
Полная версия:
Hatıralar
Mektupçu akşamdan sonra yazı işleriyle uğraşabilmek kabiliyetini kaybettiğinden, o müstesna olmak üzere beni ve idare meclisinin ikinci kâtibiyle mektubi kalemi müsveddecilerinden Ahmet Rıfat Bey’i4 pek ziyade çalıştırırdı.
Haftada iki gece, ders yapar gibi muntazaman Mesnevi okunur ve nispeten işsiz gecelerde satranç oynanırdı. Bilip bilmediğimi sorduğu zaman olumsuz cevap vermediğime pişman olmuştum. Çünkü satranç oynadığım gece uykumdan mahrum olurdum.
Resmî, hususi evrakın fevkalade olarak fazlaca bulunduğu bir posta günü sabahtan akşama kadar ben, idare meclisi kâtipleri ve Ahmet Rıfat Bey, hiç dinlenmeden çalışarak hepsini cevaplandırmıştık. Paşa sofrada:
“Bugün çok çalıştınız.” dedi. “Bu geceyi sohbetle geçiririz!”
Paşanın işsiz duramayacağı gibi yanında bulunanları da işsiz bırakmayacağını hepimiz bildiğimizden, manalı bakışlarla birbirimize baktık. Sofradan kalkınca, bana:
“Aziz!” dedi. “Sigarayı içeride içersin.”
Paşa bana “Aziz!” diye hitap ederdi. Bir sigara içecek kadar da uzaklaşmamı uygun görmediğinden, fevkalade bir imtiyaz olarak, yanında sigara içmeme müsaade etmişti. Paşa odasına girince arkadaşlara:
“Bu geceyi sohbetle geçireceğinize inandınız mı?” dedim.
İkisi gülerek:
“Mümkün mü?” dediler.
Ahmet Bey:
“Öyle ama…” dedi. “Ne iş bulacak? Posta gitti, okutacak, yazdıracak bir şey de kalmadı.”
Ben:
“Paşa isterse yazdıracak da, okutacak da bulur, bulamazsa icat eder…” dedim.
Paşa odasında bir iki lakırdı ettikten sonra, yazıhanesinden bir mektup çıkardı:
“Sırr-ı Kuran’ isimli eserinden bir nüsha hediye ettiğine dair Sırrı Paşa’nın mektubu. Bir cevap müsveddesi hazırlayın!” dedi.
Ben yazarken, meclis kâtiplerine, o gece sabahlara kadar da bitiremeyecekleri yazılar buldu. Fakat Ahmet Bey’e bulamadığı için canı sıkıldığını hissediyordu. Nihayet:
“Ahmet Bey, teneffüs odasının masası üstünde Abidin Paşa’nın gönderdiği altı cilt Mesnevi şerhi vardı, onları getiriniz.” dedikten sonra fildişi kâğıt keseceğini alarak evirip çevirmeye başladı. Kitaplar gelince:
“Bunları açın!” diye keseceği Ahmet Bey’e verdi.
Benim işim beş on dakikada bitti. Paşa ile konuşuyorduk. Üç arkadaş işlerine devam ettiler. Ahmet Bey, paşanın icat ettiği işi bitirince, kâğıt keseceğini gülümseyerek onun önüne koydu. Paşa derhâl saatine baktı:
“Dört!” dedi. “Daha bir saatimiz var. Kuzum Ahmet Bey, arada açılmamış yapraklar kalmışsa, ben onları okurken sabredemeyerek parmakla yırtmaya mecbur olurum. Baştan başlayarak bir yoklama yapınız…”
Zavallı Ahmet Bey, altı cildin bütün yapraklarını birer birer yoklamaya mahkûm olmuştu.
