
Полная версия:
Vadideki Zambak
Lisede eğitimimi tamamladıktan sonra babam beni M. Lepître’in vesayetine bıraktı. İleri düzey matematik ihtisası almam, bir sene hukuk okumam ve yükseköğrenime başlamam gerekiyordu. Artık tek başıma yaşayabileceğim bir yer, sınıfların o tanıdık havasından kurtulabileceğimi düşününce alıştığım o sefalet de bitecek diye hayal ettim. Fakat on dokuz yaşında olmama rağmen, belki de on dokuz yaşında olduğum için tüm bu sefaletin mimarı babam, vaktiyle beni ilkokula sepeti boş gönderen, ortaokulda harçlık vermeyen, lisede beni eğlencelerden mahrum bırakan ve kapıcımız Doisy’den borç almaya iten alışılmış düzenini korumaya devam etti. Elime çok az bir para geçiyordu. Bu şekilde Paris’te ne yapabilirdim? Özgürlüğüm zincirlere vurulmuştu göz göre göre. M. Lepître, Hukuk Fakültesine kadar bana eşlik etmesi için bir öğretmen yolluyor, profesöre emanet ediyor ve derslerim bitince de beni aldırıyordu. Genç bir kızı korumak için alınan tedbirlerin yanında annemin duyduğu kaygılardan ötürü bu denli üstüme düşülmesi hafif kalırdı. Paris, ailemi korkutuyordu haklı olarak. Erkek öğrenciler, kız öğrencilerin de kendi yurt odalarında yaptığı gibi tıpkı aynı şeyleri düşünüyorlardı, ne yaparsanız yapın kadınlar aşklarından, erkekler ise kadınlardan söz edecektir. Fakat o zamanlar Paris’te arkadaş topluluklarının sohbetleri, Palais-Royal’in doğu ve sultanlara özgü dünyasını konu alıyordu. Bu saray, akşamları paranın çılgınlarcasına harcandığı bir aşk El Dorado’suydu.4 En bakir kuşkular orada anlamını yitiriyor, ateşli ihtiraslar orada yatışıyordu. Palais-Royal ve ben, birbirine hiçbir zaman kavuşamayan iki yol gibi uzayıp gidiyorduk. İşte, kader yine gösterdiğim tüm çabalara nasıl da çelmesini taktı! Babam daha sonraları beni Saint Louis Adası’nda oturan teyzeme emanet etmişti, perşembe ve pazar günleri gezmeye çıkan Mösyö Lepître ve eşi beni oraya bırakırdı, öğle yemeğimi teyzemde yerdim. Akşam gezinti dönüşü yine beni almaya gelirlerdi. Ne tuhaf hareketlerdi tüm bu yapılanlar! Uzun boylu ve soylu bir kadın olan Listomère Markizi bir an bile olsa bana harçlık vermeyi aklından geçirmiyordu. Bir katedral kadar yaşlı, minyatür bir bebek gibi boyalı, ihtişamlı elbiseler içinde dikkatleri üstünde toplayan Markiz sanki XV. Louis hayattaymış gibi yaşıyor, ihtiyar hanımefendilerden ve soylu beyefendilerden oluşan fosil grubu dışında kimseyle görüşmüyordu. Kimse benimle konuşmuyor, ben de sohbeti başlatmak için gerekli olan gücü bir türlü toplayamıyordum. Düşmanca ya da samimiyetsiz bakışlar yüzünden gençliğimden utanır hâle gelmiştim ve belli ki gençliğim herkesi rahatsız ediyordu. Etrafımdaki kayıtsızlığa güvenerek bir kaçış planı yaptım, akşam yemeğinin hemen ardından Galeries de Bois’ya koşmanın hayalini kuruyordum. Teyzem whist5 oynamaya daldığı anda benim varlığımı zaten hemen unuturdu. Oda hizmetçisi Jean, Mösyö Lepître’e pek aldırış etmezdi. Ama ne var ki şu lanet olası yemek, gücünü kaybetmiş çene kemikleri ve takma dişlerdeki pürüzleri yüzünden bitmek bilmiyordu. En sonunda akşam sekiz ile dokuz arasında merdivene ulaşmayı başardım, kalbim tıpkı kaçmayı başardığı gün Bianca Capello’nun kalbi nasıl atıyorsa öyle küt küt atıyordu ama kapıcı kordonu çekip kapıyı araladığında Mösyö Lepître’in sokaktaki arabasını görmüştüm ve ihtiyar adam kısık sesiyle beni geri çağırdı. İşte böylesi tesadüfler, tam tamına üç kere Palais-Royal cehennemi ile gençliğimin cenneti arasına girdi. Yirmi yaşıma geldiğimde hayat karşısındaki bu cahilliğimden utandığım gün, her türlü tehlikeyi göze almaya karar verdim; XVIII. Louis gibi kalın ve çarpık bacakları olan Mösyö Lepître arabaya güçlükle