Читать книгу Sovyet Öykü Seçkisi ( Анонимный автор) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Sovyet Öykü Seçkisi
Sovyet Öykü Seçkisi
Оценить:
Sovyet Öykü Seçkisi

4

Полная версия:

Sovyet Öykü Seçkisi

Lyusya devam ediyordu:

“Yine bu kitapta şöyle diyor: Seneca9, Demokritos’u “Eskiçağ’ın en ince filozofu” diye nitelendirirdi. Günümüzde hangimiz onu tanıyoruz ki? İşte şimdi, en önemlisi geliyor, dinleyiniz! En yüce mutluluk nerededir? Sadece tek bir şey önemlidir: euthymia. Eu Yunancada iyi, güzel, thymos da ruh anlamına gelmektedir. Bunu kitaptaki çevirmen, “ruhun güzel hali” olarak çevirmiş. Ruhun güzel hali!.. İnsan lezzetli bir şeyler yer, sigara içmeye başlar, kahvesini yudumlar – işte ruhun güzel hali. Ancak bunu nasıl çevirmek gerekir? Dünyayı güzel görme, iyi niyet taşıma… Tüm bunlar bizde zaten var olan ve anlamına tam olarak kavuşmuş ifadelerdir. Bize başka bir kelime lazım. Bana göre işte şöyle: mutlu bir ruh hali. Dinleyiniz ya!”

Leonid Aleksandroviç endişeli bir şekilde Anna Pavlovna ile bakışıyordu. Bu coşkunluk hali Lyusya için bile tamamıyla sıradışıydı, içindeki ateş onu adeta kavuruyordu. Ancak buna bir son vermek onu kızdırmaktan başka bir işe yaramazdı.

Lyusya kitaptan bir bölüm okuyordu:

Hedef, mutlu bir ruh halidir. Bu kavram, kendi anlayışlarına göre kimilerinin yorumladığı gibi şeytanların korkutmasına, diğer korkulara, acıya ve endişeye kapılmadan, kalbin sevinçle ve kaygısızca yaşadığı keyif kavramı ile özdeş değildir.” Demokritos, bu hali, korkusuzluk ve mutluluk diye de nitelendiriyor… İşte! Gerçekten de mükemmel değil mi?”

“Mükemmel!” diye karşılık verdi Leonid Aleksandroviç. Anna Pavlovna da buna katılarak başını salladı. Gençler, belirsizce uğultu şeklinde bir şeyler söylediler ve içten içe kayıtsız kaldılar. Demokritos’un dünya anlayışı onlar için en banal aksiyomdu, mutlu bir ruh hali de kendilerinde zaten o kadar fazlaydı ki onun propagandasını yapmak tuhaf gelmişti. Onlar, Lyusya’nın canlanma coşkusunu şaşkınlıkla izliyorlardı. Lyusya’nın nezakete ne kadar ihtiyacı olduğunu konuşuyorlardı. İra, Boris ve Val-ya birbirlerine bakıyorlardı.

“Nasıl da harika bir gece! Gidelim çocuklar, nehir tarafına doğru geçelim.”

“Haydi gidelim!”

Yüksek sesle konuşa konuşa ufukta şimşekler tarafından aydınlanan endişe yüklü karanlıkta gözden kayboldular.

Lyusya sevgi dolu bir gülümsemeyle kitabın sayfalarını çeviriyordu. Yorgun bir sesle şöyle dedi:

“Ruhun açıklığı, hayat ve acılar karşısındaki korkusuzluk – işte mutluluk budur! Lenya, canım benim, bu noktada mutluluğun ne kadar çok olduğunu anlamanı çok isterdim! Sen ise bazı “şeytanları” tamamen kendi kafandan uyduruyorsun! Of, bu şeytanlar senin sanatını da bir anda elinden çalacaklar diye nasıl da korkuyorum!..”

Aniden Lyusya’nın sesi kesildi. Gözleri bilinçsizce bakmaya başladı. Daha da solgunlaşmış yüzü omzuna doğru kaydı. Kitap yere düştü. Ve Lyusya tüm bedeniyle koltuktan yere doğru kaydı gitti.

Boris, Lyusya’yı her zaman iyileştirmiş olan Profesör Bagadurovıy’a doğru Leonid Aleksandroviç’in arabasıyla adeta uçuyordu.