Abdurrahman Paşa’nın kendine mahsus olan yazı tarzı için numune olmak üzere, Çankırı Livası’ndan dışarıya, meydana çıkarılmasını, mahalli idare meclisinin kararıyla menettiklerine dair mutasarrıf vekilinden gelen telgrafa bizzat kendisinin yazdığı cevabı harfi harfine buraya yazıyorum:
“Heyet-i meclisle zatınız ne malumatsız, saygısız adamlarsınız. Böyle zahire ihracı memnuiyetine istizan ve iradesini istihsal etmedikçe vilayet de mezun değildir. Öyle had ve salahiyetiniz haricinde bir harekete nasıl cesaret ettiniz? Eğer ki liva mutasarrıfıyla muhabere ettiniz de o da tecviz ettiyse, cehalette sizden geri kalmıyormuş demektir. Serian iptal ilan ediniz ve halka telaş vermeyiniz…”
Abdurrahman Paşa – Dağıstanlı Takiyüddin Efendi – Dümtekli Namaz
Ben Kastamonu’da iken Kastamonu mebusu merhum Hafız Mahir Efendi, zamanın genç âlimlerinden ve Kastamonu şairlerinin ileri gelenlerinden olduğu için Abdurrahman Paşa’nın teveccühünü kazanmıştı. Evvela Bidayet ve sonra İstinaf Mahkemesi azalığına tayini; sonra Kastamonu’da Kâbe anahtarını taşımak vazifesi kadar mühim olan Nasrüddin Cami hatipliğine seçilmesi bu teveccühün eserleriydi.
Mahir Efendi haftada iki gece muntazaman vilayet dairesine gelerek hoca sıfatıyla, bununla beraber muhtelif şartlara müracaat edilerek Mesnevi dersine iştirak ve Abdurrahman Paşa’nın hususi imamı varken, bulunduğu zamanlarda kendi imamlık ederdi.
Bir akşam, beş on gün evvel Çorum’dan gelip bir medresede oturan Dağıstanlı Takiyüddin Efendi ile görüştüğünü, âlim ve münzevi bir zat olduğunu söylediğinden, Abdurrahman Paşa:
“Yarın akşam yemeğine getiriniz de görüşelim.” dedi ve öyle oldu.
Cidden pek vakarlı ve sözü düzgün olan Takiyüddin Efendi, temiz bir hoca kılığında geldi. Beyaz sarığı altında simsiyah sakalı, bıyığı, yüksek boyu, nüfuzlu bakışları, keskin zekâsı, geniş malumatı, bilhassa hafızasının eşi bulunmaz kuvvetiyle paşayı derhâl büyüledi.
Paşa bu zatta ilim ve irfanın üstünde bir velilik kuvveti bulunduğunu zannederek nasıl hürmet edeceğini bilemiyordu..
Takiyüddin Efendi, İslam âleminin uzak, yakın her tarafını tekrar tekrar dolaşmış, nerede bir kütüphane ve kütüphanede Arapça, Acemce ne kadar kitap bulmuşsa okumuş, ezber ederek ayaklı bir kütüphane olmuştu. Yalnız Kur’an’ı, Mesnevi’yi değil, Arap’ın, Acem’in en büyük âlimlerinin, şairlerinin en seçme eserlerini, dolmak bilmeyen hafızasına nakletmişti.
Ertesi sabahtan itibaren Takiyüddin Efendi’nin medrese hücresindeki biri seçme kitap, diğeri esvaplarını havi olan iki heybesi daireye nakledildi.
Ne olduysa zavallı Mahir Efendi ile bana oldu. Mahir Efendi daireye âlim bir adam değil, kendi ayakları altına konacak bir karpuz kabuğu getirdi. Çünkü paşa, Mesnevi’yi muntazaman ve yalnız başına Takiyüddin Efendi’den okumaya karar verdi. Bana gelince, odam Takiyüddin’e ve “Aziz” unvanım da, manası büyültülerek ona verildi. Birkaç gün sonra Takiyüddin’le dost olduk.
Paşa ile Mesnevi dersine başladıklarından üç dört gün sonra, memuriyet ilavelerinden biri eksildi diye memnun olarak odadan çıkmak isterken, Takiyüddin Efendi, paşaya:
“Hâzim Bey daima birlikte bulunsun.” dedi.
Takiyüddin Efendi’nin her sözünü paşa yerine getirilmesi lazım bir emir şeklinde kabul ettiğinden, derhâl:
“Çok iyi olur.” dedi.
Fakat iyi olmadı. Çünkü bir müddet sonra paşa bir iki mısrayı vezne uygun okuyamadığı için Takiyüddin kızarak, küçük bir çocuğa ders veriyor gibi homurdanmasından dolayı paşanın gözleri yaşardı. Baba gibi sevdiğim paşanın yanımda böyle hırpalanmasına tahammül edemediğimden bir vesile ile oradan çıkmış ve paşanın değil, Takiyüddin’in ısrarına rağmen: “Benim için her sohbetiniz bir derstir. Mesnevi dersinden beni affediniz; işlerim de buna müsait değildir.” diye itiraz etmiştim.
