Читать книгу Ebu Müslim Horosani'nin İntikamı (Corci Zeydan) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Ebu Müslim Horosani'nin İntikamı
Ebu Müslim Horosani'nin İntikamı
Оценить:
Ebu Müslim Horosani'nin İntikamı

5

Полная версия:

Ebu Müslim Horosani'nin İntikamı

Hazinedar paranın kaydını bitirince gitmek için izinde bulundu. Ebu Müslim’in de artık kalkıp gitmek istediği hâl ve tavrından anlaşılıyordu. Bunu hisseden bey bahçenin bir tarafında bulunan bir haneyi eli ile göstererek:

“Yatmak için gitmek istiyorsanız dinlenmeniz için bu haneyi hazırladık.” dedi.

Bunun üzerine Ebu Müslim ayağa kalktı. Orada hazırda bulunanlar ve onun lideri olduğu heyet, büyük bir saygıyla hazır hâlde durdular.

Ebu Müslim:

“Artık yatmaya gidelim. Şu, son iki gün içinde yolda fazlasıyla yorulduk.” diyerek yürümeye başladı. Merv beyi ona salonun kapısına kadar eşlik ettikten sonra ellerini birbirine vurdu. Uşaklar geldi, misafirlerin önünde çerağlar ile yürüyerek dinlenmeleri için ayrılan haneye kadar götürülmeleri için emir verdi. Bey misafirini uğurladıktan sonra kızının yanına geldi. Gülnar, direklerin kenarında duruyordu. Salonda kendisi ile pederinden başka kimse kalmamıştı.

9

BEY İLE HANIM KIZI

Merv beyi kendi kızına dikkatle bakınca hâl ve tavırlarından onun Kirmanizade ile gerçekleşecek izdivacı meselesiyle zihnen meşgul olduğunu, o gece Ebu Müslim’in konuşmasından Kirmani’nin bulunduğu mevkinin fenalaştığını anlayarak zaten arzusu dışında olan bu izdivaca kızcağızın itiraz etmeye hazırlandığını hissetti. Bey sanki bir şefkat hissiyle elini Gülnar’ın omuzuna koyduğu hâlde, onun yatak odasına doğru yürüdü. Gülnar da pederiyle beraber yürümeye başladı. Bey artık kararların alındığı bir işe, o gece cerayan eden konuşma tesiriyle kızı tarafından itiraz yer ve meydan bırakmak istemiyordu. Dedi ki:

“Kızım! Bu gece misafirlerin söyledikleri sözlere çok önem verme, bunların bu seferki girişimlerinde de başaramayacaklarını zannederim. Eskiden de kaç defa gelip gittikleri, hiçbirinde bir başarı gerçekleştirdiklerini görmedim.”

Gülnar, o gece misafirler gelmesinden önce pederi ile gerçekleşen konuşmadan sonra şimdi onun birdenbire bu sözleri ile bahse başlamasından, ne demek istediğini pek kolaylıkla anladı. Onunla yürümeye devam ettiği hâlde ağzından şu sözleri kaçırmaktan kendini alamadı:

“Babacığım başaramayacaklarını zannediyorsanız ne için onlara destek oluyor, para veriyorsunuz?”

Bey, bu soru üzerine durup gülmeye başladı. Sağ eli ile sakalını tuttu. Sol eli Gülnar’ın omuzunda duruyordu. Yavaş bir sesle:

“Kızım! Ben bunu ilerisini düşünerek yaparım. Abbasilere kendimizi taraftar göstermezsek canımız ve malımızı tehlikeye maruz kalır. İmam İbrahim’in emirlerini işitmedin mi? Her kimden şüphe ederse katlini adamlarına emrediyor. Daha önce sana sebebini söyledim. Kirmani’nin başarılı olması daha olasıdır. Bununla beraber bu Şia adamlarının başaracaklarından büsbütün ümidini kesmiyorum. Şu hâlde, bunlara hoş görünmek, yardımda bulunmak bize zarar vermez. Belki bir faydası olur. Bu adamlara vermekte olduğumuz paralara gelince ikisinden birinin başarılı olması hâlinde görebileceğimiz faydaya oranla önemli bir şey sayılmaz.”

