıp haremden çıksın…

“Hoca efendi, bugün hiç çalışamadım; affınızı rica ederim.” girişiyle, küçük bey içeri dalar. Ahmet Cemil’in her şeyden çok bu “hoca efendi” deyimi canını sıkar. Niçin? Canı sıkılmaya hakkı var mıydı?

Çocuk küçük bir yaramazdır ama yaramazlıkları bir terbiye süsü altında saklıdır. Öğrencisinin hiçbir incelik ve terbiye dışı hâline rastlamamış olmakla birlikte, ufak bir kınamada bulunsa çocuğun yapmacık bir utanmıştık hâliyle gözlerini indirerek içinden “Budala sen de!.. Sana ne oluyor? İster çalışır ister çalışmam. Keyfimin kâhyası değilsin ya!..” diyeceğini kesinlikle bilmektedir; onun için her zaman onun bu bağışlanma dileğini kabul eder. Zaten çocuğun kendisiyle birlikte bulunduğu sürenin dışında ders çalışmadığını da bilir.

Derse başlanır; örneğin matematikten bölme anlatılacak, dünyanın yuvarlaklığı açıklanacak, bir küçük masal okunacak, ele geçen bir kitaptan imla yazdırılacak…

Bunlara karşılık o küçücük sıcak odada, minderin üzerine boylu boyuna uzanarak Musset’nin “Geceler”ini, Hugo’nun tiyatrolarını, Lamartine’in “Düşünceler”ini okumak için nasıl büyük bir özlem duyardı.

Bir vakit gelirdi ki her ikisi de yorulur; çocuk küçücük eliyle ağzını saklayarak esnemeye başlar, Ahmet Cemil’in yorgun gözleri süzülürdü. Bir ara uşak görünür, “Hanımefendi haber göndermiş, küçük bey artık yorulmuştur, diyor.” sözü üzerine derse son verilir. Çünkü bir an önce hareme dönmek için sabırsızlandıklarından bunun çocukla uşak arasında bir uydurma anlaşma olması pek çok ihtimal altında bulunmakla birlikte o aldanmayı yeğlerdi.

Geri dönerken başka bir bölüm başlardı. Uşak yavaş yavaş kendisiyle senli benli olmuştu. Ahmet Cemil buna sessizlikten başka bir karşılık vermediğinden uşak, evde konuşma fırsatı bulamadan geçen hayatının öcünü kendisinden çıkarırdı.

Elinde muşamba feneri sallayarak, ilk önce önden gitmek âdet iken her seferinde bir iki parmak geri kala kala sonunda yan yana gitmeye başladığı Ahmet Cemil’e bu geveze uşak bütün dertlerini döktü. Memleketinde kendisini bekleyen nişanlısından bile söz etti… O yalnız dinler veya dinlemeksizin susardı. Sonunda sokağın başına gelince uşak “Eh! Artık buradan gidersiniz…” derdi. Ahmet Cemil hafif bir selamla ayrılır; titreyerek anahtarı sokar, çamurlu lastiklerle paltosunu hemen taşlığa atar, odasına çıkar; giysilerini öteye beriye iliştirir, hayatta kendisine alın yazısınca verilmiş tek dinlenecek yeri olan yatağa girer…

***

Kendi kendisine, Uyu zavallı çocuk; yeşil eski çuhalı yazı masasının kenarında, karanlık çamurlu sokaklarda, küçük nazlı çocuğun sürekli esneyen yüzü karşısında geçen o aşırı zahmet, eziyet saatlerinden sonra şu sıcak, temiz yatağın içinde, aydınlık mavi bir gökyüzünün elmas yağmuru altında, doğmasını beklediğin umut güneşini görmeye çalışarak derin, uzun bir avunma uykusuyla uyu!.. diye içinden bir ninni söyler gibidir.

6

Tepebaşı şölenini izleyen günün sabahı, Ahmet Cemil gazeteye alışılmıştan biraz geç, gecenin mahmurluğunun ağır tesiriyle biraz sersemce geldiği zaman Ahmet Şevki Efendi’den başka kimseyi bulamamıştı.

Sabahları çıkan gazete idarehaneleri en çok sabahları sessizdirler. Gece gazete basılmış, sabahleyin şafaktan sonra müvezzilere dağılmıştır. Yalnız postaya verilecek olanlar hazırlanmakta, dizgi yerinde dizgicilerin telaşa gerek görmeyerek kasalara dağıttıkları dökme harflerin hızlı vurucuklarla biteviye ahengi işitilmektedir. Yazarlar daha gelmemiş, tütün kokusu daha ortalığın mürekkep ve ıslak kâğıt kokusuyla dolu havasını doldurmamıştır.

Ahmet Şevki Efendi, daha odasına girip kâğıdının üstünde sürekli çatırdayan kamış kalemini eline almamıştır. İdare memurunun kalem çatırtısıyla müdürün öksürüğü matbaa makinesinin dem tutucularıdır. Ahmet Şevki Efendi’ye ne vakit kaleminden, o bitmez tükenmez inleyişiyle kâğıdın üzerinde ağır ağır yürüyen, bir öküz arabası gibi cızırdayan kaleminden söz edilse “Yok! Ona ilişmeyiniz, o benim ninnimdir; ben hem yazarım hem o ninni ile uyurum.” derdi.