Yanıp kül olan ateş, son parlak ışığıyla son kez alev aldı ve sönmeye yüz tutarak zayıfladı.

Lyusya hızla ölüme yaklaşıyordu. Çok az konuşabiliyordu. Tüm gücüyle aniden kocasına şöyle dedi:

“Lenya, biliyor musun ölümün kendisinde bile gizli bir sevinç var. Ve ölmek, bana çok ilginç geliyor. Aniden yaşamın çok ötesinde oluyorsun! Ben bu duyguyu hiçbir şekilde böyle ummazdım. Oh, nasıl da güzel!”

Leonid Aleksandroviç, onu Moskova’ya götürmek istiyordu. Ancak Lyusya ısrarla reddediyordu.

“Bu kadar tedavi ve kaplıca yeter. Bana artık hiçbir şeyin yardımı dokunmaz, ben ise sararan akağaçları, açık havada ışıldayan örümcek ağlarını, serçelerin gece titremelerini görmek istiyorum.”

Gün geçtikçe Lyusya daha da fazla zayıflıyor ve güçsüzleşiyordu. Kansızlık sorunu hızla artıyordu. Kulaklarında hiç dinmeyen çok eziyet verici bir ses çınlıyordu.

Leonid Aleksandroviç başını hafifçe eğdikten sonra Lyusya’nın yatağının başucuna oturdu. Yağmur pencerelere vuruyor, gök gri renge bürünüyor, sarı yapraklarını saçarcasına havaya fırlatan dişbudak ağacının dalları rüzgârın altında çırpınıyordu. Lyusya, boylu boyunca uzanmış, gözleri kapalı bir şekilde yatıyordu ve adeta kendi kendine konuşurcasına kısık bir sesle şöyle mırıldandı:

“Kulaklarımda nasıl da tuhaf bir çınlama var! Sanki bin tane çekirge etrafımda cırıldıyor. Bizim Opasovo’nun10, büyük bahçemizin temmuz güneşi ile sarmalandığı çocukluğum aklıma geliyor.

Orada uzakta acı bir hava parıldıyor,Uyukluyormuşçasına sallanıyor,Öylesine can sıkıcı, uyku getirici ve ağdalı kiÇekirgelerin dinmek bilmeyen sesi!..

Daha sonra ise gece oluyor. Günün ardından sıcak taş sundurmadan boğucu bir hava solunuyor. Çiy düşüyor. Cırcır böcekleri kaygısızca cırıldıyor… Nasıl da güzel!”

1948

ALEKSEY PAVLOVİÇ ÇAPIGİN

(1870-1937)

5 Ekim 1870 tarihinde Arhangelsk vilayetinin Plesetskiy bölgesine bağlı Zakumihinskaya’da köyünde köylü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. 10 yaşına geldiğinde ilkokul ikinci sınıfa kabul edilir, fakat iki yıl devam ettikten sonra annesi ve dedesi vefat eder. 1883 yılında Petersburg’a giderek, çırak ve boyacı olarak çalışır. Petersburg’da kaldığı dönemde sembolistlerin toplantılarına sıkça katılmaya başlar. Devrimden sonra A. V. Lunaçarski ve Maksim Gorki ile birlikte çalışarak, bazı proleter kültür ve eğitim derneklerinin yayınlarında yer alır. İlk öyküleri işçilerin hayatıyla ilgilidir ve edebi kariyeri 1903’te Görünenler (Зрячие) adlı denemesinin yayımlanmasıyla başlar. Tayga doğasını konu edindiği Beyaz Hücre (Белый скит, 1912), Lebyaj Gölleri Üzerinde (На Лебяжьих озёрах, 1918), Benim Hayatım (Жизнь моя, 1929) adlı öyküleri; Aylaklar (Лободыры, 1923), Beyaz Ova (Белая равнина, 1924) ve Kar Yağmadan Önce (Перед снегом, 1925) hikayeleri, daha sonra ise özgürlükçü hareket doğrultusunda kaleme aldığı tarihi roman Razin Stepan (Разин Степан, 1924-1927) ve bir macera romanı olan Gezen İnsanlar (Гулящие люди, 1937) yayımlanır. Roman, öykü ve hikâyenin yanı sıra birkaç tiyatro oyunu yazar, sinema alanında çalışır ve ilk sesli film olan Altın Dağlar (Златые горы, 1931)’ın senaryosunu yazar.