Bey söz söylerken tekrar yürümeye başlamıştı. Gülnar’ın yatak odasına vardılar. Bey ile kızının konuştuklarını gören hizmetkârlar yerli yerine çekilmiş oldukları için köşkün içinde bey ile Gülnar’dan başka kimse kalmamıştı.

Bey sözünü bitirince, Gülnar:

“Babacığım çok iyi bir iş. Ebu Müslim’e paralar ve sözler, Kirmani’ye de beni vermekle ikisine de hoş görünüyorsunuz.” dedi.

Gayet üzgün bir hâlde odasına girip yatağı üzerine serildi. Bey kızının ızdırabından haberdar değilmiş gibi görünerek arkasından gitti.

“Gülnar, galiba yorgunsun. Artık yatağa gir, uyu. Senin ne kadar akıllı, iyi düşünceli bir kız olduğunu bilirim. Sen, Kirmani ile ben de Ebu Müslim ile beraber bulunursak can ve malımızdan emin oluruz. Herhâlde bir başarıya ermiş oluruz. Şimdi uyu, Allah’a emanet.”

Bey bunu söyledikten sonra kızının söylediği sözlerden maksadını anlamamış gibi davranarak odadan çıkıp gitti.

Gülnar ise kalbini baskı eden şaşkın ızdıraplara, fikrini ele geçiren düşüncelere geri dönerek şaşkın şaşkın düşünmeye daldı. Pederinin sözünü mü yoksa kendi kalbinin isteklerini mi dinlesin? Buna kesin bir cevap veremiyordu. Fakat acaba, Ebu Müslim kendisini seviyor muydu? İşte bilmesi lazım olan en mühim nokta burasıydı.

Çünkü kendisi onu nasıl seviyorsa onun da kendisini öylece sevdiğini anlasa, şahsına yakışmasa bile pederine karşı durup onu gücendirmeye, belki nefsinde bir cesaret bulabilirdi. Hâlbuki o maşuk vicdan, âşığına karşı pek kayıtsız davranmış, sevdiğini gösterir kendisine bir bakış bile atfetmemişti. Gülnar, Ebu Müslim’in o geceki bütün duruş ve hareketini birer birer göz önünden geçiriyordu. Fakat heyhat! Ümit verici bir tebessüm, bir bakış, bir hareket… Hiçbir şey görmüyordu. Bu acı gerçek kendisini imkânsız bir ümitsizliğe düşürüyordu. Fakat kalbini kaplayan bu büyük aşk ve cazibe büyüktü. Ümitsizlik ve aşktan oluşan iki büyük kuvvet kalbinde çarpıyor. Aşkın üstün gelmesini hissediyor, Ebu Müslim’de gördüğü hissizliği, önem vermezliği, kendisine karşı kalben hiçbir his, hiçbir muhabbet beslemediğine değil onun pek büyük işler ile meşgul olduğunu kabul etmek istiyordu. Fakat yine de bu düşünceyi doğru görmüyor çünkü Ebu Müslim zihnen ne kadar meşgul olsa bile kendisini azıcık sevmiş olsaydı sevdiğine dair mutlaka bir iz gösterecekti.

Gülnar bir süre kalbiyle bu gibi mücadele ederek vakit geçirdi. Kendisi için uyumak hayaldi. Yalnızlıktan pek fazla canı sıkılıyordu. Bu gibi zamanlarda kendisine dost ve sırdaş olan maşitası hatırına getirdi. Kendi kendine “Ah Reyhane! Şimdi burada bulunsaydı bütün kalbimi kendisine söyler, sözleriyle teselli olurdum.” dedi. Fakat çok zaman geçmedi. Kapının önünde gayet çekingen bir ayak sesi işitildi. Bu ses maşitasının ayak sesiydi. Gülnar ayağa kalkarak kapıyı açtı. Maşita içeri girince kapıyı arkasından kapadı. Gülnar, maşitayı oturttuktan sonra sordu:

“Yeni bir şey var mı? Sakına sakına öyle geç geliyorsun?”

“Hayır, yeni hiçbir şey yok, yalnızlıktan canının sıkılmakta olduğunu hissettim de eğlendirmek için geldim.”

“Bunu nasıl anladın? Sana kim söyledi?”

Maşita, hanımının boynuna sarıldı ve büyük bir şefkatle bağrına basmak isteyerek cevap verdi.

