Полная версия:
Tarzan Maymun Adam
İnsan türünden hiçbir anne; bu zavallı vahşi hayvanın, kaderin kendisine emanet ettiği bu küçük yetim çocuğa gösterdiğinden daha özverili, daha fedakâr bir adanmışlık gösteremezdi.
Nihayet ateşi dindi ve oğlan iyileşmeye başladı. Yaralarının dayanılmaz acısına rağmen sıkıca kapattığı ağzından tek bir şikâyet çıkmıyordu.
Gorilin kuvvetli pençeleriyle göğsünü kaplayan etin bir kısmı kaburgalarına kadar yırtılmış; kaburgalarından üçü kırılmıştı. Koca sivri dişlerin ısırıklarıyla bir kolu, neredeyse kopacak raddeye gelmişti. Boynundan büyükçe bir parça koparılmış, cani dişlerin mucize eseri ıskaladığı şah damarı ortaya çıkmıştı.
Kendisini yetiştiren vahşi hayvanlara mahsus dayanıklılıkla, çektiği ızdıraba sessizce katlanıyor; sefil hâlini diğerlerine göstermektense sürünerek onlardan uzaklaşıp, uzun otların arasına kıvrılıp tek başına yatmayı tercih ediyordu.
Yanına memnuniyetle kabul ettiği tek kişi Kala’ydı fakat artık daha iyi hissettiğinden Kala, yemek aramaya çıkışlarından giderek daha geç dönmeye başlamıştı. Cefakâr hayvan, elden ayaktan kesilen Tarzan’la ilgilenirken doğru düzgün bir şey yiyememiş; neticesinde de güçten kuvvetten düşüp önceki hâlinin salt gölgesi gibi kalmıştı.
7. BÖLÜM
İLMİN IŞIĞI
Gariban ufaklık, sonsuzluk gibi gelen bir süre sonrasında yeniden yürüyebilecek hâle gelmiş ve o andan itibaren de öyle hızlı toparlanmıştı ki bir ay sonra eskisi kadar güçlü ve hareketli olmuştu.
Bu iyileşme süreci boyunca, gorille savaşını kafasında yüzlerce kez canlandırmış; aklına gelen ilk şey de iyileşir iyileşmez gidip kendisini ümitsiz ve dışlanmış bir zavallıdan, ormanın korkulacak bir efsanesine dönüştüren o küçük, harika silahı bulup almak olmuştu.
Ayrıca kulübeye dönüp, içindeki harikaları incelemeye devam etmek için sabırsızlanıyordu.
Böylece bir sabah erkenden tek başına yola koyuldu. Kısa bir arayıştan sonra, ölen rakibinin etlerinden sıyrılmış kemiklerinin yerini tespit etti. Bıçağı da onun yakınlarında, kısmen yaprakların altına gömülü olarak buldu. Bıçak, hem toprağın neminden pas tuttuğu hem de gorilin kurumuş kanına bulandığı için kırmızıya dönmüştü.
Bıçağın yüzeyinin eskisi gibi parlak, ışıl ışıl olmayışı hoşuna gitmemişti ama yine de yaman bir silahtı, bulduğu her fırsatta kullanıp vaziyeti kendi lehine çevirmesine yarayacak bir silah. Bundan böyle, ihtiyar Tublat’ın sebepsiz saldırılarından kaçmayacaktı.
Kısa sürede kulübeye vardı ve sürgüyü çabucak açıp içeri girdi. Aklındaki ilk husus kilidin mekanizmasını çözmekti. Bu sebeple kapı açıkken kilidi yakından inceleyerek kapıyı nasıl kapalı tuttuğunu ve dokunmasıyla birlikte nasıl açıldığını tam olarak anlamaya çalıştı.
Kapıyı içerideyken de kapatıp kilitleyebileceğini keşfedince keşif sırasında saldırıya uğrama ihtimalini ortadan kaldırmak için kapıyı kapatıp kilitledi.
Kulübedeki araştırmalarına belli bir düzen içerisinde başlamıştı ancak kısa bir süre sonra dikkati kitaplara kaydı. Kitapların, oğlanın üzerinde âdeta tuhaf ve güçlü bir tesiri vardı; o kadar ki kitapların mahiyetinin sunduğu harikulade bilinmezliğin cazibesi karşısında, başka hiçbir şeye ilgi gösteremiyordu.
