
Полная версия:
Hatıralar
Aralarındaki muamele farkı ise terbiye hususundaki prensiplerinin bir neticesiydi.
Akbabalara Ciğer Ziyafeti
Kastamonu’ya gittiğim senenin ilkbaharında, hükûmet konağında yattığım odanın penceresi altında birdenbire kopan bir gürültü ile uyandım.
Birkaç kişi, “Hopoya ciğer, hopoya ciğer!” diye bağrışıyorlardı. Hoponun ne demek olduğunu bilmediğimden, bu bağrışmanın sebebini anlamak için hemen kalkıp pencereyi açtım.
Bağıranların, Vali Paşa’nın uşakları, aşçıları, arabacılarıyla iki jandarma olduklarını ve geniş avludaki çimenler üstünde tepsilere kuşbaşı doğranmış ciğerler bulunduğunu gördüm. Bu adamlar hem sesleri çıktığı kadar bağrışıyor, hem de havaya bakıyorlardı. Ben de baktım, çok yüksekte iki akbaba göründü. Bağıranlar, “İşte geliyorlar!” dedikleri için ziyafete çağrılanların bu kuşlar olduğunu anladım. İki akbaba gittikçe inmek üzere devamlı süzülerek kısa devirler yapıyorlar ve sağdan, soldan, havada beliren akbabalar çoğalıyorlardı. On beş dakika kadar sonra avludaki çimenler ve yollarda kaz sürüleri gibi, yüz elliden fazla akbaba ciğer yiyorlar, bazıları adamların yanlarına kadar gelerek yerdeki tepsiden alıyorlardı.
O sırada bizim odaya gelen daire müdürüne bu ziyafetin sebebini sordum:
“Hani…” dedi. “Bazı yerlerde fukaraya sadaka vermek kabilinden mahalle ve çarşı köpeklerine ekmek dağıtmazlar mı? Burada da aynı maksatla akbabalara ciğer yedirirler. Paşa efendimizin bir tanecik kerimeleri bir hastalıktan kurtulduğu için buranın âdeti üzerine şükran makamında bu eğlenceli ziyafeti emrettiler.”
Akbabalar tamamıyla doyduktan ve çimenler üstünde, hatta gelen geçenlerden korkmayarak salına salına biraz gezindikten sonra ikişer, üçer uçup gittiler.
Bizde iyi, kötü âdetler “ölmez” oldukları için bu zararsız âdetin Kastamonu’da hâlâ devam ettiğinde şüphe yoktur. O zamanlarda Kastamonu’da bir ciğer otuz paradan fazlaya satılmazdı. Akbabaların ehli ve sevimli hayvanlar gibi çağırışa koşmaları o zaman beni hayli düşündürmüştü. Bu alışıklığa göre, âdet epey eski olsa gerekti.
Gerek Abdurrahman Paşa maiyetinde, gerek arkadaşlarımla gittiğim kır ziyafetlerinde, on beş, yirmi kuruşa alındıkları için, mutlaka bir iki kuzu kesilerek, Kastamonu’nun meşhur ve şöhretine layık tandır kebapları yapıldığından her ziyafete akbabaları da iştirak ettirirdim.
Paşa, bir yaz mevsimini, Kastamonu’ya iki saat mesafede bir yerde, çamlar arasında bulunan bir çiftlikte geçirdi. Ben her sabah, akşam kendisiyle birlikte gittim, geldim. Bir sabah çiftlikte bir dana kesilecekti. Dürbünü alarak yüksek bir tepeye çıktım. Yalnız bir tarafı orman ve üç tarafı ise göz alabildiğine düz, seyrek ağaçlı bir ova olan sahayı dikkatle muayene ettim. Uzakta, yakında bir tane bile akbaba göremediğim için, hiç kimseye “Hopoya ciğer!” ilanı yaptırılmaksızın dana kesildi. Yarım saat kadar sonra sağda, solda, havada beliren kırk, elli kadar akbaba dananın kendilerine bırakılan işkembe ve bağırsaklarını bekliyorlardı.