“Ne düşündüğünüzü, kalbinizin bütün hislerini hele bu akşam gelen misafirlerden sonra ne gibi düşüncelere koyulduğunuzu biliyor muyum, zannedersiniz?”

Gülnar merakla sordu:

“Misafirleri gördük, ne dediklerini işittik mi ki bunu keşfedebiliyorsun?”

“Evet, hanımcığım misafirler gidinceye kadar perde arkasından ayrılmadım. Bütün dediklerini işittim, anladım.”

Gülnar sebepsiz olarak hemen şu soruyu sordu:

“Ebu Müslim’i gördün mü?”

Maşita soruya hemen cevap verdi:

“Yavaş yavaş söyleyiniz hanımcığım duvarların da gözleri kulakları vardır. Onu da gördüm, seni de gördüm…”

Maşita bu son sözleri pek manidar bir şive ile söylemişti.

Gülnar, kendi hislerini öyle çabucak ifşa ettiğinden dolayı maşitaya karşı utanır gibi oldu. Fakat maşitanın kendisi için yabancı biri olmadığını derhâl hatırına getirdiği için utancını bertaraf ederek sordu:

“Onu nasıl buldun?”

“Layık, seni hak eden bir adam… Fakat rica ederim acele etmeyiniz. Zira acele eden sonra pişman olur…”

“Demek kalbimin hislerinden her şeyi anladın.”

“Ona şüphe mi var? Her şeyi anladım fakat meseleyi akıl ve tedbir ile düşünmeye, dikkatli davranmayı muhtaç görüyorum.”

Gülnar hislerini daha fazla saklamaya imkân göremiyordu.

“Kuzum, Reyhane! İyi düşünüyorsun da bana bir çare bul, kaybedecek zaman yoktur. Yakında beni Kirmani’nin oğluna verecekler. Ben ise onu istemiyorum, sevmiyorum.”

Reyhane gülümsedi:

“Ebu Müslim’i seviyor musunuz?”

Gülnar bu soru üzerine gözlerini yere dikti. Hâl ve tavrı “Evet, seviyorum.” diyordu.

Reyhane: “Peki ama bakalım o da sizi seviyor mu?”

Gülnar bu ağır soru üzerine iki damla gözyaşı ile yaşaran gözlerini yukarı kaldırarak cevap vermek istedi fakat kalbinden kopup gelen ağlamak arzusunun üstün gelmesiyle söz söyleyemedi.

Reyhane: “Demek onun sizi sevip sevmediğini daha bilmiyorsunız? Ben de bilmiyorum. Şimdi ilk önce bu sorunun cevabını arayıp anlamalıyız.”

Gülnar, maşitanın fikrini uygun gördü.

“Bunu nasıl anlayabileceğiz? Bunu bizim için kim soruşturabilir, bize kim söyler?”

“Hanımcığım, siz galiba Dahhâk’ı unutuyorsunuz.”

“Unutmadım fakat bu işi o yapabilir mi? Ona güvenebilir miyiz?”

“Bence Dahhâk tam bu işin adamıdır. Maskaralıklarına bakmayınız. Gayet akıllı, kurnaz bir adamdır, en önemli işlerde ona güvenilebilir.”

“O hâlde şimdi bu işi ona kim söyleyecek? Korkuyorum bu adam boşboğazlık eder de babam işi anlar, başımıza bu yüzden bir felaket gelir.”

“Hiç merak etmeyiniz, rahat olunuz. Ben işi onunla güzelce hazırlarım. Fakat malum ya bize biraz para lazım.”

“Paranın bende hiçbir kıymeti olmadığını bilirsin. Hazinedarımdan istediğin kadar para al, ver; yalnız sonucu bana hemen bildir.”

“Öyleyse bu dakikadan itibaren işe başlayalım zira misafirlerin yarın, öbür gün, burada kalacaklarına emin değiliz.”

Gülnar ayağa kalkarak odanın bir tarafında bulunan bir çekmecenin yanına gitti. İçinden parlak bir çıkın çıkarıp maşitaya verdi.

“Bu, beş yüz dinardır. İstediğin yolda kullan. Yalnız geç kalma. İstediğimi yapmaya başarırsan, hizmetini ölünceye kadar unutmayacağım.”

