
Полная версия:
Sovyet Öykü Seçkisi
Her şeyin bir ikilik yarattığı zor günler vardır: Bir yoldan gidersin, çok zor gelir, diğerinden gidersin, başta kolay ve güzel gelir ama sonra kaçarı yok kurtlara yem olursun. İşte bizim arıcı dostların da yolları ikiye ayrıldı. Daha da kötüsü hangisi zor taraf, hangi tarafta kurtlar var bilmiyorlardı da. Arıların salkım yapacağı27 bir yer olsun diye kovanların örtülmesi sırasında üst çıtalar çıkartılır ve yukarıya da arılar kaçmasın diye bir ağ gerilir. Çekiç ilk kez vurulduğunda, arılar, elbette huzursuz olur ancak bütün bunlar normal hızda ilerleyen bir vagon için önemsizdir.
Soğutmalı vagonun tavanında altı adet bal süzme makinesinin tutturulduğu, et asmaya yarayan pek çok metal kanca vardı ve tren giderken, tüm bu kancalar birbirine çarparak, arıların üzerinde adeta çan gibi bir ses çıkarıyordu. Vagonda fazla yük olmaması da ayrı bir dertti. Yeter ki işi yürütecek bu iki kişinin sığacağı kadar yer olsun da varsın vagon yüz kovanla, bal süzme makineleriyle, kuzey kovanlıklarıyla tıka basa dolsun. Vagonun normal doluluğu ile kıyaslandığında bu, yük bile sayılmaz, normal hızda giden arılarla dolu vagonun hissetmek zorunda kaldığı bu şeye sarsıntı bile denmez.
Kısa bir süre sonra arıların yolda epeyce bir yem tükettiği, heyecanla ve gittikçe daha güçlü bir şekilde salkım yaparak sıcaklığı bir hayli yükselttikleri fark edildi. Buz hızla eridi. Bir an evvel buz bulmamız gerekiyordu. Ancak yolcu treninin mola süresinin kısa olmasından dolayı daha ilk buz doldurma denememizde vagonu buzla doldurmanın imkânsız olduğunu anladık. Vagonu katardan ayırdık ve diğer trenin bekleyişi içinde tam bir gün kaybettik.
İşte bizim arıcıların başına gelenler bunlar… Nereden başlasam… Tundra çiçeklerinin olduğu kuzeye uzanan yol ikiye ayrılır: Eğer serinlemek için buz kullanırsanız, yol çok uzun sürer, yem yetmez ve arılar açlıktan ölür. Eğer buz kullanmazsanız, arılar sıcaklığı yükseltir ve sıcaktan dolayı yavrularıyla birlikte ölürler. Ancak öyle sanıyorum ki ne zaman yeni, eşi benzeri olmayan bir şeyler yapılsa, yaratıcı çalışmanın bir aşamasında yol hep çatallaşır. Bunu gösterebileceğin bir örnek var mı derseniz, yok. Zaten hayat dediğimiz şey örnek göstermeden başımıza gelen şeylerden ibaret değil midir?
Hatta şu an bile, fazlasıyla gerçekçi olan öykümü tasvir ettiğim bu dakikada yolum tam da ikiye ayrılıyor ve ben gerçekçi tasvirin zor yolunu seçmek istemiyor, zor yerlerde ilham perisinin yardıma yetiştiği öyküye sarılıp onun içine dalıyorum.
Arıcıların bakacağı hiçbir yer yoktu. Bu kadar fazla sayıda arıyı kuzey sınırına demiryoluyla götürecek kimse yoktu belki de. Şans derler ya hani, bakarsın bizim arıcıların da şansı yaver gider?
Rodionov, “Vanya”, diye seslendi. “Hadi şans getirmesi için istasyona soğutucu getirelim.”
Vanya “Önce bir bakalım sıcaklık kaç derece ona göre,” diye cevap verdi. “Aşağısı 9 derece, normal, yukarısı ise 18 derece. Yukarısı da o kadar kötü sayılmaz.”
Rodionov “Var mısın?” diye sordu Vanya’ya. Vanya “Varım, Kostya dayı,” diye cevap verdi.