Çapıgin, 21 Ekim 1937’de Leningrad’da yaşamını yitirir.

AYLAKLAR

Mesude ARKIM11

Nehir genişçe ve kasvetliydi. Nehrin arka tarafında sapa bir yerde bir köy bulunuyordu. Burada köyler oldukça azdır. Nehir doğuya doğru akıyor, bir yerde kuzeye dönüyor ve döndüğü yerde oluşan çağlarca12 gürlüyordu. Çağlarca-da gece gündüz, yaz kış demeden sular köpürmekteydi.

Beyaz uçurtmaya benzeyen bir martı uçuyor, bu yalnız martının arkasındaki gölgesi de yokuş boyunca zaman zaman arkasında kalarak uçuyordu. Kızıllığıyla parlayan kocaman güneş ise yavaş yavaş batmaktaydı.

Çağlarca gürlüyordu. Kıyılarda bir yerlerde ovalar henüz biçilmemişti. Çimlerde sarı gövdesiyle minik bir papatya görünüyordu. Beyaz ve pembe renkli bir yonca ise çimlerin arasından bakıyor gibiydi.

Nehirden ıslak çam kokusu geliyor, sağanak yağış, tepelerden çavdar kokusu taşıyor, ileride, yol üzerinde yığılmış bitki demetlerinin şapkaları görünüyordu.

Nehir kenarı boyunca köylüler ve delikanlılar, evlerinin düzenli, fakat bir o kadar da tembel kargaşasını büyük bir özlemle hatırlayıp birbirleriyle konuşarak yürüyorlardı. Delikanlılar ise kıyılara yapışan alaşımı zıpkınlarla sürüyorlardı.

Kütükler nehirde birer yarışçı gibi miskin miskin yuvarlanıyor, ağır ağır kımıldıyor, çağlarcanın eğimine giden akıntıya düştüklerinde daha hızlı yüzmeye başlıyor ve çağlarcaya çoktan varmış oluyorlardı. Taşlara değdiklerinde sanki onların engel olmalarına kızmışçasına sağa sola sıçrıyorlardı. Kütükler çağlarcanın eğimi altındaki taşlara tutunuyor, karşıdan gelen kütükler ise onları sıkıştırıyordu. Su tıslıyor, ıslık çalıyor, arkadan gelen yeni kütükleri yakalıyor ve düzensiz bir yığın halinde biriktiriyordu. Sıkışan tomruk yığını da büyümeye devam ediyordu.

Su, daha kızgın bir hal alıyor, kütükleri bir yukarı bir kenarlara doğru dağıtıp duruyordu. Kütükler gıcırdıyor, hışırdıyor ve sakince yerlerini aldıktan sonra daha da fazla tomruk yığını oluşturarak, insanlarda derin bir kaygı yaratıyor ve bu sıkışıklığı açmak için büyük bir emek gerekiyordu.

Kıyıda tırpanla geçen insanlar ara ara bağrışıyorlardı:

“Çocuklar-lar!”

“Ne oldu?”

“Çağlarcaların kenarında bir kütük battı-tı!”

“Ev cini de onunla batsın-sın!”

“Demek oluyor ki, müfettiş bir hafta kalacak!”

“Ateşin kenarında uyuyalım!”

Alaşımın yerine ulaşıp ulaşmaması, ellerinde tırpan olan insanların umurlarında bile değildi. Bildikleri tek şey, kendilerini Yürütme Komitesi’nde toplayıp sürgüne gönderdikleri ve bir hafta sonra da değişim olacağı idi. Ama değişim gerçekten olacak mıydı, bilmiyorlardı.

Güneş battı, etraf hızlıca kararmaya başladı. Her yer sessizleşti. Sadece tomrukların sıkışıklık meydana getirdiği yerde çalışmalar kesintisiz bir şekilde devam ediyordu. Çağlarcanın yanındaki taşlar alaşımın başına tutunuyor, su ise kütükleri kuyruğundan sürüklüyor ve kütükler sıkışıklığın olduğu yere doğru uçarcasına akıntı boyunca ilerliyordu.

Çalılıklardan, kıyılardan ve koruluklardan insanlar gruplar halinde kütüklerin oluşturduğu tıkanıklığa doğru ilerliyorlardı.

