Полная версия:
Tarzan Maymun Adam
Farkındaydı; elinde silah olarak yalnızca bir balta varken bu azılı canavarın karşısında pek bir şansı yoktu. Bir de Alice vardı: “Tanrı’m!” diye düşündü. “Alice ne olacak?”
Yine de kulübeye ulaşmak için ufak da olsa bir şansı vardı. Döndü ve kulübeye doğru koşmaya başladı; bir yandan da maymunun yetişip önünü kesme ihtimaline karşı, karısına içeriye koşması ve kapıyı kapatması için bağırıyordu.
Leydi Greystoke, Clayton’ın bağırdığını duyduğunda kulübenin biraz ilerisinde oturuyordu. Başını kaldırıp baktığında Clayton’a yetişme çabasıyla son sürat koşan maymunu gördü; hızı, böyle cüsseli ve hantal bir hayvana göre neredeyse inanılmazdı.
Kısık bir çığlık atarak kabine doğru fırladı ve içeri girerken arkasına hızlıca baktığında tüm benliği korkuyla doldu. Canavar, kocasının önünü kesmişti; adam köşeye sıkışmış hâlde baltasını iki eliyle kavramış, azgın hayvan nihai saldırısını yaptığı anda ona sallamak üzere bekliyordu.
“Kapıyı kapatıp sürgüle, Alice!” diye bağırdı Clayton. “Baltamla işini bitiririm ben bunun.”
Fakat kendisi de karısı da biliyordu; korkunç bir ölümle karşı karşıyaydı.
Maymun, muhtemelen yüz elli kilo civarında iri yarı bir erkekti. Avının önünde kısa bir anlığına hareketsiz dururken hırpani kaşlarının altındaki birbirine yakın habis gözleri nefretle parlıyor; korkunç bir hırlamayla kocaman sivri dişlerini gösteriyordu.
Clayton, canavarın omzunun üzerinden kulübesinin kapısını görebiliyordu; yirmi adım mesafe ya vardı ya yoktu. Birden, genç karısı elinde tüfeklerden biriyle kapıdan çıkınca baştan ayağa büyük bir korku içinde kaldı.
Genç kadının her daim ateşli silahlara karşı bir korkusu olmuştu; onlara elini bile süremezdi. Ama şimdi, yavrusunu koruyan bir dişi aslanın korkusuzluğuyla maymuna doğru koşuyordu.
“Geri çekil, Alice!” diye bağırdı Clayton. “Tanrı aşkına, geri dön!”
Ancak o dinlemedi; tam da o sırada maymun saldırıya geçtiğinden Clayton daha başka bir şey söyleme fırsatı bulamadı.
Adam tüm gücüyle baltasını salladı ama kuvvetli canavar, o korkunç elleriyle baltayı yakaladığı gibi Clayton’dan çekip aldı ve uzağa fırlattı.
Çirkin bir hırlamayla savunmasız kurbanına yaklaştı. Sivri dişleri, arzuladığı o boğaza tam ulaşacakken bir el silah sesi duyuldu; bir mermi, maymunun ensesine saplandı.
Clayton’ı yere fırlatan hayvan, yeni düşmanına doğru döndü ve karşısında dehşet içerisindeki genç kızı buldu. Nafile bir çabayla, hayvanın gövdesine bir kurşun daha sıkmak için uğraşıyordu ama tüfek mekanizması hakkında hiçbir şey bilmediğinden horoz, boş kovanın üzerine inip duruyordu.
Neredeyse aynı anda Clayton da ayağa kalktı ve vaziyetin umutsuzluğuna aldırış etmeden maymunu, biçare karısının önünden çekmek için ileri atıldı.
Yok denecek kadar az bir çabayla maymunu devirmeyi başardı; koca cüsseli hayvan, hiçbir tepki vermeden önündeki çimenlerin üstüne yuvarlandı; ölmüştü. Mermi görevini yerine getirmişti.
Hızlı bir muayene neticesinde karısında çizik bile olmadığını görünce koca canavarın, Alice’e doğru atıldığı an öldüğüne karar verdi Clayton.
