Читать книгу Mai ve Siyah (Халит Зия Ушаклыгиль) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Mai ve Siyah
Mai ve Siyah
Оценить:
Mai ve Siyah

3

Полная версия:

Mai ve Siyah

Okumak!.. Ahmet Cemil bunun üzerine ne yapılar ne umutlar kurmuştu! Sanki onu kitaplarıyla rahat bırakacaklardı. Zavallı çocuk! Edebiyatçı olacaksın, ün kazanacaksın değil mi? Ne uzak!.. Annesinin hüzünlü sesi daha kulaklarındaydı: “Ne zaman diploma alacaksın?”

Demek diplomayı aldıktan sonra bütün o umutları bırakmak, evin ekmeğini aramak için kim bilir nerelere gitmek gerekecek… Zavallı annesi! Ya İkbal?.. Ahmet Cemil’in bu anı ile birden yüreği sızlayarak buruldu. Bak, Lamia ne kadar sevinçle dolu; gülmek için yaratılmış bir çocuk! İkbal’in dün akşamki hüzünlü bakışı, ah, o çocuğun gülmemeye hükümlü gözlerindeki bir bulut altında duran yaş damlaları…

Ayağa kalktı. Sabırsızca, bütün varlığına işleyen bu karanlıktan kurtulmak istiyormuşçasına pencereyi açtı, panjurları itti. Güneşin coşkun ışığıyla birlikte yazın baygın havası odaya saldırır gibi girdi. Boğuluyormuş gibi bu havayı olanca gücüyle soludu. Oh!..

“Vay! Bu ne harika!.. Nereden aklına geldi?”

Döndü, Hüseyin Nazmi’ye elini uzattı:

“Sana ihtiyacım var. Bilsen bugün niçin geldim? Beni ciddi dinleyecek misin?”

“Ooo!.. Ne oluyoruz?.. Neyin var? Otur bakalım.”

Oturdular. O vakit başka bir ön girişe gerek görmeyerek, her türlü kayıt ve şarttan uzak ve arınık, dilini düşüncelerinin dağınıklığına bırakarak, babasının ölümünün taşıdığı önemi, çaresizliğini, arkasızlığını ve desteksizliğini, annesini, kardeşini, bütün emellerinin tersine olarak ortaya çıkan bu acı hayat gerçeklerini; dün geceki o kısa konuşmayı -bütün ciğerlerini yakan o acıları- şu mavi köşkün bu mutluluk dolu odasında, Hüseyin Nazmi’nin önüne döktü.

O, yalnız dinliyordu. O da yaşça onun kadardı. Derin kırkılmış siyah ve sert saçlarının altında küçük başı, zayıfça yüzünde parlayan gözleri, yeni terlemeye başlayan bıyıklarının altında ince, donukça dudaklarıyla güzel ve zeki olduğu için sevimli bir gençti.

Büyük bir ilgiyle dinliyordu. Onun susarak dinleyişi, Ahmet Cemil’in üzerinde en iyi etkiyi yapmış oldu. Biraz önce Hüseyin Nazmi’ye başvurmaktan korkan bu genç, şimdi onun karşısında artık ihtiyatlılığa gerek görmemişti…

Bitirip de sandalyesinin arkasına yaslanınca yalnız o vakit Hüseyin Nazmi, bayağı sözlere tenezzül etmeyerek, hastayı bir hasta olarak görüp öyle seslenerek “Ne yapacaksın?” dedi.

“Evet, ne yapacağım?..”

“Yapacağın şeyi pek sade buluyorum. Önce bütün çocukluklara, bütün şair düşüncelerine ‘Siz şimdilik biraz durunuz!’ demek; hayatı olanca gerçekliği ve katılığıyla kabul etmek, mademki yaşamak için çalışmak gerekiyor, çalışmak… Bana öyle geliyor ki seni bu kadar perişan eden şey çalışmak korkusu değildir; hayatın daha bilmediğin bir şeyine biraz vaktinden önce bilgi edinmiş olmandır; yalnız budur, başka şey değil.”