“Mola-a çocuklar-r!”

Sarp kıyıdan işçi başının siyah sureti ses verdi:

“Aylaklar, mola!”

“Lak-lar-lar – - -ar!” Ses nehir boyunca uçsuz bucaksız yankılandı.

“Dedik ya, haydi! Mola veriyoruz…”

“Uyuyun siz! Hiç çalışmayın zaten!”

Kıyılar simsiyahtı. Nehrin suyu donuk bir şekilde parlıyordu. Kütüklerin üzerinde sessizce hareket eden köpük ise ışıldıyordu. Rüzgârın uğultusu suyun gürültüsüne karışıyordu. Dalları ve tepeleri sallanarak kıyılara kadar yaklaşan yaşlı orman, gürlüyordu.

Kuzeyin ışıltısı alevlenerek siyah duvarlarla çevrili ağaçlardan oluşan ormanı, çam ağacının gövdesini, akağacı ve köknarı bir anda ayırdı. Yeşil ve beyaz renkli pırıltılar içinde, dar boğazın ortasında uzanan kütük yığını açıkça görülüyor, giderek ulaşılması zor bir hal alıyor ve felakete yol açacak şekilde büyüyordu. İşçiler ise kendi aralarında konuşuyordu:

“Çocuklar, nehir bize köprüler döşüyor!”

“Aylaklara mezar düzüyor!”

“Çocuklar-r! Kimin yanında kibrit var?”

“Balta ile kesebilirsen, kütüklerden istemediğin kadar kibrit çıkar!”

Baltalar ses çıkarıyor, ağaçlar hışırdıyor, kamp ateşleri sıçrayan alev dairelerinin etrafını sararak birbiri ardına yanıyor, nehir boyunca kırmızı lekeler halinde parlıyordu.

Dağın tepesinde, nehrin alt tarafında bir zamanlar bir köy vardı, fakat artık yok. İzbeleri kaldırdılar, hamamlar ise bir yerlerde kaldı. Tepe üzerindeki hamamlardan birinin önünde bir nöbetçi sureti görünüyor ve belli belirsiz kararıyordu. Koruduğu mekân gibi terkedilmişe benziyordu. Hamamın penceresinden loş bir ışık geliyor ve iki kişi zaman zaman haykırarak şarkı söylüyordu:

Ayı boynuzundan nasıl da tuttu ineği!E, artık gencim, değilim kocamın uşağı!

Kulübe kilerinin yakınında duran sandalın üzerinde, sacayağının altında işçi başı ve orman müfettişi çay hazırlıyorlardı.

Kıyıda işçiler lapa ve çorba kaynatıyordu. Ateşin yanında kâh siyah kâh gri eski püskü giysiler, ara ara kırmızı bir gömlek parçası ve katranla kötü bir şekilde boyanmış çizmeler, zaman zaman da ıhlamurun iç kabuğu ya da çıplak bacaklar ve katılaşmış ayaklar parlıyordu.

“Su değirmeni gürüldüyor” dedi biri. Diğerleri ise kendi fikrini söylüyordu:

“Baykal’dan rüzgâr esiyor! Şuna bakın, yarın yağmurla birlikte nemli ve bulutlu bir hava gelecek.”

“Evet, yağmur fena ıslatacak… Şeytanlar da hamamda şarkı söylüyorlar.”

“Onları ıslatmaz! Onlar üşümez…”

“Yakacak odun çok, fakat ormandan yakacak odun alınmaz…”

“Peki, kardeşlerim, hamamdakiler kim?”

“Eski işçiler! Haritanko ile Sısovlu Mikişka13”.

“Bak sen! Peki, niye buradalar?”

“Üstler onlara “işten kaytaranlar” diyor.”

“Yalan söylüyorsun!”

“Peki, sana göre nasıllar?”

“Komiser ve iki arkadaşı onlara “içki arkadaşları” diyor. Bak, kaçak içkiyle hamamda kafayı çektiler.”

“Bu işin peşini bırakmayacağım, şehirleri de kontrol edeceksiniz!”

“Bırakacaksın!”

“Bırakmayacağım, olmaz.”

“Bırakacak, çünkü onlarsız asla…”

“Ee?”