Bir daha da bulunmadım. Paşanın kibrinden, azametinden bahsedenler, onun Nakşibendiliğin Haliti koluna mensup bir derviş olduğunu ve hususi hâlini bilmeyenlerdir.
Paşanın kendisinde bir veli kuvveti var sandığı Takiyüddin’le dostluğumuz ilerleyince kendisine Fransızca öğretmemi arzu etmiş ve yazdığım alfabeyi iki üç günde öğrenerek okumaya, yazmaya başlamıştı. Dünya siyasetine dair cidden dikkati çeken mülahazalar ileri sürer, büyük siyasilerden bilhassa Prens Bismark’ı sever; bizimkilerden yalnız Büyük Reşit Paşa ile Ali Paşa’yı beğenirdi.
Hükûmet mescidinde cemaatle kıldığımız bir namazda Mahir Efendi imamlık ediyor, Takiyüddin Efendi, Paşa ile benim aramızda bulunuyordu.
Kıyam hâlinde iken Takiyüddin Efendi hiddetle homurdanarak namazı bozdu ve gitti. Namaz biter bitmez paşa:
“Aziz niçin namazı bozdu?” diye sordu.
“Bilmem.” dedim. “Belki abdestinin devamında şüphe etmiştir.”
“Aman, şunu anlayıver, acaba rahatsızlandı mı?”
Takiyüddin’in odasına giderek:
“Namazı rahatsızlık yüzünden mi bıraktınız? Paşa merak ediyor.” dedim.
“Hayır.” dedi. “Hiçbir rahatsızlığım olmadığı gibi namaza devam için bir mâni de yoktu. Fakat ben dümtekli namaz kılmam.”
“Anlayamadım.”
“Dikkat etmediniz mi? Mahir, sureyi Hüseyni makamından okuyacağım diye boyuna ayaklarını oynatıp duruyordu.”
Takiyüddin Efendi, Kastamonu’da aylarca ve her bakımdan değer verilen bir misafir hayatı yaşadıktan ve iki üç ay da İnebolu’da bize arkadaşlık ettikten sonra: “Seyahat iktiza etti.” diyerek bir müddet sonra gelmek üzere İstanbul’a gitmişti. Bir medrese çömezi hâline getirdiği Abdurrahman Paşa’dan kat kat fazla azametli ve sert yüzlü olan Takiyüddin’in bu gidişi, paşanın çok sevgili oğlu Arif Hikmet Bey ve ben de dâhil olduğumuz hâlde, bütün daire halkını sevindirdiği gibi, her ne kadar ima yoluyla olsun bir itirafta bulunmamışsa da, paşada da ağır bir yük altından çıkmış olanlara mahsus bir rahatlama eseri hissediliyordu.
Bir sene kadar sonra, Abdurrahman Paşa, İzmir Vilayeti Valiliğine tayin ve benim memuriyetlerim de oraya tahvil olunduğundan, Takiyüddin Efendi İzmir’e geldi ve birkaç ay dairede kaldı. Her nedense Mesnevi dersine devam edilmedi. Takiyüddin Efendi’yle münasebetim pek dostça devam ettiği hâlde, Mesnevi’nin bırakılışı sebebini ondan ve paşadan soramadım. Yalnız gece konuşmalarına iştirak ediyordum. Fırsat buldukça bu esnada bile Takiyüddin, paşayı sıkmaktan geri kalmıyordu.
Takiyüddin Efendi, Gürün Kasabası’nda iken ara sıra mektuplaşırdık. Mektupları, Arap âlimlerinden meşhur Cahiz’in bir mektubunu uzun yazmasından dolayı, kısa yazacak kadar bol vakti olmadığı yolundaki itizarını hatırlatacak kadar kısa idi.
Patates ve Haşhaş (Afyon) Ekimi Bir Cehalet Garibesi
Memleketimizde yerleşmiş bir alışkanlığın zararlı olsa bile giderilmesi, yeni âdetlerin ne kadar faydalı olursa olsun yerleştirilmesi pek güçtür.
