![Mai ve Siyah](/covers/69428254.jpg)
Полная версия:
Mai ve Siyah
Hayatının mutluluk sayfaları hep bu okulda geçen mutlu günlere ilişkin tatlı anılarla doludur.
Hüseyin Nazmi ile asıl sevgi iplikleri burada bağlanmıştı. İkisi de bir sınıfta idiler; ikisi de yatılı olmuşlardı. O vakit aile yaşayışından uzak düşen bu iki genç yürek, birbirleriyle içtenlilik dolu bir yakınlık oluşturdular; emelde ve düşüncede de bir ortaklık kurdular. Zaten duygularında, dış etkileri alıp bunları değerlendirmekte, düşüncelerin belirtilmesi ve kafaya yerleştirilmesi biçiminde aynı anlaşım içindeydiler.
Örneğin ikisi de bir şeyi tuhaf veya garip bulmakta, bir düşünceyi beğenmek veya geri çevirmekte, bir olaydan etkilenmekte veya ona ilgisiz kalmakta her zaman görüş birliğindeydiler. Onun için sevişmek, o insanlar arasında o kadar tatlı olmakla birlikte pek az rastlanılır biçimde gerçekleşen sevişmek, bu iki tertemiz yürek için pek kolay bir şey oldu. Hem de o kadar ki bütün öteki sınıf arkadaşlarına yabancı kaldılar.
Aralarındaki yakınlık, başka bir yüreğin kendilerine katılmasına katlanamayacak ölçüdeydi. İlk yıllarda arkadaşlıkları duygularını birbirlerine aktarmaktan fazla bir şey değildi; ama sonraları… Taze beyinleri gelişmeye başlayıp okuduklarını anladıkları zaman, işte o zaman, ikisinde de bir okuma deliliği başladı. İlk okuma heveslerine özgü doymak bilmez bir açlıkla, her ellerine geçeni okumak istediler.
Önce öyküler, kitapçılardan kira ile alınmış veya arkadaşlarından bin rica ile istenilmiş tercüme veya yerli bir alay öykü okudular. Çoğunlukla birlikte okurlardı. Sınıfın bir köşesinde, ıssızca bir yere çekilirler, kitabı çekmecenin içine yerleştirirler; Ahmet Cemil yavaş sesle okur, Hüseyin Nazmi dinler ve işitemediklerini göz ucuyla süzerek tamamlardı. Her iki arkadaş görüş ve düşüncelerini, yüreklerini bir kitabın bir sayfasında böylece ortaklaştırırlardı.
Bir ara öyküden tiksindiler; o ilk önce duydukları tat aldıkları istek ve merak kayboldu. Ama okuma ihtiyaçları olanca şiddetiyle sürdü. Tarih okumak istediler; ellerine geçen bir eski tarihi yarıda bıraktılar. Okulda zaten dersleri değil mi? O yetmez miydi? Hayale dalmaya -Ahmet Cemil’in Fransızcadan tercüme edip kullandığı “mâfevkal’arz”a-öylesine yönelik düşüncelerini, geçmiş zamanların mezarı demek olan tarihe sürüklemekten tat duymadılar. Ama utanarak bunu kimseye de açıklamak istemezlerdi. O kadar hayal arayan gençler olmaktan değil ama öyle görünmekten korkuyorlardı. Edebiyat sınıfına geçtikleri zaman hayal kurmaya elverişli bir alan aramakla dolu olan düşüncelerine yeni bir uçuş, gökyüzü açıldı: Şiir…
O vakit, şiir adına meydana getirilen bütün yeni ürünleri okudular. Okumak deyimi yeterli olmaz; onların arasından koştular. Sonra, serin bir kaynaktan ayrılamayan çöl yolcuları gibi gene o ciğerlerine taze bir canlılık veren kaynaklara geri döndüler; okuduklarını bir daha okudular, kimi parçaları ezberlediler. Sonra buldukları şey yetmedi, dahasını bulmak istediler; ama artık onları doyurabilecek türden şeyler bulamıyorlardı.