Akbabaların koku alma duyusu pek kuvvetli olduğu için, ciğer, et ve kan kokusunu uzaktan alıyorlar denilemez. Çünkü Kastamonu çarşısının her tarafında birçok kasap dükkânları varken önlerine bir tek akbabanın gelip konduğu görülmezdi. İçgüdünün bu cilvesine şaşırıp kalmıştım.
Garibeler: Bir Hüküm – Garip ve Öldürücü Bir Tedavi – Garip Bir Ölü Gömme Âdeti – Tabi Bir Hadisede Garip Bir Tesadüf
İnebolu eşrafından biri alışveriş esnasında kendisine verilen ve kezzapla gümüşü biraz çalınarak yazısı, tuğrası iyice okunmayan bir mecidiyeyi almamasından dolayı söze karışan üçüncü şahıs:
“Biraz silikçe ise de besbelli ki bir padişah parası. Hiç almamak olur mu?” demesi üzerine, mecidiyeyi kabul etmeyen adam kızarak:
“Sen ne karışıyorsun? Padişahın sol … mısın?” demiş. Polis bunu duyarak, o zamanki tabirle “Bu bir dil ile tecavüzdür, yani padişaha hakarettir.” diye jurnal vermiş ve zavallı adam Bidayet Mahkemesi tarafından uzun bir müddet hapis cezasına mahkûm olarak hapishanede ölmüştür. Bu sözde ise edep ve terbiye noksanından başka bir suç, hele bir hakaret maksadı olmadığı meydandadır.
***O sıralarda yine İnebolu Kazası içinde bir köyde, bir kaynananın on sekiz yaşındaki gelininin, güya kısırlığını gidermek için, zorla kızgın ekmek fırınına sokularak kömür hâlinde çıkarıldığını oranın kaymakamı bildirmiş ve hadise vilayet gazetesinde yazılmıştı.
***Ben bu hadiseyi anlatan fıkranın altına, “Kaynanalarla gelinler arasında hakiki sebebi henüz keşfedilmemiş ezeli ve ebedi bir düşmanlık bulunduğuna göre, İnebolu adliye memurlarının ehemmiyetle tahkik etmeleri lazım gelen bir hadisedir.” diye yazdığım hâlde, gazetenin bütün müsveddelerini pek dikkatle okuyan Vali Paşa, her nedense çizmiş olduğundan bu cehalet garibesinin mahiyeti meçhul kalmıştı.
***Kırk, elli yıl önce Kastamonu’da ölüleri yalnız gündüz değil geceleri de, ekseriyetle tepe sırtlarında ve yokuşlu yerlerde bulunan mezarlıklara meşalelerle gömmek garip bir âdetti. Eğer hiçbir yerde görülmeyen bu âdet hâlâ bırakılmamışsa, âdet kadar devamı da bir gariplik teşkil eder.
***Bir gün mektupçu kaleminde meşgul olduğum esnada postacı, kuyruğundan tutulmuş bir fare ölüsü gibi iğrenerek, zarfının bir köşesinden tuttuğu kirli bir mektup getirdi. Soba küreğinin içine koyarak odacıya açtırdım. İçinden bir mektupla, beze sarılmış bir hamsi balığı çıktı. Gazetenin resmî muhabiri olan Bartın Tahrirat Kâtibi tarafından gönderilen bu mektup şöyle idi: “Evvelki gün Bartın kasabasıyla bazı köylere şiddetli yağmurlar yağdığı esnada, Bartın’a sekiz saat mesafede bulunan Laz köyüne sayısız hamsi balıkları yağmış olduğundan bunlardan iki tanesi ekli olarak takdim kılınmıştır.”
Bu normal hadiseyi gazeteye yazarak, “Hortumların; denizlerden, göllerden çektikleri sularla beraber rast geldikleri balıkları ve kurbağaları kaldırarak uzak mesafelere kadar götürüp aşağıya bıraktıkları her zaman görülen bir hadise olup, bunda bir gariplik yoktur. Asıl tuhaflık, hamsilerin o havalideki yüzlerce Türk köylerinden hiçbirine yağmayarak Laz Köyü’ne dökülmesindedir.” demiştim.
***Kastamonu’da, garip görülecek, fakat çok zararlı bir âdet daha vardı ki, son defa öğrendiğime göre hâlâ devam etmekte olması da ayrıca hayret edilecek şeydir.
