Полная версия:
Tarzan Maymun Adam
Fakat Kerchak bu hususu Kala’yla konuştuğunda Kala, çocukla kendisini rahat bırakmazlarsa kabileden kaçıp gitmekle tehdit etti. Bu, orman halkanın vazgeçilmez haklarından biriydi; kabiledaşları arasında yaşamaktan memnun olmayanlar, çekip gitmekte hürdü. Bunun üzerine, onu rahat bıraktılar zira çakı gibi zinde ve güzel bir dişiydi Kala, onu kaybetmeyi istemezlerdi.
Tarzan büyüdükçe adımları da hızlanıyordu. Böyle böyle on yaşına geldiğinde, mükemmel bir tırmanıcı olmuştu. Yerdeyken de küçük kardeşlerinin kabiliyetini aşan muhteşem şeyler yapabiliyordu.
Birçok yönden onlardan farklıydı; üstün zekâsı onları çoğu kez hayrete düşürüyordu. Fakat kuvvet ve cüsse konusunda noksandı zira bu koca insansı maymunlar, on yaşlarına geldiklerinde tamamen yetişkin oluyor; bazılarının boyu bir sekseni aşıyordu. Küçük Tarzan ise serpilememiş bir oğlandı hâlâ.
Ama ne oğlan!
Daha küçük bir çocukken dev annesini izleyip, ellerini onun gibi kullanarak daldan dala atlamayı öğrenmişti. Biraz daha büyüdüğünde ise ağaç tepelerinde kardeşleriyle saatlerce yarışır hâle gelmişti.
Ağaç tepelerinin baş döndürücü yüksekliklerinde altı metre öteye atlayabiliyor; yaklaşan fırtınanın delice esen rüzgârında bile hedefindeki dala hatasız bir şekilde ve hiç sarsılmadan tutunabiliyordu.
Daldan dala sarkarak altı metre aşağıya hızla inebiliyor; dev tropik ağaçların en zirvesine bir sincap gibi rahat ve çabucak çıkabiliyordu.
Daha on yaşında olmasına rağmen otuz yaşındaki vasat bir adam kadar güçlü ve en talimli atletin dahi olamayacağı kadar çevikti. Üstelik kuvveti de günden güne artıyordu.
Bu vahşi maymunların arasında mutlu bir hayat sürüyordu zira hatıralarında bundan başka bir hayat yoktu; ona göre evren, yaşadığı bu orman ve aşina olduğu vahşi hayvanlardan ibaretti.
On yaşına basmasına az bir zaman kala, kendisi ile kabiledaşları arasında muazzam bir fark olduğunu fark etmeye başlamıştı. Güneşte yanıp esmerleşen ufak bedeninden birdenbire yoğun bir utanç duymaya başlamıştı çünkü fark etmişti ki bedeni, değersiz bir yılanın ya da başka bir sürüngeninki gibi tamamen kılsızdı.
Bu değersizliği kendini baştan ayağa çamurla sıvayarak gidermeye çalıştı ancak çamur kuruyup döküldü. Ayrıca çamur o kadar rahatsız ediyordu ki çok geçmeden rahatsız olmaktansa utanmayı tercih etti.
Kabilesinin müdavimi olduğu yaylada küçük bir göl vardı. İşte orada; gölün berrak ve durgun sularında Tarzan, kendi yüzünü ilk kez görmüştü.
Kurak mevsimin boğucu bir gününde, kuzenlerinden biriyle birlikte su içmeye göl kıyısına gitmişlerdi. Suya doğru eğildiklerinde, ikisinin de minik suratları durgun gölün yüzeyinde belirdi; maymunun vahşi, güçlü hatlara sahip suratının yanında duran şey, eski bir İngiliz soyundan gelen aristokrat veledinin suratıydı.
Tarzan dehşete düşmüştü. Kılsız olması yetmiyormuş gibi şimdi bir de böyle bir surat çıkmıştı! Diğer maymunlar yüzüne nasıl bakabiliyorlardı, hayret doğrusu!
İncecik yarık gibi bir ağız, çelimsiz beyaz dişler! Ondan daha talihli kardeşlerinin koca dudakları ve güçlü sivri dişlerinin yanında kendisininkiler, nasıl bir manzaraydı böyle!