Arıcılar şanslarına güvenerek risk aldı ve istasyona soğutucu getirdiler. Nereden çıktı bu iş diye sorarsanız söylemem zor; ancak her şeyden önce son buz parçalarının da erimesi yüzünden olduğunu söyleyebilirim. Çünkü son buz parçaları da eriyip gitseydi o zaman kovandaki sıcaklık ölümcül bir hızla yükselmeye başlardı. Yolculuğun vaziyeti “denize düşen yılana sarılır” deyimine uygun bir duruma doğru gidiyordu. Ancak burada sarılacak bir yılan bile yoktu.
Aşağının sıcaklığı arılar için henüz o kadar kötü sayılmazdı, ancak insanlar rahatsızdı ve üşüyordu, belden aşağıları tir tir titriyordu. Yumuşak ve sıcak tutacak hiçbir şey yoktu, üstelik karanlıktı da. Bozuk havada dallara tünemiş iki ispinoz kuşu gibi oturdular kovanların arasında ve elleri ısındığında, yürekleri arılar için duydukları korku yüzünden giderek daha da ürperiyordu.
Rodionov “Vanya, bir sıcaklık var gibi, şu mumu ve termometreyi al da yukarı çık bakalım.”
Vanya ise ona “Acele etme, Kostya dayı, yeterince baktık, uyumaya çalış sen,” diye cevap verdi.
Ve tam uykuya dalmışlardı ki başka bir sorunla daha karşılaştılar. Kâh sıcaktan kâh başka pek çok şey yüzünden, bazı asi arılar kaçmak için kovandan bir çıkış yolu aradı. Elbette vagondaki sarsıntılar yüzünden kil ile örtülmüş küçük yarıklar açılmış ve huzursuz-eşkıya arılar bu küçük yarıklardan özgürlüğe çıkan yolu bulmuşlardı. Karanlıkta uçamadıklarından aşağıya doğru sürünmüş, yukarıdaki kovandan önce aşağı, oradan da yere inmişlerdi.
Rodionov, sonrasında bize yürüyen arıların uçan arılardan çok farklı bir şekilde soktuğunu, yürüyen arıların sokmasının daha aptalca, daha acı verici olduğunu söyledi, ancak bu doğru muydu yoksa soğuk vagonun karanlığında ona öyle mi geliyordu bilmiyorum. Ancak bilimsel araştırma gezisine ya da savaşa katılan hatta savaşa dahi girmemiş herkes tüm bu işlerin yanında bunların hiçbir anlam ifade etmediğini bilir. Tek bir sorun vardı o da sürünen bir arının çok güçlü ve şiddetli ısırmasıydı ki bu arılara karşı olan sorumluluğumuzla ilgili düşüncemizi de etkiliyordu. Ve en kötüsü de arılara karşı sorumlu olmaları değil, her şeye rağmen yaptıklarının bir işe yaramıyor olduğuydu.
Rodionov “Yok, Vanya, uyuyamıyorum, ben bir gidip bakayım,” dedi.
Vanya “Kostya dayı, ben de uyumuyorum, hadi mumu buraya getir.” Ellerinde bitmek üzere olan bir mum ve termometre ile bir kovandan diğerine çıkıyordu Vanya.
Vanya yukarıda, üçüncü katta duruyor ve termometreyi tutuyor, bir süre bekliyor ve termometreyi gösteriyordu. Mum birden söndü. Vanya dengesini kaybetti ve kovanların üzerine yuvarlandı, termometre elinden düştü ve kırıldı. Karanlıkta termometreyi elle yoklayıp aramak kolay değildi ancak yılmadan süründüler, yürüyen arıların üstüne düştüler, saydılar, sövdüler ama sonunda termometreyi buldular.
Rodionov “Termometre kaç derece gösteriyor Vanya?”
Vanya “Ne sen sor ne ben söyleyeyim, Kostya dayı, 22 derece. Her şey mahvoldu.”
Rodionov “Hata bizde. Buzu almamız gerekiyordu.”
Vanya “Peki, vagonu ayırsalardı yine ve bir sonrakini bekleseydik birkaç günümüz giderdi, değil mi?”
