
Полная версия:
Bir Pişmanlık Bir Ümit
“Alıpsok git buradan!” dedi sesini kontrol etmeye çalışarak. “Evet, beni tanıyor.” diye düşünmüş olmalıki Alıpsok burnunu yerden kaldırıp Şegen’e daha da yaklaştı. Hemen çözüm bulunmazsa köpek sorun çıkaracak gibiydi.
“Git, git burdan!”
Alıpsok şaşkın şaşkın donakaldı. “Kendin çağırmamış mıydın?” diye suçlar gibi bakıyordu. Ne kadar kurnaz bir köpekti. Başını eğerek bu sefer ayağının altındaki otları koklamaya başladı. Neden öyle yaptığını bir tek kendisi biliyordu. “Ben kendi kendime geliyorum. Seninle bir işim yok” diyordu herhâlde. Fakat Şegen’e de gizli gizli bakmayı ihmal etmiyordu. Köpeğin ne yapmak istediği anlaşılmıyordu. Yavaşça takip ediyor, uslu uslu yürüyor, ne kovalıyor, ne de peşini bırakıyor. Ne istiyordu? Yoksa evden uzaklaştırmak mı istiyordu. Masallardaki konuşan köpeklerden miydi?
“Taymas! Taymas!”
Sahibinin sesini duyan siyah köpek evin yanındaki ısırgan otunun arasından fırlayıverdi. Kendisine niçin ihtiyaç duyulduğunu da hemen anladı. Koşarak geldiği gibi sarı köpeğe atladı. Böyle ani bir saldırıyı beklemeyen Alıpsok yerde yuvarlanarak kalktı ve oturduğu yerde hırladı. Taymas artık saldırmadı, durduğu yerde heybetlenerek Şegen’den komut bekledi. “Bir daha yuvarlatayım mı, yoksa bu kadarı yetti mi?” der gibi kuyruğunu sallıyordu. Taymas, Alıpsok’a üstünlüğünü hemen göstermişti. Alıpsok’un insanlara saldırmayan, sakin bir köpek olduğunu Şegen şimdi anladı. Ona da acımıştı nedense.
“Taymas hadi eve.”
“Baksana, köpekle ne işin var? Yoksa ekine zarar mı verdi?”
Şegen sesin çıktığı tarafa baktı. Bübiş’ti. Kendisine yumruğunu gösteriyordu.
“Ekinde köpeklerin yiyeceği bir şey bulunmaz.” dedi Şegen, hiç olmazsa kızın yanlışını düzeltmek amacıyla.
“Onu köpekle oynayan sen biliyorsundur. Ben bilmem.”
“Allahım şunun diline bak. Yetişkin kadın gibi konuşuyor” diye düşünen Şegen:
“Köpekle oynasam da seninle oynamam.” dedi
“Oynamazsan oynayanlara bak. Yayladaki koyunlarına bak. Oynamak şöyle dursun ben senin gibileri yanıma bile yaklaştırmam. Git siyah köpeğinle oyna!”
“Sen de sarı köpeğinle oyna!”
Bübiş’in arkasından önce kardeşi, ardından Salima gözüktü.
“Satim’in oğlu ne oldu? Baban gibi sende kavgacısın demek ki! Gelir gelmez kızlarımla kavga mı ediyorsun? Gel bakayım yanıma! Şegen! Hey Şegen! Şegenciğim buraya gel diyorum! Delikanlı isen gelirsin, kız isen gelmezsin. Bakalım hangisisin?”
Şegen’i ter bastı. Gidip gitmemekte kararsız kaldı, hâlinden çok utandı. Herşeyden önce kızların yanında söylemesi canını çok sıkmıştı. Çaresiz onların bulunduğu tarafa yürüdü. Taymas da bir süre yanında gittikten sonra ayrıldı.
Salima, evine davet ederek Şegen’le kızlarına birer kâse ayranla birer dilim ekmek verdi. Ondan sonra:
“Doydunuz mu? Doyduysanız hadi gidin, oynayın. Ben Jamihan’a gidip geleyim,” diye evden çıktı.
Az bir sessizlikten sonra:
“Hadi dışarı çıkıp oynayalım!” dedi Bübiş. Şegen’le Sakıp sessizce onu takip etti.