Hüseyin Nazmi, sert elli bir operatör gibiydi ama tam yaranın bıçağa muhtaç olan yerine dokunmuş oldu. Ahmet Cemil de buna gerek duymaktaydı. Çalışmak, evet. Zaten biraz önce de öyle düşünmüyor muydu? Niçin çalışmasın? Ama talih onu hayata zahmete girmeden sahip olanlardan biri etmemiş, bundan ne çıkar? Tam tersine… “Ben hayatımı kendim kazandım, ben gene kendi işimle yaşıyorum!..” diyebilmek. Ah o vicdan rahatlığı ve doyumluluğu; o, acaba acıkmadan yiyenler gibi çalışmadan yaşayanlar da var mıdır?

Birden büyük bir istek duydu:

“Elbette çalışacağım!..” dedi.

“Hem niçin emellerine bitmiş gözüyle bakıyorsun? Seni bir meslek seçiminden engelleyecek bir neden görmüyorum. Okulda yalnız bir yılın daha var. Senin gibi bir adam her işi yapabilir. Sanki niçin mütercimlik yapmayasın? Ayrıca hocalık…”

“Hocalık mı, çıldırdın mı?”

Hüseyin Nazmi sözünü geri almak istemedi:

“Kim bilir?..” dedi.

Mütercimlik Ahmet Cemil’in düşüncesine daha yatkın gelmişti. Kitapçıların on altı sayfalık öykü tercümesine iki mecidiye kadar para verdiklerini işitmişti. On altı sayfa iki mecidiye… İki mecidiye! Bu parayı kazanabilmek umudu onu enikonu mutlu etti.

“Acaba on altı sayfayı kaç günde tercüme edebilirim?”

“Kaç gecede demek istiyorsun. Bilmem; belki alışıncaya kadar üç gecede…”

O vakit iki arkadaş bu düşüncenin peşini bırakmadılar. Tercümesi yapılabilecek şeyleri düşündüler. Kitaplıklar karıştırıldı; uzun uzun konuşmalar, tartışmalar geçti. Düşünceleri hep yüksekten uçuyordu. En önemli eserlerden ayrılamıyorlardı. Hüseyin Nazmi, Lamartine’den “Raphael”, Ahmet Cemil Musset’den “Bir Yüzyıl Çocuğunun Serüveni” için diretiyorlardı.

Sonunda biraz okumaya karar verdiler. Her ikisini ötesinden berisinden karıştırmaya başladılar. Okudukça kitapları ne için ele aldıklarını unutuyorlardı. Hele Ahmet Cemil artık Lamartine’in, Musset’nin on altı sayfasını iki mecidiyeye satarak yaşamaya çalışmak gerekeceğini artık aklına getirmiyordu. Sanki o önemli konu, demin konuşulup tartışılan dört sözle çözümlenmiş, bitmiş gitmişti.

***

Bu iki çok güzel eserden birinin, belki her ikisinin tercümesine karar verdikten sonra Ahmet Cemil duramadı. Şimdi tercüme işi artık bir geçim karşılığı olmak acılığını yitirerek yıllardan beri tek emeli olan yazarlık işine tatlı bir başlangıç niteliğine bürünmüştü. Bunun hayal etmesinin tadı, Hüseyin Nazmi’nin köşkte kalması için ısrarlarına yenik düşmeyerek onu eve kadar geri sürükledi.

Annesine, İkbal’e -gece ortaya konulan önemli meselenin hallinin, işte şu elinde kenarlarının yaldızı parıldayan kitapların arasında saklı imişçesine- içi rahatlamış bir bakışla bakarak “Ben biraz çalışacağım…” dedi. Hemen odadan çıktı. Her karar verdiğini hemen uygulamaya koymak isteyenlerdendi. Üstelik tamamıyla soyunmaya vakit bulamadı. Fesini, ceketini fırlatmakla yetindi. Odasının bir köşesinde cilası uçmuş eski ceviz masasının önüne oturdu. Önce “Raphael”i açtı.

Tercüme konusunda kendisine has düşünceleri vardı. Aslına bütünüyle uygun kalarak cümleleri aynı yapı ve tamlama dizileriyle, aynı bağlarla tercüme etmek gerektiğine inanıyordu. İlk cümleyi okudu. Daha tercüme işiyle bir tanışıklığı, tecrübesi yoktu. Okuduğu hemen kolayca çevrilebilecekmiş gibi kalemi kâğıdın üzerine koydu, başlamak istedi.