Diğer ateşin yanında biri şunları anlatıyordu:

“Dolaştım, dolaştım, açlıktan takatim kesilmiş ve üşümüştüm, kiliseye girdim…Kilise karanlıktı, bir çıra yanıyordu. Rahip bir şeyleri öğütüyordu ama ne olduğunu seçemiyordum. Rahibin de soğuktan dili dolaşıyordu. Baktım, bir kenarda tabut duruyor, şeker kutusundan yapılmış tabutun üzerinde de farklı yerlerde: “Sinitsın’ın Alışveriş Dükkânı” yazıyor. Satıcının karısının öldüğünü düşündüm ve rahip de amma dilenci çıktı, diye sorguladım. Boş verip, yiyecekleri düşünmeye başladım, çünkü mucize yaratanlar, eğer çocukların karınları açlıktan sırtlarına yapışırsa, dine çok bağlı olmayacaklarını biliyor. Hey, çocuklar! Yakında açlık sizden bize geçecek farkında mısınız?”

“Hiçbir şeyin farkında değilim! Size hiçbir şey dokunmuyor, hepiniz koruma altındasınız.”

Aynı ateşin yanında diğer taraftan başka bir ses:

“Böylece köye geldi, silah aldı.” “Hâlâ asilzade sınıfındanım ben, hey gidi komünist fakirlik!” “İzbesi eski, fakat büyüktü. Her zamanki gibi pencerelere ve ikonlara ateş etmeye başladı. Kardeşinin atlarını tekneye koşar, tekneye tekerlek takar, kazıkla ittirerek sanki suyun üzerindeymiş gibi giderdi – şaka tabi ki. Gençler önünde, yaşlı kadınlar arkada yürüyorlardı. Aptal bir kadın buldu ve onunla evlendi. Brr! Sonbaharda soğuk erken bastırdı, izbe buz gibi oldu, saman üzerinde uyuyorlar, pencereleri yastıklarla tıkıyorlardı. Rahip bu çılgın kadının çocuğunu korudu ve gökyüzünün hâkimiyeti devam etsin diye öldü.”

Etraf çim kokuyor, nehirde su akmaya devam ediyor, ateşin dumanı tütüyordu. Yeni yetmeler çalışıyor, en yakınlarında bulunan çiti ve ardıç çalılığını kesiyor, kestiklerini ateşe atıyor, alevler titriyor, küçük yıldızlar karanlık gökyüzüne saçılıyordu. Nehrin yarısına kadar uzanan dalgaların tepelerinde çavdar yeleleri dans ediyordu. Kıyılarda pürüzlü derelerin karanlık parıltısında insanların gölgeleri dolaşıyor, şelalelerin gürültüsü duyuluyordu.

Diğer ateşin yanında birisi yüksek sesle masal anlatıyor, insanlar oraya doğru gidiyor ve git gide kalabalıklaşıyorlardı. Hatta aşağıdan ateş görünmüyor, sadece yüzler ve kafalar parlıyordu.

“İki ihtiyar vardı. Ne kardeşleri ne de çocukları vardı ve “Ahmakça yaşadık” diye düşünüyorlardı. Birisi “Satış işine girelim”, diye düşündü. “Peki hangi malı getirelim, ya da bütün yaşlı kadınları neden et için keselim?” “Hayır, neden yaşlı kadınları keselim? Sen kızağa kar koy ben de kum koyayım da birlikte şehre gidelim.”

Tepenin üzerinde şarkı söylüyorlardı:

Bütün kocalar evlenene kadar iyidir.Eşlerine kunduz derisi giydirir.

“Bak şeytana!”

“Eh, evet! Çocuklar-kardeşler! İhtiyarlar mallarını satamadan eve dönüyorlardı. Biri yine, “Malları takas edelim mi?” diye düşündü. “Haydi, edelim,” dedim. “Ben kar alacağım sen de kum al. Ancak kum kardan daha pahalıdır. Kar erir, fakat kum asla erimez. Ek olarak da üç kapik istiyorum.” “Pekâlâ, evde vereceğim” dedi. Yaşlı adam eve geldi ve evde hatırladı: “Üç kapiği papaza verdim, daha da param yok,” dedi. Diğer yaşlılar da onun fakir olduğunu bildiklerinden, borcunu istemeyeceklerini biliyordu. Düşündü, taşındı ve dedi ki:

“Yaşlı kadın, şapele gidelim, soyunayım, sen de beni tabuta yatır. Komşu, borcunu istemeye gelecek, sen de ağlayarak, “Öldü” de. İhtiyar kadın herkesi işletti. Sadece diğer ihtiyar adam ona inanmayarak tabutun yanına geldi, şapelin altına girdi, bekledi ve şöyle düşündü: “Yalan söylüyorsun, yemek yemek isteyecek ve canlanacaksın.”