binerken kaçmaya yeltendim. Ama tam da o an ne oldu dersiniz? Annem posta arabası içinde bize doğru yaklaşıyordu. Bakışlarını gördüğüm an olduğum yere çakılıverdim, yılanın karşısındaki bir kuş gibi kalakaldım. Söyleyin bana, nasıl bir tesadüftü bu? Aslında çok tabii bir nedenden ötürü gelmişti annem, Napolyon son kozlarını oynarken Bourbonların yeniden gücü ele alacaklarını sezen babamın tavsiyeleri üzerine o sırada imparatorluk diplomasisinde görev alan ağabeyime durumu izah etmeye gelmişti. Babam ve annem Tours’dan yola çıktılar ve annem beni Tours’a geri götürmeyi düşünüyordu. Düşman faaliyetlerini titizlikle takip edenlerin dediklerine göre, başkent Paris yakın zamanda birtakım tehlikelere ev sahipliği yapabilirdi. Paris’te kalmanın benim için tehlikeli olacağı fark edildikten birkaç dakika sonra oradan alınıp götürüldüm. İstediklerine bir türlü ulaşamadıkları için bastırılan bir hayal gücünün çektiği ızdırapları, ömrümün her döneminde yoksunluklarla hüzünlenen bir hayatın acıları; alın yazılarından yorgun düşüp manastırlara çekilen eski dönem insanları gibi, durmadan, dinlenmeden, yılmadan okumaya itti beni. Ömrümün baharı olabilecek, akranlarımın büyülü güzelliklere yöneldiği bu dönemde, ölümcül bir tutkuya dönüşmüştü okumak benim için.
Sizin sayısız ağıtta bulunabileceğiniz bu gençlik anılarından gelişigüzel bir şekilde kısaca bahsetmek; gençliğimin, geleceğimi nasıl etkilediğini göstermek açısından çok önemliydi. Sıhhatimi etkileyen pek çok faktör olmuştu bu nedenle yirmili yaşlarımı geride bırakırken de ufak tefek, zayıf ve solgun görünüyordum. Arzularımla bir bütün hâline gelen ruhum, cılız görünen bir bedenin içinde hapsolmuştu ama Tours’da göründüğüm bir hekimin de dediği gibi bu beden, demirden bir mizacın hamuruyla dövülüyordu. Bedenen bir çocuktan, düşüncelerim yönünden ise bir ihtiyardan farkım yoktu; o kadar çok okumuş, o kadar çok düşünmüştüm ki yaşamın dar geçitlerinin ızdıraplı zorluklarını ve ovalarının kumlu yollarını metafizik açıdan hemen kavrayabiliyordum. Beklenmedik tesadüfler, ruhumun ilk kez ne yapacağını bilemediği, ihtirası tanıdığı, her şeyi ilgi çekici ve keşfedilmeye hazır bulduğu o döneme sürüklemişti. Çalışmalarım sebebiyle uzayan ergenliğin ve yeşil dallarını salmakta gecikmiş bir erkekliğin arasında sıkışmıştım. Hiçbir erkek, hissetmeye ve sevmeye benim kadar hazırlanmamıştır. Hikâyemi daha iyi anlamak için, ağızdan henüz tek bir yalanın çıkmadığı, ihtirasla çatışan çekingenliklerin ağırlaştırdığı göz kapaklarının örtüsüne rağmen bakışların tüm gerçekliği ve dürüstlüğüyle kendini var ettiği, zihnin dünyadaki cizvitliğe boyun eğmediği, ürkek yüreğin ilk hareketlerindeki cömertlikleri kadar hiddetli olduğu o güzel çağı düşünün. Size annemle Paris’ten Tours’a yaptığımız yolculuktan bahsetmeyeceğim. Mesafeli tavırları, hassas duygularımı mahvetmişti. Durduğumuz her mola yerinden yola çıkarken konuşmaya niyetleniyordum ama tek bir bakış, ağzından çıkan tek bir sözcük ile sohbeti başlatmak için titizlikle seçtiğim cümlelerimi dehşete düşürüyordu. Orléans’da tam da yatmak üzereyken annem hiç konuşmadığım için beni azarladı. Ayaklarına kapandım, ılık gözyaşlarım yanaklarımı okşarken dizlerine sarıldım, muazzam hislerle dolup taşan yüreğimi açtım ona; seçtiğim kelimelerle bir üvey anneyi bile sarsabilecek sevgiye susamış bir konuşma sanatıyla onu duygulandırmaya çalıştım. Lakin annem rol yaptığımı söyledi. Terk etmesinden yakındığımda, vefasız bir çocuk olmakla suçladı beni. Duyduklarım karşısında yüreğim öyle bir acı hissetti ki Blois’da köprüye çıkıp kendimi Loire Nehri’ne bırakmak için koşmaya başladım. Ne var ki korkuluklar çok yüksekti, atlayamadım.