Aynen öyle. Senden önce hiç kimsenin gitmediği, bilinmeyen, yeni bir yola girerken yol sürekli olarak ikiye ayrılır; tıpkı şu an bize olduğu gibi. Doğru yoldan ayrılalım mı? Öyküdeki Kuzey balının keşfine boş mu verelim? İleride yaşanacak her şeyi ilham perisine bırakmayalım mı? Hayır. Neredeyse herkesin içinde bir şair vardır ancak aslına bakarsanız dünyada pek az şair vardır. Eğer bu doğruysa, kendi evinde olduğu gibi hayatında da şiir yaşıyorsa ve her kim ki yaşamı seviyorsa bir bakarsın hayatın göbeğinden dürüst bir ilham perisi çıkıverir. Hayata sonuna kadar güvenelim ve doğru bildiğimiz yoldan ayrılmayalım.
İki zavallı arıcı hüzünlü olmasalar da umutsuz bir şekilde kovanların arasında oturdular. Biz de onlar gibi umudumuzu yitirmeyeceğiz. Ellerinden gelen her şeyi yaptılar, sonrasını bekleyip göreceğiz. Eşsiz keşfe giden yol tehlikesiz olmaz. Bu arada tren yol almaya devam ediyordu. Arı nöbetçileri ara sıra bez tamponları ıslatıyor ve arılar giderek artan sıcaklık karşısında susuzluklarını giderebilsinler diye filenin üstünden sıkıyorlardı. Yolculuk yapan her yüz arı kolonisinin su içmesi epey bir zaman aldı. Tren ise dur durak bilmeden yoluna devam ediyordu. Ve birden bir istasyonda bir kapı sesi duyuldu…
Gel buraya dostum, sevinmeliyiz, doğru yolu seçtik. İspanyol devriminin olduğu yıl bize çok sayıda öksüz İspanyol çocuğu geldi ve bunlar arasında Pakita adlı bir kız çocuğu vardı. Babasını devrim mücadelesinde kaybetmiş, bizim ekmeğimizle, bizim okullarımızda annesiz büyümüş bir kız. Ve düşünsenize güneyin bu sıcakkanlı İspanyol kızını soğutma müdürü yapmışlar. İşte tam da şu an bu siyah kıvırcık saçlı, kırmızı şapkalı soğutma müdürü Pakita vagona girdi.
Elbette, bizde İspanya’dakinden çok daha iyi ve akıllı kadınlar var, ancak İspanyolların hiç yoksa portakalları, ananasları, zeytinyağları, serenatları, Guadalquivir28‘i var ve bütün bunları birleştirdiğimizde elde ettiğimiz sonuç, soğutma müdürü olan bu kasketli İspanyol kızını, ilham perisine tipik iyi bir Rus kadınından çok daha fazla yakınlaştırıyor. Annelik içgüdüsüyle kadın, araştırma gezisinin kaçınılmaz zorluklarını hemen anladı, hararetli bir şekilde arıcıların yanında durarak onlarla birlikte vagona buz doldurmak için trenin gecikmesini sağladı ve kırık termometrenin yerine yeni bir termometre buldu. Yatmak için kullanılacak samanı kendi elleriyle getirdi ve hatta bizimkileri çay ve reçel ile besledi.
Buraya gel, buraya gel dostum! Pakita’ya bak, masalsı ilham perisinden neyi eksik? Sevinmelisin dostum; doğru yoldayız, kurtlara yem olmaktan kurtulduk.
IXKutup Dairesi’nin ötesinde, kuzeyde dağın tepesini kaplayan çiçekler olur, yaban çileği ile yabanmersinin çiçeklenmesi ile dağ beyaza bürünür. Temmuz’da dağ pespembe olur. Bu pembelik, belki de yakı otunun üvez ağacının, buz çiçeğinin, ya da kim bilir, yabani biberiyenin, sardunyanın ve daha birçok bitkinin çiçeklenmeye başlamasıyla oluşur. Bir düşünsenize, her çiçekteki nektar sayısı bizdekinden iki-üç kat daha fazla ve her çiçek arı bekliyor, arılar ise Kutup Dairesi’nin dışına çıkarılmıyor.