Ruhlarını tatlı bir uyuşukluk içinde kapsayıp çeviren bu ufuk, bu şiir ve hülya alanı o kadar dardı ki… O zaman aradıklarını bulmak için eski divanları okumak istediler: Fuzulileri, Bakileri, Nef’ileri, Nebileri, Nedimleri araştırdılar. Bir ara bunların kimisinde, hele Nef’i’de buldukları dil görkemi düşüncelerini örtüp kapladı, duygularını bunalttı. Söylenen sözlerin tantanası altında şaşırdılar. Aşırı süssüz gösterişsiz bir beste mırıldanmak türünden, yalnız bu dil musikisine aldanarak okudular; sonra o musikinin asıl temel ruhuna dikkat etmek istediler. Ama bunlar o kadar donuk ve sessiz veya o kadar patlamalar arasında o denli canlılıktan yoksun göründü ki ruhlarını istedikleri gibi titretmekten uzak kaldı.
Bir zaman geldi ki aradıklarını bulmak umutlarını kestiler; okumaya küstüler, okumaz oldular. Ama bu durgunluk, tembellik süresi -bir gün geldi ki- o yıllarca okumanın tohumlarından filizler çıktığını göstererek geçti. Sanki bir kıştan sonra bir bahar… Bu genç düşüncelerin baharı gelişmeye başlamıştı.
Bir gün Hüseyin Nazmi, utanarak Ahmet Cemil’e -gece yatağında iken yazmış- söylemiş olduğu bir ay ışığı tasvirinin ilk dört beyitini okudu. Ahmet Cemil karşı çıktı:
“Yatakta mehtabı tasvir etmek olur mu?” diyordu. Ancak biraz da kızarmıştı. Niçin? Ertesi sabah o da ay ışığı tasvirinin öteki dört beyitini yapmış bulundu.
Artık bir uğraşı alanı bulunmuş oldu. Ya okul kitapları?.. Oh! Onlarla uğraşılmayalı zaten pek çok zaman olmuştu. Okula girdikleri zamandan başlayarak sınıfın bir türlü yüksek derecelerine heves edememişlerdi. Sınıfın orta bölgesinde yaşamayı yeğliyor görünürlerdi. Önce okumalardan, şimdi karşılıklı şiir yazmalardan çalabildikleri saatlerle ders kitaplarına ayırdıkları zaman, kendilerini şu orta bölgede tutmaya yetiyordu.
Bir tatil günü birlikte geziyorlardı. Genç çocuklara özgü bir şiir hevesiyle her gezdikleri yerde her gördükleri şeyi buna fırsat sayarlardı. Örneğin o gün köprüden geçerken vapurun bacasından çıkan dumanlar için bir benzetme yapmak, Beyoğlu’na çıkarken rastladıkları kürklü bir başlık giymiş minimini sarı bir Alman kızı için bir manzume söylemeye yeltenmek gibi çocukça şeyleri olurdu. Ama artık böyle etkilenmelerden kendileri de bıkkınlık duymaya, bunları kendileri de gülünç bulmaya başlamışlar; beyinlerinin içinde büyük düşünceler bulup da onların büyüklerine oranla küçük kalanların kendilerinden duydukları bıkkınlığa benzer bir şey sezinler olmuşlardı.
O gün Beyoğlu’ndan geçerken bir kitapçı dükkânının önünde durdular. Vitrinde dizili kitaplara bakıyorlardı. İkisi de özel çalışmaları sayesinde Fransızcayı, okullarda mümkün olan dereceden çok daha fazla bir oranda öğrenmişlerdi.
Birden Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah! Bak başlığa… Herhâlde bir şiir kitabı olacak.”
Hüseyin Nazmi baktı. Ahmet Cemil’in gösterdiği kitap, Edmond Haraucourt’un “L’ame Nue” adlı şiirler kitabıydı. Ahmet Cemil bunu hemen kendi özgü dili ile “Rûh-ı Üryan” diye Türkçeye tercüme etti.
İkisinde de bu kitabı satın almak için birden bir istek uyandı. Utangaç bir tutumla içeri girdiler; Fransızca sormaya cesaret edemeyerek kitabı istediler. Hüseyin Nazmi parasını verdi.
Ahmet Cemil’in deyimince Hüseyin Nazmi, Maliye İşleri Müdürü’dür. Çünkü Ahmet Cemil’in her zaman boş veya boşa benzeyen cebine karşılık Hüseyin Nazmi’nin cüzdanı her zaman dolu veya doluya yakındır.