Neresinden başlayacağında kararsız kaldı; bir daha okudu. Kelimelerin sırasına uyarak cümlenin her parçasını birer birer tercüme etmeye başladı. Kimi zaman kelimeler için ona tıpı tıpına uygun bir karşılık arayarak kimi zaman bulduğu karşılıkların ahengini, altında üstünde bulunan ötekilerle iyi bir bağdaştırmaya eriştiremediği için onun bir eş anlamlısını düşünerek; doğal bir ahenkle birleşebilen küçük ayraçları tercümenin neresine sokuşturmak gerekeceğinde şaşkın kararsız kalarak tercüme ediyordu.

Bir dakika önce yazdığı iki kelimeyi dört satır aşağıya koymayı daha uygun bularak önündeki kâğıtta yazdıklarından fazlasını silerek-çizerek bir türlü ele avuca sığmayan, söz dinlemeyen kaleminin arkasından uzun sürelerle çalıştı.

Belki bir sayfa tercüme yaptı ama yıkıcı yıpratıcı bir yorgunluk!

Çok fazla tercüme yaptığını sanıyordu. Sonra bir aslına, bir de önündeki müsveddeye baktı: Ancak bir sayfa!.. Böyle giderse on altı sayfa için ne kadar çalışmak gerekecekti?..

Sonra tercüme ettiğini okudu. İnanamıyordu; yaptığı tercüme bu kadar çalışmanın sonucu şu ruhsuz, renksiz metin miydi? Bu dakikada duyduğu büyük yorgunluk ve uyuşukluğu, cesaretini birden kıran umutsuzluğu yalnız duymuş olmak için duygularına bir biçim vermek amacıyla uğraştıktan sonra memnunluk verici bir sonuca varamamış ve bunun acısını duymuş olmak gerekir.

Ahmet Cemil ayağa kalktı, odasında gezindi. Bir ara kitabı yeniden aldı. Ortasından bir parça okudu; buna verilebilecek tercüme biçimini düşünerek süzüyordu. Öfkelendi. Belki öteki bölüm tercümeye daha elverişlidir, diye düşündü, onu da okumak istedi. Artık iyice sıkılmıştı. Başarılı olamamaktan, gücünü yeterli görememekten gelen bir sıkıntı…

Odasının penceresini açmak, hava almak istedi: Evlerinin bahçesine -minimini bahçe ki İkbal, kendine göre, oranın bir bahçıvanıydı- bakan bir pencere… Ah! Hüseyin Nazmi’nin kitaplığının penceresi, o güneşle dolu bahçe, o ışıkların birbiriyle sarmaş dolaş olup çarpışması, o kır kokusu, orada duyulan düşünmek zevki… Bu kafesinin boyası solmuş pencere, şu güneşin yetersizliğinden toprağı yosunlaşmış bahçe…

Şu dakikada bütün geçmiş mutluluğunun güzel yuvası olan bu evceğiz, sanki bir işkence zindanı gibi Ahmet Cemil’i eziyordu. Burada yaşamak zorunda olmak; burada, şu basma perdeli, tek pencereli dar odacıkta, yazın şu bunaltan sıcaklarıyla çalışmak… Ah! Ahmet Cemil zengin olsaydı, evet, zengin olsaydı! Onun da Erenköy’de bir köşkü, köşkte süslü bir kitaplığı, kitaplığının önünde tatlı bahçesi olsaydı; Lamartine’i, Musset’yi orada okusaydı; ama on altı sayfasını kırk kuruşa tercüme etmek için değil, yalnız kendi zevki ve kendi mutluluğu için…

Duramadı; yeniden dışarı çıkmak için fesini giydi. Sanki sokağa çıkarsa aradığını bulacaktı.

Yürürken düzenli düşünmek, ne yapacağına bir karar vermek istiyordu. Bu mümkün olamadı. Kafası o kadar dağınıktı ki düşüncelerine bir düzen veremiyordu. Sanıyordu ki yürümeyi sürdürürse sinirlerini dindirmeyi başarabilecek.

Babıali Caddesi’ne kadar geldi. Bir yere gitmek için belli bir niyeti ve kararı olmadığı zamanlar her vakit ayakları onu oraya, kitabevlerinin, basımevlerinin sıralandığı şu caddeye getirirdi.