Ahmet Cemil idare memurunu en içten selamıyla selamlardı. Her sabah böyle buluşurlar, dertleşirler, öteden beriden söz ederlerdi. Ali Şekip bu iki dosta, yazı masasının bir yanında sohbet sırasında rastladıkça espri yapmak tutkusuna uyarak Ahmet Cemil ile Ahmet Şevki’nin adlarındaki benzerlikten mütevellit “Ahmet Efendiler gene birleşmişler…” derdi.

Ahmet Şevki Efendi sohbet arkadaşını görünce söylemek istediği şeyi söyleyecek bir adam bulamayıp da ilk rastladıklarının üzerine atılanlara özgü bir telaşla -onun selamına karşılık vermeye dahi vakit bulamadan- “Gördün mü hele çapkını? Bu akşam gene evine gitmemiş!..” dedi. Ahmet Cemil, Raci’den söz edildiğini hemen anladı.

Ahmet Şevki Efendi’nin başlıca diline dolamış olduğu sözlerden biri de “çapkın” sözüdür. Bu kelimeyi hiç sevmedikleriyle pek çok sevdikleri için kullanır. Üstelik bir seferinde sevgi duygusuna gereğinden aşırı kapılarak kendisini kaybetmiş, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi’nin dizine elini vurarak “Hay çapkın hay!..” demişti de sonra da bu aymazlık hatasından dolayı zaten kırmızı olan yüzü birkaç gömlek daha kırmızılaşarak üç dört gün kadar imtiyaz sahibinin yüzüne bakamamıştı.

Ahmet Şevki Efendi bu sabah bu sözü pek öfkeyle, beyaz keten gömleğinin altında zorca zapt olunan göbeği yerinden sarsılarak söylemişti.

Ahmet Cemil telaş etmeyerek sordu:

“Nereden anladınız?”

“Nereden anlayacağım? Zavallı kadın, gene öksüzler gibi boynu bükük çocuğuyla gelmiş, gazetenin aşağı katında ağlayıp duruyor. Görsen ne de güzel kadıncağız! Taze, hüzünlü, edalı bir zavallı. Mutsuzluğu her hâlinden belli…

Karısını evde kimsesiz, yapayalnız, belki de ekmeksiz bırakıp da kim bilir hangi kahpenin yanında vakit geçirmekte anlam var mı? İkide bir de ‘Babam nerede?’ diye gelen bu çocukla buradaki çalışanların kaba saba gülüşleri arasında ağlayan o kadıncağızı gördükçe içim içime sığmıyor. Allah bilir!.. Bir gün o çapkını tuttuğum gibi odanın penceresinden aşağıya atacağım ama neye yarar? İş bu zavallının derdine deva bulmakta…”

Ahmet Şevki Efendi konuşmasını sürdürdü: Kendisini denemeden geçirmeden, aile babalığının ne demek olduğunu anlamadan veya o kutsal görevin önemini her türlü bağlardan bağımlılıklardan sıyrılmış sayacak kadar kendilerinde duygusuzluk gördükleri hâlde evlenenlerden söz etti.

Kim bilir şu genç kadın kimin, hangi baba ile hangi ananın nazlı bir kızıdır. Pek küçük iken evlenmiş olacak, çocuğundan öyle anlaşılıyor. Belki on beş on altı yaşında… Tutmuşlar, bilmediği bir adama verivermişler, “Senin her şeyin işte bu adamdır.” demişler. Sonra ana baba ortadan kalkmış, dünyada bu adamdan başka kimse kalmamış. Bir ay ya mutlu olmuş ya olmamış. Kocası içmeye başlamış. Sonunda bir akşam evde küçücük bir çocukla yalnız kalmış. Bu genç kadın ne yapar? Kocası nerede kalmış?.. Zamanla bu kayboluşlar mutat hâle gelmiş. Nereye gidiyor?.. Nerede kalıyor?.. Türlü varsayımlar zincirlemesi ki her biri ciğerlerinde bir başka yara açıyor, meram anlatamıyor, ağlasa kıyametler kopuyor üstelik…

Ahmet Şevki Efendi diyor ki:

“Evet, böyle bir herif bilirim ki karısı ağladıkça onu döverdi. İnsan, ilk önce karısını döven erkeklerden söz edildiğini işitince ‘Kim bilir, kadın nasıl dayağı hak etmiştir.’ demek ister. Evet, efendi içsin, içsin sonra eve ‘Bakkaldan veresiye peynir ekmek alırlar.’ diye gitsin, cebindeki parayı bir murdar kötü kadına yedirsin. Sonra eve gelince karısının ağlamasına katlanamasın. O kadın ağlarsa bağırırsa yaygaracı denecek, dayağa hak kazanmış sayılacak… Buna bir de kadının kocasına âşık olmasını ekleyiniz, işte Raci’nin karısı…

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Saniha: Çok düşünmeden doğan iyi ve güzel düşünce veya bu düşünceleri doğuran zekâ. (e.n.)

2

Elmas yağmuru. Bu “barârı-ı elmas” tanılaması, “Mai ve Siyah” romanının özünü ve ana temasını oluşturduğu için metindeki ilk geçişinde onu olduğu gibi aldık; öteki bölümlerde sadece Türkçe karşılığını veriyoruz.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

1...345
bannerbanner