Cani koca sürekli kötülük yapardı.Ne sansar kürkü ne de samur alırdı…

“Şarkı söylemeye başlayın da görün bakalım banyo cinleri sizi nasıl da şehre götürecek!”

“Şeytandan bile korkmuyorlar!”

“Öyle işte… Yaşlı adam şapelin altına yattı ve pek çok insanın geldiğini hissetti. Hatta gelenler arasında haydutlar da vardı, kiliseyi soydular. Çalınanları paylaşmaya başladılar, çete başı, “Kılıcı hazırlamak gerekiyor, saat düzgün çalışmıyor, almaya geliyorlar” dedi. Kılıcını çıkardı ve çarparak “Rahmetli, yani ölü bir beden burada, kılıcını bir deneyeyim bakalım, keskin mi?” “Yoksa şimdi kesmeyecek misin?” dedi. Şapkasını bir kenara attı, kollarını ellerini kaldırır gibi sıvadı, yaşlı adam ise korkudan tabuttan çığlık atarak fırlamasın mı? “Bütün ölüler, tabutlarınızdan kalkın!” diye bağırdı. Diğer yaşlı adama ise korkunç bir varlık göründü, o da yerde kımıldamaya, kafasını vurmaya başlayınca haydutlar kaçmaya başlamasın mı? Beş verst kadar kaçtılar, sonra fikirlerini değiştirdiler. “Kardeşler-çocuklar, kaç ölü dışarı fırlamış bakmak gerekiyor.” Ancak kimse gitmedi, daha sonra birisi bulundu ve “Haydi gideyim bir bakayım, siz de bekleyin!” dedi. Şapele sürünerek yaklaştı, duvarın yanında durdu ve dinlemeye başladı: “Bana üç kapik borcun var, bu yüzden çete başının şapkasını alıyorum.” Haydut kendi grubuna döndü ve “O kadar fazla ölü varmış ki, bizim kaçarak onlara yaptığımız iyilik, senin şapkanı üç kapiğe paylaşamayacak kadar yetmemiş onlara, Ataman!”

“Uyumak gerekiyor,” dedi biri. Başka bir yerde hikâye devam ediyordu:

“Demirciye demir getirdiler. “Bundan bir balta yap,” dediler. Demirci “Tamam, yarın gel,” dedi. Ertesi gün geldi. Demirci “Olmadı, balta olmadı, bundan bıçak olur,” dedi. Müşterisi “Canın cehenneme, tamam bıçak yap,” dedi. O da “Tamam yarın gel,” dedi. Ertesi gün geldi. Demirci “Hayır, bıçak çıkmadı,” dedi. “Peki, ne çıkacak?” “Biz14 çıkacak, tarımda işe yarar. Yarın tekrar gel.” Ertesi gün tekrar geldi. Demirci, “Hayır, olmadı biz çıkmadı,” dedi. “Senin elinden ne çıkacak o zaman?” “İğne çıkacak,” “Ne zaman geleyim?” “Dur, gitme, daha ölmedik ya!” Demiri aldı, kızdırdı ve suyun içine attı, demir cızırdamaya başladı. “Bak, bu sefer amacına ulaştın!”

“Böyle her şeyi yapan demirci çok!”

“Hey! Dinle! Komiser geliyor.”

“Bırak gelsin!”

Komiser, işçilere doğru yaklaştı. Ateşin yanında yol açıp, komisere yer verdiler. Komiser kütük parçasının üzerine oturdu, tabanca kılıfını düzeltti, daha sonra herkese sesini duyurabilmek için yüksek sesle ve tane tane konuştu:

“Yoldaşlar, alaşım sürmede kim daha usta ve gözü pek?”

“Atılgan burada çok!”

“İşe yaramaz köylüler var!”