“Matbaa-i Osmaniye” Kitabevinin önüne gelince bir ara durdu, uzun uzun vitrinde duran kitaplara baktı, kapların üzerini okudu. Bir süre gözlerini kûfî hat üslubuyla yazılmış bir kitabın adına dikti. Bunu okumak için çalıştı. Bir ara aklında yer tutan soruya şu karşılığı verdi:

“Ne olacak? Kitapçılardan birine başvurayım. ‘Tercüme yapmak istiyorum, ne tercüme edeyim?’ derim.”

Buna karar verdikten sonra caddeye indi. Ara sıra uğradığı kitapçılardan birinin dükkânına girdi. Öteden beriden, yeni kitaplardan, son haftanın dergilerinden söz etti. Sonra birden düşüncesini söyledi. Kitapçı düşündü, pek gevşek bir tutumla “Olsa olsa hikâye tercüme ediniz; başka kitaplar pek az satılıyor; zaten hikâyeler de satılmıyor ya…” dedi.

Sonra birden kitapçı durumunu değiştirdi, aklına bir şey gelmiş gibi “Sahi, ‘Hırsızın Kızı’ romanına devam etseniz ya!” dedi.

“Hırsızın Kızı”… Bir romandı ki dört fasikülü yayımlandıktan sonra mütercimi vazgeçmiş, yayıncı devam etmemişti.

Ahmet Cemil hemen kabul etti:

“Çıkan fasiküllerle aslını veriniz.” dedi. Sonra biraz düşünerek ekledi:

“Ama bir şartım var: Adımı koymayacağım!..”

Lamartine’den sonra, Musset’den sonra “Hırsızın Kızı”…

İşte hayallerin sonu!..

O akşam, tercüme dedikleri şeyin ne kadar kolay olduğuna şaştı. İki saatte on sayfa tercüme etmişti; bu gidişle milyon kazanacaktı…

Kâğıtları annesinin önüne döktü:

“İşte!..” dedi.

O günden başlayarak Ahmet Cemil için sürekli bir çalışma başladı. Okulun tatil zamanından faydalanarak gecelerini, gündüzlerini, garip olaylardan oluşan bir dolaşık yumak uydurmakta usta bir yazarın kafasından çıkan ve kim bilir kaç kişinin kış uykularına türlü korkunç düşler karıştıracak olan bu romanı; bu cinayetler ve akla gelmez olaylar zincirlemesini nefret ede ede tercüme işine adadı.

İlk dört beş fasikülün tercüme biçiminden yüreklenerek zaten hiçbir dil ve anlatım üstünlüğüne, zevkine ve inceliğine sahip olmayan bu kitabı hemen bir oturuşta tercüme ediyordu. Ama bu uğraşısından duyduğu nefret, çalıştığı süreyi bir eziyet hâline getirirdi. Damarlarının içinde bir besteci kanının dolaştığını duyduğu hâlde -ekmek yemek için- gecesinin sekiz saatini murdar çalgılı kahvehanelerde, tiksindirici şarkıcı kadınlara çalgıcı olarak eşlik etmekle geçiren bir kemancı gibi ruhu türlü güzellikler yaratma yeteneği gösteren bu genç, batakhanelerde bitmez tükenmez hırsız konuşmalarını tercüme ettikçe yüreği nefretinden şişerdi.

Ama asıl on beş gün içinde sekiz on fasiküllük müsvedde hazırlayarak on beş yirmi mecidiye alabilmek umuduyla kitapçının dükkânına gidip de adamın para konusuna kesinlikle yanaşmadığını gördüğü ve kızara bozara tercüme hakkını istemeye yüreklendiği zaman, herifin “Durun bakalım, hele bir kez okutayım. Sonra daha basma izni alınacak. Hem basılsın, kaç forma tutacağını ne bileyim!..” dediğini işitince dondu kaldı… Demek evde günlerce kapanıp havadan, o güzel güneşten, halkı bütün İstanbul’un en güzel yerlerine sürükleyen bu tatlı ve güzel mevsimden kendini mahrum kılarak meydana getirdiği bu çalışma ürününü satabilmek için kitapçı dükkânına günlerce gidip gelmek, şu kirli müsveddelerin arkasından koşmak; bugün basma izni alınacak, yarın basılacak, şimdi elime para geçecek diye elemli beklemeler içinde bulunmak gerekecek…

Ahmet Cemil bir şey söylemeden çıkmıştı. Artık o gün eve gelip çalışmadı. Ama akşam, soğukkanlılıkla döndüğü zaman bu işi sürdürmeye de karar verdi:

“İş bir kez düzenine girinceye kadar…” diyordu.