Hatırlıyorum da gençken kuru havalarda Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki çiçekler arasında gezinirdim, elbisem çiyden değil, baldan ıslanırdı ve ben o zamanlar yaşamın detaylarını göremiyor, Kolski yarımadasındaki doğanın insana neler sunabileceğini, ondan ne isteneceğini bilmiyordum. Kutup balını keşfetmemiz doğaya zarar vermedi. Çiçeklerdeki milyonlarca pud29 balın tek bir varoluş sebebi vardı: tozlaşma için arıların ilgisini çekmek. Oysa burada arı falan yoktu, arıları buraya biz getirdik. İşte keşfimizin ilginç yanı da bu.
Çiçekler arıyı bekledi. Eğer çiçekler beklediyse, güneş de çiçekleri bekledi demektir. Çiçeklerden bahsedeceksek, madem öyleyse neden güneşten de bahsetmeyelim? Bize yaşam sunan güneşin de arılara ihtiyacı var. Güneş, çiçekler, insanlar, herkes bekledi.
Tanrının isteği ve herkesin bildiği en eski birliktelik olan insan ile doğayı birleştiren bazı şeyler vardır yeryüzünde. Bunlar arasında ilk olarak ekmek gelir. Ancak ekmek yerken güneşi hissetmek için çok aç olmak gerekir ve bizler bunu balda daha kolay anlarız. İşte bu yüzden Hibinı’daki Apatitı istasyonunda arıların gelişini bekleyen pek çok insan, neşe içinde büyük bir bayram kutlarcasına şendi. Hatta soğutmalı vagonun kapısı açıldığında ve o sürüngen arılar ışığı gördüğünde uçup ardından kimini yanağından, kimini burnundan, kimini solundan, kimini sağından, kimini gömleğinin arasından, kimini gömleğinin altından sokmaya yeltendi ve herkes birbirine bakarak kahkahalara boğuldu. İşte Kutup Dairesi ardındaki arı yaşamı bu kadar yalın ve neşelidir. Arı ailelerinin yarısından çoğu burada, Hibinı’da kaldı ve arıcıların gözetiminde oldukça endişeli bir şekilde hazırlanarak araçlara yerleştirilmiş olan bu arılar “Endüstri” sovhozuna, Botanik Bahçe’ye ve Monçegorsk’a getirildi. Her zaman her yeni işte olduğu gibi bunda da arılar aç gelir diye getirmeleri gereken şeker stokunu hesap etmemişlerdi İşte bu yüzden ilk karşılamanın verdiği mutluluğun yerini endişe aldı. Bunda hiç kimsenin suçu yoktu ancak kuzeydeki yaz güneşi herkese huzur vermesi ve ufkun ötesine geçmesi gereken zamanda ufkun ardına gizlenmemişti. Ve sanırım o zaman güneş onların yüzünden durup sitemkâr bir şekilde şöyle dedi: “Şeker stokunu neden hesap etmedin?”
Bu gece yarısı tanığının sürekli seni izleyen gözlerinin uykuna engel olmaması için yerel doğaya iyice alışkın olmak gerek. Bu güneşli gecelerde Kutup Dairesi’nde ne kadar da suskun olur her şey! Bu öyle bir sessizliktir ki çiçek açan yabanmersinin sapları arasına sokulan bir böceğin avaz avaz sesi duyulur! Ağaçların dallarında ve yapraklarında yatan orman horozlarının horultusudur sessizlik. Gece, gece yarısı güneşinin sabit ışığı altında zaman akıp geçer ve gece kendini, yani bu geceyi anlatır: Herkes kendi işiyle meşguldür. Ortak yaşam, güneşin dansı ile başlar; güneş dans ederken hafiften titrer, kutup keklikleri öter ve bir komut verilmiş gibi herkes yüzünü yıkar ve ışıldamaya başlar. Arıların yanındaki bu ilk gece oldukça sessiz, aydınlık ve sıcaktı. Aç ve yorgun arılar, görünüşe bakılırsa iyi uyumuşlardı, uyurken “adeta bir düdük gibi” ses çıkarıyorlardı. Üstelik kraliçe arı da bu gece yumurtlamıştı.