Bu âdet, genç çam ağaçlarının her sene peyda olan iç kabuklarını soyarak reçel yapmaları veya şekerli sütle yemek alışkanlığıdır ki kabukları soyulan zavallı genç çamların kurumalarına sebep oluyor. Yaş ve biraz yumuşak kayış yemeğe benzer olan bu “soymuk”ta, sinirleri harekete getirmek gibi bir özellik olduğu sanılıyor. Az çok doğru olsa bile, bu maksadı temin edecek pek çok ilaç varken, çamları genç yaşında kurutup öldürmek, bu suretle memleketi zarara sokmak gibi bir kötü âdete son verilmesi lazımdır.
Bir Rum Keşişi ve Pek Şişman Bir Kaymakam
Kastamonu Valisi Abdurrahman Paşa, her sene üç ay, vilayete bağlı yerleri dolaşıp teftiş etmekle beraber, İnebolu’da uzun müddet kalırdı. Bunun sebebi, orada bir liman bulunmamasından ileri gelen tehlikeli güçlüklere ve facialara bir nihayet vermek istemesiydi. Bu maksatla kâfi tahsisat almak için padişaha, Babıali’ye, Maliye ve Bahriye Nezaretlerine yıllarca o kadar çok yazmış ve emri altında sarf edilen az çok tahsisatın bir parası bile boşa gitmemesi için, sanki kendine bir apartman yaptırıyormuş gibi, mutlaka İnebolu’ya giderek güneş altında işlere nezaret ederdi.
Abdurrahman Paşa, bütün vilayet ahalisi üzerinde “velâyet-i amme”siyle (herkesin velisi) kalmaz; din ve ırk farklarına bakmadan her ailenin, her ferdin velisi, babası gibi hareket ederdi. Bundan dolayı herkes de onu candan severdi. Kastamonu’da, Sinop’ta, Bolu’da, Çankırı’daki idadi mektepleri, zührevi illet hastaneleri, şoseler hep onun gayretiyle meydana getirilmişti.
İşte bu umumi sevgi; yüksele yüksele, İnebolu Kasabası’nı zümrüt gibi etekleri üstünde büyüten dağın tepesindeki Rum Manastırı’na çekilen; kasabaya nadiren, fevkalade bir ihtiyaçla inen ihtiyar keşişin dünyadan ve dünyadaki her şeyden alakasını kesmiş olan yüreğine kadar vardığı için, evvelce kendisinden bahsettiğim Takiyüddin Efendi gidip de İnebolu’da biz bize kaldığımız günlerden birinde, satranç oynarken yaver, paşaya:
“Dağdaki manastırın ihtiyar papazı geldi, efendimizi ziyaret etmek istiyor!” dedi.
Paşa, beni yenmek üzere olduğu sevgili oyununu bırakarak ihtiyar ziyaretçiyi kabul etti. Fakat keşiş yalnız bir selamla kalmadı, paşanın elini sıkmak için ilerledi. Paşa sol elini uzattı.
Kısa boylu ve çok sevimli keşiş gülümseyerek, düzgün bir Türkçe ile:
“Paşa!” dedi. “Sağ el sapsağlam dururken sol el verilmez… Ötekini veriniz. Neden sakınıyorsunuz? Yüreğim de elim gibi temizdir. Galiba kıyafetim hoşunuza gitmedi. İnsanları yalnız kılıkla tanımak isteyenler aldanmaktan kurtulamaz. Sizi ziyarete gelen kıyafetim değil, bizzat benim.”
Paşa, “Sol elimi dalgınlıkla uzattım.” diyerek sağ elini verdi. Keşişle benim hafifçe gülümsememiz bir oldu. Keşiş sözüne devam etti:
“İnsanların yaptıkları paçavralara o kadar kıymet vermeyiniz. Allah’ın yarattıklarını oldukları gibi görmeye çalışınız…”
Paşa, keşişi kendisine en yakın bir koltuğa oturtarak iki saat kadar muhtelif mevzularda konuştular. Keşiş gitmek istediği hâlde paşa sözlerinden pek hoşlandığı için bırakmak istemedi; hatta yemeğe alıkoymak arzu ettiği hâlde keşiş, “Ben başka saatlerde yerim.” diyerek kalktı ve bir iki adım attıktan sonra dönerek:
“Bizim manastırın yeri çok güzeldir. Teşrif ederseniz memnun olur ve ibret alacak şeyler de görürsünüz.” dedi.