Çalışmasını sürdürdü. Oysa zaman geçiyor, eline para geçmiyordu. Bir ara, epey utanaraktan ısrarları sonucu, kitapçıdan beş mecidiye alabilmişti. Romanın basılma izni alındı, haftada bir fasikül yayımlanmaya başlandı. Kitapçının züğürtlüğü daha sık ve çabuk yayımlanmaya elverişli değildi. Demek haftada iki mecidiye… O da çekişe çekişe alınacak. Kitapçı, size sadaka veriyormuş gibi burun kıvıra kıvıra, sekiz on kez istemeden sonra verecek.

Elinize şöyle külliyatlı para geçmeyecek. Üstelik alabildiklerinizden türlü akçe farkları kaybedeceksiniz. Size en ummadığınız türden değişik çeşitte paralar verilecek. “Bunlar nereden toplanmış?” diye şaşacaksınız. Elli altı kuruşa aldığınızı elli üç kuruşa bozduracaksınız. Ödemeler her zaman sizin zararınıza olacak, küçük bozukluklar yokmuş gibi sayılacak. Bunun karşılığında ne kadar zahmet, ne kadar bekleyiş!..

Yalnız tercüme de yeterli değil, izin peşinde de koşmalı. Matbaadaki başmürettip karşısında da yaltaklık etmeli, tashihlere bakmalı. Ahmet Cemil bunları düşünürken içinden kabaran geniş bir solukla “Off!..” derdi.

Bu biçimde yaşayabilmenin mümkün olmadığı kanısını edindi. Başka bir şey daha gerekli; bir çalışma alanı daha bulmalı, amma ne?..

Kitapçının dükkânına gidip geldikçe kimi şeyler öğrendi ki bunlardan faydalanmak yollarına başvurmak mümkündü.

Kitapçılar yayımladıkları dergiler için yazı yazanların önemine göre para veriyorlardı. Bunlardan birkaçına yazı yazsa? Hangi konuda olursa olsun. Fransızca eski, yeni dergilerde ve gazetelerde çevrilebilecek ne olursa olsun…

Hüseyin Nazmi’nin abone olduğu Fransızca dergilerin eskilerinden bayat sayılarından istedi. Bunlardan en yabancı olduğu konulara, en ilgi duymadığı şeylere ilişkin tercümeler yaptı; bunları dergi neşreden kitapçılara götürdü. Kimisini kabul ettirebildi, kabul ettirebildiklerinden kimisi için para alabildi; ama ne aşağılanmalar karşılığında!..

Her zaman kalabalık olan kitapçı dükkânlarında, her zaman “meşgul” görünen kitapçılardan, her zaman ayıp olan para istemelerine katlanmak…

“Şimdi yok…”

“Ha, o yazı mı? Yakında gereğine bakarız.”

“Üç gün sonra…” biçiminde; bir müşteriye bir kitap gösterilirken; “meşguliyet” arasında veya kuru fasulye pilakisi yenirken, iri lokmaları yutma sırasında verilmiş karşılıklarla çaresiz geri dönmek!

Edebiyat dünyası, basın mesleği bu muydu? Hiç olmazsa bu kadar zahmetine, zorluğa katlanmasına başladığı şu meslekte, altına imzasını kıvançla, seve seve koyabileceği şeyler yazabilse…

Bir gün gene bir yazı götürdüğü bir derginin sahibi -Faiz Efendi adında insaflı bir adam ki onun ne kadar paraya muhtaç olduğunu anlamıştı- dedi ki:

“ ‘Mir’at-ı Şuûn’ gazetesi için tefrika edilecek bir romana gerek varmış. Başkası kapmadan siz imtiyaz sahibine başvursanız… İyi bir adamdır; çekinmeyin.”

Çekinmek!.. Pek iyi anlamıştı ki çekinen aç kalır. Haydi kendisi aç kalsın ama evdekiler?