* * *Ağız kavgası yaparak barıştıktan sonra Şegen’le kızlar hergün birlikte oynamaya başladılar. Artık, Şegen eskisi gibi kız olduğu için Bübiş’le oynamaktan çekinmiyordu. İkisi de çok rahattı. Birlik olalı beri sık oynuyor, değişik değişik oyunlar icat ediyorlardı. Arada bir anlaşamadıkları da olmuyor değildi. Şe-gen daha çok erkek çocuklarının oynadığı oyunları tercih ederken, Bübiş de daha çok kızların oynadığı oyunları oynatmak isterdi. Onların oyunlarından bazen engel olarak, bazen de yarar sağlayarak Sakıp da geri kalmazdı.
Boyu daha kısa ve ince yapılı olduğu için Şegen, Bübiş’i kendisinden küçük sayıyordu. Aslında Bübiş ondan iki yaş daha büyüktü. Büyüklüğü bazen konuşmalarından anlaşılırdı. Diğer davranışlarından pek belli olmuyordu.
Şegen, bugün de her zamanki gibi, sanki kendi kendine suyun kenarında dolaşıyordu. Bübiş’in evine gitme niyeti yokmuş gibi kanaldan aşağı indi. Kızın da her zamanki gibi yan taraftan çıkıvereceğini düşündü. El yapımı evin yanından geçerken kızların evinin kapısının kütükle kapatıldığını gördü. Yüreği ağzına geldi: Komşularıyla vedalaşmadan, bir şey söylemeden aniden nereye gider bunlar? Şegenler komşu oldukları hâlde onların gittiklerini nasıl fark etmemiş olabilirler? Acil bir durum mu vardı, acaba? İnsan bir nedeni olmadan kapısını kapatıp gitmez ki. Şegen’i nedense belirsiz bir korku sarmıştı.
Bübiş, ona bugün bir yere gideceklerini söylememişti. Her ne kadar özellikle gelmemiş gibi yapıp kurnazlık yapıyorsa da onunla oynayacağından emin olup sevinerek gelmişti. Bu durum karşısında morali bozuluverdi. O olmayınca hiç bir oyunun kendisini sarmayacağını ancak şimdi anlamıştı. Daha önce nasıl da anlamamıştı. Karaötkel dümdüz, uçsuz bucaksız, bakılacak bir yeri olmayan bomboş bozkırmış. Hâlâ gözlerine inanamayıp etrafına bakınıp duruyordu. Şegen’in içi şu bomboş bozkır gibi boşalmıştı sanki. Ona alışmış mıydı, yoksa gerçekten sevmiş miydi? Böyle Marat’ı bile aramamıştı. O an evin yan tarafından:
“Şegen! Şegen!” diyen tanıdık bir ses duyuldu. Sevinçten çocuğun kalp atışları hızlanıverdi. Deminki düşünceleriyle şu anki davranışından utanarak yanakları kızardı. Herhâlde bir yere saklanmıştı, kızın sesi birşeyin arkasından geliyordu. Etrafına bakınarak Bübiş’in nereye saklandığını bulmak istedi. Etrafta fır fır dönerek epey uğraşmasına rağmen bulamadı. Meğerse evin yakınlarında değil, ta ötede, çalılarına arasındaymış. Taşın üzerine çıkıp kendisine el sallayan Bübiş’i görünce sevinçten gözleri yaşardı. Gördüğü an ona doğru yürüdü. “Oyun mu oynuyorlar? Issız bir yerde ne işleri var?” diye düşündü koşarken, “Anneleri nerede?” Neyse gidince öğrenirdi. Tüm cesaretini toplayarak gelen Şegen, kendini kızların yanına bulduğunda onlar yalnızdı.
“Ne yapıyorsunuz buralarda?”
“Tezek topluyoruz.” Gördüğün hâlde niye soruyorsun der gibi Bübiş eteğindeki iki üç tezeği topladıkları tezeklerin üzerine atıverdi. “Bir ekmek yapacak kadar topladık, şimdi oynayacağız.”
“Annen nerede?” Onlara güvenmiyormuşçasına etrafa göz gezdirdi.
“Annemi ne yapacaksın? Biri mi soruyor?”