Peki ya o küçük, sıska buruna ne demeli? O kadar zayıftı ki sanki aç kalmıştı. Kendi burun deliklerini kuzeninin geniş, güzel burun delikleriyle karşılaştırırken yüzü kızardı. Ne cömert bir burundu onunki, yüzünün yarısını kaplıyordu! Bu kadar yakışıklı olmak güzel bir şey olmalı, diye düşündü zavallı Tarzancık.
Ama sonra, kendi gözlerini fark ettiğinde son darbeyi almış oldu: siyah bir nokta, gri bir daire ve sonra da bembeyaz bir boşluk!.. Korkunç! Yılanların gözleri bile onunkiler kadar çirkin değildi.
Kendisini yüz hatlarına değer biçmeye öyle kaptırmıştı ki arkasındaki ormandan çıkan iri cüsseli hayvanın uzun otları yara yara, sinsice yaklaştığını duymamıştı. Yoldaşı maymun da hiçbir ses duymamıştı keza; kana kana içen dudaklarının şapırtısı ve suyun lıkırtısı, davetsiz misafirin sessiz adımlarını bastırıyordu.
İkilinin otuz adım gerisinde yere çömelmişti koca, dişi aslan Sabor; kuyruğunu kamçı gibi sallıyordu. Koca pençesini dikkatle ileri uzatıyor, yere sessizce indirdikten sonra diğerini kaldırıyor ve bu şekilde ilerlemeye devam ediyordu. Avının üstüne atlamaya hazırlanan koca bir kedi edasıyla karnını o denli aşağı indirmişti ki karnı, neredeyse yere değiyordu.
Olan bitenin farkında olmayan iki oyun arkadaşı ile dişi aslanın arasında üç metre kalmıştı artık. Aslan, arka ayaklarını altına doğru yavaşça çekerken güzel kürkünün altındaki muhteşem kasları hareket ediyordu.
Şimdi yere o kadar yakın hâlde sürünüyordu ki atlamaya hazırlanırken parlak tüylü sırtı yukarıya doğru kıvrılmasa bütünüyle yere yapışacak ve dümdüz olmuş gibi görünecekti.
Kuyruğu sallanmıyordu artık, arkasında sessiz ve düz bir şekilde uzanıyordu.
Bir an taş kesilmiş gibi öylece durdu ve sonra, korkunç bir kükremeyle ileri atıldı.
Dişi aslan Sabor, bilge bir avcıydı. Onun kadar bilge olmayan biri için avına atıldığı anda böyle vahşice kükreyerek ikaz vermesi budalaca görünebilirdi zira böyle yüksek sesle çığırmadan atlasa kurbanlarını yakalaması daha kesin olmaz mıydı?
Ancak Sabor, orman halkının muhteşem çabukluğunu ve inanılmaz işitme kabiliyetini gayet iyi biliyordu. Onlar için bir otun başka bir ota sürtünmesi bile, onun en gür kükremesi kadar tesirli bir ikazdı. Sabor yine biliyordu ki o müthiş atlayışı, bir miktar ses çıkarmadan yapması mümkün değildi.
O vahşi kükreyişi bir ikaz değildi. Amacı, zavallı kurbanlarını korkudan felç edip kısa bir anlığına donmalarını sağlamaktı. Donsunlar ki o da üzerlerine atlayıp müthiş pençelerini yumuşak etlerine geçirsin ve onları, kaçmalarına fırsat vermeden yakalayabilsin.
Maymunun hâline bakılacak olursa Sabor’un mantığı doğruydu. Ufaklık, korkuyla titreyerek sadece kısa bir an yere çömeldi fakat o kısa an, sonunu getirmeye yetecek kadar zamanı kapsıyordu.
İnsan yavrusu Tarzan için ise durum farklıydı. Vahşi ormanın tehlikeleri arasında yaşamak, ona acil durumlar karşısında özgüvenini yitirmemeyi öğretmişti ve yüksek zekâsı sayesinde de maymunların kabiliyetlerinin ötesinde bir hızla düşünüp harekete geçebiliyordu.