Kitabı aldıktan sonra bir yere gitmek istediler. Hava güzel ama soğuktu. Hüseyin Nazmi dedi ki:
“Ne zararı var, bak güneşe? Bu güneşin altında, bunu denize karşı, Taksim Bahçesi’nde, ta o tepede, Üsküdar’ın denize akan tablosunun karşısında okuruz.”
Oraya kadar gittiler. Şimdiye kadar Fransızca bir seçmeler dergisinde görebildikleri eski birkaç manzumeden başka bir şey okumamışlardı. Bu, ellerine aldıkları ilk şiir kitabı oldu.
Taksim Bahçesi’ne girdikleri zaman ellerinde tuttukları kitabın daha okumadan önceki lezzetiyle yürekleri sanki bir sırlar evinin çekici tatlılıklarına ulaşmak için ilk adımı atıyormuşçasına tuhaf bir hâlde duyguluydu. Ta bahçenin sonuna kadar gittiler. Orada yeşil tahta banklardan birine ters olarak, yüzlerini deniz yönüne çevirerek, kış güneşinin hafif sıcaklığıyla yarı kızgın taşlara ayaklarını dayayarak oturdular.
Kitabın neresinden başlamak gerekeceğini kestirmekte kararsızdılar. Anlayıp anlamamak meselesinden de korkuyorlardı.
“Bir yerinden aç bakalım, talihimize ne çıkar!..”
Talihlerine “Mezar” başlıklı manzume çıktı. Önce Ahmet Cemil, sesli olarak, biraz acemilere özgü kararsızlıkla okudu. Birden anlayamadılar. Şiirin ötesinde berisinde kafaları durakları; pek iyi bilmedikleri kelimelerin üzerinde bir süre durdular. Sonra anladıklarını anlamadıklarına birer çözüm basamağı edinerek manzumenin okunuşu bitince gözleriyle, susarak ikisi de ortaklaşa uzun uzun süzdüler.
Birden Hüseyin Nazmi “Of! Ne umutsuzluk ve üzüntüyle dolu bir şiir!.. Ne derin bir bezginlik ve acı!..” dedi.
Ahmet Cemil gözlerini ayırmıyordu. Sanki bütün ruh dünyası bu gam dolu şiirin yası altında eriyip gitmişti.
Hüseyin Nazmi ekledi:
“İyice anlamak için kafamın içinde tercümesini yaptıkça sanki bu güzel yas ve umutsuzluk tablosunun renkleri hep sisleniyor, kaçıyor. Dikkat ediyor musun? Şu şiirin yapısındaki ahenk, onun umutsuz ruhuna nasıl yakışıyor? Bak nasıl hafif başlıyor? Önce en hafif seslerden, sözlerden oluşmuş bir başlangıç… Bir inilti ezgisi gibi yavaş yavaş, sanki sürüklene sürüklene gidiyor… Tercümesini yapınca o hüzünlü müzik, o yaslı tutumu kayboluyor. Tercüme, sanki bestesi kaybolmuş bir söz gibi soğuk duruyor…”
Hüseyin Nazmi, ileri sürdüklerini ispatlamak istiyormuşçasına kırık dökük tercümeye başladı:
“Sanki ufuklar bir ölümün hedef yeri olmuş. Yüreğim, mezarlarının beyazlıklarıyla karanlıklar altında yatıyor. Eski mermerlerin arasında mezarımın tablosu perişan bir oynayışla sallanıyor…”
Ahmet Cemil gülerek Hüseyin Nazmi’ye baktı:
“Berbat oluyor; saçma mı söylüyorsun?”