Karısının hâlâ şuursuz olan bedenini nazikçe kaldırıp küçük kulübelerine taşıdı. Genç kadın ancak tam iki saat sonra şuurunu tekrar kazanabildi.
İlk sözleri, Clayton’ın yüreğine belli belirsiz bir endişe vermişti. Kendine geldikten bir süre sonra Alice, meraklı bakışlarını küçük kulübenin içinde gezdirdikten sonra, memnun bir şekilde iç çekip şöyle dedi:
“Ah John, gerçekten evde olmak öyle güzel ki! Korkunç bir rüya gördüm, hayatım. Artık Londra’da değil de kocaman canavarların bize saldırdığı korkunç bir yerdeyiz sandım.”
“Geçti Alice, geçti,” dedi, genç kadının alnını okşayarak. “Tekrar uyumaya çalış; kötü rüyaları dert etme.”
O gece, vahşi ormanın kıyısındaki küçük kulübede, kapıda bir leopar kükrerken ve tepenin ötesinden bir aslan kükremesinin boğuk notaları duyulurken; küçük bir oğlan geldi dünyaya.
Leydi Greystoke, koca maymunun saldırısının şokunu hiçbir zaman atlatamadı. Bebeğinin doğumundan sonra bir yıl daha yaşamasına rağmen, bir daha asla kulübenin dışına adım atmadığı gibi İngiltere’de olmadığını da asla tam olarak idrak edemedi.
Bazen, geceleri duyduğu tuhaf sesleri Clayton’a sorduğu oluyordu; uşaklarının ve arkadaşlarının nereye gittiklerini, odasındaki mobilyaların neden böyle tuhaf ve kaba saba olduklarını da öyle. Ancak Clayton onu kandırmak için hiçbir çaba sarf etmese de Alice, etrafında olan bitenin manasını kavrayamıyordu.
Diğer hususlarda ise aklı oldukça yerindeydi. Bir yanda küçük oğluna kavuşmanın verdiği neşe ve mutluluk; diğer yanda kocasının hiç bitmeyen ilgisi, o bir yılı henüz kısacık olan ömrünün en mutlu yılı yapmıştı.
Gayet iyi biliyordu Clayton; şayet Alice’in akli melekeleri tam anlamıyla yerinde olsaydı, mutlu geçirdiği o bir yıl, endişelerin ve korkuların içinde yitip gidecekti. O nedenle, her ne kadar onu bu hâlde görmek canını müthiş derecede yaksa da zaman zaman, genç kadının kendi iyiliği için aklının ermediğine âdeta şükrediyordu.
Kazara kurtarılma ihtimali dışında, kurtarılma umudundan vazgeçeli çok olmuştu. Bu nedenle, mütemadi bir gayretle, kulübeyi güzelleştirmek için çalışıyordu.
Zemin, aslan ve panter kürkleriyle kaplanmıştı. Duvarlarda dolap ve kitaplıklar diziliydi. Bölgenin kilinden kendi elleriyle yaptığı tuhaf vazolarda güzel, tropikal çiçekler vardı. Pencerelerde çimen ve bambudan yapılmış perdeler asılıydı. Hepsinden meşakkatlisi, elindeki birkaç yetersiz aletle kütüklere güzelce şekil vererek duvarların ve tavanın yalıtımını sağlamış, kulübenin zeminini de pürüzsüz bir döşemeyle kaplamış olmasıydı.
Hiç alışkın olmadığı işlere el atıp altından kalkmayı başarması kendisini de bir miktar hayrete düşürüyordu. Ama çalışmaktan memnundu çünkü hepsi karısı ve hayatlarına neşe katmaya gelen küçük can içindi. Gerçi, gelişiyle birlikte sorumluluklarını da durumun güçlüğünü de de yüz kat artırmıştı.
O yıl, Clayton birkaç kez daha büyük maymunların saldırısına uğramıştı. Görünüşe bakılırsa kulübenin civarına dadanmışlardı artık. Fakat Clayton, bir daha asla tüfeğini ya da tabancalarını yanına almadan dışarı adımını atmıyor; bu yüzden de bu koca canavarlardan pek korkmuyordu.