İlk günün ışığıyla birlikte arılar uyandı ve uyanır uyanmaz, doğal olarak, dişi kâşif arılarını gönderdiler. Bu zamanlarda tundrada yabanmersini, yaban çileği, kuş fiği, buz çiçeği açmış, yakı otu ise yeni açmaya başlamıştı. Kısa bir süre uçan dişi kâşif arılar geri döndü ve kendilerine özgü dansı yaparak “Nerede hangi çiçek açmış? Hangisi yakın? Hangisi uzak? Hangi çiçeğe uçmak gerekir?” gibi bilgiler verdiler. Sonra işçi arılar bal toplamaya gitti, kraliçe arı ise yumurtladı. Bu ilk günde yorgun, aç ve bitap düşen arılar koloni başına ortalama iki kilogram bal topladılar. Bazı güçlü koloniler ise, daha ilk günden dört kilogram bal getirmişlerdi. Güneş, elbette ikinci geceye de eşlik etti ve insan ruhunun şahidi olarak gökle birlikte kaldı. Ancak arıcılar çok şanslıydı, bu şahide aldırmadan uyudular. Kovanların üzerine “İlk gün arılar gece yarısından sonra çalıştı, gece bir buçukta uyudular, ikinci gün on ikiye kadar uyudular, sabah dörtte kalktılar, üçüncü gün ise sabah sekizden akşam ona kadar çalıştılar.” diye yazıldı.
XAraştırmacı Rodionov, ikinci arı kolonisini Kola şehri civarındaki “Arktika” sovhozuna getirdi. Kovanlıktaki kovanları düzenlerken Apatitı’da bırakılan arıların başına ne geldiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Arıların burada, ilk kez Kola yakınlarında, Kuzey Kutup Bölgesi’nde uçmalarına bizzat şahit olmuştu. Heyecanla kovanın uçuş deliğini açtı, arıların uçuştuğunu ve sonrasında yükselip bal toplamaya gittiklerini gördüğünde iyice heyecanlandı. Çok geçmeden çocuğun biri bağıra bağıra koşarak ona doğru geldi ve “Çabuk, çabuk, koşun, gidin arılara bakın!” dedi. Ve sürekli olarak “Dayı, dayı, arıların hepsi düşmüş,” diyerek Rodionov’u elinden tuttuğu gibi Kola nehri kıyısına götürdü. Endişe içinde çocuğun arkasından koşan arıcı “Nereye düşmüş?” diye boş yere sorup duruyordu ona. Çocuk “Nehre, dayı, nehre düşmüş,” diye cevap verdi. Kola nehrine koşar adım geldiler ve geldiklerinde tüm mesele anlaşılmıştı. Kola nehri geniş ve kum dolu bir sığ suydu. Su, bu resife gelir ve hiçbir zaman tamamen çekilmezdi. Çukurlarda su birikir ve tüm bu dalgalı sığ su, su dolu binlerce fincan gibi olurdu. İşte bu fincanların kenarlarında birbirine yapışmış arılar oturmuştu ve yoldan geldikleri için susuzluktan mustarip olan arılar kutup suyunu içtikçe içiyorlardı. Gel de sevinme! Su içme yerindeki kısa bir dinlemeden sonra arılar sığ sudan ayrılıp, nehrin ötesine doğru gözden kayboldular.
Normal bir nektar toplama sürecinde böyle olmaz. Ancak bunun üzerinde o kadar durmaya gerek yok. Nehrin ardındaki patikada, elinde Kuzey Kutup Bölgesi’nin bal bitkilerinden oluşan kocaman bir buket tutan kız göründü ve Rodionov onun tundradan gelen ve Oka’daki Bölge Tarım Müdürü’nü arıları satması için güzellikle ikna eden Elza olduğunu hatırladı. Yolları kesişen bu yeni arkadaşlar, karşılıklı olarak aynı cümleyi kurdular: “Dünya ne kadar da küçük!” Ve bunun ardından Elza “Haydi, bir an önce arılara bakmaya gidelim! Tam olarak çiçeklerin bulunduğu bu kıyıda duruyorlar,” dedi. Arıcılar tundraya geldiklerinde arılar çiçeklerin üzerine boydan boya yerleşmişti. Ve her arı kendi çiçeğine konmuştu. “Endüstri”de olduğu gibi “Arktika”da da, Botanik Bahçe’de de, Monçegorsk’ta da akşam olmuştu; her arı kolonisi iki ila dört kilogram arasında bal toplamıştı.