“Bir yere gittiğinizi düşündüm. Baktım ki kapınız kapalı.”
“Sen kimi arıyorsun, annemi mi?”
“Hayır, ben seni aramıştım,” dedi Şegen, gerçeği söyleyerek. Ancak yalan söylemiş gibi utanarak yüzü kızarmıştı. Ne yapacağını şaşırdı.
“Annen nerede? Neden gözükmüyor?”
Salima’nın ne evde, ne de burada olmaması Şegen’in kafasında gerçekten soru işareti oluşturmuştu. Ancak Bübiş onun sorusunu pek önemsemedi.
“Nereye gidecek, odun getirmeye gitti!” dedi çok sakin bir şekilde. “Ne oldu? ‘Annen nerede, annen nerede’ deyip duruyorsun. Annemi mi özledin yoksa?”
Kız ciddi mi söylüyordu, şaka mı yapıyordu? Şegen onun sesinden veya yüz ifadesinden hangisi olduğunu ayırt edemedi. Durduk yerde kendisi zor durumda kaldı. “Özledin mi?” de ne demek? Ne söylüyor? Böyle şeyleri büyükler söylemez mi? Şe-gen de büyüklerin söyldediklerinden bir şeyler söylemek istedi. Ancak hemen söyleyecek bir şey bulamadı. “Anneni değil, seni özledim.” derse kız tabi çok sinirlenecek. Ondan sonra kendisiyle oynamak da istemeyecek. Bu kızın işte böyle iğneli konuşma gibi kötü alışkanlığı vardır. Kendisiyle bu şekilde konuştuğun zaman da kızar. Böylece de kendi sözünü geçirir.
“Sana ne oldu? Dilini mi yuttun?”
Daha demin art arda sorular soran Şegen’in aniden susması kızı çok şaşırtmıştı.
“Neden sustun?”
Gülümseyerek baktı. Şakacı gözleri gülücükler saçmıştı.
“Annesinden daha güzel!” diye hayranlıkla baktı Şegen.
“Ne biçim insansın sen! Ne diye insana böyle dik dik bakarsın? Tanımadın mı? Deli midir nedir? Oyuna çağırıyoruz, bu ise gözünü kırpmadan insana bakıp duruyor. Ne korkunç! Oynamayacaksan git evine!” Kız küsmüş gibi suratını astı. Ancak gözlerinden şaka yaptığı belli oluyordu. Isırdığı dudakları hindibanın tüy toplarına benziyordu. Yanakları ise yeraltından kabararak çıkan su gibi şişip iniyordu. Kızın ciddi olarak değil, şakasına kızdığını ondan anladı Şegen. Kızı tanımaya, ona alışmaya başladığını fark etti.
“Ohoo!” dedi Bübiş gözlerini açarak. “Annem ta ardıç ağaçlarının oraya gitmiştir.” Ekinlerin ötesindeki yüksek tepeye baktı. “Biz onun yanına gidene kadar o odunlarını toplamış olur bile. Onun yerine vadiye gidip üçümüz evcilik oynayalım.”
“Ne kum var, ne de toprak. Evi neyle yapacağız?”diye sordu Şegen. Aslında canı pek istemiyordu. Evcilik ona göre kızların oynadığı bir oyundur. Ama Bübiş rahat bırakmadı.
“Bu çocuk da hiçbir şey bilmiyor ya. Ev taştan da yapılır. Kışlaklarda hiç görmedin mi? Evleri de, ahırları da taştan yapılmıştır. Hadi gidelim, nasıl yapılacağını ben gösteririm,” diye düşünmeye fırsat bırakmadan Sakıp ile Şegen’in ellerinden tutup vadiye doğru götürmek istedi. Şegen de itiraz etmeye çekindi ve “Hadi, kim önce gidecek?” diye koşmaya davet etti. Bübiş, Şegen’le Sakıp’ın ellerini bırakıp koşmaya başladı. Şegen ise önce bilerek kızın önüne geçmeyip aynı sırada koştu ve sonra vadiye yaklaştıklarında öne geçerek önce ulaştı. “Gelin, insanın sığabileceği bir ev yapalım.” dedi etraftaki taşların çokluğuna sevinerek. Bübiş ise ne taşları, ne Şegen’i, ne de Şegen’in söylediklerini umursadı. Gelir gelmez vadinin karşı tarafına geçip etrafına baktı ve açık bir yere gidip oturdu.