Bu sebeple dişi aslan Sabor’un kükremesi, küçük Tarzan’ın beynini ve kaslarını ateşleyip anında harekete geçirmişti.
Önünde küçük gölün derin suları uzanıyordu; arkasında ise onu paramparça edecek pençelerin ve sivri dişlerin getirdiği zalim bir ölüm.
Susuzluğu giderme aracı olması haricinde sudan hep nefret etmişti Tarzan. Nefret ediyordu çünkü onu şiddetli yağmurlarla gelen soğuk ve sıkıntı ile ilişkilendirmişti; üstelik, yağmura eşlik eden şimşek ve gök gürültüsünden de korkuyordu.
Gölün derin sularından uzak durması gerektiğini öğretmişti vahşi annesi ona. Dahası, henüz birkaç hafta önce küçük Neeta’nın gölün dingin sularına batıp bir daha kabileye dönmediğine şahit olmamış mıydı?
Ancak bu iki kötü hâl arasında kalınca kıvrak zekâsı kötünün iyisini seçmiş ve Sabor’ın kükremesinin ilk notası, ormanın sükûnetini bozar bozmaz üstelik koca hayvan atlayışının henüz yarısındayken Tarzan’ın başı gölün soğuk sularının altın girmişti. Yüzme bilmiyordu ve su çok derindi ama yine de üstün mevcudiyetinin nişanı olan o özgüveninden ve maharetinden hiçbir şey kaybetmemişti.
Yukarıya çıkma çabasıyla ellerini ve ayaklarını hızla hareket ettirmeye başladı; kasıttan daha ziyade şans eseriyle, köpeklerin yüzerken kullandığı kulaç düzenine geçti. Böylelikle birkaç saniye içerisinde burnunu suyun üstüne çıkarmayı başardı ve kulaç atmaya devam ettiği sürece de hem burnunu su üstünde tutabileceğini hem de suda ilerleyebileceğini keşfetti.
Gökten inmiş gibi birdenbire kazandığı bu beceri karşısında hem çok şaşırmış hem de memnun olmuştu fakat şimdi bunu düşünmeye pek vakti yoktu.
Kıyıya paralel yüzüyordu ve baktığında, pençesinden son anda kurtulduğu zalim yaratığı zavallı oyun arkadaşının hareketsiz bedeni üzerine çöreklenmiş hâlde gördü.
Dişi aslan, Tarzan’ı pürdikkat izliyor, belli ki kıyıya dönmesini bekliyordu ancak oğlanın öyle bir niyeti yoktu.
Dönmek yerine, oğlan bağırarak kabilesine mahsus yardım çağrısını yaptı; yaparken de müstakbel kurtarıcıları koşup geldiklerinde Sabor’un kucağına düşmesinler diye, çağrısına bir ikaz ekledi.
Neredeyse anında bir cevap duyuldu uzaktan; hemen peşinden de kırk elli kadar koca maymun ağaçların arasından uçarcasına bir hızla ve ihtişamla, trajedinin yaşandığı yere doğru yol aldı.
Başlarında Kala vardı; gözde yavrusunun sesini tanımıştı. Onun yanında da zalim Sabor’un altında cansız bir şekilde yatan küçük maymunun annesi…
Dövüşme hususunda maymunlardan daha kuvvetli ve donanımlı olmasına rağmen dişi aslanın bu öfkeli yetişkinlerle yüzleşmeye hevesi yoktu; nefretle hırladıktan sonra çabucak çalıların içine atlayıp gözden kayboldu.
Artık kıyıya doğru yüzen Tarzan, çabucak tırmanıp kuru toprağa çıktı. Soğuk suların verdiği ferahlık ve uyandırdığı heyecan, çocuk benliğini tatminkâr bir şaşkınlıkla doldurmuştu. Bu olaydan sonra bulduğu her fırsatta, mümkünse her gün; göle, dereye ya da okyanusa gidip suya girmeye başladı.
Uzunca bir süre, bu duruma alışmakta güçlük çekti Kala zira kendi halkı her ne kadar mecbur kaldığında yüzebilse de suya girmeyi sevmezlerdi; hele bir de suya isteyerek girmek mi? Asla!