Maşita çıkını alarak ayağa kalktı. Hanımına, “Rahat olunuz.” diyerek, kendisini odada merak ve bekleyiş içinde yalnız bırakarak çıkıp gitti.

10

EBU MÜSLİM’İN NESEBİ 6

Maşita odanın kapısından dışarı çıkınca, Dahhâk’ın sanki daha önce sözleşmişler gibi kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bir anda, bu tesadüfün meydana gelmesine biraz şaşırdı. Fakat çok geçmeden kendini topladı. Dahhâk’a uzaktan arkasından gelmesini işaret ettikten sonra köşkün bahçe tarafında bulunan kendi odasına girdi. Dahhâk da onun arkasından odaya girdi. Reyhane onun tuhaf kıyafetine bakarak gülmekten kendini alamadığı hâlde kapıyı kapadı. Çünkü Dahhâk kapıdan içeri girerken uzun boyundan dolayı başını kapının yukarı kısmına çarparak sarığı yere düşürdü. Tamamı tıraşlı olan başı ortaya çıkmıştı.

Maşita bu manzarayı pek tuhaf gördü ve başını neden tıraş ettirdiğini sormak istedi. Fakat Dahhâk keskin bir kıvraklıkla sarığını başına geçirerek kendisini söze tuttu.

“Reyhane! Galiba beni seviyorsun, hakikaten iyi bir kızsın.” dedi.

Dahhâk bunu söylerken alt dudağını dişleri arasına alarak alelade ahmak ahmak gülüyor, sarığı düzeltmekle uğraşıyor, bir parmağı ile orta taraftaki dişleri üzerine vuruyordu.

Maşita, Dahhâk’ın bu hâl ve tavrına tekrar gülmekten kendini alamadı. Fakat ciddi bir zamanda bulunduğunu bildiği için kendini toplayarak hafif bir tebessümle beraber ona ciddiyetle bakmaya başladı. Dedi ki:

“Sıcakkanlı, gayretli bir adam olduğun için elbette seni severim. Özellikle şimdi teklif edeceğim bir işi kimseye sızdırmadan yapabilirsen kıymetin gözümde pek çok artacaktır. Sır tutabilir misin?”

Dahhâk gülerek cevap verdi:

“Ben her sır için mahsus bir mekân hazırlamışımdır. Sırları derece derece makam makam bölmüşümdür. Buna inanmazsan hemen çekilip giderim.”

“A! Canım, nasıl adamsın her şeye şaka karıştırmak huyundan vazgeçmeyecek misin? Şimdi beni dinle, hanımımızın başı için şakayı bir kenara bırakalım.”

Bunun üzerine Dahhâk kendini toplayarak ciddi bir şekilde cevap verdi:

“Ne demek istiyorsan söyle, emrini yapmaya hazırım.”

Maşita sordu:

“Bu akşamki misafirlerimizi tanır mısın?”

Dahhâk cevap verdi:

“Misafirlerden hangisini soruyorsun? Kendi babasının kim olduğunu bilmeyen Ebu Müslim’i mi? Yoksa Nevbahar ateşgedesinin lideri olan Mecusi Birmek’in oğlu Halit’i mi? Yoksa arkadaşları olan Yahudi İbrahim’i mi?”

Maşita, Dahhâk’ın misafirler hakkında bu şekilde verdiği açıklamaya karşı tebessümden kendini alamadı. Özellikle, Ebu Müslim’in kendi babasının kim olduğunu, tanımadığı hakkındaki gayet ciddi tabiri, kendisinin dikkatini çekti, meseleyi anlamak istedi:

“Ebu Müslim kendi babasını tanımıyor, diyorsun. Bu nasıl şey?”

“Bana inanamazsan bizzat kendisinden sorabilirsin.”

“Canım! İnanıyorum. Fakat kendi babasını nasıl tanımadığını anlamak istiyorum.”