Kastamonu’da ve oraya bağlı yerlerin büyük bir kısmında arpa, buğday ekiminden, en verimli yıllarda bile ancak yüzde altı, yedi ve nadiren sekiz nispetinde mahsul alındığından, Vali Abdurrahman Paşa, daha bereketli ve kıymetli şeyler, bilhassa haşhaş ve patates ekilmesini istemişti. O sırada galiba yalnız Bolu Livası’nda biraz haşhaş ekiliyordu.
O zamanlarda (1888) yabancı memleketlerden getirilen patateslerin okkası Kastamonu’da iki kuruşa satılıyordu. Hâlbuki mütehassıslar, okkası on paraya satılsa bile, iyi ekilip iyi bakıldığı takdirde patatesin her dönümde iki bin kuruş kâr bırakacağını hesap ediyorlardı.
Dokuz on yaşlarımda Isparta’da haşhaş ekimini ve afyon çıkarılarak eğitimini gördüğüm için bu iş bana havale edildi. Ben de patates işini, Almanya’da ziraat tahsil etmiş olan, İdadi Mektebi Müdürü (eski Dâhiliye Nazırlarından) Celal Bey’e yüklettim.
Çalışıp uğraşarak, bütün köylünün anlayacağı sadelikte birer talimatname yazdık ve vilayet gazetesiyle neşrettikten başka üçer bin nüsha bastırarak bütün köylere gönderdik. O zaman Sinop, Bolu ve Çankırı, liva hâlinde Kastamonu’ya bağlıydı. Talimattan başka haşhaş kozalarını çizecek hususi çakılar yaptırdık ve kaza, nahiye merkezlerine birer örnek gönderdik. Afyonkarahisar ve diğer yerlerden tohumlar getirterek her tarafa bedava yolladık.
Kastamonu’da da yarım dönüm kadar birer sahaya bu iki mahsulü ektik. Neticeler muntazaman gazeteye yazılıyordu.
Kastamonu’da altmış kuruşluk buğday ve arpa alınan yerden altı yüz kuruşluk afyon ve buna yakın nispette patates elde ettik. Bağlı yerlerden bazılarında umduğumuzdan fazla mahsul elde edildi.
İkinci sene için gazete ile teşviklerde bulunduk. Ekim zamanı gelince, nerelere ne kadar ekildiğini sorduk. Hiçbir yerden memnun edici haberler alamadık. Hele Taşköprü Kazası’ndan gelen cevap şaşırtıcı ve esef verici oldu. Abdurrahman Paşa’nın hiddetinden korkarak, kazanın kaymakamı, bu haberi yalnız başına yazmaya cesaret edememiş, İdare Meclisi mazbatasıyla bildirmişti. Mazbatada:
“Afyon ziraatı külfetli ise de patates yetiştirilmesindeki kolaylıktan dolayı bu havaliye ve ahalinin kabiliyetine pek uygun ve diğer ekinlere nispetle çok kârlı olmakla beraber; babadan, dededen görülerek alışılmamış olduğu için geçen sene teşvik ile ve hatta zorla ekenlerden birçoğunun bu yıl ekmemiş oldukları maalesef bize bildirilmiştir.”
Ben her taraftan gelen cevapları ve bilhassa bu mazbatayı Vali Paşa’ya okumak üzere iken yaveri içeriye girerek:
“Tosya Kazası’ndan bir köylü geldi. Efendimize maraza varmış.” dedi.
Abdurrahman Paşa, Kastamonu’nun ileri gelen eşrafını az çok misafir odasında beklettiği hâlde, fakirleri, bilhassa köylüleri derhâl kabul eder ve sözlerini pek dikkatle dinlerdi.
Şaşılacak bir hafızası olan Paşa, Kastamonu’da dokuz sene kadar kalarak her tarafı birkaç kere dolaştığı için, köylerin birçoğunu ve ahaliden ileri gelenleri tanır, bir iş için kendisine müracaat edenleri ahbapça kabul eder, işlerini süratle takibettirirdi. Abdurrahman Paşa, Tosya’dan gelen köylüye, kendisine müracaatının sebebini sordu. Köylü:
“Efendime teşekkür için geldim.”
“Hayrola?”