Dişi aslanla yaşadığı macera, Tarzan için hoş hatıraların yolunu açmıştı zira günlük hayatının monotonluğunu kıran tek şey böyle hadiselerdi. Yoksa hayatı yemek arama, yemek yeme ve uyumadan ibaret yavan bir döngüydü.
Ait olduğu kabile; deniz kıyısı boyunca kabaca kırk, iç kısımlara doğru ise seksen kilometre kadar uzanan bir yol boyunca dolaşıyordu. Bu yolda neredeyse sürekli gidip geliyor, bazen bir yerde aylarca kalıyorlardı fakat ağaçtan ağaca müthiş bir hızla hareket edebildiklerinden, bölgenin tamamını sadece birkaç günde katediyorlardı.
Nerede ne kadar kaldıkları genellikle yiyecek kaynaklarına, iklim koşullarına ve daha tehlikeli hayvan türlerinin varlığına bağlıydı. Gerçi Kerchak’ın sık sık, sırf aynı yerde kalmaktan sıkıldığı için onları uzun yolculuklara çıkardığı da oluyordu.
Karanlık nerede çökerse orada geceliyorlardı. Yerde uyuyor; bazen başlarını, nadiren de gövdelerini fil kulağının büyük yapraklarıyla örtüyorlardı. İki üç maymunun soğuk gecelerde birbirlerine sarılarak uyudukları da oluyordu; böylece Tarzan bunca yılı, geceleri Kala’nın kolları arasında uyuyarak geçirmişti.
Şüphesiz ki bu koca, vahşi canavar; başka bir ırka mensup bu çocuğu seviyordu. Keza çocuk da -şayet hayatta olsaydı- güzel ve genç annesine karşı besleyeceği tüm sevgiyi bu büyük, kıllı hayvana karşı besliyordu.
İtaat etmediğinde çocuğu tokatladığı oluyordu, doğru ama ona karşı asla zalim değildi. Hatta attığı tokat bile çoğu zaman, dövmekten ziyade okşar gibiydi.
Eşi Tublat ise Tarzan’dan her zaman nefret etmişti ve birkaç defa çocuğun gencecik yaşamına son verme raddesine gelmişti.
Tarzan ise üvey babasına hislerinin karşılıklı olduğunu göstermek için karşısına çıkan hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Eline geçen her fırsatta kendisini, annesinin kolları arasında ya da yüksek ağaçların ince dallarında emniyete alıp, üvey babasına uzaktan kaş göz yaparak ya da hakaretler savurarak onu kızdırıyordu.
Üstün zekâsı ve kurnazlığı sayesinde, Tublat’ın hayatındaki dertlere dert eklemenin binbir şeytani yolunu icat etmişti.
Daha küçük bir çocukken uzun otları döndürüp birbirlerine bağlayarak halat yapmayı öğrenmişti. Bu halatlarla sürekli ya tuzak kurup Tublat’ı düşürüyor ya da halatı başının üzerindeki bir daldan sarkıtarak boynundan asmaya çalışıyordu. Bu halatlarla sürekli oynayarak, denemeler yaparak kabaca düğüm atmayı ve genişleyip daralabilen kementler yapmayı da öğrenmişti. O ve daha küçük maymunlar, bunlarla oynayıp eğleniyorlardı. Onlar da Tarzan’ın yaptıklarını yapmaya çalışıyorlardı ama bir şeyi icat eden de o şeyde ustalaşan da sadece kendisi oluyordu.
Bir gün yine böyle oynarken Tarzan, halatının ucunu elinden bırakmadan kement kısmını koşan arkadaşlarından birine doğru fırlattı. Kement şans eseri, koşan maymunun boynuna geçince maymun, gayriihtiyari bir şekilde durdu.
Ah, işte yeni bir oyun, hem de güzel bir oyun, diye düşündü Tarzan ve hemen sonrasında da numarasını tekrarlamaya koyuldu. Böylece, titiz ve devamlı talimler neticesinde kement atma yeteneğini geliştirmiş oldu.