“Öyle ise sana doğrusunu söyleyeyim. Ebu Müslim’in aslı ve faslını bizzat kendisinden sorarsan sana doğru bir cevap veremez. Çünkü bilmiyor fakat onu ben daha iyi bilirim. Onun babası sade bir İranlıdır. Bazıları onun adı Müslim bazıları da Osman’dır derler. Gerçek bu şekildeyken Ebu Müslim kendisinin İran meşhur hükümdarlarından Büzürcmihr sülalesinden olduğunu iddia eder, durur. Bu durum bizde büyük adamların hemen hepsince bir âdettir. Bizde asıl bilinen: Bir kimse mevki ve güç sahibi olduğu zaman derhâl soyunu yüce olduğu iddia eder. Hazreti Ebubekir yahut Hazreti Ömer yahut Hazreti Hüseyin’in torunlarından olduğunu ortaya atarlar. İranlılar ise Büzürcmihr, Erdeşir Nüşiravan gibi yüce birinin sülalesinden bulunduklarını söylerler. Bunlar hep halka güzel görünmek için sahte satışlardır. Bizim Ebu Müslim’in babası hakkında bildiğimiz şey, Merv şehrine on beş kilometre mesafede bulunan Mahvan köyü halkından bir adam olmaktan fazla değildir. Bu adam, bu köy ile diğer birkaç köye sahipti. Bazen ticaret için Küfe’ye hayvan sürüleri götürürdü. Daha sonra bu devlet (Emevi Devleti) zamanında İran beylerince âdet olduğu üzere Feridun kazası iltizamı olarak işi üstüne aldı.

Bu beyler, sahip oldukları kuvvete dayanarak memleketin zenginliğini hükûmetle paylaşırlar. Müslim veya Osman ödeme zamanı gelince borcunu ödemede acziyette bulunmuş, bunun üzerine vali kendisini alıkoyarak devletin Küfe’deki merkezî yönetim heyetine göndermiş. Müslim’in güzel ve cazibedar cariyesi vardı. Onu çok seviyordu. Küfe’ye gönderilirken cariyeyi beraber almış. Cariye o sırada gebe bulunuyordu. Müslim yolda nasılsa bir fırsat bularak muhafızların elinden kaçmış, Azerbaycan’a doğru gitmiş. Yolda Kayık kazasından geçmiş. Cariyeyi orada İsa b. Ma’kıl adında bir adamın yanında bırakarak kendisi Azerbaycan’a gitmiş. Orada vefat etmiş. Sonra bu cariye dostumuz bu Ebu Müslim’i dünyaya getirmiş. Ebu Müslim, İsa’nın hanesinde büyüdüğü zaman İsa’nın oğullarıyla beraber mektebe gitmiş. İsa ile biraderi İdris de dediğim şekilde vergi mültezimleriydi. Bunlar da Müslim gibi vergi bedelini verememişler. Bunun üzerine İsfahan valisi kendilerini yakalayarak o sırada Irak’ın emiri bulunan Halit Kuseyri’ye şikâyet etmiş. Halit, muhafızlar göndermiş bunları Küfe’ye götürmüş. Orada hapsetmiş. Bunlar yakalanmadan evvel Ebu Müslim’i bir iş için göndermişlerdi. Ebu Müslim o işten geri gelince onların hapsinde bulunduklarını anlamış. Küfe’ye giderek hapishanede onların yanına gelip gitmeye başlamış. O sırada tesadüfi olarak Abbasiler taraftarlarından birtakım nakipler hilafetin ehlibeyit tarafına geçmesi için halkı teşvik etmek üzere gizlice Küfe’ye gelmişler. Bunlar, burada Ebu Müslim’i tanımışlar kendisi ile görüşmüşler. Aklını, dirayetini ve kuvvetli zekâsını beğenmişler. Kendisi de onların maksatlarını anlamış, emellerine uygun bulmuş, onlara katılmıştı. Onlar ile birlikte Mekke’ye gitmiş, orada bu nakipler kendisini İmam İbrahim’e tanıtmışlardı. İmam İbrahim, Ebu Müslim’i beğenmiş. Kendisinden hayır geleceğini sezmişti. Ebu Müslim bir süre imamın hizmetinde bulunmuş. Sonra Abbasi yanlıları ve yetkilileri ikinci defa imamın yanına gelerek Horasan’da düzenlenecek inkılap hareketini idare edecek ehliyetli ve muktedir bir adamın tayinini talep etmişler. İmam o büyük işe, bu küçük yaşlı Ebu Müslim’i tayin etmiş. Birtakım emirler vererek göndermiş.7 İşte görüyorsun a! Ebu Müslim kendi babasının kim olduğunu bilmiyor.”