“Bıldır, bizim kazaya afyon tohumu yollayıp bunları köylüler eksinler buyurmuşsun…”
“Evet…”
“Kaymakam, bu tohumlardan Kargı Nahiyesi’ndeki bizim köye de gönderdi. İmam kâğıdını okudu. Birkaç kişi ektik. Askerden dönen kayınbiraderim Mehmet, kura memura bir binbaşıyla Afyonkarahisar’a gitmiş, afyon ekimini, dikimini ve kozalakların çizimini biliyormuş. Bizim su basan büyük tarlaya ektik. Tosya’da birkaç çakı yaptırdık. Allah verdikçe verdi. Haşhaşlar büyüdü, çiçeklendi, kozalaklarını çizdik. Suları çıktı ve bal gibi koyulaştıktan sonra, efendime söyleyeyim, topladık. Bunlar afyonmuş. Mehmet bunlardan yuvarlaklar yaptı. Tosya’ya götürüp sattık, biraz ucuz sattığımızı sonradan anladık. Fakat çok şükür buğdaydan ziyade kâr ettik. İşte bu afyon kârıyla, İstanbul’da börekçilik yapan biladerimi görmeye gidiyorum.”
Paşa pek sevinçli bir yüzle:
“Çok memnun oldum. Mademki faydasını anlamışsınız, bundan sonra hükûmetin emrine, teşvikine hacet kalmamış demektir.” dedikten sonra bana:
“Bu haberi kim bilir nasıl canlandırarak gazeteye yazacaksınız!” diye ilave etti.
Zahmetlerimin biricik mükâfatı karşısında ben de çok sevindiğim için:
“Evet efendim.” dedim. “Nasıl yazsam hakkımdır.”
Söz bitti, fakat köylü sandalyeden kalkmıyordu.
“Baba!” dedim. “Daha bir diyeceğin var mı?”
Köylü, kulağının arkasını kaşıyarak:
“Yok. Fakat Paşa Efendi’nin emrini tutarak yolladığı tohumlan ektik. Hazır İstanbul’a da gidiyorum, bahşiş filan yok mu?” demesin mi?
Fena hâlde kızan paşa bir “lahavle velâ…” dan sonra bana:
“Bunun cevabını siz veriniz!” dedi.
Utanmaz köylü, sanki paşada bir alacağı olduğu hâlde verilmemiş gibi asık bir suratla çıktı, gitti. Şüphesiz bu, köylünün cahil oluşundan ileri geliyordu.
Cahil deyince koyu ve umumi gibi bir cehalet olayı hatırladım.
1305 (1888) Zilkade’sinin (Aralık) yirminci gecesi alaturka saat altı sıralarında Kastamonu’nun kenar mahallelerinden birinde, bir sarhoşun havaya attığı birkaç el silah, halkın uykusunu başına sıçratmış ve ayın kaçı olduğunu düşünemedikten başka gökyüzüne bakmayı bile akıl edemeyenler veya koyda ayı biraz küçülmüş görenler “Tutuldu.” sanarak silah atmaya, lenger, tencere kapağı çalmaya başlamışlardı.
Bir buçuk saat kadar süren bu cehalet garipliği, şehrin muhtelif semtlerinde atlı jandarma gezdirip:
“Ay yirmi günlük olduğu için yarımdır, tutulmamıştır!” diye bağırtmak suretiyle önlenebilmişti.
Abdurrahman Paşa ile Müşir Said Paşa Arasında Bir Mukayese
Karakterinden evvelce bahsettiğim Abdurrahman Paşa ile Konya Valisi Müşir Said Paşa arasında, şahsımla olan münasebetleri bakımından, kayda değer bir hatırayı nakledeceğim. Bu hatıram, aynı zamanda Konya’dan Kastamonu’ya ne suretle çağırıldığımı da aydınlatacaktır.
Bir gün, Konya’da Mektupçu Nâzım Bey, yazdığı bir müsveddeyi bana vererek:
“Vali Paşa acele ediyor.” dedi. “Ben İdare Meclisine gitmek mecburiyetindeyim. Bunu siz takdim ediniz.” Müsveddeyi götürdüm. Paşa vilayet mühendisiyle bir şose ve köprü projesini tetkik etmekte olduğundan, girdiğimi görmedi. İki üç dakika kadar ayakta ve kapının yanında durdum. Paşa mühendise bir şey söylemek için başını çevirince beni görerek sordu:
“Hemen şu anda mı geldiniz, yoksa biraz evvel kapının açıldığını duyar gibi olduğum zaman mı girmiştiniz?”