İşte şimdi Tublat’ın hayatı gerçekten de kâbusa dönmüştü. Uyurken, yürürken, gece, gündüz; o sessiz kemendin ne zaman uçup gelip boynuna geçeceğini tahmin edemiyor; her defasında boğulup ölecek gibi oluyordu.
Kala cezalandırdı, Tublat intikam yeminleri etti, yaşlı Kerchak da bizzat ilgilenip ikaz ve tehdit etti ama ne fayda!
Tarzan hiçbirine itaat etmedi ve o ince, sağlam kement Tublat’ın boynuna hiç beklemediği anlarda geçmeye devam etti.
Diğer maymunlar Tublat’ın mağlubiyetinden sınırsız zevk alıyordu zira kimsenin hoşlanmadığı, huysuz ihtiyarın tekiydi Kırık Burun.
Tarzan’ın küçük, zeki kafasında binlerce fikir dolanıyordu; hepsinin ardında da o harikulade muhakeme kabiliyeti vardı.
Otlardan yaptığı uzun koluyla maymun yoldaşlarını yakalayabiliyorsa dişi aslan Sabor’u neden yakalayamasındı?
Henüz ham bir fikirdi bu ancak bilincinde de bilinçaltında da uzun süre kalacak ve nihayetinde muhteşem bir başarıyla neticelenecekti.
Fakat bu, yıllar sonra gerçekleşecekti.
6. BÖLÜM
ORMAN SAVAŞLARI
Kabilenin konargöçer hayatı, onları sık sık küçük koydaki kapalı ve ıssız kulübenin yakınına getirdi. Tarzan için bu, her zaman bitmek bilmeyen bir esrar ve zevk kaynağı olmuştu.
O güçlü duvarların ardında saklanan meçhul harikaları keşfetmek için nafile bir çabayla, perdeli pencerelerden içeriyi gözetler ya da çatıya tırmanıp bacanın karanlığından aşağı bakardı.
Toy hayal gücüyle, içeride muhteşem yaratıkların yaşadığını tasavvur eder; kaba kuvvetle içeri giremeyişi de bu arzusunu bin kat artırırdı.
Çatıya ve pencerelere tırmanıp saatlerce bir giriş yolu aradığı oluyordu fakat kapı, görünüşte duvarlar kadar kalın ve sağlam olduğundan dikkatini çekmemişti.
Yaşlı Sabor’la yaşadığı maceradan sonra, o civara tekrar uğradıkları zamandı. Tarzan, kulübeye yaklaştıkları sırada uzaktan bakınca kapının duvarın içine oturtulmuş, duvardan bağımsız bir parça olduğunu fark etti. İşte o an, bunca zamandır akıl edemediği giriş yolunun o parça olabileceğini düşündü ilk kez.
Kulübeyi ziyaret ederken genellikle olduğu gibi yine tek başınaydı zira maymunlar orayı pek sevmiyorlardı. Gök gürültüsü sopasının maymunlar arasında on yıl boyunca bıkıp usanmadan anlatılagelen hikâyesi, beyaz adamın terk edilmiş metruk hanesinin etrafında âdeta bir tuhaflık ve korku atmosferi oluşturmuştu.
Kendisinin kulübeyle olan bağı ona hiç anlatılmamıştı. Maymun dilinde o kadar az kelime vardı ki kulübenin içinde gördüklerinin çok azını ifade edebiliyorlardı. Zira dilleri, o tuhaf mahlukları da onların eşyalarını da doğru şekilde tarif edebilecek kelimelerden yoksundu. Bu sebeple Tarzan aklı erecek yaşa gelene kadar kabile, o meseleyi çoktan unutmuştu.
Kala ona babasının tuhaf, beyaz bir maymun olduğunu belli belirsiz, üstü kapalı bir şekilde anlatmıştı ancak Tarzan, Kala’nın öz annesi olmadığını bilmiyordu.
İşte o gün, doğruca kapıya gitti Tarzan. Kapıyı saatlerce inceledi; menteşelerini, kolunu ve sürgüsünü kurcalayıp durdu. En sonunda şans eseri doğru kombinasyonu buldu ve kapı, oğlanın şaşkın gözlerinin önünde gıcırdayarak açıldı.