Beni hiç tanımayan kız kardeşlerim gelişimi sevinçten ziyade şaşkınlıkla karşıladılar fakat daha sonraları başkalarıyla karşılaştırdığımda anladım ki içlerinde bana karşı sevgi besliyorlardı. Üçüncü katta bir odaya yerleştim. Feci hâldeki okul pijamam ve Paris’te giydiğim kıyafetler dışında annemin, yirmi yaşındaki bir genç olan bana yeni bir şey almamasının ne kadar acınası bir durum olduğunu anlarsınız. Yere düşürdüğü mendilini vermek için salonun bir ucundan diğer ucuna koşarcasına gittiğimde, bana uşağına söyleyeceği üslupta soğuk bir teşekkürü yakıştırıyordu. Kalbinde sevginin yetişebileceği hassas noktalar olup olmadığını anlayabilmek için gözlemlemek zorunda kaldığımda, tüm Listomèreler gibi onun da soğuk, katı, dalavereci, bencil, küstah davranışlarını çeyiziyle birlikte getiren bir kadın olduğunu gördüm. Ona göre, yaşam sadece yerine getirilmesi gereken ödevlerden oluşuyordu, bugüne dek tanıdığım tüm mesafeli kadınlar gibi o da ödevlerini dinî bir vecibe hâline getiriyordu. Evlatlarının ona duyduğu hayranlığı tıpkı ayinde buhurdanlıkla övünen bir rahip gibi benimsiyor, kabulleniyordu; yüreğinde ufacık kalan sevgiyi de sanki ağabeyim sömürmüştü. Taş kalpli insanların her zaman yaptığı gibi, bizi daima iğneleyici alaylarının konusu hâline getiriyor, bizler ise dut yemiş bülbüle dönüyorduk. İçgüdüsel duyguların öylesine güçlü kökleri vardır ki kendisinden bir türlü umudu kesmediğimiz bir annenin neden olduğu dehşet duygusu öyle yer edinmiştir ki aramızdaki bu dikenli tellere rağmen, sevgimiz, yani o yüce yanılgımız, büyüyüp annemizi yargılayacağımız gün gelene dek benliğini korudu. O gün gelince de çocukların geçmişte tıka basa doyduğu hayal kırıklarıyla beslenen ve beraberinde gelen çamurumsu tortularla kabaran ilgisizlikleri mezara dek sürer. Bu müthiş despotluk, Tours’da delicesine doyurmak istediğim arzuları söküp atmıştı içimden. Umutsuzca kendimi babamın kitaplığına kapattım, henüz adını bile duymadığım kitapları okumaya başladım. Uzun ve yoğun çalışma saatlerim annemle iletişimimi azaltırken ruhsal durumumu da yabanileştiriyordu. Kuzenimiz Listomère markisiyle evlenen kız kardeşim, zaman zaman beni yatıştırmaya çalışsa da benliğimi kontrol altına alan öfkenin önüne geçemiyordu. Ölmek istiyordum.