“Evet efendim. Biraz evvel girmiştim.” dedim.
Eliyle hemen yer gösterdi:
“Bakınız.” dedi. “Burada iki kanepe, iki koltuk, altı sandalye ve fazla olarak da upuzun bir sedir var. Bunların yalnız ikisini Mühendis Efendi’yle ben işgal ediyoruz. Ötekiler hep boş ve her biri oturmak için önceden verilen birer izindir. Böyle olduğu hâlde, ‘Oturunuz.’ demek gibi bana, meşguliyet arasında ihmal edebileceğim bir vazife yüklemeniz doğru değildir. Benim müşir ve vali olmam, sizden çok yaşlı bulunmam, sizin genç ve bir meclis kâtibi bulunuşunuz bana karşı insanlık hak ve şerefinizden bir şey azaltamaz. İçeri girince mademki ben meşgul olduğum için sizi görmedim; ya çıkıp giderek tekrar gelmeli veya elinizdeki kâğıt her ne ise onu yaverle göndermeli yahut boş sandalyelerden birine oturmalıydınız. Bu hâl bir kere daha tekrarlanırsa gerçekten gücenirim.”
“Mektupçu Bey’e emir buyurmuş olduğunuz acil olan müsveddeyi getirmiştim.” dedim.
Kâğıdı aldı, okudu:
“Pek güzel yazılmış!” diyerek iade etti.
O günlerde benimle görüşmek için matbaaya sarışın bir topçu mülâzımı geldi (Damat Ferit’in son kabinesi zamanında İstanbul muhafızlığında bulunan ve Harbiye Mektebinde “Tatar Seyit” lakabını almış olan Mirliva Seyit Paşa). Konya gazetesindeki bir makalem nasılsa hoşuna gitmiş olduğundan benimle tanışmak için geldiğini söyledi. Ahbap olduk. Onun İstanbul şivesiyle konuşması ilk görüşmede hoşuma gittiği için bundan faydalanarak Niğde, Isparta ve Antalya şivelerinin bir karışımı olan dilimi mümkün mertebe düzeltmek için bir evde oturmamızı teklif ettim. O da memnuniyetle razı oldu.
Seyit Efendi, iki üç ay sonra İstanbul’a döndü. İyi bir tesadüf olmak üzere o senelerde ihdas olunan Konya Aşar Nezareti Kâtipliği ile oraya gelen Nazif Bey de İstanbullu şen bir genç olduğundan, Seyit Efendi’nin bizim evde boş bıraktığı yeri doldurmakta gecikmedi. Mektupçu Nâzım Bey’le haftada üç dört gece birlikte bulunduğumuz gibi bazen de sabahları evine uğrayarak hükûmet konağına onun arabasıyla giderdik. Bir sabah kendisini bir şey yazmakla meşgul buldum.
Arkamdan vali yaveri gelerek mühim bir meselenin müzakeresi için hemen vali konağına gelmesini bildirdiğinden Nâzım Bey elindeki kâğıtla beraber bir telgraf uzatarak, bana:
“Bundan senin hiç haberin olmayacaktı; fakat Vali Paşa’nın müzakere için çağırdığı meseleyi biliyorum. Uzun sürer. Hâlbuki mektubun bugünkü postaya yetişmesi mutlaka lazımdır. Artık sen temize çek, benim imzamı atarak postaya gönder.” dedi ve gitti.
Telgraf şöyle idi:
“Konya Mektupçusu Nâzım Beyefendi’ye, Buraya gelmek ister misiniz?
14 Teşrinisani 1301 (26 Kasım 1885)
Ahmet
O günlerde Kastamonu mektupçusunun vefatını gazeteler yazmış olduğundan Nâzım Bey’e mektupçuluk teklif ediliyor demekti.
Nâzım Bey’in bu telgrafa yazdığı cevapla kendisine teklif olunan bir memuriyeti küçük bir kâtibe devretmek istemesi, büyük bir alicenaplık olduğundan, müsveddesini aynen sakladığım bu mektubun sonunu buraya naklederek, onun necip ruhuna karşı minnettarlık vazifemi açıkça yapmak istiyorum.