Birkaç dakika kadar içeri girmeye cesaret edemedi ama nihayetinde gözleri içerinin loşluğuna alışınca yavaş ve dikkatli şekilde içeri girdi.
Orta yerde bir iskelet yatıyordu; bir zamanlar kıyafet olan çürümüş kumaş kalıntılarının altındaki kemiklerde zerre kadar et kalmamıştı. Yatakta da diğerine benzer ürkütücü bir şey vardı ama daha küçüktü. Yanındaki küçük beşikte ise ufacık üçüncü bir iskelet vardı.
Uzun zaman önce yaşanmış bu korkunç trajik günün delillerine aldırış etmedi küçük Tarzan; belki sadece kısa bir an ancak hepsi o kadar. Vahşi orman hayatında, ölen ve can çekişen hayvanlar görmeye alışmıştı; hatta baktığı şeylerin kendi öz babası ve annesinin kalıntıları olduğunu bilseydi bile bundan daha fazla tepki göstermezdi.
Onun dikkatini cezbeden asıl şey, odanın içindeki mobilyalar ve diğer eşyalardı. Tuhaf aletler, silahlar, kitaplar, kâğıt ve kıyafetler; ormanlık kıyının nemli havasında, zamanın tahribatına dayanabilen ne varsa hepsini büyük bir dikkatle inceliyordu.
Kapıyla kazandığı ufak tecrübesinin yardımıyla sandıkları ve dolapları açtı; bunların içinde bulduğu şeyler çok daha iyi muhafaza edilmişti.
Bulduğu şeyler arasında keskin bir av bıçağı da vardı. Bıçağı eline alır almaz keskin metal parmağını kesti ama bu onun gözünü korkutmadı ve denemelerine devam etti. Bu yeni oyuncağıyla masa ve sandalyelerden kıymık kesip çıkarabildiği fark edince bununla uzun bir süre eğlendi ancak sonunda bıkıp, keşiflerine devam etti.
Kitaplarla dolu bir dolabın içinde parlak renkli resimleri olan bir kitaba rast geldi; çocuklar için yapılmış resimli bir alfabe kitabıydı bu:
A ile başlar AvcıAvlanır okuyla ormanda.B ile başlar Balık,Yüzer mavi sularda.Resimler son derece ilgisini çekmişti.
Kendi suratına benzer suratları olan bir sürü maymun vardı resimlerde. Kitabın ilerleyen sayfalarında, “Ş” harfinin altında ise her gün gördüğü, ilkel ormanın ağaçları arasında oradan oraya atlayıp duran şebekler vardı. Ancak kendi halkından kimsenin resmi yoktu; kitaptakilerin hiçbiri ne Kerchak’a ne Tublat’a ne de Kala’ya benziyordu.
Küçük şekilleri tutup sayfalardan almaya çalıştı önce ama kısa sürede gerçek olmadıklarını anladı ancak ne olduklarını anlayamadığı gibi onları tarif edebilecek kelimelere de hâkim değildi.
Gemiler, trenler, inekler, atlar; hiçbiri onun için bir anlam ifade etmiyordu lakin yine de hiçbiri, renkli resimlerin altında ve aralarında görünen küçük tuhaf şekiller kadar kurcalamamıştı aklını. Belki tuhaf bir böcektir, diye düşündü önce çünkü çoğunun ayakları vardı. Fakat bir tanesinin bile gözleri ya da ağzı yoktu. Alfabenin harfleriyle ilk tanışması, işte bu şekilde ve on yaşını geçmişken olmuştu.
Tabii ki daha önce hiç yazı görmemişti; hatta, yazılı dil diye bir şeyin varlığına dair ufacık fikri olan bir canlıyla dahi karşılaşmamış, konuşmamış; okuyan birini de hiç görmemişti.
Hâl böyleyken, küçük oğlanın bu tuhaf şekillerin manasını tahmin dahi edemeyişine şaşmamak lazım.
Kitabın ortalarına doğru, yaşlı düşmanı dişi aslan Sabor’u buldu; sonrasında da çöreklenmiş hâldeki yılan Histah’yı.