Pencere parmaklıklarını güçlendirmiş, kulübenin kapısına da ağaçtan benzersiz bir kilit uydurmuştu. Böylece, yiyeceklerini temin etmek için mecburen sık sık avlanmaya ve meyve toplamaya çıktığında küçük evine hayvanların girmesinden korkmayacaktı.
Başlarda çoğu avını kulübenin penceresinden vuruyordu. Ancak zamanla hayvanlar, penceresinden dehşet verici bir gök gürültüsü yayılan bu tuhaf inden korkup uzak durmayı öğrendiler.
Boş zamanlarında, yeni evleri için yanlarında getirdikleri kitapları okuyordu Clayton; çoğu zaman da karısı da dinlesin diye sesli okuyordu. Bunların arasında bir sürü çocuk kitabı da vardı: resimli kitaplar, alfabe kitapları, ilk okuma kitapları. Zira, İngiltere’ye dönüş zamanları gelene kadar küçük çocuklarının okumayı öğrenecek yaşa gelmiş olacağını kestirmişlerdi.
Bazen de günlük yazıyordu; Fransızca tutmaya alıştığı bu günlüğüne, tuhaf hayatlarının ayrıntılarını kaydediyordu. Kilitli, küçük, metal bir kutuda saklıyordu bu defteri.
Küçük oğlunun doğduğu günden bir yıl sonra Leydi Alice, bir gece vakti sessizce vefat etti. Ölümü öylesine huzurlu olmuştu ki Clayton, karısının öldüğünü ancak birkaç saat sonra uyandığında fark edebilmişti.
Vaziyetin dehşetini yavaş yavaş idrak edebildi. Hatta kederinin boyutunu ve üzerine kalan ürkütücü sorumluluğun; hâlâ annesini emen ufaklığa, küçük oğluna, bakma sorumluluğunun büyüklüğünü tam olarak kavrayabilmiş miydi, orası meçhul.
Günlüğündeki son yazı, karısının ölümünün sabahında yazılmıştı ve o yazıda da olayın üzücü ayrıntılarını, öyle sıradan bir şekilde anlatıyordu ki vaziyet daha da acıklı hâle geliyordu zira kelimelerinden, bitmek bilmeyen keder ve umutsuzluktan doğan yorgun bir hissizlik dökülüyordu. Öyle bir hissizlikti ki bu, karısının ölümüyle aldığı bu zalim darbe bile onu bu hissizlikten çıkaramamıştı:
“Küçük oğlum açlıktan ağlıyor. Ah Alice, Alice!.. Ne yapacağım ben?”
John Clayton, hâlâ yatakta yatan karısının hareketsiz ve soğuk bedeninin yanı başında, onun için yaptığı masaya oturmuş; kalem tutan elinden dökülecek son kelimeleri yazarken başı yorgunca masaya uzanmış kollarının üzerine düştü.
Gün ortasında ormana hâkim olan ölüm sessizliğini hiçbir ses bozmadı uzunca bir süre; ufak insanoğlunun acınası ağlamaları dışında.
4. BÖLÜM
MAYMUNLAR
Okyanusun bir buçuk kilometre gerisinde, yaylayı kaplayan ormanın derinliklerinde; ihtiyar maymun Kerchak, öfkeden deliye dönmüş bir hâlde kendi halkına saldırıyordu.
Kabilesinin daha genç ve zayıf olanları, onun gazabından kurtulmak için büyük ağaçların yüksekteki dallarına kaçıştılar; yine dizginlenemez bir öfke krizine girmiş olan ihtiyar Kerchak’la yüzleşmektense ağırlıklarını zar zor taşıyan dallara çıkarak hayatlarını tehlikeye atmayı tercih etmişlerdi.
Diğer erkekler dört bir yana dağılmıştı ama dağılırken de azgın canavar, köpükler saçan ağzındaki koca sivri dişlerini bir tanesinin boynuna geçirmişti.
Talihsiz genç dişi; sıkıca tutunamadığı yüksekteki bir daldan kayıp yere, neredeyse Kerchak’ın ayaklarının dibine çakıldı.