“…Buraya geldiğimden beri Vali Paşa hazretlerinden fevkalade iltifat, pek ziyade emniyet görmekteyim. Başka ne olsun? Adı geçenin şu inayetlerine karşı kendilerini bırakmak elimden gelmiyor. Sen de razı olmazsın değil mi?”
“Ahmet, sana bir genç tavsiye edeceğim. Konya’nın Maarif Başkâtibi’dir. İsmi Hâzim’dir. Bu çocuk işine düşkün, doğru, becerikli, dirayetli, söz anlar bir gençtir. Lütuf gördüğü yere ilelebet minnettar olur; sadakat gösterir, sebat eder. Mesleği, kalbi, namusu var. Mümkünse Kastamonu’ya bunu alınız; delaletinden mahcup olmazsın. O memnun olursa ben de memnun olurum. Baki var ol, mektubunu eksik etme.
16 Teşrinisani 1301 (28 Kasım 1885) ”
Usule, kanuna son derecede riayetkâr olmakla nam kazanmış olan Abdurrahman Paşa’nın yirmi iki yaşında bir genci mektupçu yaptırmak istemeyeceği malum olduğundan, benden daima çok uzun mektuplar isteyen babama yazmadığım gibi, birlikte oturduğumuz Nazif Bey’e de bunu söylememiştim. Bundan bir ay kadar sonra Nazif Bey İstanbul’daki kayınbabası Sabit Paşa’dan bir mektup aldı. Bana da okudu. Sabit Paşa, vaktiyle Abdurrahman Paşa Bağdat Valisi iken Vali Muavini sıfatıyla orada bulunmuş. Nazif Bey Kastamonu Vilayeti’ne bağlı Çankırı Livası muhasebeciliğinden, Konya Aşar Nezareti Başkâtipliğine tayin olunarak İstanbul’a dönerken Kastamonu’da Abdurrahman Paşa’yı ziyaret ettiği esnada paşa:
“Ehliyetli bir kâtibim, mühürdarım bulunmamasından dolayı çok sıkılıyorum. Kayınpederiniz paşaya selamımla beraber söyleyiniz. Bana İstanbul’da, Fransızca da bilir iyi bir kâtip bulsun…” demiş olduğundan, Sabit Paşa bu hususta Abdurrahman Paşa ile cereyan etmiş olan muhaberesini şöyle hikâye ediyordu:
“Bana tebliğ ettiğiniz emirleri üzerine İstanbul’da iyi bir kâtip bulduğumu ve ayda yirmi lira maaşla geleceğini Abdurrahman Paşa’ya yazmıştım, aldığım cevapta bütçem o kadar aylık vermeye müsait değildir.” diyor.
Ertesi sabah Nazif’i, müşterek yazı ve kitap odamızda buldum. Ben merdivenden inerken, o, hizmetçimiz Ermeni kadınla postaya bir mektup gönderiyordu.
“Nazar değmesin.” dedim. “Bu sabah benden daha erken kalktınız, mektup bile yazdınız ha?”
“Evet.” dedi. “Yüzde doksan semeresini umduğum bir mektup.”
“Kayınpederinize mi ?”
“Hayır, onun o kadar acelesi yok. Kastamonu Valisi Abdurrahman Paşa’ya… Kayınpederin mektubundan bahsederek paşaya seni anlattım. Bir sene kadar önce başladığı Fransızcası tabii zayıfsa da çalışmasına nazaran süratle kuvvetlendireceğinde şüphe yoktur.” dedi.
“Niçin?” dedim. “Evvela bana açmadın; niçin mektubu göstermeden gönderdin?”
“Açsam ‘Said Paşa ve Mektupçu Bey gücenirler mi?’ gibi düşüncelerle tereddüt edersin. Mektubu göstersem, ‘Beni çok uçurmuşsun.’ diyerek baltalamak istersin de ondan göstermedim.”
Nazif’e, evvelce Mektupçu Nâzım Bey’in yazdığı mektubu söyledim.
Bu mektuptan galiba on beş yirmi gün sonra Nazif Bey, Abdurrahman Paşa’dan şu telgrafı aldı:
“Vilayet Mektubi Kalemi Mümeyyizliği ile ilave-i memuriyet olan Gazete Muharrirliği açıldı. Bin kuruş maaşı vardır. Yazdığınız efendi kabul ederse hemen gelsin.