Kitapların arasında bir alfabe kitabı, çocuklar için okuma kitapları, birkaç resimli kitap ve bir de büyük sözlük vardı. Bunların hepsini inceledi ama ilgisini en çok çeken resimler oldu. Gerçi, resimlerin olmadığı sayfaları kaplayan küçük tuhaf böcekler de onda merak ve derin düşünceler uyandırıyordu.
Babasının inşa ettiği kulübede, masanın üzerinde çömelmiş hâlde duruyordu. Pürüzsüz, kavruk tenli çıplak bedeni; ince, uzun parmaklı güçlü ellerinde duran kitabın üzerine doğru eğilmişti. Biçimli başını ve parlak, zeki gözlerini; uzun, gür siyah saçları çevreliyordu. Maymunların Tarzan’ı, küçük vahşi adam, aynı anda hem acıma duygusu hem de umut uyandıran bir portre çiziyordu; ilkel zamanlardan beri cehaletin zifirî karanlığından ilmin ışığına uzanan bir arayışın mecazi bir tasviriydi âdeta.
Kitabı incelerken minik suratında ciddiyet hâkimdi zira belli belirsiz, puslu bir şekilde de olsa, bir fikrin ana hatları belirmişti zihninde. Bu fikir, daha sonra o tuhaf böceklerin kafa karıştırıcı sırrını çözmesine yarayacak anahtarı verecekti ona.
Elinde bir alfabe kitabı duruyordu. Açtığı sayfada kendisine benzeyen küçük bir maymunun resmi vardı ancak bu maymunun elleri ve yüzü dışındaki her yeri, bize göre ceket ve pantolonla; Tarzan’a göre ise tuhaf ve renkli bir kürkle örtülüydü. Resmin altında ise beş küçük böcek vardı.
OĞLAN
Sayfadaki metne bakınca, bu beş böceğin aynı sırayla birçok kez tekrarlandığını fark etti.
Öğrendiği başka bir şey de bu böceklerin aslında az sayıda olduğu fakat ara sıra tek başına dursalar da çoğu zaman diğerleriyle bir arada bulundukları ve bu şekilde birçok kez tekrarlandıklarıydı.
Resimleri gözden geçirerek ve o-ğ-l-a-n böceklerinden oluşan birleşimin tekrarlarını arayarak sayfaları yavaşça çevirdi. Kısa bir süre sonra, aradığını başka bir küçük maymun resminin altında buldu; bu kez maymunun yanında çakal gibi dört ayak üstünde yürüyen ama ona pek benzemeyen tuhaf bir hayvan da vardı. Bu resmin altında da böcekler şu şekilde sıralanmıştı:
OĞLAN VE KÖPEK
Hep küçük maymunla birlikte görünen o beş böcek işte yine oradaydı.
Böylece çok ama çok yavaş şekilde ilerledi zira bilmeden kalkıştığı bu iş, harflere ya da yazılı dile dair en ufak bir bilgisi olmadan hatta böyle şeylerin varlığından haberi dahi olmadan okumayı öğrenmek, zor ve zahmetli bir işti. Size ya da bana göre imkânsız bile olabilirdi.
Bunu başarması bir günde olmadı elbet; hatta bir haftada, bir ayda veya bir yılda da olmadı. Ancak bu küçük böceklerde saklı imkânları kavradıktan sonra, çok ama çok yavaş bir şekilde öğrendi. On beş yaşına geldiğinde, alfabe kitabındaki ve resimli kitapların bir iki tanesindeki resimlerin altında yazan çeşitli harf kombinasyonlarının anlamlarını biliyordu.
Edat, bağlaç, fiil, zarf ve zamirlerin anlamına ve kullanımına gelince; onlara dair fikri yok denecek kadar azdı.
Bir gün, on iki yaşlarındayken masanın altında o ana dek keşfetmediği bir çekmecede birkaç kurşun kalem buldu. Bunlardan birini masanın üstüne sürtünce arkasında bıraktığı siyah çizgiyi gördü ve bu çok hoşuna gitti.