Vahşi bir çığlıkla genç dişinin üzerine atladığı gibi güçlü dişleriyle gövdesinden bir parça kopardı ve ağaçtan kopan bir odun parçasıyla kafasına, omuzlarına canice vurarak kafatasını tuzla buz etti. (Kafasına, omuzlarına canice darbeler indirdi.)
Sonra Kala ilişti gözüne; küçük bebeğiyle birlikte yiyecek arayışından dönen dişi maymun, kuvvetli erkeğin öfke patlamasından bihaberdi. Arkadaşlarının onu uyarmak için attığı tiz çığlıklarla, birden tehlikeyi fark edip emniyetli bir yer bulmak adına delice koşmaya başladı.
Ama Kerchak çok yakınındaydı; o kadar yakınındaydı ki ayak bileğini tam kapacakken Kala, bir ağaçtan diğerine -aradaki mesafeye aldırış etmeden- çılgınca atlayıp kurtuldu. Maymunların nadiren giriştiği, oldukça tehlikeli bir işti bu; tehdit diplerine kadar gelip de başka bir çıkar yolları kalmadığı sürece asla böyle bir şeye kalkışmazlardı.
Atlayışı başarılı oldu ama annesinin boynuna korkuyla yapışan küçük yavru, ötedeki ağacın dalına tutunduğunda oluşan ani sarsılmanın etkisiyle daha fazla tutunamayıp fırlayıverdi. Annesinin gözleri önünde, döne döne düşüp dokuz metre aşağıya çakıldı.
Üzüntü içinde feryat eden Kala, derhâl yavrusunun yanına koştu; gözü Kerchak tehlikesini görmüyordu artık. Fakat yavrusunun kemikleri kırılmış hâldeki ufak bedenini alıp göğsüne bastırdığında, o hayatını çoktan yitirmişti.
Yere oturdu, yavrusunun cansız bedenine sarılıp inledi, inledi; Kerchak bile ona saldırmaya kalkışmıyordu. Aniden gelen şeytani öfke krizi, yavrunun ölümüyle birlikte yine aniden geçmişti.
Kerchak kocaman bir maymun kraldı, ağırlığı muhtemelen yüz elli kilo civarındaydı. Alnı aşırı derecede dar ve basık; kanlı, küçük gözleri, kaba ve basık burnuna yakın; kulakları büyük ve inceydi ama yine de kendi türünün diğer üyelerine kıyasla küçük sayılırdı.
Korkunç öfkesi ve müthiş kuvveti, onu yirmi küsur yıl önce doğduğu bu küçük kabilenin en tepesine taşımıştı.
Şimdi gücünün zirvesindeyken gezindiği bu koca ormanın hiçbir yerinde, onun iktidarına karşı çıkabilecek tek bir maymun bile yoktu. Diğer büyük hayvanlar ona sataşmaya cesaret edemiyordu.
Tüm vahşi hayvanatın içinde, ondan korkmayan tek hayvan Yaşlı Tantor adındaki fildi; Kerchak’ın korktuğu tek hayvan da oydu. Tantor hortumunu öttürdüğü an, koca maymun diğerleriyle birlikte yüksek tepedeki ağaçlara doğru kaçardı.
Kerchak’ın demir yumruğu ve sivri dişleriyle hükmettiği insansı maymun kabilesi, her biri birer yetişkin erkek ile dişiden ve onların-yavrularından oluşan altı ya da sekiz aileyi barındırıyordu; sayıları ise toplamda altmış yetmiş maymun kadardı.
Kala, kırık burun anlamına gelen Tublat adıyla anılan bir erkeğin en geç eşiydi ve yere çakılarak ölümüne şahit olduğu yavru, henüz dokuz on yaşlarında olan Kala’nın ilk yavrusuydu.
Genç yaşına rağmen iri ve kuvvetliydi; çakı gibi zinde, muhteşem bir hayvandı. Yuvarlak ve geniş alnı, kendi türünün çoğunun sahip olduğundan daha ileri bir zekâya sahip olduğunun işaretiydi. Bu yüzden de bir anne gibi sevebilir ve hüzünlenebilirdi.