Maşita, Dahhâk’ın verdiği bilgileri garip gördü fakat üzerine aldığı işi derhâl hatıra getirerek dedi ki:

“Amenna ve sadakna, her şeyi biliyorsun, buna inadık fakat şimdi böyle uzun hikâyeler ile vakit kaybetmek zamanı değildir. Sana söyleyeceğim işin haricinde meselelere girişme. Çıkını çıkararak, Dahhâk’a uzattı. Bu hanımımızın Gülnar tarafından sana hediyedir. Şimdi ben sana bir hizmet gördüreceğim.”

Dahhâk gülerek çıkını aldı:

“Peki… Başüstüne… Emret.” diyerek çıkını cebine sarkıttı.

Maşita tekrar söze başladı.

“Sen de biliyorsun ki hanımımız bugünlerde Merv şehrini kuşatmış olan ordu komutanı Kirmani’nin oğluna nişanlanmıştır. Pederinin arzusu sebebiyle Kirmanizade’yle evlendirilecek. Hâlbuki ben bu gece Kirmani’nin ecelinin pek yaklaşmış olduğunu anladım. Çünkü anlaşılan bu Horasanlı onu perişan edecek. Hislerim beni yanıltmıyorsa bu genç sevimli Şia komutanının bakışlarından hanımımıza mahsus bir ilgi beslediği anlaşılıyor. Kendisi her ne kadar açıktan açığa bir şey demediyse de hanımımız ile evlenmek arzu ettiğini zannederim. Şimdi bana göreceğin hizmet, bu hislerimin doğru olup olmadığını ustalıkla kimseye hissettirmeksizin gizlice anlamak bana gelip gerçeği söylemekten ibarettir. Her hâlde bunu bu gece anlamak isterim.”

“Bunu anlamak bence pek kolay şeydir. Hem fazlasını da yapacağım. Eğer şimdiye kadar hanımımızı sevmediyse bundan sonra onu kendisine sevdirebileceğim. Buna ne dersin?”

“Eğer bunu yapabilirsen senin için pek büyük bir ödül hazırdır. Yalnız bu işi gayet gizli tutmalısın.”

Dahhâk bir müddet gözlerini yere dikerek düşünmeye başladı. Yüzünde maskaralık yerine artık ciddi bir tavır görülüyordu. Sonra maşitaya doğru gözlerini kaldırarak:

“İşte şimdi gidiyorum, Allah işimizi rast getirsin. Dua et.” dedi.

“Git, Allah yardımcın olsun.”

“Fakat gitmeden önce yalnız bir şey rica edeceğim beni aynanın önünde bırak, kendimi düzelteceğim.”

Maşitanın izni üzerine Dahhâk duvara asılı cilalı, bakırdan bir aynanın önünde durdu. Sarığını çözerek gayet gülünç bir şekilde sardı. Sakalını bıyığını karıştırarak perişan kaba, gülünç bir hâle koydu. Cübbesini çıkarıp ters giydi. Ayakkabılarını çıkararak kuşağına soktu. Yalın ayak olduğu hâlde ahmak gibi gülerek, çıkıp gitti.

Ebu Müslim ise bey salonundan ayrıldıktan sonra Halit ile beraber önlerinde fenerleri olan uşaklar yürüdüğü hâlde, bahçenin ağaçları, güzel kokulu çiçekleri arasından geçerek surun kenarında bulunan kandiller ile ışıklı haneye vardılar. İçeri girdiklerinde Ebu Müslim hiçbir söz söylemeksizin elbise ve silahlarını çıkarmaya, yatmak için hazırlanmaya başladı. Halit’e gelince Gülnar’ın o sihirli güzelliğini ve o anda Ebu Müslim’e doğru yönlendirdiği âşıkane bakışları Ebu Müslim’in ise ona karşı aldığı kayıtsız tavır ve ihmalkârlığı düşünerek Ebu Müslim’in buna dair bir şey söyleyeceğini ümit ediyordu. Fakat heyhat! Ebu Müslim hiç oralarda değildi. Bir söz bile söylemedi. Halit de sessizliğini koruduğu hâlde elbisesini ve silahını çıkarmaya başladı. Ebu Müslim’in daima sessiz vakit geçirir pek kısa söz söyler, pek nadir gülen bir insan olduğunu bildiği için o geceki sessizliği, alışılmış bir durum gibi görüyordu.