O sıralar, hakkında pek bir şey bilmediğim olaylar, hazırlık aşamasından geçiyordu. Bordeaux’dan yola çıkan Angoulême Dükü, Paris’te XVIII. Louis’yle buluşmak üzere geçtiği her şehirde, Bourbonların geri dönüşüyle Fransa’yı saran heyecan ve coşkunun bir gösterisi olarak şiddetli tezahüratlarla karşılanıyordu. Tahtın meşru vârisleri adına içleri kıpır kıpır olan Touraineliler şehri bayraklarla donatmış, en güzel kıyafetlerini giymişti. İnsanı sarhoş eden o tarifsiz hissin etkisi altında kalarak ben de Prens’in şerefine verilen baloya katılmak istedim. O zamanlarda bu kutlamaya katılamayacak kadar hasta olan anneme bu isteğimden söz etme cesareti gösterdiğimde okkalı bir azarını işittim. Kongo’dan mı geliyordum da böyle bir istekte bulunacak kadar görgüsüzdüm? Böyle bir baloda ailemizin temsil edilmeyeceğini nasıl düşünebilirdim? Babamın ve ağabeyimin yokluğunda, baloya katılması gereken ben değil miydim? Benim de bir annem yok muydu? Çocuklarının mutluluğunu hiç mi düşünmüyordu? O güne dek hor görülen ben, neredeyse hatırı sayılır biri oluvermiştim. Annemin bu isteğimi kabul ederken öne sürdüğü iğneleyici gerekçeler kadar bana gösterdiği önem de şaşkına döndürmüştü. Oynadığı küçük oyunlardan keyif alan annemin baloda giyeceğim kıyafetimle de mecburen ilgilendiğini öğrendim, kız kardeşlerimle konuştuktan sonra. Annemin aşırı istekleri karşısında şaşkına dönen Tourslu terzilerin hiçbiri benim için kıyafet dikmeyi göze alamamıştı. Taşrada âdet olduğu üzere, annem de elinden her türlü dikiş işi gelen bir gündelikçi çağırdı. Aslında hiç de kötü durmayan açık mavi bir ceket dikildi gizlice. Hemen yeni ipek çoraplar ve ayakkabılar ısmarlandı; erkek yeleklerinin kısa olması gerekiyordu, bu yüzden babamın yeleklerinden birini bana uydurduk, göğsü şişkin gösteren ve kravatın düğümüne dolanan bir gömlek giydim hayatımda ilk kez. Hazır olup aynaya baktığımda kendime o kadar az benziyordum ki kız kardeşlerim Touraine heyetinin önüne çıkabilmem için iltifatlarıyla beni cesaretlendirdiler. Ne zor işti bu! Baloya o kadar çok insan davet edilmişti ki Prens’in huzuruna çıkabilecekler şanslı sayılacaktı. Minyon yapımdan dolayı Papion Köşkü’nün bahçesinde kurulan bir çadıra girdim, Prens’in tüm ihtişamıyla oturduğu koltuğun yanına kadar ulaştım. Bir anda sıcak hava soluğumu kesti, katıldığım ilk balonun ışıltıları, kırmızı çadır kumaşları, yaldızlı süslemeleri, kadınların giydiği ihtişamlı tuvaletler ve taktıkları mücevherler gözlerimi kamaştırdı. Birbirlerinin üstüne doğru yürüyen kadınlı erkekli bir kalabalığın yarattığı toz bulutu içinde sürüklenmiştim. “Yaşasın Angoulême Dükü! Yaşasın Kral! Yaşasın Bourbonlar!” naraları askerî bandonun bakırdan çalgılarının ve Bourbon fanatikliğinin sesini bastırıyordu. Bourbonların doğan güneşe doğru koştuğu kimsenin arkada kalmak istemediği bir coşku selini anımsatan bu şenlik, beni soğutan, küçülten, oraya ait hissettirmeyen esaslı bir bencillik şamatasıydı.