Paşa, “İnşallah bir cuma günü gelirim.” cevabını verdi. Cuma uzak değildi.
O sırada İnebolu’da Nahifi (nahif: zayıf) adında çok iri ve şişman bir kaymakam vardı. Hamamda peştamal yerine yatak çarşafı kullandığı söyleniyordu.
Cuma sabahında biz manastıra gitmeye hazırlanırken bir Rum kadını gelerek, kunduracı olan kocasını Kaymakam Bey’in dün akşam hiç suçsuz hapsettirdiğinden şikâyet etti. Sebebini sordum.
“Kaymakam Bey!” dedi. “Kocama bir iskarpin yaptırmak istedi. Tabii yapacaktı. Lâkin ayakları çok büyük. Yalnız bizim dükkânda değil, bütün esnafta öyle kalıp ve burada uygun kalıp yapacak kimse de bulunmadığından kocam, ‘Ben yapamam.’ demiş. Kaymakam Bey kızmış, kötü kötü sövmüş. Kocamı da, müteessir olarak, ‘Ben kalıba sığmaz, kayık gibi ayakkabıyı nasıl yapayım?’ dediği için hapse attırmış.”
Bu tuhaf vakayı paşaya anlattım; güldü ve kaymakamın, kendisi de İnebolu’da iken, böyle keyfine göre adam hapsetmeye kalkışmasına kızdı. Yavere:
“Hadi!” dedi. “Hemen hapishaneye git, kunduracıyı salıver ve kaymakamı buraya çağır.”
Yaver gidince, paşa: “Akıllı, uslu bir adam gibi görünen Nahif şişkosuna ne ceza verelim?” diye bana sordu.
“Meşru olmayan hapis, cezayı icap eder. Bir daha böyle derebeyliği etmemesi için kendisini tekdir ve bu gibi hareketi tekerrür ederse büyük cezaya uğratılacağını ihtar buyurup, bir de para cezası olarak kunduracıya bir lira vermesini emrederseniz iyi olur, Mamafih bir lira para cezasıyla kalarak, eğer onu taşıyacak kuvvette hayvan bulunursa kendisini de manastıra götürerek bir de maddi ceza verilebilir.”
“İyi.” dedi. “Fakat iki ceza çok olur. Bir lirayı biz kunduracının karısına vererek kaymakamı ihtar ve maddi ceza ile cezalandıralım.”
Öyle oldu. Kaymakam için kepekle semirtilmiş bir ekmekçi beygiri buldular. İnebolu’dan kalabalık bir kafile hâlinde hareketle dağa tırmanmaya başlayınca beygirin terleri sabun köpüğü gibi yolları suladığından, paşaya:
“Efendim!” dedim. “Biz kaymakama ceza verelim derken zavallı suçsuz hayvanı tahammül edilmez bir azaba soktuk.”
Paşa, hayvanın hâline baktı:
“Doğru.” dedi ve kaymakamı geriye çevirdi.
Yol, üzerlerinde meyveleri pırıl pırıl yanan elma ağaçlarıyla iki tarafı çevrili bir keçi yoluydu. Yoksa insan yolu olsa, sonunda Rum Manastırı değil, Hz. Muhammed’in cennetini bulacağız zannettirecek kadar güzeldi. Karadeniz’i seyrederek iki saatte manastıra vardık. Elma ağaçları alandan geçerken, Abdurrahman Paşa, katırının üstünden bazen öne, bazen arkaya eğilerek, uşaklar veya jandarmalar elma koparıyorlar mı, diye bakınıyordu.