XISon arı kafilesi de Barents denizinden başlayan ve sonra Peçenga körfezinden arabayla Peçenga’ya uzanan yolculuklarını tamamlamıştı. Kovanları elden ele iskeleden suyun kabarıp yükselttiği gemiye taşımak ve sallanan filikalara bölüştürmek özellikle zordu. Bozuk yolda arıları araçla götürmek tehlikeliydi, ancak sonrasında Kuzey Kutup Bölgesi’nin daha aşağı enlemlerini aşan bal akımından neredeyse 70. enlemin altında nektar toplamadan dönen arıları yeniden karşılamak daha mutluluk vericiydi. Ve birden tartışmasız doğru olan bir kuralı fark ettik: Kuzeye gittikçe ışık artıyor ve çiçeklerdeki nektar fazlalaştıkça arıların günlük bal toplama miktarları da artıyordu.
Kuzey Kutup Dairesi balının keşfi ile ilgili öyküyü bununla bitirebilirdik ancak öyküye Oka’da, arıcılar arasında geçirdiğim çocukluğumu anlatarak başladım ve şimdi ise çocukluğum Kuzey’de devam ediyormuş gibi geliyor bana. Ruhumu kuzeye o kadar adadım ki kuzey adeta benim ikinci memleketim oldu. Dışarıdan bakan birisi bana şöyle diyebilir: “Tundrada çok sayıda güzel çiçeğin olduğunu kendi gözlerinle gördün, kurak sezonda Hibinı tundrasına geldiğinde kıyafetinin baldan ıslandığını kendi ağzınla söyledin. O halde neden vakti zamanında yetkililere arıları kuzeye getirmelerini önermedin? Kuzeydeki her çiçek bir arı bekliyor ve sen kuzeyin geyiklerle göç eden insanlarına milyonlarca pud ağrılığındaki bu bol, besleyici ve şifa verici maddeyi onlara sunmak gibi bir iyilik yapmadın?” Bu sorunun cevabını vererek Kuzey Kutup Bölgesi balının keşfini ve 1950 yılı yazında orada kovanlıkların kurulmasını anlatan öykümü sonlandıracağım.
Bütün bunlar, kuzeyde yürüyerek dolaştığım ve öyküler yazdığım yüzyılın yarısından beş yıl öncesinde yaşandı. Bazen yürüyerek, bazen önüme çıkan bir arabayla, bazen bir kayıkla, deniz kıyısındaki Kolski yarımadasında gezme fırsatım oldu ve Kutup Dairesi’nin engin boşluğunda yapayalnız kaldım. O zaman hiç kimsenin bilmediği dağlarda apatit30 mineralleri hâlâ derin uykusunda, uzanıyor, Lapland tepeleri (yanardağı) ise uyuyan insanlar gibi bulutlarda tütüyordu ve kuzey gecesinin sessizliğinde o zamanlarda işimize yaramayan Niva Nehri hiç durmadan akıyordu. O an içim keşfedilmemiş yeteneğin ürünü olan, arıların gelmesini bekleyen kuzey çiçekleri gibiydi. Bu yüzden belki de iç dünyam feci bir şekilde bölünmüştü. Bir yanım yaşama sevinci ve büyük mutluluklar yaratabilirken diğer yanım karanlık ve karamsar bir çöldü… Bu iç bölünmeye bağlı olarak başka bir keskin bölünme daha ortaya çıktı: batmayan güneşin aydınlık dünyası-kuzey gecesinin karanlık dünyası. Sanırım bu keskin ayrımın arasından arılar bile geçmeye cesaret edememiştir.