Bu yeni oyuncağıyla öyle gayretli bir şekilde çalışıyordu ki kısa bir süre sonra masanın üstü karmaşık daireler ve çarpık çizgilerle dolmuş, kaleminin ucu da körelmişti. Sonra başka bir kalem aldı eline ama bu kez belli bir hedefi vardı: Kitaplarının sayfalarındaki küçük böceklerden bazılarının aynılarını çizmeye çalışacaktı.
Kalemi, hançer kabzasından tutar gibi tuttuğundan zorlanıyordu bu işte zira böyle yazmak pek rahat olmadığı gibi yazılanlar da pek okunaklı olmuyordu.
Fakat aylarca pes etmedi; kulübeye gelebildiği zamanlarda tekrar tekrar deneme yanılma yoluyla, kalemi en iyi şekilde kontrol edip istediği gibi hareket ettirebildiği bir tutuş pozisyonu buldu ve böylece, küçük böcekleri kabaca çizebilmeyi başardı.
Böylelikle yazmaya geçmiş oldu.
Böceklere bakarak aynılarını çizmek, ona bir şey daha öğretti: böceklerin sayısını. Bizim bildiğimiz anlamda sayı sayamasa da yine de miktara dair bir fikir edinmişti ve hesap yapmak için de bir elinin parmaklarını kullanıyordu.
Çeşitli kitapları inceledikten sonra, çoğu zaman kombinasyon hâlinde tekrarlanan böceklerin hepsini bulduğuna ikna olmuştu. Büyüleyici resimli alfabe kitabını o kadar çok incelemişti ki bu kombinasyonları kolaylıkla doğru şekilde sıralayabiliyordu.
Eğitimi ilerliyordu ancak, böceklerin önemini kavradıktan sonra dahi yazıdan ziyade resimler vasıtasıyla öğrendiğinden en büyük keşifleri, resimli büyük sözlüğün bitmek tükenmek bilmeyen sayfalarında saklıydı.
Kelimelerin alfabetik sıralamasını keşfettiğinde, keyfine diyecek yoktu; aşina olduğu kombinasyonları sözlükte arayıp buluyor ancak onların devamındaki kelimeler, tanımları, onu yeni bir ilim bilmecesinin içine sokuyordu.
On yedi yaşına geldiğinde, basit çocuk kitaplarını okumayı öğrenmiş ve küçük böceklerin muhteşem niteliklerini tam anlamıyla kavramıştı.
Kılsız vücudundan ya da insani özelliklerinden utanç duymuyordu zira artık aklı ona, kendisinin o vahşi ve kıllı dostlarından farklı bir türe mensup olduğunu söylüyordu. O bir İ-N-S-A-N’dı, dostları ise birer M-A-Y-M-U-N’du; ağaç tepelerinde koşuşturan küçük maymunlar ise birer Ş-E-B-E-K’ti. İhtiyar Sabor’un bir A-S-L-A-N, Histah’nın bir Y-I-L-A-N, Tantor’un ise bir F-İ-L olduğunu da biliyordu. İşte bu şekilde okumayı öğrenmişti. Bundan sonra da ilerlemesi hızlı olmuştu. Büyük sözlüğün yardımıyla ve genetik mirasının bahşettiği olağanüstü muhakeme kabiliyetine sahip aktif zekâsıyla anlamını bilmediği kelimeleri zekice tahmin ediyor; bu tahminleri de çoğu zaman doğruya yakın oluyordu.
Kabilesinin konargöçerliği sebebiyle eğitimi birçok kez sekteye uğramıştı ancak kitaplardan mahrum kaldığı zamanlarda dahi dur durak bilmeyen beyni, bu büyüleyici meşgalesinin sırlarını çözmeye devam ediyordu.
Ağaç kabuklarını, düz yaprakları ve hatta çıplak toprağın pürüzsüz yüzeylerini bile defter niyetine kullanıyor; öğrendiği kelimeleri bunların üzerine av bıçağının ucuyla kazıyordu.
Kütüphanesinin sırrını çözmeye duyduğu yoğun ilginin peşinden giderken hayatının daha ciddi vazifelerini de ihmal etmiyordu.
Halatıyla talim yapıyor, düz taşlarda bileyerek keskin tutmayı öğrendiği av bıçağıyla oynuyordu.