Denizden, yeşil dağın tepesine konmuş birkaç akbaba gibi görünen oldukça büyük manastırın kapısı önünde paşayı karşılayan ve avluya girer girmez de senelerden beri hazırlanmış olan kendi mezarını göstererek paşanın ziyaretini iadesinden pek sevinen keşiş:
“Dünyanın en bahtiyar mahlûklarından biriyim!” dedi. “Çünkü Allah ne kadar ömür vermişse onu, kanaatli insanlara mahsus bir gönül rahatlığıyla, böyle cennet gibi güzel ve yüksek ormanlar içinde geçirmiş olacağım. Ölünce de, her gün, göre göre senelerden beri bir yatak gibi alıştığım, şu mezara gömüleceğim. Sen büyük bir paşa, bir vali olduğundan, ne kadar uzasa yine pek kısa olan ömrünü binbir dağdağalar içinde geçirecek ve nerede öleceğini, nereye gömüleceğini bilmeyeceksin. Seni Kastamonu’ya vali, beni burada küçük bir keşiş yapan Allah’ın hangimize daha büyük lütuf etmiş olduğunu anla!”
Paşa, düşünceli bir tavırla dinlediği bu sözler bitince:
“Çok doğru söylüyorsunuz.” dedi. “Lâkin Cenabı Mevlâ bizi dünyaya ne olmak, ne yapmak istediğimizi sorarak göndermiyor ki… Alnımıza ne yazmışsa, bilir bilmez mutlaka ona uyup gidiyoruz.”
Keşiş efendinin kızarttırıp hazırladığı piliçlerle bizim getirdiğimiz bol yemekleri, insanın hangisine bakacağını bilemeyeceği kadar güzel manzaralar karşısında, serin çam gölgesinde mükemmel bir iştahla yedikten sonra, biz biraz gezdik. Paşa ile keşiş konuştular.
Paşa, Keşiş Efendi’nin her nedense bu kıyafet içinde gizlenmiş bir Müslüman ve hatta hiç olmazsa bir veli namzedi olduğuna galiba inanmıştı. Kendisi İnebolu’da iken, keşiş oraya geldikçe görüşülmesi arzusunu gösterdiği ve daha bir ay kalındığı hâlde keşiş, tek başına hâkim olduğu yeşil dağdan bir daha aşağı inmeye tenezzül etmedi.
Bir fırsat bulup da kendisine nereli olduğunu soramadım. Fakat düzgün Türkçesine bakılırsa Anadolulu olsa gerekti.
Angarya Kabilinden Bir Araştırma Memurluğu
1890 yılında Çankırı Redif Kaymakamlığına tayin olunarak İstanbul’dan Kastamonu’ya gelen Talat Bey, orada birkaç gün kalarak, Vali Abdurrahman Paşa’nın sevgisini kazandıktan sonra Çankırı’ya gitmişti. Talat Bey, Plevne Muharebesi’nde Gazi Osman Paşa’nın maiyetinde bulunmuş ve Plevne Tarihi adında bir kitap da yazmıştı.
Bir müddet sonra açılan Çankırı Mutasarrıflığına, adliye müfettişlerinden Faham Paşa isminde bir zatın tayini için, Dâhiliye Nezareti, Abdurrahman Paşa’nın fikrini sordu. Paşa:
“Ben Tuna Valisi iken…” diyordu. “Rusçuk Ticaret Mahkemesi’nde bu isimde bir kâtip vardı. Bu Faham o ise, Dâhiliyeye müspet cevap vermek istemiyorum; çünkü hatırımda kaldığına göre huysuz bir adamdı.”
“Efendim!” dedim. “Birkaç sene evvel bu adam Konya’da adliye müfettişiydi. Niğde adliye memurları onun doğruluğundan, namusundan bahsediyorlardı. Aynı memuriyetle Sivas’a giderken Niğde’ye uğradı ve on beş gün kadar bize misafir oldu. O sırada Niğde Mutasarrıflığından ayrılmış ve ailesini babamın himayesine bırakarak İstanbul’a gitmiş olan Gürcü Kâmil Bey’in kızıyla evlendirilmişti. Emirül Ümera rütbesini, yani İzzetli Paşa unvanını sonradan almış, o zaman Faham Efendi deniliyordu. Mademki namuslu bir kanun adamıdır, Çankırı’ya tayinine muhalefet buyurulmasa iyi olur sanırım.”
“Pekâlâ, o hâlde Nezarete müspet cevap verelim.” dedi.
Öyle bir telgraf yazıldı.