Ah, nasıl da sürükleyiciydi! On yıllık ömründe, hiçbir şeyden bu denli zevk almamıştı. Kitaba kendini o denli kaptırmıştı ki karanlık çökene ve şekilleri görmek zorlaşana kadar vaktin nasıl geçtiğini fark etmemişti.
Kitabı dolaba geri koyup kapağını kapattı; başka kimsenin onun hazinesini bulup mahvetmesini istemiyordu. Çökmekte olan akşamın karanlığına adımını atmadan önce kulübenin muazzam kapısını kapatıp; kilidini, sırrını çözmeden önceki hâline getirdi. Ama oradan ayrılmadan evvel, av bıçağını sıkılıp attığı yerde dururken görmüş ve arkadaşlarına göstermek için de yanına almıştı. Ormana doğru henüz birkaç adım atmıştı ki kısa boylu çalılıkların gölgesinin arasından çıkan koca bir cüsse önünde beliriverdi. Başta, kendi halkından biri olduğunu zannetti ama hemen sonra onun dev goril Bolgani olduğunu anladı.
O kadar yakınındaydı ki kaçma şansı yoktu. Bu devasa mahluklar, kendi kabilesinin azılı düşmanı olduğundan ve her iki kabilenin törelerinde de ele geçirilen düşmanın öldürülmemesi gibi bir kural olmadığından küçük Tarzan, hayatta kalmak için dövüşmeye mecbur olduğunu biliyordu.
Şayet Tarzan kendi kabilesinin türünden yetişkin bir erkek maymun olsaydı, goril rakibi ile rahat rahat dövüşebilirdi ancak küçük bir İngiliz oğlandı sadece. Yaşına göre kasları fazlasıyla gelişmiş olsa da bu cani rakibinin karşısında hiç şansı yoktu. Fakat damarlarında, muhteşem savaşçılar çıkarmış bir soyun en iyisinin kanı akıyordu; ormanın vahşi canavarlarının arasında geçirdiği kısa yaşamının kazandırdığı alıştırmalar da bunu güçlendiriyordu.
Korku nedir bilmezdi Tarzan. Küçük kalbinin atışları hızlanmıştı fakat korkudan değil; maceraperest bir coşkudandı. Bir fırsatını bulsa kaçacaktı elbet ama sırf karşısına dikilen dev ile yüzleşecek cüssede olmadığına kanaat getirdiği için kaçacaktı. Aklı da ona bir kaçış yolu gösteremeyince tek bir kası dahi titremeden, hiçbir panik belirtisi göstermeden cesurca durdu gorilin karşısında.
Canavar saldırıya geçtiğinde, henüz üzerine çullanamadan, oğlan yumruklarını hayvanın koca cüssesine indirdi ancak bu sineğin file saldırması gibi boşuna bir çabaydı. Fakat bir elinde, babasının kulübesinde bulduğu bıçağı tutuyordu hâlâ, sıkı sıkı. Canavar, vurarak ve ısırarak üzerine çullandığında oğlan bıçağın ucunu kazara kıllı canavara doğru çevirdi. Bıçak, gorilin gövdesine saplanıp derin bir yara açarken; koca hayvan acı ve öfkeyle bağırdı.
Bu kısa an içerisinde oğlan, keskin ve parlak oyuncağının bir faydasını daha öğrenmiş oldu ve böylece, azgın canavar onu sürükleyip yere düşürdüğünde bıçağı canavarın göğsüne tekrar ve tekrar saplayıp sonuna kadar bastırdı.
Kendi türüne has şekilde dövüşen goril, eli açık şekilde dehşetli bir kuvvetle vuruyor, uzun sivri dişlerini oğlanın boğazına ve göğsüne geçiriyordu.
Bir süre yerde yuvarlanarak vahşice dövüştüler. Oğlanın kanayan kolu, uzun keskin bıçağı gitgide daha kuvvetsizce saplıyordu; sonra küçük bedeni, birden spazm geçirir gibi irkildikten sonra kaskatı kesildi. Küçük Greystoke Lordu Tarzan, orman evinin zeminini halı gibi kaplayan solmuş ve çürümüş bitkilerin üstüne yuvarlandı; bilincini kaybetmişti.