Tarzan’ın aralarına katıldığı zamandan bu yana kabile genişlemişti zira Kerchak’ın önderliğinde, diğer kabileleri korkutup ormanın kendilerine ait olan kısımlarından kaçırmayı başarmışlardı. Böylece hem bol bol yiyeceğe kavuşmuş hem de komşularının istilalarında da yok denecek kadar az kayıp vermişlerdi.
Hâl böyle olunca da genç erkekler yetişkin olduklarında kendi kabilelerinden bir eş alıyor ya da başka kabileden bir dişiyi esir almışlar ise kendilerine yeni bir kabile kurmak veya mevcut kabilelerinde yavuz Kerchak’ın hâkimiyetine başkaldırmaya kalkışmak yerine; esir dişiyi de Kerchak’ın kabilesine götürüp, Kerchak’la ters düşmeden yaşamayı tercih ediyorlardı.
Arada sırada, akranlarından daha dişli olan bir tanesinin alternatiflere yöneldiği oluyordu ancak şimdiye kadar vahşi ve gaddar maymunun tahtını sarsabilen olmamıştı.
Kabile içinde özel bir konuma sahipti Tarzan. Onu hem kendilerinden biri olarak kabul ediyor hem de kendilerinden farklı görüyorlardı. Yaşça büyük erkekler onu ya tamamen görmezden geliyor ya da ondan öylesine bir kinle nefret ediyorlardı ki oğlanın muhteşem çevikliği ve hızı ile iri yarı Kala’nın çetin ceviz korumacılığı olmasa onu daha küçükken ortadan kaldırmış olurlardı.
En yılmaz düşmanı ise Tublat’tı ancak, oğlan on üç yaşlarındayken diğer düşmanlarının ona zulmetmeyi birdenbire bırakmaları da yine Tublat sayesinde olmuştu. Aralarından bir tanesi, ormandaki vahşi hayvan türlerinin çoğunun erkeklerini arada sırada ele geçiren o tuhaf, kontrol altına alınamaz delice öfke nöbetlerinden birine tutulup ortalığı birbirine katmadığı sürece, oğlanı tamamen kendi hâline bırakıyorlardı. O öfke nöbetleri sırasında ise hiç kimse güvende değildi.
Tarzan’ın saygınlık hakkını elde ettiği gün kabile, ormanın yabani asmalarının ve sarmaşıklarının ulaşmadığı birkaç alçak tepenin arasında kalan bir çukurluktaki küçük bir doğal amfi tiyatroda toplanmıştı.
Açıklık alan, neredeyse daire şeklindeydi. Dairenin etrafında, her on santimetrede bir balta girmemiş ormanın dev ağaçları yükseliyordu. Ağaçların koca gövdelerinin aralarında ise birbirine geçmiş sık çalılar kümelenmiş; dairenin ortasındaki küçük, düz arenaya ulaşmak için ağaçların üst dalları arasındaki açıklıktan başka yer kalmamıştı.
Bu yerde kimse onlara mâni olamadığından kabile sık sık burada toplanıyordu. Amfi tiyatronun ortasında, şu tuhaf toprak davullardan bir tane duruyordu. İnsansı maymunların tuhaf ritüeller için yaptıkları bu davulların, ormanın derinliklerinden gelen seslerini insanoğlunun işittiği oluyordu ama çalındıkları âna gözleriyle şahit olan hiç olmamıştı.
Birçok seyyah, büyük maymunların davullarını görmüş; bazılarıysa bu davulların sesleri ile ormanın başnazırları olan bu hayvanların vahşi, tuhaf cümbüşlerinin gürültülerini duymuştur. Lakin bu vahşi, delice, sarhoş edici Tam Tam cümbüşüne bizzat katılmış olan tek insanoğlu, şüphesiz ki Greystoke Lordu Tarzan’dır.
Tüm çağdaş kilise ve devlet âdetleri ile törenleri, kuşkusuzdur ki bu ilkel işlevden doğmuştur. Zira yeni yeni oluşmakta olan insan türünün en uç surlarının ötesinde, ilk kıllı atamızın bir daldan aşağı sarkarak ilk buluşma yerinin yumuşak çimenlerine atladığı uzak geçmişin o çoktan unutulmuş, karanlık, tasavvur edilemez gecesinde olduğu hâliyle günümüze kadar hiç değişmeden gelen bu muhteşem ormanın derinliklerinde, tropikal toprakların üstüne doğan ayın parlak ışığı altında; vahşi ve kıllı atalarımız, asırlar boyunca, toprak davulların sesleri eşliğinde dans ederek Tam Tam törenleri yapmıştır.