Fakat yine de bir maymundu; goril ile yakın akraba olan ama gorilden daha zeki bir türün mensubu, iri, vahşi, korkunç bir hayvandı. Mensubu olduğu tür, goril kuzenleri kadar güçlüydü ve bu güç, zekâlarıyla birleşince türü, insanoğlunun dehşet verici ataları arasında en korkulanı hâline getiriyordu.
Kerchak’ın öfkesinin yatıştığını gören kabile, ağaçlardaki sığınaklarından yavaş yavaş aşağı indiler ve Kerchak yüzünden yarım kalan çeşitli uğraşlarına döndüler.
Küçükler ağaçların ve çalıların arasında oynayıp zıplıyordu. Yetişkinlerden bazıları, yeri kaplayan kurumuş ve çürümekte olan bitkilerin üstüne yüzükoyun uzanmış yatarken; bazıları da kopmuş ağaç dallarını ve çamur topaklarını kaldırıp altlarında, besinlerinin bir kısmını oluşturan küçük böcek ve sürüngenleri arıyorlardı.
Bir kısmı ise çevredeki ağaçlarda meyve, yemiş, küçük kuş ve yumurta arayışındaydılar.
Bu şekilde bir iki saat geçmişti ki Kerchak, tek kelimelik bir emriyle hepsini etrafına topladı ve onun öncülüğünde denize doğru yola koyuldular.
Yolun çoğunu yerde ilerleyerek, büyük fillerin gidip gelişleri sırasında açılan patikaları takip ederek katettiler. Birbirine geçmiş labirent gibi çalıların, asmaların, sarmaşıkların ve ağaçların arasında yol açabilenler sadece fillerdi. Maymunlar yürürken yumruk yaptıkları ellerinin parmak eklemlerini yere koyup, hantal cüsselerini ileri doğru savurarak yuvarlanır gibi tuhaf bir şekilde ilerliyorlardı.
Fakat yolun, kısa boylu ağaçların arasından geçtiği yerlerde, küçük maymun kuzenlerinin çevikliğiyle daldan dala atlayarak daha hızlı hareket ediyorlar; tüm yol boyunca Kala, göğsüne sıkıca bastırdığı yavrusunun cansız bedenini de yanında taşıyordu.
Kumsala bakan tepenin sırtına ulaştıklarında vakit ikindi olmuştu. Kerchak’ın hedefinde, aşağıda duran küçük kulübe vardı.
O muhteşem inde yaşayan tuhaf, beyaz maymunun elindeki küçük siyah sopadan çıkan gürültüyle birlikte, kendi türünden üyelerin ölüme gittiğine şahit olmuş ve Kerchak, o anda aklına koymuştu; o ölüm saçan icada sahip olacak ve o esrarengiz inin içini keşfedecekti.
Zamanla nefret etmeye ve korkmaya başladığı o ucube yaratığın boğazına dişlerini geçirmeyi öyle çok, öyle çok istiyordu ki bu sebeple kabilesiyle sık sık gelip keşif yapıyor; beyaz maymunu hazırlıksız bir anında yakalamak için fırsat kolluyordu.
Son zamanlarda saldırmayı bırakmışlardı, hatta kendilerini bile göstermiyorlardı zira kendilerini her gösterdiklerinde o küçük sopa kükremiş, kabile mensuplarından birinin ölüm fermanını vermişti.
Bugün ise adam ortalıklarda görünmüyordu; gözetledikleri yerden de kulübenin kapısının açık olduğunu anlaşılıyordu. Yavaşça, ihtiyatlı bir şekilde ve gürültü yapmadan ormanın içinden kulübeye doğru sinsice ilerlemeye koyuldular.
Hiçbiri hırlamıyor, öfkeyle bağırmıyordu; o küçük, siyah sopayı uyandırmamak için sessizce yaklaşmaları gerektiğini tecrübe etmişlerdi.
Yaklaştılar, yaklaştılar ve nihayetinde bizzat Kerchak; açık kapıdan içeri sinsice girip etrafa göz atmaya başladı. Onun peşinden iki erkek daha geldi; sonra da küçük cansız bedeni hâlâ göğsüne bastırmakta olan, Kala.