“Yeryüzü, gökyüzü, her şey mevsimini yitirmiş; bu sonu olmayan çöl üzerinde hiçbir pırıltının ışıltısı yok! Yalnız bir kenarı bulutların kemirmesiyle kırılan hilal, ölüleri mi mahpus bulundukları yerlerde ürpertiyor, titretiyor…”
Ahmet Cemil ekledi:
“Sanki niçin sadece ‘titretiyor’ demiyorsun? Veya Türkçede her hâlde bir şey eklemek gerekse ‘ürpertiyor’ yerine ‘ürkütüyor’ demeli ki kelimenin son uzun hecesi birden kesilmesin. Bak, şu üçüncü dörtlüğü ‘hepsi uyuyor’ diye mütercimin kötü düşeceğini sanıyorum. Bana kalırsa gene o havayı koruyarak tercüme etmeli; ama biraz başlangıcı süsleyerek:
‘Hepsi hâbide-i sükûn… Sürur, ümmid, aşk, fazilet, cesaret… Mezaristanın başka bir hayat hengâmesinin mahvolmuş kuvvetleriyle dolu… Hâlbuki henüz kefenlerimin kâffesini sayıp bitirmedim…’ ”
Hüseyin Nazmi atıldı:
“Of, bu hâlbuki!.. Hem yanlış tercüme ediyorsun. ‘Tadat etmek’ sözlerinin buradaki gücü başka olacak. Tercümenin şöyle olması gerekir sanırım:
‘Henüz ölülerimin silsilesi bir hatimeye vasıl olmadı… Lakin bazen bu azap cehenneminde kıvrananlar o zulmetlerin arasından feryat ederek sanki elemlerimle istihza için kalkarlar ve karşımda müstehzi heyulaları raks eder…’ ”
Bu tercüme bitince birbirine bakıştılar; sonra yaptıkları tercümelerden kendileri de utanarak gülüştüler.
Hüseyin Nazmi “Aman, bu ne saçma şeymiş!” dedi.
İkisi de bir süre tercümenin soğukluğundan üşüyerek sustular. Sonra Ahmet Cemil, aslını bir daha okumak istedi. Açık sesle, şiirin kaldırabileceği hüzünlü hâli okuyuş biçiminde izleyerek, yavaş yavaş, düşüne düşüne yineledi.
Sesinin ahengi, içtenlikli bir duygulanışla ölçünün ağır akışı üzerinden hastalıklı bir su akışı gibi akıyor, kelimeler uzun bir yas iniltisi hâlinde hafif kıvrımlarla uzayıp gidiyordu. Bu okuyuş biçimi şiirin yas ve umutsuzluk havasını iyiden iyiye yorumladı. Böylelikle, manzume bittiği zaman her ikisi de sustular.
Bu, bir tür sarhoşluk veren şiir şarabı beyinlerini okşayarak uyuşturmuştu. Öyle sessiz, kendilerinden geçmişçesine, karşılarında güneşin parıltılarıyla parlayan tabloya; ta uzakta, denizin kucağına süzülen Üsküdar’a, beride bir süre sürdükten sonra birdenbire kesiliveren Boğaziçi’nin görüntülerine, Üsküdar iskelelerinden kalkan bir vapura, Beşiktaş’tan karşıya ağır ağır geçen bir kayığa uzun uzun baktılar.
Birkaç gün önceden beri süregelen yağmurlar yalnız o sabah dinerek gökyüzü açılmış, güneş hafif bir sıcaklık yayan ışığını bol bir cömertlikle saçmıştı.
Bahçenin çok yağmur yemiş otlarından, ağaçlarından, topraklarından bir buğu yükseliyor, güneşin altında titriyordu.
Ta karşılarında Çamlıca tepelerinin üstünde hava titreşim yapıyor; ıslak topraklardan yükselen sisli bir soluk, sanki askıdaymış gibi, hafif hafif sallanıyordu.
Bahçenin toprak kokusu, demin ellerindeki kitaptan fışkıran o aparı, dupduru tatlı su; karşılarındaki titrek havanın altında buğulanan güneşli görüntü; denizin üstünde birbirini kovalıyormuş gibi uçuşup kaçışan ışık parçaları; beyinlerine tatlı bir uyuşukluk veriyordu. Öylece düşündüler, düşündüler. Sonra birdenbire Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah, neler duyuyor, sezinliyor da çözümleyemiyorum. Bir şey yazmak, o duyguların içinden bir şey çıkarmak istiyorum ama bir kez ne yazmak istediğimi belirleyebilsem. Şurada -beynini gösteriyordu-bir şey var, bir şey duyuyorum ama düşlerde tutulamayan biçimler gibi parmaklarımın arasından kaçıyorlar. Bilir misin nasıl şey? Bak şu gökyüzüne, ne görüyorsun? Maviliklerden oluşmuş bir deniz…
Gözlerinle onun içine girmeye çalış. O mavilikleri yırtmak için uğraş, ne görüyorsun? Mavi… Her zaman mavi… Değil mi? Sonra bak ayağımızın altındaki toprağa, ne buluyorsun? Donmuş, simsiyah bir renk… Of! O siyah toprakları parçalayarak içeriye bak; in, in, in; ne kadar inebilmek elden gelebiliyorsa o kadar in; ne buluyorsun? O siyahlıklar içinde ne buluyorsun? Siyah… Her zaman siyah, değil mi?..