“Hadi!” dedi, ondan sonra Sakıp’la Şegen’e yetişkin gibi sert bir sesle, “Boş durmayın artık! Soğuklar başlamadan evimizi yapalım. Siz ikiniz vadiden yassı taşlar getirin. Hadi!”
Şegen kulak asmak istememişti ama çaresi kalmadı. Küçük Sakıp ağzını açmadan vadinin aşağısına inmeye başladı bile. Taş getirmeken başka bir çare olmadığını anladı.
Bübiş hemencecik eski kışlalardaki harabe taş ahırların kalıntısı gibi bir ev yapıverdi. Girişe eşik diye bir çubuğu yatay bıraktı. Pencere olarak iki yerden delik yaptı. Koşarak gidip yakınlardaki ısırgan otlarının arasından iki büyük yaprak getirdi ve kilim diye yere döşedi.
“Evet, ev bitti!” dedi Sakıp’la Şegen’in yüzüne sevinçle bakarak. “Şimdi ziyafet vereceğiz, misafir davet edeceğiz. Sen.” dedi Şegen’e, “Yayladakileri davet et. Sen.” dedi Sakıp’a, “Şehirdeki akrabalara git. Bu akşam hepsi gelsin.” Sakıp’la Şegen’in şaşkın şaşkın bakmaları hoşuna gitmedi, ikisini iki tarafa doğru itti. “Hadi!”
“Kimse yok, nereye gideceğiz?” dedi Şegen.
“Sen de başıma bela oldun ya, hiçbir şey anlamaz mısın sen çocuk? Misafir diye küçük küçük taş getireceksiniz. Eve yaklaştıklarında karşılayacak, atlarını bağlayacaksınız. Onlar bana ev hediyesi verecekler, ‘Yeni evin hayırlı olsun.’ diyecekler. Hiç oyun bilmiyorsun sen.”
“Kendi getirdiğimiz misafiri kendimiz nasıl karşılayacağız?” diye sormak istedi Şegen. Ancak yine “Birşey bilmiyorsun.” lafını duymamak için vadinin aşağı tarafına doğru koştu.
Bir süre sonra, misafirler oval oval taş kapının önüne gelip atlarından indiler. Biraz sonra da hamuru yapraktan, eti topraktan yapılmış yemeği taş tabaklara koyup iştahla yemeye başladılar.
“Şimdi biriniz ziyafete başlayın!”5 diye buyurdu Bübiş.
“Ben başlayayım!” Eşik olarak atılan çubuğu eline alan Şe-gen onu dombıra6 gibi çalmaya başladı. “Haylaylo, lolo!”
“Öyle değil,” diyen Bübiş, Şegen’in elindeki çubuğu çekip aldı ve yerine koydu. “Şimdi ben başlayacağım. Sözlerini biliyorsan sen de bana eşlik et. Ziyafete başlama şarkısını hep birlikte söylemek iyidir.”
Şegen yine hayret etti. “Bunların hepsi nereden biliyor?” diye. Bübiş her zamanki gibi içten gülümseyerek kaşlarını kaldırırdı. Bunu birini taklit ederek yapıyordu veya onun için bir alışkanlıktı. Ondan sonra büyükler gibi rahat rahat şarkı söylemeye başladı:
“Ziyafete başlayayım, böylece başlayayım,Kutlu olsun diyerek ben başlayayım.Sazlı nehrin kamışı hey,Unutma bizi, tanıdık hey.Ardıç topluyorum, böylece topluyorum,Kaldıramayıp ardıcımı yoruluyorum.Görmeyeli yüzünü yıllar oldu,Askerdeki babamı özlüyorum.”Şegen, Bübiş’in sesinde, şarkı söyleme tarzında bir olgunluk fark etti. Ona hiçbir zaman kendi sözünü geçiremeyeceğini, sadece onu dinleyerek oynaması gerektiğini anladı. Kızın kendisine olan özgüveni, rahatlığı Şegen’in özgüvenini sarsmıştı. Şarkısını bitirir bitirmez:
“Misafirlerimiz çay içsin.” diyen Bübiş, misafir taşları tek tek yaprak sofraya eğdi. Şegen’le Sakıp da önlerindeki misafirlere aynısını yaptılar.