İnin içinde, tuhaf beyaz maymunu yarı beline kadar masanın üzerine uzanmış; başını kollarının arasına gömmüş bir hâlde buldular. Yatakta da üzeri yelkenle örtülmüş biri yatıyor, küçük kaba ağaç beşikten ise bir yavrunun mahzun ağlamaları geliyordu.
Sessizce içeri giren Kerchak saldırıya geçmek üzere çömeldiği sırada John Clayton, ani bir sıçramayla uyanıp maymunlarla göz göze geldi.
Gördüğü manzara karşısında korkudan donup kalmıştı zira içeride, karşısında üç iri erkek maymun duruyordu ve arkalarına da sayısını tahmin edemediği kadar çok maymun yığılmıştı; tabancaları ise tüfeğiyle birlikte ötedeki duvarda asılıydı ve Kerchak saldırıya geçmek üzereydi.
Kral maymun, Greystoke Lordu John Clayton’ı bıraktığında, bedeni hareketsiz bir şekilde yere yığıldı. Maymunun dikkati bu kez de küçük beşiğe yöneldi ama Kala oraya ondan önce varmıştı. Kerchak çocuğu almak üzereyken Kala alıp, Kerchak’ın önünü kesmesine fırsat vermeden kapıdan dışarı fırladı ve yüksek bir ağaca tırmandı.
Alice Clayton’ın canlı bebeğini alırken kendi ölü bebeğini de boş beşiğin içine atmıştı zira vahşi göğsündeki, ölünün susturamadığı evrensel annelik içgüdüsünün çağrısına, yaşayanın ağlamaları cevap vermişti.
Yukarılarda, koca bir ağacın dalları arasında dişi maymun, çığlık çığlığa ağlayan sabiyi göğsüne bastırdı. Kısa süre sonra küçük insan yavrusu, kendi narin ve güzel annesinin göğsünde hissettiği annelik içgüsünü, vahşi dişinin göğsünde de hissettiğinde ve bu his, henüz tam gelişmemiş idrakine ulaştığında sustu.
Sonra aralarındaki mesafe açlıkla kapandı; İngiliz lordu ile İngiliz leydisinin oğlu, maymun Kala’nın göğsünden emmeye başladı.
Bu sırada da kulübedeki hayvanlar, bu tuhaf inin içindekileri dikkatli bir şekilde incelemeye koyuldular.
Clayton’ın öldüğünden emin olduktan sonra Kerchak, dikkatini üzeri bir yelken parçasıyla örtülü hâlde yatakta yatan şeye çevirdi.
İhtiyatı elden bırakmadan kefenin bir ucundan tutup hafifçe kaldırdı ama altındaki kadını görünce örtüyü tutup fırlattığı gibi büyük, kıllı elleriyle kadının cansız, beyaz tenli boynuna yapıştı.
Bir an, tırnaklarını kadının soğuk etine batırdı ama sonra, kadının çoktan ölmüş olduğu fark ettiğinde onu bırakıp odanın içindekileri incelemeye geçti. Ondan sonra, Leydi Alice’in de Sör John’un da cesetlerine bir daha dokunmadı.
Dikkatini çeken ilk şey duvarda asılı duran tüfek oldu; aylardır arzuluyordu bu tuhaf, ölüm saçan gök gürültüsü sopasını ancak şimdi tam karşısında olunca eline alacak gözüpekliği bulamıyordu kendinde.
Dikkatli bir şekilde yaklaştı alete zira kendi türünden maymunların, gerek cahilliklerinden gerekse düşüncesizliklerinden, aletin sahibi olan şu harikulade beyaz maymuna saldırdıklarında aletin kükreyip, maymunlara duyacakları son kelimeleri haykırdığına şahit olmuştu. Olur da alet yine öyle kükreyecek olursa diye, paldır küldür kaçmaya hazırdı.
Maymun, zihninin derinliklerinde bir yerde gök gürültüsü sopasının sadece onu kullanabilen birinin elindeyken tehlikeli olduğunu biliyordu ancak yine de ona dokunacak cesareti kendinde bulabilmesi birkaç dakikasını almıştı.