11

HAZİNEDAR İBRAHİM

Hazinedar İbrahim ise paraları misafirhanenin, Ebu Müslim ile Halit’e ayrılan odadan uzak bir odaya götürmüştü. Odaya girince giysileri bırakıp çekilmelerini uşaklara emretti. Bu adamın pederi gerçek Musevi’ydi. Daha sonradan para kazanmak maksadıyla Müslüman olmuştu. Oğlu İbrahim de aynı ahlak ile belki de pederinden daha fazla açgözlü ve paraya taparak büyümüş. Sokulganlık yaparak Abbasilere mensup nakiplerin güvenini kazanmıştı. Kendisi pek iyi hesap bildiği için Ebu Müslim onu hazinedarlığa almıştı. İbrahim bu memuriyetten çokça para kazanıyordu fakat bu kazanç parayı eksik saymaktan veya hırsızlıktan ileri gelmiyordu. Çünkü bu şekilde doğrudan doğruya hırsızlığı nadiren yapabilirdi. O, en çok para değişiminden kazanırdı. O sıralarda basılan paraların bir kısmı vezince eksik bir kısmı tamdı. Bu gibi damgalanmış akçeler pek çok çeşidi vardı. Mesela Haccâc’ın 50 seneyi hicriyesine Irak’ta darbettiği madenî paralar vezince eksikti. Daha sonra Irak’a vali olan İbn Hübeyre o paralardan daha iyi madenî paralar bastırttı. Bunlardan sonra o bölge de valilik eden Halit Kuseyri kendi zamanında basılan paraların değerinin tam olmasına çok gayret göstermişti. Daha sonra vali olan Yusuf b. Ömer ise bastığı paraların tam olması hususunda büyük gayret göstermişti. Onun için bu son üç valiye mensup olan (Hübeyre – Halit – Yusuf) dönemlerinde basılan paralar, Emeviler dönemindeki paraların en iyisiydi. Haccâc tarafından eksik basılan paralara ise nukudu mekruha adı verilirdi. Bu isimle bilinir olmuştu.8

İşte İbrahim, İran beylerinden yahut Şia’nın diğer yardımcılarından paralar geldikçe adet sayısıyla defterlere geçirerek hangi cins paradan olduklarını bildirmezdi. Paraların içinde (Hübeyre – Halit – Yusuf) cinslerinden para bulunur ise nukudu mekruha ile değiştirirdi. Bu yüzden pek çok paralar kazanırdı. Yaptığı bu iş için kullanılmak üzere İbrahim’in özel sandığı nukudu mekruha ile dolu olur, bu torbaları taşımaktan hâli kalmazdı. İbrahim o gece yalnız kalınca odasının kapısını kapamış sakına sakına o paraları gizlice değişime koyulmuştu.

Dahhâk gerek bu İbrahim’i gerek daha evvel babasını da tanıyordu. Maşita tarafından o işe araştırmaya memur olunca pek hırslı bildiği İbrahim’i para kuvvetiyle çalıştırmaya karar verdi. İbrahim ise Dahhâk’ı hiç tanımaz, hâl ve tavırlarından emir altına alınmış şaklaban veya budala bir insan olduğunu tahmin ederdi.

Dahhâk, maşitadan ayrılınca ayın ışığı ile ışıltılı bir sema altında bahçede yavaş yavaş yürümeye başladı. Gözlerini gökyüzüne dikerek sanki yıldızları sayıyor yahut yüksekliği sonsuz olan yıldızların hikmetini okumaya çalışıyordu. Bu hâl ile yalın ayak İbrahim’in odası önüne vardı. Ahmak tavrını iyiden iyi takmış olduğu hâlde kapının önünde durarak içeriyi dinledi. Odanın içinde hafif bir şıkırtı işitiliyordu. Dahhâk bunun para sesi olduğunu derhâl anladı. O zamana kadar Ebu Müslim ile Halit uyumuşlardı. Uşaklar da birer tarafa gitmiş bahçede kimse kalmamıştı. Artık olay yeri dışında uzakta bulunan davarların yatıp kalkmalarından başka bir ses işitilmiyordu. Dahhâk, İbrahim’in para değişim meselesini bitirdiğini tahmin edinceye kadar oda kapısında durup bekledikten sonra yanında bulunan para kesesini kapının önünde bir taş üzerine düşürdü. Paranın düşüşü gecenin sessizliği içinde büyük bir şakırtı çıkardı.