İşte böyleydim ben, kendi içinde masalcı ruhlu, gündüzleri çölleri aşan, tabiatın öykülerini yanında taşıyan, onları mutlu insanlara sunan biri gibi hissediyorum kendimi. Ben olmazsam, zavallı kuzey insanları ışıksız geçirir geceyi. Her bir tüten tepe, bana “geç, geç!” diye fısıldıyor gibiydi. Ve bir de kaba bir sözcük, “sahtekâr”31 sözcüğü aklıma saplanıyor. O dönemlerde kuzeyde yazdığım öykülerim, şarkılarım, bılinalarım32 bahçeler, bülbüller, ahududu, vişne gibi yemişli meyveler hakkındadır. Ancak gerçek hayatta o zamanlarda burada patates bile yetiştiremezdin. Peki ya süslü bahçelerin, bülbüllerin, çiçeklerin, Turgenyev’in, sevimli ve yaşlı arıcıların bulunduğu kadifemsi çayırlığı olan muhteşem memleketimin Lapland’daki tepelerden ne eksiği var? Neden benim memleketimdeki köylülere mujik demişler ki? Bizim köylülere addedilen bu durum tıpkı köle sahibi beyazların, zenci diyerek aşağıladığı ve doğuştan itibaren koyu tene hapsolmaktan başka çaresi bulunmayan insanların düştüğü durum gibi. Bizim zencilere de bazı bahtsız topraklar layık görülmüş; bu topraklar da nüfusları ve sınırları büyürken giderek küçülmüş.
Biz çocukluktan beri bu hapsolmuşluk duygusu ile büyüdük. Bilincimizde çakan ilk şimşekte cennetten kovulan insanın lanetini anlatan efsane ve alın teriyle ekmeğini kazanma durumu karşımıza çıkar. Sonrasında, gençken, aklımız insanın laneti efsanesiyle boğuşmaya başladığında insanın doğaya her daim ihtiyacı olduğunu söyleyen Malthus33‘un dehşet verici “teorisi” ile karşılaşırız: Nüfus artışı geometrik olarak artarken, yaşam ihtiyaçları aritmetik olarak artar. Daha da sonrasında, yetişkin bir adam olur, devlette işe girer ve insanın doğayla arasındaki bağa pranga vuran çara bağlılık yemini ederiz. İşte bu yüzden belki ben de bir bakıma çağımın bir kölesiyim, baldan ıslanmış kıyafetimle tundrada gezdim ve emek sarf edip arıları kuzeye götüreceğimi hiç aklımdan geçirmedim. Bu hapsoluş hissi hayatın her alanına yayılmış, hatta arıların yerel coğrafyanın şartlarına bağlı olarak kuzeyde yaşayamayacağı fikrine bile. Hangimiz karamsar ruhun kıskacındayken bu kritik çizgiyi aşma hakkımızı kullandık ki? En dürüst insan bile bizim zamanın yasalarına göre yaşamıştır: önce Sosyalist Devrim’in, sonra da bireysel mutluluğa ilişkin yetenekleri keşfetme kurallarına göre.
Bugün ise, ölüm gibi kaçınılmaz olan kaderin bana bu hayatı biçmesinin öncesinde, bir zamanlar şaşkın şaşkın gezindiğim bu yerde bugün koca koca binalar yükselmiş, kutup gecesi gün gibi aydınlanmış, çeşit çeşit sebzeler yetişmeye başlamış, tıpkı bizim büyüyüp yetiştiğimiz gibi. İşte masamın üzerinde, kristal tabakların içinde ampulün yansıması altında dans eden hoş kokulu, şifalı bir madde duruyor: Doğada bir benzeri daha bulunmayan, yalnızca yeni ve özgür insanların emekleriyle var olabilen kutup balı.
1951VYAÇESLAV YAKOVLEVİÇ ŞİŞKOV

Vyaçeslav Yakovleviç Şişkov, 1873 yılında Bejetsk şehrinde küçük bir tüccar ailesinin ferdi olarak dünyaya gelir. Demiryolu ulaşımı hakkında eğitim alan sanatçı 1882-1888 yılları arasında bu alanda çalışır. 1894 yılında ise Tomsk şehrine gelerek demiryollarındaki deneyimleri nedeniyle su ulaşım yollarındaki çalışmalarda görevlendirilir. Bu dönemde jeodezi keşif gezilerine katılır ve yeryüzü ölçme ve değerlendirme konusunda çok büyük bir deneyim kazanır. 1903 yılına geldiğinde bu tarz gezilerin birçoğunun yöneticiliğini yapar. Sibirya’da önemli nehirlerde yaptığı incelemelerdeki üstün başarılarından dolayı 1903 yılında Ulaştırma Bakanlığı’nda görev alır.