Bu süre zarfında aletin önünde ileri geri yürüyüp durmuş; yürürken de başını çevirerek gözlerini arzuladığı o şeyden ayırmamıştı.
Uzun kollarını insanların kol değneği kullanmasına benzer şekilde kullanarak iri cüssesini bir o yana, bir bu yana sallandıran koca kral; boğuk boğuk hırlayarak ileri geri volta atmış, ara sıra da o kulakları delen naralarından atmıştı ki tüm ormanda bundan daha dehşet verici başka bir ses yoktu.
Şimdi, tüfeğin önünde duruyordu. Koca elini yavaşça yukarı kaldırıp, parıl parıl parıldayan namluya tam dokunacakken elini bir kez daha geri çekip, telaşlı voltalarına döndü.
Koca canavar, bu gövde gösterisi ve vahşi çığlıklarıyla, tüfeği eline almasını sağlayacak cesareti toplamaya çabalıyor gibiydi âdeta.
Tekrar durdu. Bu kez kendini zorlayıp, çekingen elini soğuk çeliğe değdirmeyi başardı ancak yine derhâl geri çekip, huzursuz voltasına devam etti.
Bu tuhaf tören defalarca tekrarlanırken her defasında cesareti biraz daha artıyordu; ta ki nihayet tüfeğin asılı olduğu kancadan koparılıp, koca canavarın avucunda öylece durduğu ana kadar…
Tüfeğin kendisine bir zarar vermediğini gören Kerchak, daha yakından incelemeye başladı. Başından sonuna kadar eliyle yokladı, namlu ağzının karanlık deliğinden içeri baktı; arpacığı, namlu kuyruğunu, kundağı ve nihayetinde tetiği elledi.
Tüm bu tatbikat sırasında diğer maymunlar kapının yanında toplaşmış, reislerini seyrediyorlardı; dışarıda kalanlar ise kapı ağzına yığılmış, içeride olan biteni görebilmek için itişip kakışıyorlardı.
Bir anda Kerchak, tetiğin üzerinde duran parmağını bastırdı. Küçük oda, kulakları sağır eden bir gürültüyle dolarken hem kapıdaki hem de kapının dışındaki maymunlar, panik içerisinde birbirlerini ezerek kaçıştılar.
Kerchak da onlar kadar korkmuştu, hatta öyle korkmuştu ki o korkunç sesi çıkaran şeyi elinden atmak aklına bile gelmemiş; sımsıkı tuttuğu tüfekle birlikte kapıdan dışarı fırlamıştı.
Kapıdan geçerken tüfeğin ön arpacığı içeri doğru açık duran kapının kenarına takılıp, kaçan maymunun arkasından sıkıca kapanmasına neden oldu.
Kulübeden kısa bir mesafe uzaklaştıktan sonra duran Kerchak, tüfeğin hâlâ elinde olduğunu fark edince elindeki şey soğuk bir çelik değil de kızgın bir demirmiş gibi yere bırakıverdi ve bir daha da almaya kalkışmadı. Tüfeğin gürültüsü canavarın sinirlerine ağır gelmişti ama bu vesileyle, korkunç sopanın kendi hâline bırakıldığı müddetçe zararsız olduğuna kanaat getirmiş oldu.
Maymunların, kulübeye tekrar yaklaşıp incelemelerine devam edecek cesareti bulmaları bir saat sürdü. Cesareti bulduklarında ise kapının kapanıp kilitlendiğini ve zorlamakla açamayacaklarını fark ederek hüsrana uğradılar.
Clayton’ın kapı için yaptığı zekice tasarlanmış sürgü, Kerchak kapıdan geçerken yerine oturmuş; maymunlar, pencerenin sağlam parmaklıklarından içeri girmenin bir yolunu da bulamamışlardı.
Civarda bir süre daha dolandıktan sonra, geldikleri sık ormanın ve yüksek yaylanın yolunu tuttular.