Hemen o dakikada yüreklilik göstererek “Mir’at-ı Şuûn” gazetesine gitti; imtiyaz sahibinin odasına kadar çıktı. O vakte kadar bir gazete idarehanesine girmemişti. Kafasında gazete, yayın konularını, bu ve benzeri yerleri büyültüyor; yeşil örtülü büyük yazı masalarının yanlarında iri sakallı, altın gözlüklü, yüksek sesle konuşan, yüksekten bakan adamlar düşünüyordu. Şu bir iki aydan beri kitapçı dükkânlarında gördüğü örnekler, daha bu hayallerini büsbütün silememişti.

Hüseyin Baha Efendi’yi müdürlük odasında, kanepeye ilgisizce yaslanmış, Başyazar Ali Şekip’in parmaklarıyla ahenk tutarak aşağı perdeden okuduğu bir şarkının ninnisiyle uyumaya hazırlanıyormuş gibi görünce şaşırdı. Yerinden kalkmaksızın yüzüne merakla bakan Hüseyin Baha Efendi’ye nasıl seslenmek gerekeceğinde karar veremedi.

Ama Hüseyin Baha Efendi iri sakallı, altın gözlüklü bir imtiyaz sahibi olmamakla birlikte pek iyi bir adam etkisi bırakıyordu.

“Ne istiyorsunuz oğlum?” dedi; bu sesleniş Ahmet Cemil’e cesaret verdi. Ne istediğini anlattı. Hüseyin Baha Efendi doğrularak dinledi. Sonra Ali Şekip’i göstererek “Soralım da gerçekten ihtiyaç varsa…” dedi.

Ali Şekip döndü; o bu gence birkaç kez rastlamıştı. Şimdi sürmekte olan roman bir hafta sonra bitecekti.

“İşte. Ahmet Cemil Bey tercümeyi yapsın.” dedi.

“Aman, okudunuz mu bilmem…”

Ali Şekip o iyi yürekli adamlardandı ki beş dakikada dost olur, sohbete başlar, her gördüğünü sever. Dünyada her şeyi sevmek için yaratılmıştır.

Bir roman okumuştu, onu salık veriyordu:

“Durun bakayım, burada mı?”

Kitap bulundu, Ahmet Cemil’in eline tutuşturuldu, “Hemen başlayın.” denildi. O, utanmasa Ali Şekip’le Hüseyin Baha Efendi’nin boyunlarına sarılacaktı. Utana utana girdiği bu yere beş dakikada ısınıvermiş, beş dakikada bu adamlar üzerine derin bir sevgi edinmişti.

İşte, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesine ilk girişi böylece olmuştu. Bu ilk buluşmanın sevinç ve neşesiyle Ahmet Cemil bir hafta içinde -tatilin son haftası- gazeteye bir ay yetecek kadar tercüme hazırladı. Ali Şekip’in salık verdiği bu roman da “Hırsızın Kızı” türünden bir şeydi ama artık Ahmet Cemil müşkülpesentliğe gerek görmüyordu. Mademki imza koymuyor…

O imzayı asıl yazmak istediği eser için saklamak istiyordu.

Para konusu için ikinci buluşmada, Ali Şekip’e açıldı. Artık senli benli bile olmuşlardı.

Ali Şekip hemen “Oh, bak, o nazik bir konudur… Hele başlayalım; ben sana para alıveririm. Elbette Hüseyin Baha Efendi’nin kara gözleri için çalışacak değilsin ya… Gazete yönetiminin para sandığı her zaman boştur ama… Sen bana biraz kendini tanıtsana bakayım…”

Başka birisinin ağzında terbiyeye aykırı sayılabilecek bu soru, onun ağzında öyle tertemiz bir yürekten çıkmış görülüyordu ki Ahmet Cemil, garipliğinin farkına bile varmadı. Dört beş cümleyle kendini tanıttı. O zaman Ali Şekip, hiçbir söz söylemeyerek elini uzattı; kendisine bir yardım eli arayan bu genç eli içtenlikle sıktı.