Kırsal kesimdeki halkı eserlerinde realist bir şekilde inceleyen sanatçı, 1908 yılında ilk edebi çalışmalarını kaleme alır. İlk eseri sembolist bir öykü olan Sedir Ağacı’dır (Кедр). 1913 yılında ise artık edebiyatta aktif bir şekilde yerini almıştır. Halkın günlük yaşamını, adetlerini, en önemlisi halk dilinin bütün güzelliklerini ve özelliklerini eserlerine yansıtmayı başaran Şişkov’un isminin tam olarak duyulması, 1915 yılında Maksim Gorki’yle tanıştığı zaman olur. Sanatçı, ilk öykü derlemesi Sibirya Öyküsü’nü (Сибирский сказ, 1916) Gorki’nin desteğiyle çıkartır ve eser çok ses getirir. Öykücülükte adını duyuran sanatçının en önemli eseri, yedi yılını ayırdığı üç ciltten oluşan Emelyan Pugaçov (1927) adlı tarihi destanıdır.
TURNALAR
Tuğba GÜNÖR34Kapitolina Vasilyevna Vyatkina’ya35 ithafen.
I
Ah, sonbaharın başlarında geceler dalgın ve akıl almaz derecede hüzünlüdür.
Öksüz kalmış ormanlar, tarlalar, çayırlar, kırlar ve hava canlı rüyalarla derin uykuya dalmıştı. Fakat toprak hâlâ soğumamıştı, gökyüzünde yıldızlar asılı duruyor ve geniş nehrin üzerinde hilalden kıpırdayan bir köprü uzanıyordu. Nehrin ortasında geniş sığlıktan, maviye çalan yarı karanlık içerisinden uçuşan turnaların garip çığlıkları duyuluyordu. Sonbahar kuşları güvenilir, besili, neşeli ve sıcak yerlere göç etmeden önce oyunlar oynamaya girişmişlerdi.
“Tanyuha36, hişt!… Oynaşıyorlar…” dedi Andrey.
“Oynaşıyorlarsa, hadi biz de kayığa binip gidelim,” diye karşılık verdi genç kız.
“Yaklaştırmazlar, onlar çok dikkatliler. Yanımda tüfek olsaydı.”
Ateş yanıyor. Tanyuha kızgın külün içine patates sokuyor.
Uzun, sarı ve yumuşak saçlarına siyah bir şal dolamıştı, yanık tenli parlak alnından mavi gözlerine gür tutamlı saçları sarkmıştı.
“Geçen sene dedemle balık tutmaya gittiğimizde, turnaları oynaşırken görmüştüm. Ve bir de… Denizkızı görmüştük. Kayanın üzerinde saçlarını örüyordu… Çıplaktı… O da senin gibi güzeldi. Tanyuha, bir keresinde suya girerken görmüştüm seni,” dedi Andrey, kızılağaçtan sopasını yontarken.
“Yalan söylüyorsun!’’ kızın dolgun dudakları tebessümle aralandı.
“Gördüm, gördüm… Gizlice izledim . Gömleğini çalmak istedim.”
“Utanmaz.”
Andryuha37, ateşe doğru gerildi, sigarasını yaktı, fakat birden bire kızın üzerine abandı ve ateşli bir şekilde kızı öpmeye başladı.
Genç kız kurtulmaya çalıştı, kafasını çevirdi, dudaklarını kaçırdı ve boğuk bir sesle kıkırdayarak fısıldadı:
“Duyayacak… Çekil… Yaramazlık yapma…”
Ateşin ardında içi kürk dışı deri olan bir gocuk kımıldandı ve altından bir iç çekme sesi duyuldu. Andrey yana sıçradı, Tanyuha da ayağa kalktı. Şehvetle gözleri parladı, elleri titredi. Andrey bir anda sendeledi, hızlı hızlı solumaya başladı.
Çingene karası gözlerini kızın açılmış kırmızı dudaklarından ayıramadan, ‘Hişt, oynaşıyorlar…” dedi.