O zamana dek Kala, evlat edindiği yavrusuyla birlikte bir kez bile yere inmemişti ama şimdi Kerchak ona diğerleriyle birlikte aşağı inmesi için seslenince ve sesinde de hiçbir öfke belirtisi olmayınca daldan dala yavaşça inerek diğerlerine katılıp, evlerine doğru yola koyuldu.
Kala’nın tuhaf bebeğini incelemeye kalkışan maymunlar, Kala’nın sivri dişleri ve tehditkâr hırlamalarıyla geri püskürtülüyordu.
Onu, bebeğe zarar vermek gibi bir niyetlerinin olmadığına ikna etmeyi başardıklarında, yaklaşmalarına müsaade etti fakat yine de korumaya aldığı çocuğa dokunmalarına izin vermiyordu.
Sanki, küçük bebeğinin hassas ve kırılgan olduğunu anlamış; kabiledaşlarının kaba ellerinin ufaklığı incitebileceğinden korkmuştu.
Yaptığı başka bir şey de yolculuğu onun için meşakkatli bir iş hâline getirmişti. Kendi yavrusunun nasıl öldüğünü aklından çıkaramadığından yürürken tek eliyle bebeği sıkıcı tutuyordu.
Diğer yavrular, küçük kollarını annelerinin kıllı boyunlarına sıkıca dolamış ve bacaklarını da kol altlarından geçirmiş şekilde annelerinin sırtlarında yolculuk ediyorlardı.
Fakat Kala için durum farklıydı; küçük Greystoke Lordu’nun minik bedenini göğsüne dayamış, bebek ise maymunun vücudunun o kısmını kaplayan uzun siyah kıllarını minik ve sevimli elleriyle sıkıca kavramıştı. Bir yavrunun sırtından düşüp korkunç bir şekilde can verdiğine bir kez şahit olmuştu Kala; bu yavruyu da kaybetmeyi göze alamazdı.
5. BÖLÜM
BEYAZ MAYMUN
Kala, bir yandan küçük yetimini emzirirken bir yandan da onun, neden diğer annelerin minik maymunları gibi güçlenip çevikleşmediğini düşünüyordu. Ufaklığı sahiplendiğinden beri kendi başına yürümeye başlaması bile neredeyse bir yıl sonra olmuştu. Tırmanmaya gelince; ah, nasıl beceriksizdi!
Kala bazen, diğer dişilerle küçük maymun adayı hakkında dertleşiyordu ancak hiçbiri, bir çocuğun kendine bakmayı öğrenme konusunda nasıl bu kadar yavaş ve beceriksiz olabildiğini anlayamıyordu. Kendi başına yiyecek bile bulamıyordu çocuk; üstelik Kala’nın onu bulmasının üzerinden on iki dolunay geçmişti.
Bir de çocuğun, Kala onu sahiplenmeden önce zaten on üç dolunay görmüş olduğunu bilselerdi; onu büsbütün umutsuz vaka sayarlardı. Zira kendi kabilelerinin küçük maymunları, henüz iki üç aylıkken bile bu küçük yabancının yirmi beşinci ayda olduğundan daha ileri seviyede oluyorlardı.
Kala’nın kocası Tublat bu durumdan fena hâlde yakınmıştı; dişisinin gözü sürekli üstünde olmasa çocuğu çoktan ortadan kaldırırdı.
“Bundan düzgün bir maymun olmaz!” diye çıkıştı. “Onu sürekli taşımak ve korumak zorunda kalacaksın. Böylesinin kabileye ne faydası olur ki? Yük olmaktan başka bir işe yaramaz.”
“Otların arasına bırakalım da kendi başına sessiz sedasız uyusun. Sen başka çocuklar doğurursun; yaşlılığımızda biri koruyacak daha güçlü maymunlar…”
“Hayatta olmaz, Kırık Burun!” diye cevap verdi Kala. “Ölene dek onu taşımak zorunda kalsam bile, varsın öyle olsun.”
Hâl böyle olunca Tublat, çareyi Kerchak’a gitmekte aradı; ondan otoritesini kullanarak Kala’yı küçük Tarzan’ı terk etmeye zorlamasını istedi. Kala’nın küçük Greystoke Lordu’na verdiği ad buydu, anlamı ise “Beyaz Deri” idi.