***

Bundan sonra Ahmet Cemil’in hayatı normalleşmişti: Her zaman çalışmak, öteden beriden -dağınık yerlerden olarak- ayda üç dört yüz kuruş kadar bir para kazanmak…

Okul açılmıştı. Hüseyin Nazmi ile birlikte artık son sınıfta idiler. Ama aralarında eski sıkı dostluk mümkün olamıyordu. Biri yatılı, öteki gündüzlüydü. Hüseyin Nazmi okuyor, Ahmet Cemil yazıyor; birinde düşünce alışkanlıkları zenginlik kazanıyor, ötekinde yetenekler yıpranıyordu. Bu yaşayış ayrılığı, eski ilişkilerin içtenliliğini biraz gidermiş gibiydi.

Bu son yıl Ahmet Cemil derslerini büsbütün savsaklar olmuştu. Sabahleyin, okula gidinceye kadar, akşam okuldan döndükten sonra, gece yarısına kadar işleyen, sürekli işleyen bir kafanın ve düşüncenin okul derslerine katlanabilme derecesi ne kadar, ne kadar olabilirdi?

Zayıflıyor, sararıyordu; buna annesi ilgisiz kalamadı.

Sabiha Hanım, çocuklarının hiçbir hâlini ve duygusunu incelemekten geri kalmayan annelerdendi.

Bir gün annesinin önüne, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinin idare memuru Ahmet Şevki Efendi’den aldığı beş mecidiyeyi koyduğu zaman, Sabiha Hanım dedi ki:

“Daha paramız bitmedi oğlum; sen beni israfa alıştıracaksın. Bizim geçimimizden ne olacak? Biraz da kendine baksana… Hem ben bu kadar yorulmana da razı değilim. Sonra hasta oluverirsin…”

O güldü; annelik sevecenliğinden doğan bu duygu dolu sözler, Ahmet Cemil’i birden, beş yaşındaki çocukluk günlerine geri götürdü. Kumral uzun saçlı başını annesinin dizine koydu:

“Ben çalışmayacak olursam nasıl olur anneciğim? Ben çalışmalıyım ki bir şey olayım. Ben şimdi yorulursam sonraları rahat edeceğim. Hele bir okulu bitireyim, bak ne olacağım!.. Oğlunu bir matbaa sahibi, bir gazetenin müdürü görürsen övüneceksin, değil mi anneciğim…”

***

Şimdi Ahmet Cemil’in yüreğine bu taze umut düşmüştü. Bu umudun üzerine ne hayaller kurmuş, kafasında neler düzenlemişti.

Kitapçı Faiz Efendi’ye bir gazete imtiyazı aldırtıyor, kendisi başyazar oluyor, Hüseyin Nazmi’yi beraberine alıyor, her biri beş liralık hisse senetleri çıkarıyor, bir matbaa kuruyor; hisse senetleri elde edilecek gelirlerle yavaş yavaş ortadan kaldırılıyor, matbaa sadece Ahmet Cemil’in malı oluyordu.

Babıali Caddesi’nin uygun bir yerinde, örneğin Sirkeci’de dört yol ağzında, köşelerden birine zarif -kafasında planı bile çiziliydi- büro; küçük bir araba, tek atlı… Fazla görkeme ve gösterişe ne gerek var? O vakit gözlük de takacak.

Gözlüğe özellikle önem veriyordu. Sabahleyin Süleymaniye’den… Yok, yok, o evi satıyorlar, başka bir yerde, daha nerede olacağı karara bağlanmamıştı, bir ev… Sabahleyin arabasına bindiği gibi askerce bir sesle arabacısına emir verecek:

“Matbaaya!..”

Bu hayali her zaman süslerdi. Tek avuntusu ve mutluluk kaynağı sadece ve sadece buydu. Bunu gece yatağında rahat rahat düşünebilmek için üstelik yatmakta acele ederdi.

Daha neler düşünmemiş, bu umudun çevresinde neler neler yaratmamıştı? Bütün bu güler yüzlü hülyaların arasına bir hayal de girerdi ancak bu hayal pek akıcıydı, belli belirsiz bir şey…

Belirsiz bir çocuk yüzü… Kim bilir kimdi? Ahmet Cemil, bu yüzün adını bilmekle birlikte, onu kesinlikle belirlemeye cesaret edemezdi.