Odanın içinde paraları değiştirmekle uğraşırken kendisinin kımıldamasından yahut paraların birbirine dokunması sırasında ses çıkmasın diye nefes almaktan bile sakınan İbrahim, her tarafın sessizlik içinde bulunduğu bir zamanda kapı önünde oluşan şakırtıdan pek fena ürktü. Bir süre bulunduğu yerde mıhlanmış gibi kaldı. Şakırtıyı hemen ardından başka bir ses, bir hareket işitilir diye bekledi. Ortalığı iyice dinledi öyle bir ses gelince kapıya doğru gelerek kanadı yavaş yavaş araladı. Başını çıkarıp etrafa baktı. O sırada Dahhâk üç beş adım ötede ellerini kalçasına dayamış, belini arkaya doğru bükmüş bir vaziyette gözlerini yukarıya dikerek aya doğru koşuşan hafif iki üç bulut parçalarına dalgın dalgın bakıyordu. İbrahim şakırtının geldiği yere bakınca renkli, ipekli kumaştan bir kese gördü. Hemen uzanıp bunu almak istediyse de Dahhâk’a görünürüm diye korkuyordu. Fakat Dahhâk’ın ahmak, aptal bir insan olduğunu, aklı başında bir adam olsa kesesini düşürmeyeceğini hatıra getirdiğinden bu kısmeti elden kaçırmamak fikriyle usulcacık biraz ilerledi. Keseyi alarak hemen odaya dönmek istedi. Ancak o sırada Dahhâk büyük bir kahkaha kopararak gecenin o ulu sessizliğini bozdu.

İbrahim birdenbire kahkahadan titremeye başladı. Az kaldı telaştan keseyi elinden düşürecekti. Fakat çok geçmeden kendini toplamaya mecbur oldu. Sanki başka bir maksat için odadan çıkmış gibi göründü. Büyük büyük adımlar ile yanına yaklaşan Dahhâk ile biraz şakalaşmak istedi:

“Geceleyin burada ne yaparsın? Yeri mi ölçüyorsun, yoksa yıldızları mı sayıyorsun?” dedi.

Dahhâk semaya baktığı hâlde cevap verdi:

“Kaybettiğim paraları arıyorum. Yanımda bir kese vardı. (Ayı göstererek.) Buraya düşürdüm zannederim.”

İbrahim gülmeye başladı. Karşısında duran adamın sersemliğine büsbütün inanarak nasıl olursa olsun keseyi hiç etmeye çalıştı. “İhtimal oraya düşürmüşsündür.” diyerek odanın içine girmek istedi. Fakat Dahhâk hemen boynuna sarıldı. İterek odaya soktu. İbrahim kısa boylu pek korkak bir adamdı. Dahhâk ona nispetle o derece güçlü, kuvvetli, boylu boslu idi ki istese onu tuttuğu gibi bir tarafa fırlatırdı. Bununla beraber İbrahim, cesur kuvvetli bir adam olsaydı bile âleme rezil olmak korkusuyla susmaktan başka bir şey yapamayacaktı. Çünkü bağıracak olsa uyuyanları belki de kendilerinden pek çok korktuğu Ebu Müslim’i ve Halit’i uyandıracaktı. Yalnızca ne yaptığı anlaşılacak, rezil olacaktı çünkü odada hâlâ para keseleri, paralar açık saçık duruyordu. Fazladan kabahatli olmak aslında insanı aşağılık eder. İbrahim para sesini işitmemiş olsaydı asla o saatte odasının kapısını açmazdı. Bir kere kapıyı açıp keseyi yerde görünce onu çabucak cebine atıp çekilebileceğini ümit etmişti. Dahhâk’ın ansızın odaya gireceğini kendisine musallat olacağını hiç hesap etmemişti. Kendi ettiği kabahat yüzünden başına bu hâl gelince susmaya mecbur oldu. Artık şaka yoluna saparak, “İşte senin kesen semadan düştü.” al diyerek keseyi ona uzattı.

bannerbanner