“Misafirlerin gitme zamanı gelmedi mi?” diyen Şegen, elindeki taşı kapıya doğru götürdü. Hâkimiyetine karışılması Bübiş’in hoşuna gitmedi Şegen’e kötü kötü baktı ama bu sefer itirazı olmadı.
“Peki, tamam, sen başla. Misfirler evlerine dönsün.”
Taş misafirlerden boşalan başköşeye Sakıp uzanıverdi.
“Oley, buraya ben yatacağım.”
“Kalk ordan!” dedi ona Bübiş sert bir sesle. “Sen bizim kızımızsın. Başköşeye büyükler yatar, kalk!” Ondan sonra kendisine katılıp katılmayacağını sorar gibi Şegen’e baktı. “Buraya biz ikimiz yatacağız, sen benim kocamsın, değil mi?”
“Efendim?”
“Ne, olmayacak mısın? Öyleyse ben senin kocan olayım.”
“Peki, olacağım.”
“Sakıp sen orada uyu.” diyerek kendisi Şegen’in yanına uzanan Bübiş ona kapı tarafını işaret etti.
Onlar, yan yana yatarak uyumaya hazırlanırken yakın bir yerden deve sesi duyuldu. Üçü birden korkarak yerlerinden fırladı. İki deve yedekleyen bir kadın çocukları görünce bunlara doğru döndü. Çocuklar suçluymuş gibi korkuyla birbirlerine baktılar. Şegen’in içinde kuşku uyandı: “Kızın yanına yattım diye bana kızacak herhâlde?” Çekine çekine kadına baktı. Esmer ve güzeldi ancak sert görünüyordu. Şegen, kadının sivri burnunu ve yuvarlak yüzünü birine benzetti. Aklından “Bir yerden görmüş gibiyim. Kimdir bu?” diye geçirirken, kadın:
“Şegenciğim sen misin?” dedi, atın üzerinden ellerini uzatarak. “Gel de yanaklarından öpeyim ve susuzluğumu gidereyim; çok susadım yahu. “Deli midir nedir?” diye düşündü Şegen hafif korkarak. Kadınla ilgili bir şeyler hatırlar gibiydi ancak ne olduğunu aklına hemen getiremedi. Kadın gelmesi için ısrar edip duruyordu. Şegen boynunu büküp taş evden atladı ve ters döndü. “Şu kadına bak, yanaklarımdan öpmek istiyormuş. Yabancı kadın şöyle dursun, yanaklarımdan Jamihan’a bile öptürmezken. Üstelik şu kızların yanında hayatta öptürmem!” Yetişkin gibi gözükmek istemeye başlayan Şegen’e kadının isteği tuhaf gelmişti. “Hey!” dedi kadın bu sefer sert bir sesle. “Kaçak gibi kaçma, dur bakayım! Öyle yapacak olursan dedenle babaanneni götürür, seni Jamihan’a bırakırım. Gördün mü iki deve getiriyorum. Şu yaptıklarının karşılığında dedenle babaanneni götürürüm, bekle de gör!”
Dağdan yuvarlatılan taş pat diye yere düştüğünde yer sallanır gibi olur ya; atlı kadının şu sözleri de Şegen’in kalbini o taştan beter sallamış, kafasını allak bullak etmişti. İki deve getirmesi bir rastlantı değildir tabi. Dedesi ile babaannesini götürebilir. Dizleri titreyerek durduğu yere yığılacak gibi oldu ve bir iki adım attıktan sonra kendisini toparlamaya çalıştı. Şaşkınlıkla bir kadına baktı, bir evine. Şu develer ısırgan otlarının arasından geçerek yolu sapmışlar. Doğru yoldan koşarak giderse kadından önce ulaşabilir evine. Bir denemeli. Önemli olan dedesi ile babaannesine önce varmak, geri kalanına sonra bakar. Yavaş yavaş gerileyerek evine doğru koşmaya başladı. “Baksana!” diye bağıran kadının sesi geldi kulağına, geri kalanını duymadı. Tek emin olduğu, peşinden kovalayan atlı birinin olmadığı idi.