Faham Paşa Kastamonu’ya geldi. Hafız Mahir Efendi’nin evine misafir edildi. Eski tanışıklıktan dolayı kendisini ziyaret ettim. Beni hürmetle kabul etti ve Mahir Efendi’ye:
“Hâzim Bey evladım sayılır.” dedi. “Muhterem babası benim velinimetimdir. Konaklarında uzunca zaman misafir oldum. Hatta orada evlendirildim. Sivas’a giderken kendilerinden ödünç aldığım birkaç bin kuruşu da iki sene kadar sonra gönderebildiğim için hâlâ utanırım.”
Namusu ve doğruluğu hakkındaki şahitliğimden dolayı, doğru adamları pek seven Abdurrahman Paşa, kendisini iyi karşıladı. Çankırı’da bulacağı Askerî Kaymakam Talat Bey’in dirayetinden bahsederek, kendisiyle samimi bir münasebet kurmasını ve onun fikirlerinden faydalanmasını tavsiye etti.
İzzetli Faham Paşa üç günde dört defa vilayet dairesine gelip gittiği hâlde bizim odanın kapısından bir defa bile bakmaya tenezzül etmeksizin Çankırı’ya gitti. Dairede bizim Ahmet Rıfat Bey’le tanışıp Sofyalı Osman Paşa’nın oğlu olduğunu öğrenerek, hemşehrilik münasebetiyle, her geliş gidişinde onunla görüşüp konuşmuş, onun da Vali Paşa’ya mensup olduğunu görerek artık bana iltifat etmeyi bir israf saymış olduğu anlaşılmıştı.
Çankırı’ya varınca, Vali Paşa’nın tavsiyesini pek fazla bir itaatle yerine getirerek, mutasarrıflığın idaresini ve kendi iradesini Talat Bey’in keyfine, arzusuna teslim etmişti. Çankırı’dan gelenler Talat Bey’in her işe karıştığını, mutasarrıfın onun bir gölgesi hâlinde kaldığını söylüyorlardı. Böyle tabi derecesini aşan hâller ne kadar sürebilir? Bir sene kadar sonra ve birdenbire Faham Paşa ile Talat Bey’in birbiri aleyhinde velveleli şikâyetleri başladı.
Talat Bey, telgrafla: “Attal, battal mutasarrıf, cülus-ı hümayun gibi mesut bir günde, asker dairelerinin sularını keserek Kerbela çölüne çevirdi.” diyor ve mutasarrıf: “Redif Kaymakamı’nın yeniden yapılan birçok asker binalarında ve nezaret ettiği idadi mektebi yapılışında para yediğini ispat edeceğinden asker ve sivil karışık bir araştırma heyeti gönderilmesini…” istiyordu.
Bu şikâyetler üzerine, Serasker ve Dâhiliye Nazırı’nın emirlerine dayanarak, Askerî Kaymakam Cerrah Kadri Paşa oğlu Salih Bey’le iki yüzbaşı ve sivil olarak da maarif müdürü, iki nafia mühendisi ve ben, bu heyeti teşkil ettik.
Eşimin hastalığını ve Faham Paşa’nın beni arayıp sormamasından gelen kızgınlığımı ileri sürerek kabul etmek istemedimse de paşa, saniyye rütbem dolayısıyla heyetteki askerî mümessillere üstünlük ve vazifeyi yaparken taraftarlık etmeyeceğime emniyet gibi sebepler göstererek ısrar edince, mutasarrıfı makamında ziyaret etmeyerek, kendisinden sorulacak şeyleri yazılı olarak sormak şartıyla kabul ettim.
Bir yük arabasına binerek Çankırı yolunu tuttuk. Akşamüstü Ilgaz Dağı eteklerinde bir hana vardık ve Vali Paşa için döşenmiş temiz bir odayı açtırdık.