Bir buçuk kilometre ötede, ormanın içindeki kabile; gorilin, âdet olduğu üzere, bir tehditle karşılaştığında attığı vahşi nidayı duymuştu. Bu goril, belki tek başına değil de birkaç gorilden oluşan sürüyle birlikte olabilirdi. Bu sebeple, hem ortak düşmanlarına karşı birbirlerini korumak hem de tüm kabile mensuplarının orada olup olmadığını görmek amacıyla Kerchak halkını bir araya topladı.
Tarzan’ın kayıp olduğu kısa sürede anlaşılınca Tublat, yardım göndermeye şiddetle karşı çıktı. Kerchak da o tuhaf beslemeden hazzetmediğinden Tublat’ı dinledi ve nihayetinde omuz silkip yatak olarak kullandığı yaprak yığınına geri döndü.
Ama Kala aynı fikirde değildi; hatta Tarzan’ın kayıp olduğunu öğrenir öğrenmez hiç vakit kaybetmemiş, gorilin bağırtılarının hâlâ net bir şekilde duyulduğu yere doğru uçar gibi koşmaya başlamıştı, ezilmiş dalların arasından.
Artık karanlık çökmüştü; ilk evrelerindeki ayın loş ışığı, ormanın sık ağaçlarının arasında tuhaf ve ürkütücü gölge oyunları yapıyordu.
Ağaçların arasından ara ara sızmayı başaran ay ışığı; yere kadar ulaşıyordu ama çoğunlukla tek yaptığı, ormanın derinliklerinin zifirî karanlığını daha da vurgulamak oluyordu.
Kala, dev bir hayalet gibi sessizce kâh büyük bir dalın üzerinde koşarak kâh bir daldan diğerine atlayarak ilerliyor; orman yaşamının ona kazandırdığı tecrübeyle kısa bir mesafe ötede cereyan ettiğini kestirdiği trajediye hızla yaklaşıyordu.
Gorilin çığlıkları, vahşi ormanın başka bir sakiniyle ölümcül bir dövüş içerisinde olduğunu ilan ediyordu. Fakat bu çığlıklar aniden kesildi ve ormana bir ölüm sessizliği hâkim oldu.
Anlayamamıştı Kala; Bolgani’nin sesini ızdırap ve ölümün acısıyla yükselttiğini duymuştu ancak karşısındakinin ne tür bir mahluk olduğunu anlamasına yardım edebilecek herhangi bir ses işitmemişti.
Küçük Tarzan’ının koca bir erkek gorili öldürmesinin imkânsız olduğunu bildiğinden seslerin geldiği noktaya yaklaşırken daha dikkatli, daha yavaş hareket etmeye başladı. Son derece tedbirli bir şekilde, en alçaktaki dalların üzerinden yürüyerek ay ışığının yer yer aydınlattığı karanlığa gözlerini dikip, savaşçılara dair bir iz aradı.
Bir müddet sonra onları ayın parlak ışığı altında, küçük bir açıklık alanda yatarken buldu: Küçük Tarzan’ın yaralı ve kanlı bedeni ile onun yanında cansız bir şekilde yatan koca bir erkek goril.
Kısık bir çığlık atan Kala, telaşla Tarzan’ın yanına koştu. Zavallının kana bulanmış bedenini kucağına alıp, hayatta olup olmadığını anlamak için kalbini dinledi. Belli belirsiz bir ses duydu; küçük kalbinin zayıf atışlarıydı bu.
Tarzan’ı, zifirî ormandan geçerek kabilenin kamp yerine kadar dikkatlice taşıdı ve günlerce, gecelerce başında nöbet tuttu; yiyecek ve su getirerek besleyip, korkunç yaralarına konan sinekleri ve böcekleri temizledi.
Zavallı hayvanın ilaç ya da ameliyata dair hiçbir bilgisi yoktu. Tek yapabildiği, yaraları temiz tutmak için yalamak ve böylece daha hızlı iyileşmesini dilemekti.
Başta hiçbir şey yiyemedi Tarzan, ateşler içinde sayıklayarak bir o yana bir bu yana dönüp durdu. Tek istediği suydu ve Kala, suyu ona getirebildiği tek şekilde getiriyordu: kendi ağzında taşıyarak.