* * *“Herşeyi olduğu gibi ayrıntılı anlatmam doğru mudur?” diye düşündü Şegen buraya kadar gelince. “Çoluk çocuğun başından geçenlerden okuyucu sıkılır mı? Yoksa ‘Çocuğun yaptıklarından da bir ders alırım.’ diye mi düşünürler?”
“Babaanne, bizi götürmek üzere bir kadın geliyor!” dedim nefes nefese eve gelir gelmez. Babaannem hemen batıya, Kürenbel tarafına baktı. Demek ki kim olduğunu hemen anlamıştı. Ben nereden bilebilirdim ki? Şu kadın gelene dek bilgi sahibi olsunlar diye kadını, iki devesini, bindiği atı alelacele tarif ediyorum. O kadar şeyi anlatıp bitirene kadar kadıncağız sabırla dinlemişti beni. Uğradığımız bu felâketten nasıl kurtulacağız der gibi yüzüne baktığımda:
“Gelen Kameş’tir, senin baban Satim’in öz kız kardeşi, yani benim kızım. Senin halan,” dedi, derin nefes alarak başımdan okşarken. O da benim gibi bir sorunun olduğunu anlamış gibiydi: Esmer yüzünün rengi değişivermiş, yaşarmış veya sinirlenmiş gibi değişen merhametli gözlerinde daha önce fark etmediğim ışıl meydana gelmişti. Sinirlenerek kendi kendine bir şeyler söylüyormuş gibi dudakları kımıldadı. Hiçbir zaman küfretmeyen babaannemin küfrettiğini düşündüm. Tabi ki atlı kadına küfrettiğini düşündüm. Tabii babaannem benim duyabileceğim fazla bir şey söylemedi. Bize doğru gelmekte olan atlı kadına hızla bir baktıktan sonra aklına bir şey gelmiş gibi eve dönüp:
– Kameş geliyor.” diye evdekilere haber verdi ve geri döndü. Atlı kadına doğru biraz yürüdü ve daha fazla adım atarsa ayaklarının kayacağını fark eden insan gibi kendisini öne atıp biraz sallanarak durdu. Atlı kadın ise yaklaşıp atından erkek gibi zıplayarak indi ve yularını elinde tuttuğu gibi babaannemi kucakladı. Yüz renginin babaanneme, yüz hatlarının ise, özellikle de burnunun deliğinin biri özellikle parmağıyla bastırmış gibi yuvarlak oluşunun dedeme çektiğini o an fark ettim. Önce babaannemin kızı olduğuna pek inanamamıştım, şimdi ise hiç şüphem kalmadı. Kameş, gelir gelmez ağlamaya başladı:
“Sizi tek başınıza buralarda bırakıp da nasıl yaşarım? Size yardım eli uzatmamam ne rezalet! O yalnız oğlun yerine benim canımı alaymış Allah!”
Önce kendisi de ağlayan babaannem, kızının söylediklerinden sonra neden olduğu belirsiz, aniden sertleşti.
“Yeter, sus!” dedi kızına kızarak. “Ölüm haberimizi almış gibi ne ağlıyorsun? Kötülük davet etmeden git babanla doğru dürüst selamlaş.” Kameş’in elindeki yuları çekerek aldı ve atını bağlamak üzere koca ağaca götürdü. Kameş ancak o sırada kapıda dikilip duran beni gördü.
“Hey ağzına ..!” dedi erkek gibi küfrederek. Şaka yaptığını anladım ama yine de bana yöneldiğinde vücuduma bir titreme geldi. Hemen yanaklarımdan, burnumdan, boynumdan, şakaklarımdan, ensemden kısacası gövdemin üst kısmında bir yer bırakmadan öptü.
Hatta kulağımın birine dişi değmişti herhâlde canımı acıtmıştı. Nefesi dedeminki gibi sigara kokuyordu. Böyle öpücük yağmuruna daha önce tutulmamıştım. Tenime babaannemle dedemden başkasının dokunmasına izin vermeyen ben hemen avuçlarımla öptükleri yerleri silmeye başlamıştım ki, “Ay kaybolan babanın ağzına..!” diye bir daha küfretti. “Ne oldu, yüzünü köpek mi yaladı zannettin? Kokunun Satim’in kokusuna benzeyip benzemediğini öğrenmek için öptüydüm. Sanki kokusunu unutmuşum. Gelsene bir daha öpeyim!”
“Benden bu kadar!” diye düşündüm ciddi küfretmediğini anladığım hâlde kendimi pekiyi hissetmeyerek. “Uzak durulması gereken biriymiş.” Tekrar geri geri gidip kaçmaya yeltendim. O da beni kovalamaya pek istekli görünmüyordu. Üstelik benim öptürmeyeceğimi bildiğinden özellikle yapmışa benziyordu. Benim kaçmam ve onun beni kovalaması Allah bilir neyle biterdi? O sırada tezek toplama, eve su getirme gibi ev işleriyle uğraşan Jamihan geldi ve Kameş’ten hâl hatır sormaya başladı. Artık benimle uğraşan kalmadı. Jamihan ve Kameş eve girdiler.
Babaannem atı bağladıktan sonra eğerin terkisindeki heybeyi aldı ve biraz uzakta ısırgan otlarının arasında rahat rahat dolaşarak ağızlarını hareket ettirip geviş getiren iki deveye bir süre kızgın bir şekilde baktı. Şaşırmış, hayrete düşmüş gibi bir hâli vardı. Eve girmek için acele etmedi.
Kameş’in o gelişi, Bübiş’le ikimize birbirimizi daha yakından tanıma imkânı sunmuştu doğrusu. “Korkak, atlı kadından ne diye o kadar kaçtın?” diyeceğini düşünerek, Bübiş’le bir sonraki görüşmemizde ondan çok çekindim. Ancak kız tam tersine bana destek çıktı. “İlk gördüğümde benim de ödüm koptu. Seni kovalayacağından korktum. Sen kaçtıktan sonra bize bakıp güldü. ‘Salima’nın kızları mısınız?’ diye sordu. Annemi tanıyormuş. Sakıp’la ikimize heybesinden şeker çıkarıp verdi. Senin halanmış.” diye yüzüme hayretle baktı. “O kadar yakın akrabanı tanımıyor musun?” diyen suçlama vardı sesinde. Bübiş’in dikkatli oluşuna hayret etmiştim: “Herhâlde kendisi patron, insanlarla sert konuşuyor.”demişti. Öyle düşünmek, örneğin benim rüyama bile girmezdi.
Daha sonra öğrendiğime göre Kameş halam, Bübiş’in dediği gibi genç yaşta ata binmeye başlamış. Büyük patronluk yapmasa da kimi zaman işçi grubunda, kimi zaman da hayvancılık alanında hep idarede büyüklü küçüklü işlerde çalışmış. Bübiş’in hoşuna nasıl gittiğini bilmem, ben kendim ona uzun süre alışamadım. Her ne kadar ilgi göstererek sevgisini belli etse de ona karşı duyduğum güvensizlik beni hiç bırakmadı. Kameş’i tam çözemedim, ancak Jamihan’ı pek sevmediğini ilk gün anlamıştım. Çay içerken:
“Şegenciğim,” dedi o bana, “Sen kimden doğdun, söyle bana gerçeği?” diye sordu ve Jamihan’la benden gözünü ayırmadan sırayla bakıp durdu. O bakışların altında gizli bir şey yattığını hissettim ve her zaman hazır olan cevabımı söylemeye çekindim. Fakat tamamen susmanın ondan daha beter olduğunu çocuk beynim hissettirmişti.
“Babaannemden,” dedim, sesimi mümkün olduğunca kontrol etmeye çalışarak.
“Peki, buna inanalım,” dedi, inanmadığı anlaşılan bir sesle.” Babaanneni mi seversin, yoksa” çay koymakta olan Jamihan’ı işaret ederek, “Şu kadını mı?” diye kurnazlıkla gülümsedi.
“Babaannemi,” dedim hiç şaşırmadan. Aslında gerçekten öyleydi. Sadece kimileri beni şaşırtmak için sürekli böyle sorular sordukları için düşünmeden böyle cevap vermeye alışmıştım.
“Öyle mi?” Kameş hayretle kafasını salladı. “Bak bana öyle yalan söyleme!” dedi aniden renk değiştirerek. “Daha dün Salima’nın kızına Jamihan’ı sevdiğini söylemişsin,” dedi. “Sen kimi kandırıyorsun?”
“Yalan söylüyorsun.”
“Ben sen miyim ki yalan söyleyeyim. Söylemezsen söyleme.”
“Jamihan’a küfedersen babaanneni gerçekten sevdiğine inanırım!”
Gözlerimi açıp babaanneme baktım. Çünkü daha önce böyle bir sınava tabi tutulmamıştım.
“Çocuğu rahat bırak!” dedi babaannem derhal müdahale ederek. “Çocuğa öğrettiğin şeylere bak. Çocuk ne bilsin, küfret dersin küfreder. Onu öyle günaha sokmak da eğlence mi yani? Yapma babacığım.” diye babaannem bu sefer bana baktı, “Başkasına küfredeceksen de ona küfretme! Sev sevme sana sütünü verdi ya. Benden süt çıkmayınca birkaç gün o emzirdi,” diye sözlerini bitirince Jamihan’a gözlerini kıstı.
“Ben tabi o sözlerin altında bir gerçeğin yattığını biliyorum. Öyle olduğu hâlde bilmezlikten gelmem gerektiğini de hissediyorum.
İşte bunları yazarsam okuyucu bundan ne çıkaracak? Asıl konudan saptığım için yine eleştiriye uğramaktan başka kazancım olacak mı? Bence okuyucu daha çok Kameş’in bu gelişinin neyle sonuçlanacağını merak eder. Okuyucu onun annesi ile babasını Kürenbel’e götürüp götürmeyeceğini; götürürse niçin götüreceğini, götürmezse de niçin götürmeyeceğini bilmelidir. Öyleyse kafayı karıştırmadan onları yazmam daha doğru olacaktır”.
Şegen, bu karara vardıktan sonra evin içinde bir ileri, bir geri dolanarak epey vakit geçirdi. Acıktığını fark etti. Sessizce mutfağa gidip bir dilim ekmeğin üzerine ince tereyağı sürüp yedi. “Böyle bahanelerle ara vermemeliyim,” diye düşündü çalışma odasına giderken, “Zaten kâğıt üzerine değil, aklımda yazıyorum. Daha sonra düzeltmek için uğraşmayacağım. Şu an önemli olan ne yazacağımı, nasıl yazacağımı bir düzene sokmaktır.”
Oturarak akılda yazmayı denedi. Olmadı, pek rahat değildi. Oturan insana, akılda yazmaktan kâğıda yazmak daha uygundu. Tekrar gidip kanepeye uzandı. Kafasında yazma işine devam etti.
* * *İlk geldiğinde söyledikleri bir şey değilmiş Kameş’in. Asıl konuya sonra geçti.
“Sizi götüreceğim!” dedi, kesin kararlılıkla net söyleyerek. “İtiraz edenlere gününü gösteririm!” der gibi, bunları söyledikten sonra bir süre mosmor kesilerek evdekileri sessizce süzdü. Birini düelloya davet eder gibi bir hâli vardı.
Gözlerini kırparak kayınvalidesi ile kayınperderine yalvarır bakışlarla bakan Jamihan’ın taşınmak istemediği her hâlinden belli oluyordu: İstemediğini belli etmemeye çalışarak kâh çay içtiği kâseyi hareket ettiriyor, kâh beyaz çaydanlığı düşerken yakalamış gibi tutup yerini sağlamlaştırıyordu. “Söz sahibi ben değilim, budur.” anlamında Batjan, yandan Mamet’e bakıp duruyordu.
Kesin kararı verecek olan Mamet, Kameş’in dediklerini pek ciddiye almamış gibi yaptı. Bir ara yatışmamış sinirine kapılarak “İnadına taşınsam mı?” diye geçirdi kafasından. Eşiyle gelininin tepkilerini merak ederek durumu biraz zorlaştırmak istedi.
“Taşınmak zor değildir.” diye, üstü kapalı olarak başladı konuşmaya. “Sessizce kaçar gibi ayrılamayız. Koyun kesip insanları davet edelim, vedalaşalım.”
“Ne yani, taşınmak mı istiyorsun?” Mamet’e bakan Batjan, kızgınlığını gizlemedi.