İşte, öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı bakılsa mavi ve her zaman mavi; aşağı siyah, her zaman siyah… Bir şey ki mavi ve siyah olsun. Hasta mıyım, bilemiyorum; ama ah! O ne yazmak istediğimi bilsem; onu şöyle karşımda resmi çıkarılmış, resim hâline getirilmiş olarak görmek mümkün olsa!.. İşte o vakit sanıyorum ki artık ölebilirim. Hayattan payını tamamıyla almış bir adam olarak gözlerimi kapayabilirim.”
***Bugünden sonra bütün müsveddeler yakıldı. Bir harf bile bırakmadılar. Bütün o içlerine doğan tasvirleri, veremli kızlar ağzından söylenmiş ezgileri, darmadağın çiçeklere seslenmeleri, çocuğunun mezarında ağlayan anneleri dile getiren şiirleri Fuzuli’ye, Baki’ye, Nedim’e yapılmış nazirelerle birlikte yakıldı, tahmisler, tesdisler parçalandı; her şeyden önce okumak, duygularını eğitmek gerekeceğini anladılar.
Yalnız yazmakla, her zaman işleyen işçi gibi sanatın aynı derecesinde kalacaklarını ama eğer gerçekten sanat sahibi olmak isterlerse gerçek sanat adamıyla tanışıp uyuşmak, onların hünerini, gizlerini analiz etmek gerekeceğinde birleştiler. Önce akla yatkın bir düzen ve planla başlamak hevesindeydiler. Bir edebiyat tarihi dizisi buldular. Sırayla okumaya karar verdiler. “İlyada”ları, “Odysseia”ları okuyacak oldular; bunları yarıda bıraktılar.
Hüseyin Nazmi’nin getirttiği bütün eski edebiyata ilişkin kitapların ötesinden berisinden beşer onar sayfa kesilmekle kaldı. Daha yakın zamanlara inmekte acele ediyorlardı. Yunan ve Roma edebiyatlarının üzerinde fazla duramadılar. Üstelik Orta Çağlardan sonra iki üç yüzyıllık edebiyatı iki üç ayda, esneye esneye uyuya uyuya, geçtiler. Yeniden umutsuzluk duymaya başladılar; biraz daha yakın zamanlara gelmek istediler: Goethe’ye Schiller’e, Milton’a, Young’a, Byron’a, Hugo’ya, Musset’ye, Lamartin’e kadar geldiler…
O vakit bu evrenin lezzetleriyle kendilerinden geçerek uzun, pek uzun bir süre kalmak gerekeceği bakışlarında belirlendi. O şiir denizinin içine daldılar. Artık derslerini bütünüyle savsaklar olmuşlardı. Okulda bütün kurtarabildikleri vakitleri bunlara ayrılmış bulunuyordu. Dilde güç kazandıkça şiirin tadına kanamaz olmuşlardı.
O yıl imtihanlarını pek zor verdiler. Ama bunun onlarca ne önemi var?.. Asıl, imtihandan sonraki iki ay tatili beklemekteydiler. Bu iki ay içinde istedikleri gibi okuyacaklardı…
Ama ne kadar yazık ki ne kadar yazık! Dert ve felaket insanları en çok umuda sarıldıkları zamanda hırpalamaktan zevk alır. Ahmet Cemil o iki ayı, Hüseyin Nazmi’nin her yaz ailesiyle gittikleri Erenköy’deki köşkünde geçirmeye hazırlanırken talih kendisi için başka bir şey hazırlamakla uğraşmaktaydı: Babası bu sırada vefat etmişti.