Kastamonu ile İnebolu arasında Kûre-i Nuhas yani bakır maden ocağı nahiye merkezinde bilinmeyen bir zamandan beri, vaktiyle işletilip bırakılmış ocakların bakırları pek meşhurdu. Bunlardan yapılmış olan sini, tepsi, kazan gibi şeyler bozularak başka şeyler ve bilhassa sefer tasları yapıldığından, Kastamonu’ya her giden mutlaka bir sefer tası edinir; yemeğini onun içinde taşırdı. Biz de bu muhtelif sefer tasları içinde klasik yol yemekleri getirmiştik. Bunları mükemmel bir iştahla yedik. Yattık. Az sonra, hancılar, arabacılar da dâhil, hepimizin zehirlendiği anlaşıldı. Sefer tasları yeni kalaylı olduğu için, daha evvel kalaysız kaplarda kalmış olan yaprak dolmalarından zehirlendiğimiz şüphesizdi. Aramızda hekim yoktu. Kastamonu’ya da dönülemezdi. Tevekkülle bildiğimiz kadar tedavi olunmaya çalıştık.
Handa gürültülerle kusmaya çalışırken hava da dönmüş, yıldırımlı, şimşekli, şiddetli bir yağmur başlamıştı. Hepimiz hasta hasta, tabut gibi arabalara dolarak handan uzaklaştık. Yolda, şosenin düzgün olmasına rağmen, yağmur sonucu hasıl olan güçlükleri yenmeye çalışarak, Çankırı bahçeleri arasında bizim için hazırlanan köşke, güneş battıktan iki saat sonra ancak varabildik.
Bizim heyette Salih Bey, her nedense, Talat Bey’in aleyhinde düşmancasına hareket etmek istiyordu.
Asker binalarının yapılışında ve tamirinde hakikaten mutasarrıfın iddia ve Salih Bey’in temenni ettiği şekil görüldüğünden, mühendislerin muayeneleri ve keşifleri bu hususu açıkça meydana koymaya kâfi geliyordu. Günden güne çatlaklar, sağa, sola çarpılmalar artıyordu. Bir aydan fazla süren bu araştırma mutasarrıfın, Talat Bey için söylediği her şeyi doğru çıkardı. Fakat gerek müteahhitlere ihale suretiyle, gerek hükûmet tarafından yaptırılan her şeyin; kereste, taş, kireç ve diğer malzemesine ait eksiltmelerin hepsi Belediye ve İdare Meclislerinin kabul ve kararlarına dayandığı ve kararların hemen hepsi Talat Bey tarafından yazdırılmışsa da belediye ve idare azalarıyla beraber mutasarrıf da imzalamış bulunduğu için, usulsüz muamelelere karşı vaktiyle susmak, sonradan her şey artık telafisi imkânsız bir hâle gelince haber vermek mutasarrıfın da suçta iştirakine delil olduğundan, vaktiyle niçin sustuğu hakkındaki yazılı sualime:
“Devletin yüksek bir mektebinden çıkmış bir zatın bu türlü kötü muamelelere kalkışabileceği ihtimali aklıma gelmedi!” diye garip bir cevap vermişti.
Mutasarrıfın Talat Bey aleyhindeki şikâyetlerinden biri de onun asker daireleri arasındaki arsanın bir kısmına kavun, karpuz ektirmiş olmasıydı.
Hükûmet konağında, mutasarrıfın odasında bulunduğumuz sırada pencerenin altında avlunun bir kısmına ekilmiş olan arpayı görerek:
“Bu tarla kimindir?” diye sordum.
Mutasarrıf:
“Tarla değil, hükûmet avlusudur.” cevabını verdi.
“Avlunun bir kısmını kiraya mı veriyorsunuz?” diye sordum.
“Hayır.” dedi. “Kiraya vermiyoruz. Bizim araba hayvanları için ben ektirdim.”
“Talat Bey’in kendi ailesi için asker daireleri arasına bostan ektirmesiyle, sizin, araba hayvanları için hükûmet konağı avlusuna arpa ektirmeniz arasında ne fark vardır? Bu pek ehemmiyetsiz şeyden keşke hiç bahsetmeseydiniz.” dedim.
“…”
Bu çok sıkıcı ve saatte beş kuruş hesabıyla yalnız iki yüz elli kuruş gidiş geliş ödeneceğinden başka ücret de verilmeyen araştırma işini bir ayda bitirerek döndük.