“Burada nehrin çevresinde ve nehrin kenarında kaç kişisiniz?”

“Yeni yetmelerle birlikte yüz beş kişi toplanır!”

“Aranızda kim tomruk tıkanıklığını düzeltiyor?”

“Doğruyu söylemek gerekirse, böyle biri yok.”

“Yok mu? Nasıl olur?”

“Yok işte, ne sandın ki!”

“Yalan söylüyor yoldaş komiser!”

“Ben de böyle bir şey olamayacağını düşünüyorum! Gerçekten bu kadar insan içinde tıkanıklığı düzeltecek hiç kimse yok mu?”

“İki kişi var, onlar düzeltmeye çalışıyorlar!”

“Onları buraya çağırın o zaman!”

“Çağıramam, mümkün değil, orada nöbetçi var!”

“Ah, hamamdakiler mi? İşten kaytaracaklar mı?”

“Olamaz! Bu kadar zamandır hiçbir şey yapmadılar mı?”

“Hiçbir şey! Sadece sarhoşlukla vakit geçirdiler, balalayka ya da akordeon çaldılar ve tomruk sıkışıklığı olduğunda çalıştılar ve bu yüzden onlara az para verdiler.”

Komiser kalktı, yokuş yukarı hamama doğru gitti. Arkasından biri bağırdı:

“Boş versinler, nihayetinde düzeltirler!”

Dumandan siyahlaşmış duvarları, parlayan siyah çatısı ve siyah ocağıyla bu siyah dar hamamda siyah rafta dört adet yıpranmış lapti15 görünüyordu; rafın arkasından komisere doğru dört adet göz bakıyordu. Duvardaki oyuğa çırayı batırınca katran akarken çıra tütüyordu. Çıradan ışıktan ziyade duman çıkıyordu. Duvarın uzun köşesi, külün gri kenarlarıyla çevrelenmiş ateşin önünde yılan gibi kıvrılıyordu. Küçük pencere canımın yanında sönük ve cansız bir akis görünüyordu.

Komiser geldi, kasketinin tepesini kirletmemek için eğilerek, bacağı kırık olan sırayı duvara sağlamca yaklaştırdı ve oturdu.

“Sen gelsene! Yoldaş komiser… Yoldaşın kendisi… Şerefin ta kendisi, duyuyor musun? Hariton, hey, duyuyor musun?”

“Kovalayın onu!”

“Kaçıyor muyuz diye bakmaya geldim. Kaçmayacağız.”

Bütün kocalar evlenene kadar iyidir!

“Dinle, bekle, Hariton!”

“Bekliyorum. Bizim şehre alışmamızı istiyor… Evet, bekleyecek!”

“Sizinle konuşmaya geldim, yoldaşlar.”

“Biz yoldaş değiliz. Biz Sısova köyünün yurtsuzlarıyız.”

“Dinleyin! Eğer tıkanıklığı düzeltirseniz, sizi özgür bırakacağım, ödül olarak tayın vereceğim.”

“Vardiya değişecek mi? İşçilere Maslenitsa bayramı geliyor demek!”

“Aynen öyle! Hiçbir şey yapmanıza gerek yok, kadınlar ve genç kızlar da çok, takın birini kolunuza da gezin!”

“Başlayacak mısınız?”

“Nehirdeki sıkışıklık amma da büyük bir sıkışıklık. Önce zıpkınla, sonra hiç olmazsa ezerek açmak gerek.”

“Nöbetçiyi ben uzaklaştırırım. Ateşin olduğu yere gidin ve yarın başlayın!”

“Ticaret yapmak gerekiyor yoldaş, ticaret olmadan başlayamayız!”

“Peki, siz burada ne için oturduğunuzu biliyor musunuz? İçtiğiniz, benim yakaladığım kaçak votka ve sabotaj için buradasınız Herkes çalışırken siz yoktunuz ve işçi başından zıpkınları alamadınız.”

“Neden buraya gelmedin yoldaş? Ama nehir kıyısı karanlık. Gerçi zıpkınları almadık ama ne işimize yarayacak? Kütükleri bu köylüler değil, delikanlılar itebilir. Bizim işimiz kütükleri kırmak. Senin kuralın ise şu, yoldaş: “Herkes yerinde olsun, işleri yapmasın ama işten de kaçmasın. Çalışma ama haylazlık et!” Bizim kuralımız ise şu: “Çalışırken şarkı söylersin, daha sonra hüzünlenmeye başlarsın. Bir bakarsın ki bitlenmişsin. Sonra iki zekinin üç yüz aptal için çalışması gerekene kadar balalaykalar ile birlikte gezeriz.”