5
Ahmet Cemil için bu felaket öyle bir beklenmeyen vuruş idi ki bir süre bütün beyni donmuş gibi sersemlik şaşkınlık içinde kaldı.
Onda, şiirle uzun süredir yakından ilgilenmek, hastalıklı denilebilecek bir duygusallık meydana getirmişti. Öyle bir duygusallık ki bu duygusallıkla hastalıklı olanları başkaları için anlaşılmaz, davranışlarında akla yatkın hareket edip etmediğine kesin yargı verilemez; hareketlerinde, düşüncelerinde, duygularında bir büyüklük olduğu kanısına varılır da bunun yerinde olup olmadığını onaylamaya cesaret edilemez bilinmez şeyler hâline getirir.
Öyle bir duygusallık ki bir gün hayatı bütün çirkinlikleriyle, aç kalmış ailelerden, gözsüz genç kızlardan, beynini bir kurşun parçasıyla dağıtan umutsuzluğa düşmüşlerden, (şuna buna) avuç açan beyaz saçlı adamlardan, çocuklarını kilise kapılarına bırakan annelerden, bir şarap şişesinin yanında insanlıktan sıyrılmaya çalışan kara bahtlılardan, bütün o çirkinlikten meydana gelmiş gibi gösterir. İnsana “Kaç, bu hayattan kaç!” der.
Başka bir gün ise gözlerinin önüne bütün güzelliklerini döker: Bulutların arasında nazlı nazlı yüzen bir ay, türlü renklerden yangınları içinde ufuklardan çekilip giden bir güneş, etekleri denizlere dökülmüş yeşil dağlar gösterir, “Sev, bu doğayı sev!” der.
Bir gün mutlu, başka bir gün mutsuz; bu dakikada çok sevinçli, biraz sonra hüzünlü yapar. Veya bir anda yüreği hem sevinç ve neşe hem de gamla doldurur. Öyle bir duygusallık ki bir hastalığa benzer de değildir.
***O felakete uğradıktan sonra Ahmet Cemil, bütün duygu yetenekleri yok olmuşçasına donmuş bir varlık hâline geldi. Artık yatılı gidemediği okuluna yalnız başına gidip geliyordu. Okumuyordu; üstelik sevgili şairlerini, o ruhunun en içtenlikli arkadaşlarını yoldaşlarını bile, kendileriyle olan yakınlığını sürdürmeye değer bulmadı. Hüseyin Nazmi’den de eskisi kadar hoşlanmıyordu.
Yalnız bir şeyden hoşlanıyordu: Sessizlik! Evde de onun bu sessizlik zevkine saygı gösterilirdi. Babasının ölümünden beri ailesiyle arasında hemen hiçbir ciddi konuşma geçmemişti. Ama bir gün geldi ki bu sessizliği, bir korkunç görevi onun aklına getirtmek için annesi bozmak zorunda kaldı.
Bir akşam ona “Oğlum, seninle biraz ciddi konuşmak gerekiyor.” dedi.
O vakit bu ana ağzından çıkan her sözün ardından ağlamak zorunda kalacağının yenilgisinden korkarak kimi zaman köşede büzülmüş, siyah gamlı gözlerini annesine dikmiş bakan İkbal’e kimi zaman göğsü kabara kabara duran Ahmet Cemil’e bakarak, baktıkça tıkanarak kimi zaman hiçbirisine bakmaya güç bulamayarak perişan, bir düzene uymaz, birbirini tutmaz, yarım yarım cümlelerle babalarından bir şey kalmadığını; kalan ufak tefeğin biraz sonra bitmek üzere olduğunu söyleyebildi.
Sonra gene sustular. Bir ara o sessizliğin içinde kısaca ama kısalığında korkunç bir anlatım gizlenen şu soru soruldu:
“Ne vakit diploma alacaksın?”
Ahmet Cemil artık gözlerini kapadı. Sanki dün sütüyle beslediği çocuktan bugün ekmek isteyen bu ananın perişan hâlini görmek istemiyordu. İkbal’in, üzerinden bir bulut gibi geçen siyah gözleri indi.