***

Okulun öğretim süresi bitmek üzereydi ki bir gün akşamüstü “Mir’at-ı Şuûn” matbaasına uğradığı zaman, Ali Şekip kendisini görür görmez “Ben de seni bekliyordum.” dedi. Sonra söyleyeceği şey -yanında tashihlerle uğraşmakta olan Raci’den, Saib’den saklı imiş gibi- Ahmet Cemil’i tuttu, Hüseyin Baha Efendi’nin odasına kadar çekti götürdü.

“Sana bir iş buldum.” dedi.

Ali Şekip’in bulduğu iş bir hocalıktı.

Ayda iki lira vereceklerdi. Haftada üç gece akşam yemeğinden sonra giderdi. Zaten kendisinin evine de yakındı. Çocuk pek küçük ama ne çıkar! Bir saat kadar ders; sonra yanına bir uşak katacaklar, gene evine döner. Sanki haftada kazandığı, o üç saatte kazandığından daha mı fazla tutuyor?..

***

Ahmet Cemil’in aylık bütçe dengesinde o iki liranın pek büyük önemi vardı. Ali Şekip’ten bu haberi aldıktan sonra, sanki demir yolları piyangosu çekilişinde büyük ikramiyeyi kazanmış gibi bir an önce eve müjdeyi vermek üzere Süleymaniye yolunu her vakitkinden daha erken tuttu.

O akşam önemli bir para oturumu açıldı. Sabiha Hanım’ın, İkbal’in arasında oy vermek üzere, üstelik Seher bile oturuma çağrıldı. Ahmet Cemil’in elinde kurşun kalem vardı, diyordu ki:

“Şöyle böyle eve dört beş yüz kuruş giriyor. İki lira daha zam olunca mademki ev kirası da yok… Başka ne harcama kaldı?..”

Seher, mutfak harcamaları konusunda görüşlerini söyledi. Ahmet Cemil kimi zaman annesine kimi zaman Seher’e gözlerini yönelterek dengeyi düzenlemeye çalışıyordu.

“Daha daha?..”

Harcamalar kalem kalem ilerliyordu. Listenin her noktasında uzun tartışmalar oluyor; karşı çıkmalarda da bulunuluyordu.

“Daha daha?..”

Hep arıyorlardı. Daha ne var? Şu yazıldı mı? Şeyi unuttun sanırım. Daha daha?..

Sonunda Ahmet Cemil listenin altını çizdi, toplam işine başladı. Toplamın sonuçlarını birer sayıyla işaret ederek çizginin altına indirdikçe yüreğinde bir çarpıntı duyuyordu. Toplam ne olacak?.. Toplam bitince şaşırdı. Herkes tam bir sessizlikle sonucu bekliyordu. O, toplamın sağlıklı oluşuna inanamadı, bir daha yapmaya başladı.

“Aman anne, zengin oluyoruz. Bir epey para artıyor!..”

Hiçbiri inanmadı. Ahmet Cemil’in yanına yaklaştılar. Listenin her sayısı yeniden okundu. Eksik bir şey olmasın diye dikkat edildi. Seher bir ara “Şey unutulmuş.” dedi.

“Ney?” dediler.

“Şey…” dedi; şeyin adını bulamadı. Kahkahayı salıverdiler. Seher utandı, kaçtı. Toplama bir daha yapıldı.

Ahmet Cemil, elindeki kâğıdı sallıyor, “Zengin oluyoruz!..” diye bağırıyordu. Sonra gözlerini İkbal’in gözlerine dikti.

“Artan para da gerek, değil mi anne? Gelin edecek kızımız var.” dedi.

“Aman ağabey sen de… Hep adamla alay edersin…”

***

Ali Şekip’in bulduğu ders, Vezneciler civarında idi. Büyük, eski bir konak. İyi terbiye almış, altı yaşlarında güzel, ince bir çocuk. Biraz okumak biliyor. Çocuğun babası -nazik bir efendi- Ahmet Cemil’e izlenecek metodu belirledi. Çocuğu idadi sınıflarına hazırlamak gerek. Artık ne yolda bir öğretim biçimi seçmek gerekeceğinde kendisini özgür bırakıyor. En çok dikkat edilecek şey çocukta öğrenim isteği uyandırmak. Çalışmasından memnun olmadığı zaman kendisine haber verir elbette…

bannerbanner