SİNOP
Sinop’un Derviş Mutasarrıfı – Şaşılacak Derecede Muhtelif Hırsızlıklar ve Bu Yüzden Zavallı Bir Mahkûmun Bacağının Kesilmesi
1889 yılında Sinop Mutasarrıflığına tayin edilen bâlâ rütbeli ve yetmiş, yetmiş beş yaşlarında bir zat, Vali Abdurrahman Paşa İnebolu’da bulunduğu sırada oraya geldi. İki üç gün kalarak, elinde 99’luk tespih, dilinde Allah, peygamber ve namus sözleri; hâlinde dervişlik tavrıyla Abdurrahman Paşa’nın emniyetini kazanarak Sinop’a gitti.
Birkaç ay sonra hırsızlığa vesileler icadında pek usta bir adam olduğu anlaşılarak, Vali Paşa iki sebepten kızdı: Birincisi zavallı Sinop Livası’nın her vesile ile halkını ve devlet hazinesini hiçbir şeyden çekinmeden soyan bir mutasarrıf elinde kalması, ikincisi yalancılığıyla kendisini aldatmasıdır.
Sinop’tan imzalı, imzasız gönderilen ihbar mektupları birbirini kovalamaya başlamıştı.
Bunlar, yapılan kanunsuz hareketleri delilleriyle bildirmekte olduğundan Abdurrahman Paşa her birini yazı ile sorguya çekmek kabilinden mutasarrıfa soruyordu. Muamelenin gidişine dikkat eden kurnaz mutasarrıf, çok geçmeden foyası büsbütün meydana çıkarak yakayı ele vereceğini ve valinin hırsızlar, rüşvet alanlar hakkındaki nefes aldırmayan takiplerinden kurtulmanın mümkün olmayacağını anlayarak doğruca İstanbul’dan aldığı izinle Sinop’tan savuşmuştu. Bunun üzerine hem vekillik, hem de sayısız suçlarını araştırmak vazifesiyle Sinop’a gönderildim.
Bir sene evvel, Abdurrahman Paşa’nın yanında bir ay kadar Sinop’ta bulunduğumdan kasabayı ve memurları az çok tanıyordum.
Sinop’ta her sınıftan memur, asker, sivil sürgünler bulunduğu gibi muhtelif cezalara mahkûm dört yüzden ziyade, her din ve mezhepten insan da vardı. Bunlar arasında marangoz ve kalpazanlık suçlusu, kuyumcu gibi birçok sanatkârlar da bulunuyordu. Sürgün askerî ve sivil paşalar müstesna, bu mahkûmlar, topuklarında görünür görünmez birer demir halka ile kasabada serbestçe yaşarlar, sanatlarını yaparlardı. Hapishane müdürünün bu dört yüz küsur işçiye yalnız tütün parası bırakarak bütün kazançlarını alıp büyük kısmını muntazaman mutasarrıfa takdim ettiği ve bu şartla çalışmayanların hapishaneden çıkarılmadıkları evvelce yapılan ihbarlardandı. İlk işim, Umumi Hapishane denilen, sur içindeki kale zindanlarını ziyaret etmek oldu.
Birinciden beşinciye kadar koğuşlarla yani kale zindanlarıyla diğer yerleri birer birer gezdiğim sırada, vilayetin sıhhiye müfettişi de yanımda idi. Yüksekteki küçük ve bir tek penceresi taşlarla kapatılmış olan beşinci koğuşun önüne gelince, hapishane müdürü, yani mutasarrıfın Rize taraflarından getirterek bilhassa bu işe tayin ettiği herifin benzi atarak:
“Bu koğuşta kimse yoktur!” dedi.
Bu sözü, zindan içinden kopan:
“Vardır efendim, vardır!” sözü derhâl yalanladı.
Anahtarları taşıyan gardiyan, elleri titreyerek kapıyı açtı. Cidden tahammül edilmez fena bir koku hücumuyla karşılaştık.
Pencereyi açtırdım. Güneş ışığında duvar dibinde inleyen mahpusu gördüm.
Zavallı biri, altındaki toprakla bir renkte görünen ekmek parçalarına; diğeri abdest etmeye mahsus iki çanak arasında rutubetten çürümüş bir hasıra yan yatmış, zayıf sesiyle devamlı, “Vardır efendim, vardır!” diye mırıldanarak, boynunda ve topuklarındaki zincirleri şakırdatmaya çalışıyordu. Mosmor bir renk bağlamış olan sağ bacağını hiç kımıldatamıyordu.