“O zaman zıpkınları verin!”

“Bu kadar hikâye yeter! Tıkanıklığı açmaya gitmeyin, devrim mahkemesi sizi kaçak votka içmekten ve işten kaytarmaktan yargılayacak! Anladınız mı?”

“Boş iş! Kendin bizi ele veremezsin. Gerçi senin kanunlarına göre yoldaş, yargılamak gerekiyor… Kaçak votka yapan kişi çavdarın kalan son libresini kaynatıyor, kiselin16 tadını bozuyor ve öyle içiyor, işe yaramaz, lanet adam! Hariton ile birlikte bir gün içtik ve yarı sarhoştuk. Sonra su içtik, maya da karnımızda mayalandı, hem de midemiz bulana bulana!”

“Bu kadar kötüyse neden içiyorsunuz?”

“Şehirde kaçak votka işindekileri bulmak kolay iş, orada çok fazla polis var ve insan çok… Köyde kaçak votka yapanlarla iş daha zor, alan dar ama kanun fazla işlemiyor.”

Komiser onları hor gören bir ifadeyle gülümsedi:

“Peki, köyde kanun nasıl olmalı sizce?”

Hariton, is içerisinde kalmış bir yüz ve nasırlaşmış ayağıyla sallanarak rafa oturdu ve şöyle dedi:

“Basit! Benim düşüncem şu, yeni yetmeler, yani gençlik içmesin diye tohum eken yaşlısından yetişkinlere herkese votka verilsin! Eğer birer domuza dönüşürlerse, kilere koy da ara vermeden çalışsınlar. O zaman benim hesaplarıma göre, kaçak votkacılık yok olur ve amaçları ekmek olur. Kim burda17 içmek istesin ki? Eski birer ayyaş olan yaşlıları kurtaracak bir şey yok, içkiye para harcıyorlar, belki de korkuyorlar.”

Rafın üzerinde yatan arkadaşının gömleğinin ucundan tuttu:

“Yönetimin önünde uygunsuz bir halde oturmak da neymiş Mikifor, neden yatıyorsun!” dedi.

“E, sizinle bunu konuşmaya gelmedim. Sizi neyin beklediğini biliyorsunuz,” dedi komiser sertçe.

Nikişka uzandı ve uzandığı yerden konuşmaya başladı:

“Gözünüzü korkutmayın korkaklar! Düşünün: kaç kere ölümün kıyısından döndük biz? Sen bizi kurşuna da dizebilirsin, o zaman nehirdeki tıkanıklığı bir arşın bile ilerletemeyeceksin. Tüm güç bizde. Biz aranan iki ahmak komşu, serseri Mikişka ve Haritanko… Zamanında votkayı kovasıyla içer, ucuza çalışır, hayatımızı aptalca geçirirdik, ama sen bizi adam etmeye, korkutmaya kalkma. Ateş et haydi, tıkanıklık çağlarcada öyle dursun kalsın, kokuşsun, bahçedeki su cininin pek hoşuna gider. Fakat duyduklarım doğruysa, yönetim seni de ormanın arkasında yargılamaya götürecekmiş!”

Komiser alçak tavanın altında kafasını eğerek ayağa kalktı. Aynı ses devam etti:

“Nöbetçiyi sen uzaklaştır. Zaten tepe dik ve sağanak yağış alıyor, üzerine rüzgâr esince duramaz. Başka türlü kaçamayız, sen nöbetçinin yanında kal da bizim yerimize uyu bari uslu uslu!”

“Nöbetçi asker bir kadın değil ve görevlendirildiği yerde olmak zorunda! Bir kere daha soruyorum size, Hariton ve Mikifor, tıkanıklığı açmaya gidecek, bu görevi yerine getirerek, üstlerinizden övgü alacak mısınız, yoksa…”

“Eğer ikimiz için alkol verecek, bir libre sigara ve yaşlı kadınlarımız için çay ve şeker verecekse kaldıralım!” dedi diğer bir ses.

bannerbanner