Bu akşam ancak bu kadar konuşma yapılmış oldu. Ama ilk kez olarak ciddi bir ortam içinde söylenen şu birkaç söz, Ahmet Cemil’i tamamıyla yeniden kendisine getirmişti.
Bir yasın kahrı altında ezilip kalan yüreklere güç kazandırmak için hayat görevlerinin egemen sesi sedası kadar etkili şey olamaz. O geceyi Ahmet Cemil karabasanlar içinde geçirdi. Ertesi gün Hüseyin Nazmi’yi bulmaya karar verdi. Erenköy’e kadar gitmek, o her türlü özel yönlerini bilen dosta bol bol derdini dökmek istedi.
İnsan keder ve sevinç zamanlarında, yüreğinin katlanabileceğinden fazlasını başka bir duygulu yürekle paylaşmak ister. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki maddi faydası beklenmeksizin Ahmet Cemil’i Hüseyin Nazmi’ye götürüyordu.
Sabahleyin erken kalktı. Bütün zihnini ezen bilinmezliklerin çözümü, çaresi Hüseyin Nazmi’nin elindeymiş gibi gidip onu bulmakta acele ediyordu. Sanki oturursa geç kalacakmış gibi vapurda bir yerde duramadı. Kafasında bütün anılar, düşünceler donmuş, yalnız bir nokta yaşıyordu: Annesiyle kardeşini yaşatmak… Ama nasıl? Daha okulu bitirmesi için bir yıl var. Üç yüz… Bu kadar gün ki her birini geçirebilmek için ekmek gerek…
Bu ekmek sözü, yüreğinden soğuk bir iz bırakarak geçti. O yaşlı anne… O daha çocukluktan tamamıyla çıkmamış genç kız… Onlar daha neler isterler? Ah! Onlara neler vermek isterdi ama nerede o vasıtalar ki bütün o istenilecek şeyleri alsın da getirsin, o iki sevgilinin önlerine döksün, “Bakınız, bunlar sizin için, evet bunları sizin için, size, ben aldım!..” desin.
Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi ne kadar mutluydu. Zenginlik ve saygınlık sahibi bir babanın oğlu, bugünü düşünmek zorunda olmadığı gibi yarın da geçim kaygısı daha mutluluk parlaklığıyla parlayan alnını elem çizgileriyle bozmayacak. Ama ne zararı var? Ahmet Cemil çalışmaktan kaçan o korkak kimselerden mi idi ki daha hayat kavgasına ilk adımını atmadan yılgınlığa yenilip kalsın!..
Hayatla uğraşmak, bu geçim kavgasında o da yumruğunu sıkarak payını almaya çalışmak gerekiyor, öyle mi? Niçin çalışmasın? Bu sorulara kafasının içinden karşılıklar verdikçe sanki dövüşmeye hazırlanıyormuşçasına ayaklarının üstünde biraz daha sağlam duruyordu.
Haydarpaşa’dan trene atlamak, Erenköy’e çıkmak; duraktan epeyce uzak olan Hüseyin Nazmi’nin açık mavi boyalı, bahçesi demir parmaklıklı güzel köşküne kadar gelmek için geçen zaman, hep kafasını dolduran düşüncelerle dolu olarak geçti. Ama köşkün parmaklık kapısı yanındaki zili çekeceği sırada eli, alışmadığı bir biçimde titredi. Ara sıra buraya geldikçe yüreklilikle içeri girmek alışkanlığında olduğu hâlde bugün bir cömertlik kapısının karşısında, dermandan düşmüş bir ricacı gibi oluşunu düşünerek cesareti kırıldı. Birden arkadaşına yüreğinin bütün acılarını döktükten sonra onun bir bakışla “Ne demek istiyorsun? Para mı gerek?..” demek isteyeceğinden şüphelendi.
Şu dakikada duyduğu korku, bir türlü elindeki zili çekme gücünü bırakmamıştı. Geri dönmek, buradan, bu güzel köşkün, gözlerinin önünde zenginliğin bir simgesi gibi yükselen bu yapının kapısından kaçmak, geri dönmek, ta o Süleymaniye’deki evceğizin kucağına atılmak, babasının hâlâ hayalini gördüğü o köşeciğe kadar giderek “Baba! Sen bizi bırakmamalıydın!..” demek istedi.