26 Kânunusani 1301(7 Şubat 1886) ”
Bir gün sonra da Abdurrahman Paşa’nın eski bir adamı olan Defter-i Hakani Müdürü’nden, yine Nazif Bey’e gelen telgraf şöyle idi:
“Gönderilecek efendi bekâr ise dairede alıkonulacak ve rızası alınırsa hakkında hayırlı olacaktır.”
Birkaç gün sonra Niğde’ye uğrayarak Kastamonu’ya gitmek üzere Konya’dan ayrılmıştım. Niğde’ye vardığımdan iki gün sonra, Said Paşa’nın telgrafla teklifi üzerine salise rütbesiyle lütuflandırıldığımı yani “Rif’atlû Hâzim Efendi” olduğumu öğrendim.
Kastamonu’ya vardıktan birkaç ay sonra, Abdurrahman Paşa, İstanbul’a acele bir telgraf yazılmasını emretti. Müsveddesini yaptım, getirdim. Paşa yalnız değildi, defterdar (maruf matbaacı ve Servet-i Fünun mecmuası sahibi dostum merhum Ahmet İhsan’ın babası) Halit Bey’le konuşuyordu. Konuşmanın bir ara kesilmesini bekleyerek kapının yanında beş altı dakika ayakta durdum. Said Paşa’nın sözleri hatırıma geldi. En aşağıdaki sandalyenin kenarına oturdum. Defterdar gitti. Takdim ettiğim müsveddeyi, paşa, dargın gibi görünen bir çehre ile aldı ve aynı zamanda:
“Defterdar!” dedi. “Evvel-i ûlâ rütbeli (saadetlû beyefendi hazrederi unvanlı) olduğu hâlde ben izin vermedikçe oturmaz. Sen sellemehüsselam (patavatsızca) oturuverdin!”
Kulaklarıma şiddetli bir tokat gibi çarpan bu sert sözden son derecede müteessir olarak paşanın yazıhanesiyle büyük oda, bütün sandalyeleriyle dönmeye başladı. Tabii betim, benzim de atmış olacaktı:
“Müsaade buyurulmadıkça oturmuyordum.” dedim. “Bugün ayakta dururken birdenbire başım döndü, gözlerim karararak bir fenalık hissettiğim için ihtiyatsız oturdum. Afv-ı fahîmanelerini istirham eylerim.”
Paşa dikkatle bakarak, yüzümde pek belli olan bozukluğu görünce, bunun sözlerinden ileri geldiğini anlayamayarak gerçekten bir hastalık başlangıcı sandı ve hayli telaş etti. Yanındaki sandalyeyi göstererek, “Otur, otur.” demekle beraber zile bastı ve gelen uşağa, “Çabuk bir bardak su getir.” dedi.
Abdurrahman Paşa ile İngiliz Said Paşa arasındaki fark, birinin dindar, diğerinin din hususunda biraz saygısız olmasından ibarettir.
Namusluluk, doğruluk, devlet ve memleketi bilerek zerre kadar zarara sokmamış olmakta bu iki muhterem zat arasında hiçbir fark yoktu. Yalnız Said Paşa’nın tevazusu sonsuzdu.
Güya Abdurrahman Paşa’nın yanında bir memur, “Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler.” darbımeselini söylemiş olmasından dolayı hiddetlenerek kovduğunu söylerler ki tamamıyla uydurmadır. Bu söz bir defa benim ağzımdan çıkmak üzere iken yarım kaldı. Paşa menetmedi. “Koyunun bulunmadığı…” derken alt tarafı aklıma geldi, kızararak sustum. Kendisi sözü tamamlayarak: “Bunda kızaracak ne var? Darbımeseldir, dünyada Abdurrahman adlı adam yalnız ben değilim…” demişti. Uzun memurluk hayatımda, talihimin teşekküre en ziyade değer lütfu, beni, her çeşit fena huylara, âdetlere alışmak ihtimali ziyade olan gençlik çağımda Said Paşa, Abdurrahman Paşa, Hasan Fehmi Paşa gibi her manasıyla temiz adamların yanına sevk etmiş olmasıdır.