Tarzan’ın on üç yıllık yaşamının on iki yılı boyunca peşini hiç bırakmayan amansız zulümden kurtuluşu kazandığı o gün, artık nüfusu yüze ulaşmış olan kabile dev ağaçlarla kaplı alçak yamaçtan aşağı toplu hâlde ve sessizce ilerleyerek amfi tiyatronun zeminine indiler.
Tam Tam ritüelleri; zafer, bir düşmanın esir alınması, ormanın büyük ve güçlü bir sakininin öldürülmesi, bir kralın ölümü ya da tahta çıkması gibi kabile yaşamının önemli hadiseleri için yapılır ve ciddi bir tören atmosferinde gerçekleştirilirdi.
Bugünkü ritüel ise başka bir kabileye mensup büyük bir maymunun öldürülmesini kutlamak için yapılıyordu. Kerchak’ın halkı arenaya girerken iki iri yarı erkek maymun, öldürülen maymunun cesedini arenanın merkezine taşıyorlardı.
İki erkek, cesedi toprak davulun önüne bıraktıktan sonra muhafızlık vazifeleri gereği davulun iki yanına çömelirken; kabilenin diğer üyeleri de ay doğana kadar uyumak üzere çimenlerin arasına kıvrıldılar. Vahşi cümbüş, ayın doğmasıyla birlikte başlayacaktı.
Küçük açıklık alana saatlerce hâkim olan mutlak sessizliği, parlak tüylü papağanların ahenksiz ötüşleri ya da ormanın dev ağaçlarının yosun kaplı dallarını süsleyen rengârenk çiçekler ve capcanlı orkideler arasında hiç durmadan uçuşan binlerce orman kuşunun cıvıltıları ve cıyaklamaları haricinde, tek bir çıt bile bozmamıştı.
Nihayet karanlık ormanın üzerine çöktüğünde, maymunlar bir bir canlanmaya başladılar. Kısa bir süre sonra toprak davulun etrafında büyük bir çember oluşturmuşlardı. Dişiler ve çocuklar, çemberin dış kısmında ince bir sıra hâlinde yere çömelirken onların önüne yetişkin erkekler dizilmişti. Davulun önünde üç ihtiyar dişi oturuyordu, her birinin elinde otuz kırk santimetre uzunluğunda budaklı birer dal vardı.
Yükselen ayın ilk loş ışık hüzmeleri, etraflarını çevreleyen ağaçların tepelerini gümüşi bir ışıkla aydınlattığında ihtiyar maymunlar, davulun ses çıkaran yüzeyine yavaşça ve hafifçe vurmaya başladılar.
Amfi tiyatro yükselen ayın ışığıyla aydınlandıkça ihtiyar dişiler de vuruşlarının sıklığını ve kuvvetini gitgide artırdılar. Kısa bir süre sonra muazzam ormanın dört bir yanına vahşi, ritmik bir tını hâkim olmuştu. Büyük, vahşi hayvanlar avlarını bıraktılar; kulaklarını dikip başlarını kaldırarak maymunların Tam Tam’ının habercisi olan monoton gümbürtüyü dinlediler.
Arada sırada içlerinden biri, kulakları delen bir çığlık atarak veya gür bir sesle kükreyerek insansı maymunların vahşi şamatasına meydan okuyordu ancak hiçbiri olup biteni incelemek ya da saldırmak için yanlarına yaklaşamıyordu. Zira maymunların hepsi bir araya toplandığında vücut bulan güç, ormanın diğer sakinlerinin yüreklerini onlara karşı derin bir hürmetle dolduruyordu.
Davulun gümbürtüsü âdeta kulakları sağır edecek bir seviyeye ulaştığında Kerchak, açık alana çıkıp iki muhafız ile davulcuların arasında durdu.
İki ayağı üstünde dik durup başını olabildiğince arkaya attı; yükselen aya gözlerini dikerek büyük kıllı pençeleriyle göğsünü yumrukladı ve kükrer gibi korkunç bir sesle bağırdı.