Sonra bütün düşünceler zincirlemesini benliğinde duyduğu güçlü olma duygusu altüst etti. Buraya para istemek için mi gelmişti? Onun istediği şey, kendisini dinleyecek bir dosttan başka bir şey miydi?
Zili çekti. Köşkün ta ikinci katından gürültüyle bir pencerenin yeşil panjurları açıldı. Ahmet Cemil başını kaldırdı. Tatlı bir çocuk sesi sordu:
“Siz misiniz Cemil Bey?.. Durun, durun; kapıyı ben açayım. Ağabeyim hâlâ uyuyor…”
Bu, Hüseyin Nazmi’nin küçük kız kardeşi Lamia idi. Ahmet Cemil’in şu kadarcıktan dostu… On beş yaşını aşan çocuklarda başlangıcı görülen bir çekinme ve külfetlilik kaygısını Ahmet Cemil hakkında daha takınmaz; ona karşı Lamia hâlâ çocuk kalmıştır.
Dağınık hâliyle, daha taranmamış saçları koştukça savrularak açık pembe kısa giysisinin etekleri uçuşarak bahçeyi geçti. Selamlık kapısından başı daha yeni görünen uşağa meydan bırakmayarak yetişti, parmaklığı açtı.
“Geldiğinize ne kadar iyi ettiniz… Ağabeyim sizi görünce şaşıracaktır. Bu yıl hiç gelmediniz. İkbal’i niçin getirmediniz?..”
Lamia, çocukların o senli benli hâlleriyle, bitmek tükenmek bilmeyen konuşkanlığına alabildiğine yol vermiş, köşke varıncaya kadar konuşmalarının ötesine berisine serpiştirdiği soruların karşılıklarını beklemeksizin bir dakikada on konuya değinme zamanı bulmuştu.
Ahmet Cemil köşke girerken dedi ki:
“Rica ederim, benim geldiğimi haber verir misiniz?”
Lamia “Şimdi!..” dedi ve koşarak Ahmet Cemil’i yalnız bıraktı.
Hüseyin Nazmi’nin odasına girince düşünmekten, yürümekten doğan bir yorgunlukla hemen sandalyelerden birine oturdu. Ah, her geldikçe rahatlıkla ve ilgisizce oturduğu bu odanın bugün üzerindeki ağırlığı anlatılamaz bir şeydi…
Odanın bahçeye bakan yeşil panjurları daha açılmamış, aralıklarından güneşin ışığı belli belirsiz süzülmüş, pencerelerin uzun, koyu renkli perdeleri yerlere dökülmüş… Sanki bu karanlığın ortasından fışkırarak dikilmiş korkunç karaltılar… Odanın ötesine berisine dağınık olarak konuluvermiş sandalyeler… Ta karşıda, duvarın üzerinde renkleri karanlıkta dalgalanarak duran bir harita… Oda kapısının iki yanını dolduran yüksek -Hüseyin Nazmi’nin maymun iştahlı israfıyla doldurduğu- kitaplıklar…
Ah! O da böyle bir odaya, şöyle bir kitaplığa, böyle kitaplara sahip olabilseydi!..
Hüseyin Nazmi’nin evinde bu duygu, ilk kez olarak onun beynine üşüştü. Bir kar tabakasının tertemiz beyazlığı üzerine düşmüş bir damla leke gibi… Kendi kendisine utandı. Bugün geçim derdiyle ilk yarayı almış olan bu taze yürek, şu açık mavi boyalı köşkün şu bahçeye bakan yarı karanlık odasında var olması gereken düşünce rahatlığına, gönül rahatlığına, derin hayat zevkine karşı acı bir kırıklık duygusu yaşadı.
Şurada oturmak, bu ortalığı çevrelemiş olan eşyaya sahip olmaktan doğacak bir kanaat ve doygunlukla oturmak; panjurlardan birini hafifçe oynatmak, öyle ki bu uyuşukluk getiren yarı karanlıklığa bir bozulma bir düzensizlik gelmesin; odanın belirsiz görüntüsüyle bahçenin güneşli parıltısı arasında, işte şuracıkta, pencerenin şu durgun rahat kenarında okumak…