Bu kargaşa içinde saman çöpü misali sürüklenirken çocuksu bir istekle Angoulême Dükü olmak istediğimi fark ettim, hayran kitlesi önünde caka satan prenslerin arasına karışmak istiyordum. Tourslu olduğum için son derece ahmakça kaçan bu arzu, daha sonraları kişiliğimin ve başıma gelen olayların soylu bir niteliğe bürünmesine olanak tanıyacak bir hırsı doğurdu içimde. Birkaç ay sonra Elbe Adası’ndan dönen imparatora doğru koşan kitlenin bir benzerini gördüğüm böylesi bir sevgiyi kim kıskanmazdı? Duygularını ve yaşamlarını tek bir kişinin üzerinde yoğunlaştıran bu kitlelerin üzerine kurulan hâkimiyet, bugün Fransızları, eskidense Galyalıları boğazlayan o cellat rahibeye, şan ve şöhret düşkünlüğüne itti. Sonra ansızın, tutkulu arzularımı körükleyecek ve krallığın kalbine giden yolu açarak bu arzularımı iyice tatmin edecek kadına rastladım. Birini dansa kaldıramayacak kadar utangaçtım, dahası dans ederken elim ayağım birbirine karışacak diye de ödüm kopuyordu. Hâl böyle olunca tüm neşemi kaybedip ne yapacağımı bilemedim. Hoyrat kargaşanın yarattığı rahatsızlıktan muzdarip bir şekilde orada duruyorken, bir subay, ayakkabı derisinin yarattığı baskıdan olduğu kadar sıcaktan da şişmiş olan ayaklarıma bastı. Yaşadığım bu son aksilik şölenden tiksindirdi beni. Lakin dışarı çıkmak imkânsızdı, kimsenin oturmadığı bir bankın en ucuna ilişip dalgın, kımıldamadan ve keyifsiz bir hâlde bekledim. Zayıf görünümüme aldanıp beni, uyumak için annesinin keyfini beklerken sabırsızlanan bir çocukmuşum sanıp yuvasına inen bir kuş misali yanıma konuverdi. Doğu şiirinin ruhumu ateşe vermesi gibi her yerimi saran bir kadın kokusuyla sarsıldı tüm benliğim. Yanımda oturan bu kadına baktığımda bu ana dek şenliğin üstümde yaratamadığı o hayranlıkla kendimden geçiverdim. Önceden yaşadıklarımı iyi anladıysanız o an yüreğime tesir eden duygu selini tahmin edersiniz. Ansızın gözlerim, üzerlerinde gezinmeyi istediğim, sanki ilk kez çıplak kalmış da hafif kızarmış gibi görünen, ışıkta ipek misali parlayan teninde bir ruh saklayan mütevazı, dolgun beyaz omuzların karşısında büyülendi. Ellerimden daha cüretkâr olan bakışlarım, omuzlarını ayıran çizgi boyunca aktı sanki. Yüreğim ağzımda, korsajını görmek için hafifçe doğruldum; bir tülle iffetlice örtülmüşse de gök mavi yuvarları dantel kıvrımları arasında usulca kendini bırakmış gerdan karşısında tamamen aklımı kaybettim. Bu kadının en ufak ayrıntıları bile bende sonsuz bir haz uyandırıyordu; küçük bir kızınki gibi kadifemsi bir boynu okşayan saçların parlaklığı, tarağın saçlarında bıraktığı ve hayal gücümün serin patikalarda dörtnala koştuğu o beyaz çizgiler beni tamamıyla büyülemişti. Etrafımda kimsenin beni görmeyeceğinden emin olduktan sonra, tıpkı annesinin kucağına atılan bir çocuk gibi başımı döndüren bu omuzları defalarca öptüm. Her ne kadar müziğin sesini bastıramasa da bir çığlık kopardı kadın, arkasını döndü, bana bakarak: “Mösyö!” dedi. Ah! “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz yavrucuğum?” deseydi belki de onu oracıkta öldürebilirdim ama o “Mösyö” hitabı karşısında gözlerimden yaşlar boşanmaya başladı. Azizelerinkine benzer bir öfkeyle alev gibi parlayan bakışın, kül rengi saçların asil bir taç gibi üstünde toplandığı başın, aşkın somut bir hâline büründüğü omuzların karşısında donakalmıştım. Kendisinin sebep olduğu bu çılgınlığı fark eden ve pişmanlık dolu gözyaşlarında sonsuz bir hayranlık beslendiğini sezen bir kadının bağışlaması karşısında, saldırıya uğramış bir iffetin yüzüne yaydığı kızarmayı utancı görebiliyordum. Bir kraliçe edasıyla uzaklaştı oradan. Ne komik bir durumda olduğumu işte o zaman anladım; Savoie’nın maymunu gibi giyindiğimi fark ettim, utandım kendimden. Donakalmıştım. Az önce aşırmış olduğum elmanın tadını çıkararak, dudaklarımda henüz içime çektiğim o kanın sıcaklığını muhafaza ederek, hiçbir pişmanlık duymadan göklerden inen bu kadının uzaklaşmasını izledim. Yüreğimin şiddetli hummasının ilk ihtiras darbesiyle vurulmuş bir hâlde, gitgide tenhalaşan şölende dolandım durdum ama bulamadım o meçhul kadını. Artık bambaşka biri olmuştum, evime gittim ve yatağıma yattım.
Yeni bir ruh, rengârenk kanatlı bir ruh kozasından dışarı çıkmıştı artık. Masmavi bozkırdan düşen o çocukluk aşkım, sevgili yıldızım, aydınlığından, ışıltısından ve esintisinden hiçbir şey yitirmeden bir kadının bedeninde hayat bulmuştu. Henüz aşkın ne olduğunu bilmeden sevmiştim. İnsanın içindeki bu en yoğun duygunun ilk defa gün yüzüne çıkması ne de tuhaftı. Her ne kadar önceleri, teyzemin evinde bazı güzel kadınlarla rastlaşsam da hiçbiri, dün yaşadığım duygunun yarısını bile hissettirmemişti bana. Yoksa yıldızların birbirine kavuştuğu, bütün koşulların bir araya geldiği, şehvetin tüm cinselliği sardığı o anda tek bir tutkuyu ortaya çıkarmak için bütün kadınlar arasından yalnızca tek bir kadının olduğu özel bir an mı vardı acaba? Sevdiğim kadının, burada Touraine’de yaşadığını düşünüyor, soluduğum havayı büyük bir keyifle içime çekiyordum, göğün maviliğinde daha önce hiç görmediğim bir rengi buluyordum. Ruhum bulutlar üzerinde dans ediyor olsa da ciddi bir hastalığın pençesindeymişim gibi gözüküyordum. Öyle ki annem, pişmanlıkla karışık bir endişe tufanına kapıldı. Onları bekleyen kötülüğü önceden sezen hayvanlar gibi, bana ait olmayan o öpücüğü düşlemek için bahçenin bir köşesinde çömeldim. Aklıma mıh gibi kazınan bu balodan sonraki günlerde, artık kitap okumayışım, annemin sert bakışlarına ve alaycı söylemlerine karşı kayıtsız kalışım ve kasvetli tavrım benim yaşımdaki gençlerde rastlanan tabii bunalımlardan biri olarak yorumlandı annem tarafından. Daha sonraları hekimlerin hakkında tek bir söz edemediği lakin hastalıkların en önemli devası olan kır yaşamının bana iyi geleceği kanısına varıldı. Annem birkaç günlüğüne Frapesle’e, arkadaşlarından birinin Indre Nehri üzerinde Montbazon ve Azay-le-Rideau arasında bulunan şatosuna gitmeme karar verdi, arkadaşına benimle ilgili gizli talimatlarda da bulunmuştu tabii. Kırlarda yaşamaya başladığım gün aşkın okyanusunda gidilmedik yer bırakmamak için delice kulaçlarla baştan başa keşfediyordum onu. Meçhul kadınımın ismini dahi bilmiyordum, onu nasıl görebilir, nasıl bulabilirdim? En fenası, nasıl başkasına ondan söz edebilirdim? Ürkek yaradılışım, aşkın ilk zamanlarında körpe yürekleri saran açıklanamaz korkuları daha da güçlendiriyor, umutsuz tutkuları sonlandıran bir melankolinin kucağına atıyordu beni. Tarlalar arasında dolaşmaktan, koşmaktan başka bir şey istemiyordum. Hiçbir şeyden kuşku duymayan, çocuklara özgü bir cesaretle Touraine’deki tüm şatolara yürüyerek gitmeyi istiyor, önüme çıkan her asil kulenin karşısına geçip “İşte burada!” demek istiyordum.
Böylece, bir perşembe sabahı, Tours’un Saint-Eloy kapısından çıkıp Saint-Sauveur köprülerinden geçtim, Poncher’e geldiğimde her evin önünde başımı kaldırarak Chinon yolunu tuttum. Hayatımda ilk kez, kimseye sormadan bir ağacın altında durup dinlenebiliyor, keyfime göre hızlı ya da yavaş yürüyordum. Her gencin üstünde ağırlığını hissettiren türlü zorbalıklarla ezilmiş zavallı bir varlık için ehemmiyetsiz konular hakkında da olsa, ilk defa kendi isteklerim doğrultusunda karar verebilmek, ruhumu tasvir edemeyeceğim bir şekilde ferahlatıyordu. Birçok sebep, bugünü efsunlu bir hâle getirmek için bir araya gelmişti sanki. Çocukluğumda yaptığım gezintilerde şehirden hiç uzaklaşmamıştım. Ne Pont-le-Voy’da ne Paris’te yaptığım gezintiler beni böylesi bir heyecana sürüklemişti. Yine de ömrümün ilk anıları olarak zihnime kazınan, aşina olduğum Tours manzarasının üstümde yarattığı o güzel duygulardı. Üstünde yürüdüğüm bu kırlara yazılmış dizelerle henüz yeni bir yakınlık kurmama rağmen tıpkı sanatın öğretilerine vâkıf olmadan ideale ulaşmak için titizlikle çalışırken buluyordum kendimi birdenbire. Frapesle Şatosu’na ulaşmak için yayan ya da atlı herkes, Cher ve Indre havzalarını birbirinden ayıran yaylanın zirvesinde bulunan ve Champy’deki kestirme yoldan giderek varılan Charlemagne’ın değmemiş topraklarından geçmeyi tercih eder. Aşağı yukarı bir fersah boyunca sizi hüzne boğan bu düz ve kumlu topraklar, küçük bir koru ile Frapesle’in bağlı olduğu Saché yoluna çıkar. Ballan’dan oldukça uzakta, Chinon’a varan ve fazla engebeli olmayan inişli çıkışlı bir ova boyunca uzanan bu yol, küçük Artanne bölgesine kadar devam eder. Burada, Montbazon’da başlayıp Loire’da biten bu çifte tepelerdeki şatoların altında hareket ediyormuş gibi görünen bir vadi belirir ve hemen yanında Indre Irmağı’nın yılan gibi kıvrılarak süzüldüğü zümrütten bir kadeh gibi görünür. Bu manzaranın karşısında, el değmemiş toprakların tekdüzeliği ya da yol yorgunluğunun neden olduğu haz dolu bir şaşkınlık yaşadım.
“Eğer ki bu kadın, kadınların en güzide çiçeği, dünya üzerinde bir yerde yaşıyorsa o yer muhakkak burasıdır!” dedim kendi kendime.
Bu düşüncemle birlikte bir ceviz ağacına yaslanırken buldum kendimi, o günden beri ne zaman sevgili vadime gitsem bu ceviz ağacının altında durur dinlenirim. Sırdaşım olan ceviz ağacının altında, buradan gittiğim son günden itibaren akıp giden zaman boyunca hayatımda nelerin değiştiğini değerlendiririm. O, burada yaşıyordu, yüreğim beni yanıltmamıştı. Çorak bir arazinin yamacında gördüğüm ilk şatoda oturuyordu. Ceviz ağacımın altında otururken öğlen güneşiyle parlayan evinin çatısının tuğlalarını ve pencerelerinin camlarını görüyordum, gördüğüm o beyaz nokta da pamuktan yapılmış ince elbisesinden başka bir şey değildi. Henüz hiçbir şey bilmediğiniz hâlde anlamışsınızdır, gökyüzüne doğru serpilerek erdemlerin kokusuyla donatan bu vadinin zambağı oydu. Ruhumu dolduran bir nesneden başka kaynağı olmayan bu sonsuz aşkı, güneşin aydınlattığı iki yeşil kıyı arasında akan uzun su şeridinde, hareketli kıvrımlarıyla bu aşk vadisini süsleyen kavak ağaçlarında, nehrin daima farklı şekillere büründüğü tepelerin üstünde, bağların arasında uzanıp giden meşe korularında, tezatlık içinde birbirlerinden kaçışan ve hafifçe gölgelenen ufuklarda hissediyordum. Büyülü ve bakir doğayı bir nişanlı gibi görmek isterseniz ilkbahar günü oraya gidin, yüreğinizi burkan yaraların acısını dindirmek isterseniz güzün son günleri gidin. İlkbaharda, gökyüzüne doğru kanatlarını çırpar aşk orada, güz günlerinde ise artık bu dünyada olmayanları düşünüp kederlenir. Hasta akciğer, şifalı ve temiz havayla dolar, bakışlar yumuşaklıklarını ruha işleyen altın rengi ot yumaklarında dinlenir. O sırada, Indre Irmağı’ndaki çağlayanların üzerindeki değirmenler, vadi üzerinde yankılanan bir ses oluştururdu, kavaklar gülümseyerek sallanır, gökyüzünde tek bir bulut bile olmazdı, kuşlar ötüşür, ağustos böcekleri şarkılarını söyler, her şey bir ezgiye dönüşürdü burada. Lütfen daha fazla neden Touraine’i seviyorsun diye sormayın bana. Orayı, insanın kendi beşiğini ya da çölde karşılaştığı bir vahayı sevmesi gibi değil, sanatçının sanatına beslediği sevgi gibi seviyorum; sizi her ne kadar daha çok seviyor olsam da unutmayınız ki Touraine olmasaydı belki şu an hayatta bile olamayacaktım. Bakışlarım, nedendir bilinmez, o geniş bahçenin ortasındaki yeşil çalılıkların ortasında açan, dokunulduğu gibi solacak bir gündüzsefası gibi parlayan o beyaz noktaya, o kadına takılıyordu. İçimden taşan ruhumla çiçeklerle bezeli bahçeden aşağı indim ve kısa süre sonra kendiliğinden dile gelen şiir dizelerinin etkisiyle eşi benzeri yokmuş gibi görünen bir köy gördüm. Gözünüzün önüne incelikle birbirinden ayrılmış, tepeleri ağaçlarla taçlandırılmış ve üç tepenin arasına konuşlandırılmış üç değirmen getirin, ırmağın üstünü halı gibi kaplayarak onunla birlikte dalgalanan, isteklerine boyun eğen ve değirmen çarklarının kamçıladığı ırmağın o canlı, rengârenk su bitkileri daha başka nasıl anlatılabilir ki? Orada burada, güneşin aydınlattığı, saçaklar yaratıp dağıldığı çakıllı kum yığınları yükseliyordu suyun yüzeyinde. En güzel nergisler, nilüferler, su zambakları ve sazlar kıyı şeridini güzellikleriyle süslüyordu. Çiçeklerle bezeli ayakları, gür otlarla ya da kadifemsi yosunlarla kaplanmış, ırmağa doğru sarksa da düşmemekte inat eden korkuluklarıyla, çürük kirişler üzerinde sallanan bir köprü, çok eski kayıklar, balıkçı ağları, çobanın bilindik türküsü, adalar arasında süzülen ya da Loire’ın getirdiği çakıllı kumlar üstündeki ördekler, kafalarındaki bereleriyle katırlarını yüklemekle meşgul değirmenci çıraklar; bütün bu ayrıntılar, manzaraya şaşırtıcı bir nahiflik katıyordu. Köprünün diğer yanında iki ya da üç çiftliği, bir güvercinliği, kumruları, bahçeleri, hanımeli, yasemin, filbahri çitleriyle birbirinden ayrılmış otuza yakın eski kulübeyi, ardından her kapı önündeki üstünde taze çiçek bitmiş gübre yığınları, yollarda dolaşan tavukları, horozları hayal edin. Haçlı Seferleri zamanından kalma ve pek çok özelliği nedeniyle ressamların tuvallerinde hayat vermek için can attıkları, tepeden kendisine bakanları selamlayan kilisesiyle, işte Pont-de-Ruan köyü! Hayalinizde tüm bu anlattıklarımı, yaşlı ceviz ağaçları, soluk sarı yapraklı genç kavaklarla süsleyin, sıcak ve nemli bir göğün altında alabildiğine uzanan çayırların orta yerinde zarif evler yerleştirin, işte şimdi bu güzelim yerin binlerce manzarası hakkında bir fikir edinmiş olacaksınız. Karşı kıyıyı süsleyen tepeleri incelerken nehrin solundan Saché yolunu yürüdüm ve nihayet bana asırlık ağaçlarla dolu Frapesle Şatosu’nun yolunu gösteren bir parka geldim. Tam da o sırada öğle yemeği vaktinin geldiğini gösteren çan sesleri duyuldu. Yemekten sonra, ev sahibim Tours’dan onca yolu yürüyerek gelebilecek olduğumu aklına bile getirmeden vadiyi her yanından ve her şekliyle görebileceğim bir gezintiye çıkardı beni. Oradan yeri geliyor, vadinin bir bölümünü; yeri geliyor, tamamını izleme fırsatı buluyordum. Ufka dalan gözlerim sık sık Loire’ın balıkçı ağlarıyla şekil değiştiren altın renkli zarif dalgalarına yöneliyordu; bir yamacı tırmanırken çiçeklerle örtülü kazık temelleri üstünde yükselen, Indre’in dört yanı da yontulmuş bir elması muhafaza ediyormuş gibi duran Azay Şatosu’nu ilk kez görmenin hayranlığı karşısında nutkum tutuldu. Daha sonra bir köşede, Saché Şatosu’nun romantik yapısını gördüm. Burası, ruhları kederli şairler için çok hoş bir görüntü sunan ahenkli hatlarıyla melankoli yaratmasının yanında, beğenilerini yüzeysel tutan insanlar için ise fazla kasvetli olma özelliği taşıyordu. Daha sonraları sırf bu yüzden bu şatonun sessizliğini, etrafını saran yaşlı ağaçların çıplak dallarını, ıssız vadisine yayılmış o esrarını sevdim! Ama vadinin yanındaki tepe yamacını her gördüğümde, bakışlarım orada duran sevimli şatoya kilitleniyordu.