Bir, iki, üç kez daha yankılandı o dehşet veren haykırış; tarif edilemeyecek kadar atik ancak tasavvur edilemeyecek kadar da cansız olan bu dünyanın kalabalık ıssızlığında.
Sonra Kerchak, sunak davulun önünde yatan cesede yaklaşmadan çemberin iç kısmında sessizce dönmeye başladı; cesedin önünden geçerken o küçük, vahşi, şeytani, kırmızı gözlerini ondan ayırmıyordu.
Sonra, başka bir erkek daha arenaya atıldı ve kralının korkunç haykırışlarını tekrar ederek onun peşinden yürümeye başladı. Ardından bir tanesi daha onlara katıldı, onu hızla peş peşe diğerleri takip etti. Şimdi orman, âdeta hiç durmak bilmeyen kana susamış haykırışlarla yankılanıyordu.
Bir meydan okuma ve av çağrısıydı bu.
Tüm yetişkin erkekler tek sıra hâlinde, davulun etrafında dönerek dans edenlerin arasına katıldığında, saldırı başladı.
Bu amaçla kenara yığılmış sopaların arasından koca bir tane kapan Kerchak, ölü maymuna doğru öfkeyle koştu ve bir yandan savaştaymış gibi kükreyip hırlarken bir yandan da cesede vahşice vurmaya başladı. Davulun sesi şimdi daha gür çıkıyordu, vuruşlar da daha sıktı ve savaşçılar birbiri ardına av kurbanına yaklaşıp sopalarıyla vururken kurbanın etrafında çılgınca dönerek “Ölüm Dansı”nı icra ediyorlardı.
O çılgınca hoplayıp zıplayan topluluğun arasında Tarzan da vardı. Kavruk, ter içinde kalmış kaslı vücudu, ay ışığının altında parıldıyor; kıvraklığı ve zarafetiyle etrafındaki kaba, hantal, kıllı mahlukların arasında kendini belli ediyordu.
Hiçbiri ondan daha sinsi ya da vahşi değildi bu avlanma oyununda, hiçbiri onun kadar yükseğe zıplayamıyordu “Ölüm Dansı”nda.
Davulun sesi ve hızı yükselirken dansçılar, vahşi ritim ve saldırgan haykırışlarla kendilerinden geçiyordu. Daha çok atlıyor, zıplıyor, hırlarken dişlerinden salyalar akıyordu; dudakları ve göğüsleri salyadan köpük köpük olmuştu.
Bu tuhaf dans yarım saat kadar devam etti; ta ki davullar, Kerchak’ın işaretiyle susana kadar. Dişi davulcular dans edenlerin arasından koştura koştura geçip çemberin dış tarafındaki seyircilerin yanına gittiler. Ardından erkekler, vahşice vurarak ezip kıllı bir posa hâline getirdikleri cesedin üstüne topyekûn hâlde paldır küldür çullandılar.
Ağızlarını dolduracak kadar tatmin edici miktarda et nadiren bulunuyordu. Bu yüzden bu vahşi cümbüşlerine yaraşır bir final olarak, sırada taze av etini tatmak vardı. Şimdi hepsi dansı bırakmış; dikkatlerini, eski düşmanlarını hırsla parçalayıp yemeye vermişlerdi.
Kocaman sivri dişler, ölü hayvanın etine geçiyor; ondan koca koca parçalar koparıyordu. Maymunların en güçlüleri en leziz lokmaları kaparırken; daha zayıf olanlar, hırlaşan, kavga eden grubun arkasında sıralanmış, araya dalıp düşen bir parçayı kapmak ya da hepsi yenip bitmeden kalan kemikleri aşırmak için fırsat kolluyordu.
Tarzan, eti maymunlardan daha fazla arzuluyor ve daha fazla ihtiyaç duyuyordu. Etobur bir türün torunu olarak hayatı boyunca bir kez dahi hayvan etine olan iştahını doyuramamıştı ve şimdi de küçük, çevik bedeniyle kendi gücünün yettiğince bir pay almak çabasıyla, birbirleriyle dövüşen, mücadele eden kalabalığın arasından sıyrılarak ilerliyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов