
Полная версия:
Seçme Eserler
Bu olaydan sonra dünyada hiçbir mala, hiçbir şeye ne gözüm ne de gönlüm düştü. Hiçbir şeyi sevemedim.
Almaçuar benim yüreğimdeki yere, göğe, insanlara ve her şeye olan sevgiyi alıp kendisiyle birlikte götürdü.
Kazan Şubat, 1922.ÇOBANLAR
I
Ben aşağıdan, hayatın ta dibinden yükseldim.
Babam çobandı; uzun boylu, geniş alınlı bir ihtiyar.
İsmi, Eptireş. Annemi hatırlamıyorum. Ben bir buçuk yaşıma gelmeden kara toprak almış. O çok mu güzeldi yoksa çok mu mukaddesti, her ne özelliği varsa artık, herkes annemi iyi birisi olarak yâd ediyor, birçok insan onu gözyaşı ve özlemle anıyordu. Babama annemi birkaç kez sordum ama cevap vermedi. Babam, her zaman az konuşan, ağır hareketli bir adamdı.
Sadece biraz büyüyüp insanların arasına karışmaya başlayınca annemin feci ve güzel hayatını başkalarından duyarak onu zihnimde biraz da olsa canlandırmaya başladım.
Lâkin annemin zihnimde canlanan görüntüsü sisli ve yarı karanlıktı.
Annem, büyük bir dağın arkasındaki zifiri karanlık ormanın içindeki tek evde yalnız başına yaşayan derebeyinin biricik kızıymış. Gençliğinde babam onların ırgatıyken annemle babam birbirlerini sevmiş, şafak sökerken su kenarındaki bahçede buluşmaya başmışlar. Daha sonra derebeyi bu buluşmaların farkına varmış ve ırgatını da kızını da evinden kovmuş galiba. Tam olarak bilmiyorum ama bunun gibi birçok hikâye anlatıyorlardı. Onları çok duydum fakat bir türlü anlam veremedim.
İnsanların ormanı anmaları, oradaki yalnız ihtiyar bir derebeyinin kızına duydukları özlemi anlatmaları, o kızın babamla tan vaktinde birbirlerine açılarak bir yerlere kaçtıklarını söylemeleri, bunların hepsi bana masalların birinde anlatılan bir ihtiyarın incitilmiş küçük oğluyla kaderini ona bağlayan padişahın kızını hatırlatıyordu. Çünkü elinde kırbacıyla yürüyen yırtık giysili, kırışık yüzlü, sert bakışlı ihtiyarla halkın dilinde destan olan gencin heyecanlı suratını ne kadar çabalasam da bir araya getirmeyi başaramıyordum.
II
O zamanlarda bir değirmencinin yanında yaşıyorduk. Bir yanımızda çıplak gri taşlarıyla gökyüzüne yükselen yüce dağ, diğer yanımızda ise gece gündüz uğuldayan karanlık orman vardı. Biz de tabiatın bu iki kuvveti arasında sıkışmışız. Dağın yanık büyük taşları arasından gürüldeyerek kuvvetli bir ırmak akıyordu. Bizim değirmenimiz burada kurulmuş.
Ben burada yalnız büyüdüm.
Babam gün boyunca sürüyü güdüyor, akşam eve döndüğünde ise sessiz sedasız karanlık bir köşeye çekiliyordu. Sabah kalktığımda onun gittiğinin farkında bile olmuyordum.
Değirmenimiz köyden uzak olduğu için ben köye çok nadir giderdim. Hayat, önceleri bana bu değirmenden ibaret gözüküyordu. Su coşarak akıyor… Orman uğulduyor… Hayat da gece gündüz bu değirmenin etrafında dönüyordu. Ben, sanki bu akışa kapılmış ömrümün nasıl geçip gittiğini ve oyuna dalmanın, çocukluğun ne olduğunu bilmeden yaşıyordum.
Rüyalarım gerçeğe benziyordu. Gerçekte olanlarla rüyalarımı birbirinden ayırt edemiyordum. İşte her zaman benim peşime takılıp dolaşan kocaman kulaklı, gür tüylü, sakin yaşlı köpeğim Sarbay. İşte değirmencinin gecesi gündüzü yokmuş gibi görünen hayatı, sürü sürü kazları ve ördekleriyle uğraşan eşi… İşte ırgat; geniş enseli, uzun sakallı, her yeri una bulanmış bir dede. Ömrüm, bunların arasında geçip gidiyordu. Lâkin bilmiyorum, bunlar düş mü yoksa gerçek mi?
Yaz ayları bambaşka, onlar tekdüze geçiyordu. Gündüz dağların arasında dipsiz derin çukurların kenarında yürüyordum. Akşamları eve dönünce yavaşça esen rüzgâr ile ağaçların hafifçe uğuldamalarından dolayı yüreğimi saran korkudan karanlık köşeye çekilip uyuyordum.
Yaz böyle geçiyordu ama kış ayları çok zor. Irmaklar donuyor, yaşlı orman kefeni andıran beyaza bürünüp daha da yaşlanmış gibi görünüyordu. Günler kısa, geceler ise uzun, ağır, sakin ve korkunçtu. Bunlar yetmiyormuş gibi insanlar da kurtlardan söz etmek için fırsat kolluyordu.
Gerçekten de var mı, yoksa korkumdan mı kaynaklanıyordu bilmiyorum ama ormandaki ağaçları çatırt diye yaran kara kışın ayaz gecelerinde, aç kurtların gökyüzüne bakarak uluduklarını duymuş gibi oluyordum. Sabah olunca bazı günler evin önünde yeni izler görünüyordu. Irgat Dede, bunların kurt izleri olduğunu söylüyordu.
Benim için ancak güz günleri kolay geçiyordu.
Ekin biçme işleri bitince tahıllar toplanıyor ve değirmenin içi insanlarla doluyordu. Çoğu zaman babaları ve ağabeyleriyle birlikte çocuklar da geliyordu. Onlarla oyun oynar ve bambaşka bir dünyada yaşıyor gibi hissederdim kendimi.
Bir gün babasıyla birlikte çok güzel bir kız geldi. O küçücüktü fakat acayip canlı, kıpır kıpır ve oyunbazdı. Derler ya, bazı insanlar, Allah’ın emriyle ezelden beri beraber yaratılırmış.
Sara’yı ilk gördüğümde, işimi gücümü bırakıp onların arabasına yaklaştım ve gözlerimi gözlerinden alamadan konuşmaya başladım. Birkaç dakika sonra biz, artık ömürlük dost olmuştuk.
Ben onu dağlara, ormanlara götürdüm. Ona ufak, rengârenk ve pırıltılı dümdüz taşlar ve güzel çiçekler topladım. Köye döneceği zaman Sara beni çağırdı. “Benim birçok bebeğim var. Atım da var, birlikte oynarız,” dedi. Babası da arabalarına binip onlarla köye gelmeme razı oldu.
Bense, beraber olduğumuz o bir iki saat içinde ona küsmeyi bile başarmıştım. “Bugün burada kalayım, yarın gelebilirsem gelirim,” dedim.
O günden sonra köy, beni kendine çekmeye başladı.
Sabahları uyanınca oraya gitme ve güzel Sara’m ile birlikte oynama ümidi, kalbimi heyecanla dolduruyordu.
Fakat oraya gidince heyecanım azalıyor, Sara’nın bir sürü oğlan çocukla birlikte oynaması, beni de onlardan biri olarak görmesi kalbimi kırıyordu.
Oyunlarına katılmadan bir müddet Sara’ya gözlerimi dikerek kenardan seyrediyorum, sonra da kimseyle konuşmadan evime dönüyorum.
Kalbim kırılıyor, bu durum bana çok ağır geliyordu. Böyle zamanlarda nedense annemi özlüyordum. Kendimi kucağına atıp uzun uzun ağlamak istiyordum. Dünyanın bana acımasızca davranmasından dolayı yüreğimde oluşan kederi gözyaşlarımla boşaltmak istiyordum. Fakat annem mezarda… Başka kimse de beni onun gibi şefkatle sevmiyordu… Kimse benimle ilgilenmiyor, ben de hiç kimseyi kendime yakın görmüyor, hiç kimseyi sevmiyor ve sevemiyordum…
İşte o an yalnızlıktan canım acıyordu. Allah’ın karşısında diz çöküp ağlayarak hangi günahım için bu kahırlara uğradığımı sormak ve yalvarmak istiyordum.
Lâkin o uzakta, benim yakarışım ona erişemiyor!
III
Şimşek çakınca değirmene yıldırım düştü ve değirmenimiz yandı. Ben şaşırdım kaldım. Şimdi biz ne olacağız, bizi artık nereye gönderirler? Fakat babam sanki rahat bir nefes almış gibi görünüyordu. Sanki bu yıldırımı Allah’tan gelen bir uyarı olarak görüyordu.
O, çoktandır:
– Buradan göçmek lâzım, diye düşünüyordu. Azıcık canı sıkıldığında:
– Neredeyse bir Rus’un evinde can vereceğim, görüyor musun Allah’ım, diye çok üzülüyordu. Yıldırım onu kurtardı.
Babam, kışın orman bekçiliği yapıyordu. Galiba çok iyi bir bekçiydi çünkü köye gitmek istediğini söyleyince, Rus adam:
– Ne olur, gitmeyin. Değirmeni yeniden inşa edeceğim, en iyi şekilde yaptıracağım. Size rahat bir oda da ayırırım. Senin gibi dürüst bir insan bulmak zor, diye yalvarsa da babam onu dinlemedi.
– Olmaz, epey yaşlandım. İmamdan, camiden uzakta yaşamak istemiyorum artık, dedi.
Böylece, değirmeni terk ettik.
IV
Köyün zengini Sadık Bey’in harmanının arkasında küçük bir ev varmış. Onun sahibi hırsız Nuri, insan öldürdüğü için ya ömür boyu kürek cezasına mahkûm edilmiş, ya da Sibirya’ya sürgüne gönderilmişti. Birkaç yıl sonra eşi de kocasının peşinden gitmiş. Çocukları olmadığı için evleri tamamen sahipsiz kalmış.
Babam köye yerleşmek istediğini söyleyince Sadık Bey, on ihtiyar ile muhtarı yanına alıp danışmış ve:
– Nasıl olsa boş duruyor, çitten yapılan o evi ihtiyar Eptireş’e verelim, demiş.
Sonunda diğerleri de galiba buna ikna olmuşlar. Böylece biz, Allah’ın izniyle Cuma günü oraya taşındık.
Belli ki bir sajin34 çitten yapılmış olan, içi dışı kızıl balçık ile sıvalı bu evin döşemeleri topraktandı. Kapatınca açılmayan, açılınca da kapatılamayan ağır kapısı, hayvan zarından yapılan pencereleri vardı. Çatısı da çok basitti. Babam onu değiştirmek için fazla çaba göstermedi. Evin üzerinde biten uzun pelin ve kara pazı otlarını yoldu da benim için sobanın yanına, kendisi için seki köşesine saman döşeyerek yatak hazırladı. Böylece, biz orada yaşamaya başladık. Bu evde semaverin olduğunu, mum ve lamba yakıldığını, eve etli bir yemeğin kokusunun yayıldığını hiç hatırlamıyorum. Yazın başkalarının yardımıyla karnımızı doyuruyor ve evimize ancak yatmaya geliyorduk. Kış mevsiminin uzun gecelerinde babam, Sadık Bey’in karını kürüyor, odununu kırıyordu. Bu işlerin karşılığında aldığı çavdar samanını geniş kucağında getirip acele etmeden sobanın yanına koyuyor ve kıvırdığı samanla yavaştan ocağı yakmaya başlıyordu. Ben, gürül gürül yanan samanla ısınıp sobanın karşısında oturuyordum.
Babamın yazın sürekli süt kaynattığı, isten simsiyah olan demir bir demliği vardı. Ona su koyup ateşte kaynatıyor ve birimiz ağaç kaptan, diğerimiz bilmem kaç yerinden yapıştırılarak tamir edilen kâseden çay içiyorduk. Yatsı namazını gecikerek kıldıktan sonra babam karanlık köşeye çekilip kıbleye doğru oturuyor ve yavaşça mırıldanmaya başlıyordu. O, ezberlediği sureleri mi okuyor yoksa türkü mü yakıyor, hiçbir zaman anlayamadım. Fakat babamın uzun kış gecelerinde dışarıdaki boranın acı ıslığına eşlik ederek evin karanlık köşesinde yalnız başına ağır bir hüzün içinde oturması, yüreğime asla dağılmayacak zehirli bir kan pıhtısı olarak yerleşti.
V
Yıllar geçti. Ben de kırbaç sürükleyip ineklerin arkasından koşacak yaşa geldim. Böylece, iyice yaşlanmış babama yardım etme, onunla beraber çoban olarak sürüyü gütme vakti gelmişti.
Bunlardan korkmadım, hatta ilk gün çok meraklandım. Ayaklarında çabata35, belinde ve boynunda iple takılmış ekmek çuvalı, elinde kocaman yılan misali kıvrılan uzun kırbaç. Uygun zamanda evirip çevirip bütün çayırda yankılandırıp bir şaklatsan, sürüden ayrılan azgın sığırların sırtına derilerini yaracak şekilde bir indirsen hemen gücünle ve yeteneğinle övünmeye başlarsın. Hele o an arkadaşlarından biri seni görürse başın göğe erer.
Lâkin bu durum uzun sürmedi. Birkaç saat sonra sabahki gururlu sevincimin yerini yorgunluk ve bitkinlik aldı. İhtiyar Gerey’in birbirinden arsız üç tane ineği var. Allah bunları galiba bize ceza olsun diye yaratmış. Diğer hayvanların peşinden koşarak azıcık gözden kayboldun mu onlar hemen harmana doğru koşuyorlardı.
Sığırların peşinden koşmaktan bitap düştüm. Kırbacım elimden sarktı, göğsümde bir hırıltı oluştu. Sıcakta hayvanlar otlamıyormuş. Hayvanları sabahın serinliğinde çayırda dolaştırıyorlar, öğlen vakti güneş iyice yükselince de sürüyü su kenarına götürüyorlardı.
Şimdi düşeceğim, işte cehenneme uçacağım korkusuyla büyük bir ıstırapla kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat köprüsünü geçen bir insan kendisini nasıl hissediyorsa büyük suyun kenarına hayvanları götüren ben de kendimi aynen öyle hissettim. Ayaklarım tutmuyor, bütün vücudum ezilmişçesine ağrıyordu. Daha birkaç sajin gidilecekse büyük bir ıstıraba dönüşecekmiş gibi bir vaziyette nihayet su kenarına ulaştım. Elimde kırbacım, belimde çuvalım kıyıya ulaşınca elden ayaktan kesilip ölüm uykusuna daldım. Böylesine sıcak günlerde sürüyü uzun uzun otlatırlar, dört beş saat geçmeden otlaktan çıkarmazlarmış. Fakat bu dört beş saat benim için göz açıp kapayıncaya kadar geçti.
İşte otlağa uzanıp artık gözlerimi tam kapatmıştım ki babam:
– Vahit, Vahit, kalk… Öğlen vakti geçti, hayvanlar yerinde durmuyor, diye bana acıyarak omuzlarımdan tutup silkelemeye başladı.
Sanki bütün vücudumu büyük bir taşla ezmişler, sanki ellerim ve ayaklarım istesem de tekrar yerine gelemeyecek şekilde dağılmış, o kadar yorulmuşum ki hareket edemiyordum. Benim açımdan zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş gibi olsa da aslında hayli bir zaman geçmişti. Güneş alçalmış, hava da soğumaya başlamıştı. Diğer çobanlar sürülerini otlaktan çoktan çıkarmışlardı. Biz ise babam beni uyandırmaya kıyamayıp ya da istese de uyandıramayınca böyle gecikmiştik.
VI
İnsan neler görmüyor, nelere alışmıyor ki!
Yavaş yavaş ben de genç bir çoban olmaya başlıyordum. Artık bu iş eskisi gibi yormuyordu beni. İhtiyar Gerey’in arsız inekleri de artık eskisi gibi koşamıyorlardı. Bir gün yine her zamanki gibi ekinlerin olduğu tarafa bakmaya başladıklarını görünce onları köyün aşağı ucunda yaşayan çoban Vildan ile birlikte taşların arasına sıkıştırıp arka ayaklarındaki ince tendonlarını az kalsın kılla bile kopacak şekilde sıkı bağladık. Bundan sonra ineklerimiz çok değişti, tam anlamıyla terbiye edildiler.
Köyde altı sürü varmış. Otlakta onların hepsi bir yere toplanıyordu.
Önceleri diğer çobanlar:
– Ne oldu Vahit kardeş, sonunda seni de mi çoban yaptılar, diye bana tepeden baksalar da kısa zaman içinde hepsiyle dost olmayı başardım.
Otlağa gider gitmez babamla köyün yukarı ucunda yaşayan çoban ihtiyar Kamali, bizim sürüdeki ineğin kuyruğundan koparıp verdiğimiz kıllarla kırbaçlarının ucunu düzeltip azıcık sohbet ediyor ve derin uykuya dalıyorlardı. Biz gençler, onlar uyuyunca büyük keçileri yakalayıp sağıyor, sonra da ateşte ısınmış taşların üstünde sütü ısıtıyorduk. Sütü içince de suya giriyor ve derin yatuda36 yüzmeye, oynamaya başlıyorduk.
Gündüzleri böylece yarı iş, yarı oyunla geçiyordu. Çobanlığın diğer özelliklerine de alışıyorsun ama sabah kalkmak, güneş doğmadan önce gözlerini ovuşturarak sürüyü götürmek, işte bunlar insanın alışamayacağı kadar zormuş.
Yaz akşamları çok kısa. Güneş battığında sürüyü alıp evine dönersin. Sonra yemek yiyip bir şeyler içmek gerekir. Ama bazı beceriksiz gelinler şu çavdar ezmesini bile senin dönüşüne kadar hazır edip sofraya koyamıyor, yemeğin pişmesini beklerken gün bitmiş oluyordu.
Yemek yiyip başını yastığa koyar koymaz kısa yaz gecesi geçmiş, hemen güneş doğmuş oluyordu. Sen yine ayağa kalkmaya, yine o kahrolası sığırların peşinden koşmaya mecbur kalıyorsun. Birçok zorluğa katlanıyor ve sabrediyordum. Birçok zorlukla baş etmeyi öğrendiğim için bunlar basitleşmeye başlıyordu. Lâkin gün boyu sığırların peşinden koşan ve yorgun düşerek evine dönen bir çocuk için şafağın sökmesiyle uykudan uyanmayı öğrenmek asla mümkün değilmiş.
Her geçen gün daha da ağırlaşıyordu ama yapacak bir şey yoktu. Sen yevmiyeli çalışıyorsun, üzerine aldığın işi yapmak zorundasın. Azcık geciktin mi ihtiyar Sayfi ile Gayni Nine gelip sopayla pencereye vuruyor ve:
– Ne yapıyorsun hâlâ? Öğlen olmasını mı bekliyorsunuz, diye söylenmeye başlıyorlardı.
– Allah’ım, dünyada ne merhametsiz kulların var! Öğlen vakti diyorlar ya! Daha güneş bile doğmamış! Hani, nerede öğlen vakti?
Ama onlara karşılık veremiyorsun. Kendini satmışsın, git boynunu eğ! Üzerine ölüm ağırlığı çökse bile ayağa kalk ve sürüyü otlağa götür!
Bedenin ezilmiş, üzerine ise dağ gibi bir ağırlık çökmüş gibi hissedersin. Gözlerini açamazsın, zar zor açmaya çalışırsın ama kuvvetli uyku, gözlerini kapatıp seni yine kendine çeker. Dilin başladığı kelimeyi bitiremeden durur, şuurun kapanır, gizemli bir güç seni bir yerlere çekip iraden dışında başka bir yere götürür. Fakat uyumam mümkün değil. O arada babacığım da gelip sesleniyor. Ne pahasına olursa olsun kalkmak lâzım. Var gücünle uyanmaya çalışırsın, ıslak yüne batmış dikeni çekip alırcasına büyük bir azapla derin uykudan kendini çekip alır ve zar zor kapıya doğru gidersin. Uykulu uykulu ıhlamur lifinden örülen çabatalarını bağlarsın. Gözlerini ovuşturarak çuvalını boynuna asar ve uzun kırbacını sürükleyip yavaş adımlarla sokağa çıkarsın.
Sürü bir araya toplanmış olurdu. Endişeli ihtiyarlar “Geç kalıyorsunuz, ihtiyar Kamali sürüsünü çoktan götürdü”, diye söylenirlerdi. Uyuya kalan gelinler ineklerini koştura koştura getirirlerdi. Babam, belindeki çuvalı düzelterek üç sajin boyundaki kendisiyle yaşıt kamçısını bütün köy duyacak şekilde şaklatıp hayvanlara yaklaşır ve kalın bir sesle:
– Heyt hayvancağızlar, diyerek sürüye hareket etmesi için emir verirdi.
Babamın sesi, karşıdaki dağlarda yankılanırdı. Hayvanlar da sanki bu emri bekliyorlarmış gibi yerlerinden kalkarlardı.
“Sürü başı” diye adlandırılan birkaç sığır vardı. Bunlar yaşlı, kocaman ve sevimli hayvanlar. Onlar babamın dilinden anlıyor olmalı ki, babam sığırlara isimleriyle seslenerek geri gelmelerini, otlağa inmelerini, bir tarafa dönmelerini söyler, onlar da hemen öne çıkıp diğerlerine kılavuz olurlardı. Sürü, orman kenarından yürür, biz de peşlerinden giderdik. Bütün köy sakin, huzurlu bir uykudaydı. Sürüyü uğurladıktan sonra sokakta kimse kalmazdı. İşte kızgın, öfkeli ihtiyar Seyfi de evine çekildi. Namazını kılmış, hayvanlarını çobana emanet etmiş, artık cübbesini ve sarığını çıkartıp yumuşacık yatağına uzanıp gönül rahatlığıyla uykuya dalardı.
Güneşe bakan evlerin panjurları kapalıydı. Bazen otlağa gelip bizimle birlikte oynayan Şamil’in oturduğu evin de güneşe bakan pencerelerini şu an birileri kapatıyor. Gün ışığı çocukların gözlerine gelip uykularını kaçırmasın diye, herhalde!
– Allah’ım, ne de olsa dünyada mutlu kulların da var!
VII
Babam iyice yaşlandı galiba. O önceleri kendi sağlığı için “Allah korudu, bugüne kadar baş ağrısıyla bile bir saatliğine işlerimi boşlamadım”, derdi. Fakat bu sene güze doğru onda bir gevşeme fark etmeye başladım. Birkaç gün boyunca:
– Çok yoruldum… Bugün ayaklarım fena yoruldu, demeye başladı. Bir hafta kadar zaman geçince de geceleri inleyişi, sabahları da:
– Öf Allah’ım! Belim, sırtım, diye sızlandığı duyulmaya başladı.
Hastalanmaya başladığı ilk aydan itibaren ihtiyarın eline kırbacını alıp sığırların peşinden koşması tamamen imkânsızlaştı.
O çok kısa bir zaman içinde zayıfladı. Kocaman gözleri çukura kaçmış, halsizce bakmaya başlamıştı. Yanakları çökmüş yüzünün iri kemikleri dışarı çıkmıştı.
Artık sürü bana emanetti. Babacığımı yormaya gerek yok zaten, ben yalnız başıma da işi çok güzel sürdürüyordum. Her akşam eve döndüğümde babacığım beni yanına çağırır ve sekiye oturmamı söyleyip halsiz gözleriyle bana bakarak sessizce:
– Nasılsın? Çok yoruldun mu, diye sorardı.
Ben:
– Yok, çok iyi güttüm sürüyü, diyordum. Böylece babamı rahatlatmaya çalışıyordum. O, sızlanarak derin bir nefes alıp zayıf ve iri kemikli elleriyle sırtımı sıvazlıyor ve:
– Ah, yavrum, daha çok gençsin, nasıl olacak bu iş bilemedim, diyordu.
İnsanları da batsın, sürüsü de bütün sığırlarıyla cehenneme uçsun! Ama babamın bakışları beni çok korkutuyordu…
Karanlık ormandaydım. Geceydi. Ses seda yok, dünya ağır, koyu bir karanlığın içindeydi. Önümde bir ışık belirdi. Oraya doğru gittiğimde üstü taşla kapatılmış derin bir mahzen gördüm. Korkmadım, dar kapıdan içine sızdım. Oraya küçücük, incecik bir ışık süzülmüştü. Mahzenin içi karanlıktı. Bu karanlığın içinde yaşlı bir kadının iniltisi duyuluyor, gölgesi görünüyordu. O halsizleşmiş, yüzükoyun yatmıştı. Üzerinde simsiyah elbise vardı, bir deri bir kemik kalan kolları yana düşmüş, yüzü dar, burnu çengel gibi uzamıştı. Yüzünde etten kandan eser yoktu.
O kara, yanmış, yaşlı kemiğe dönüşmüştü. Gözleri çukura kaçmıştı. Yaklaştığımda hareket edemedi. Gözleri, cehennem karanlığından ümitsizce dünyaya bakarcasına bana dikildiler. O, bir şeyler söylemeye çalışarak devamlı inliyordu. Söylediklerini anlamadım ama gözlerinde ölümü gördüm, cehennemi gördüm. Onun bakışları bana:
– Ben ölüyorum! Ölüm işte budur. Der gibiydi.
Korkudan ödüm koptu, can havliyle bütün gücümle bağırdım. Uyandığımda iki elimle soba açacağı tutmuşum, yüreğim küt küt çarpıyordu.
Bu rüyayı ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Hatta onu unutmuştum bile. Bir gün akşam eve döndüm. Kapıdan girince babamın iniltisini duydum ve yüreğim ağrıdı. Kendimi babamın yanına attım. O, sekinin üzerine uzanmıştı. İri kemikli kolu döşemeye doğru sarkmıştı. Evin yarı karanlığında bakışları bana o kadar korkunç göründü ki, kendimi kaybedip babamın boynuna sarıldım ve:
– Yaşıyor musun? Babacığım, bir ses ver, babacığım, diye hıçkırıp ağlamaya başladım.
Babam beni avuttu. İyileşeceğini, ayağa kalkacağını bir iki sözle de olsa anlatınca ağlamayı kestim.
Fakat ben, o günden sonra o korkunç rüyadaki kara suratı zihnimden silemedim. O orman, o karanlık mahzen, orada inleyen kişi ve onun bakışları ölümü anlatıyordu…
Babam, ölüm kelimesini hiçbir zaman ağzına almamıştı. Ama kalbim onu yeniden hayata döndüremedi. O orman, o karanlık gece, o karanlık mahzen. Orada birisi inliyor, onun bakışları ölümü anlatıyordu. İşte babamı da böyle bir şey bekliyordu.
VIII
Babacığım eskiden her şeyi yiyebiliyordu. Ne bulursa onu yer, ne yerse onunla da doyardı.
Oysa şimdi öyle değil. Katı şeyler onun boğazından geçmiyor, çay için süt gerekiyor, sıcak çorba da istiyor. Bunları nereden bulayım? Ne yemek kazanı ne de pişirilecek et vardı.
Olsa da fark etmezdi, yemek yapmasını bilmiyorum ki!
Sağ olsun, arada bir Gayni Nine, küçük kızıyla kendilerinden arta kalan çorbayı gönderirdi. O günlerde babamın keyfi yerine gelmiş gibi oluyordu.
Bir gün babam fenalaştı. Hatta birkaç defa dili tutuldu. O yüzden sürüye çıkmadım.
İkinci gün biraz iyileşse de akşamki gibi kötüleşir korkusuyla yine sürüye çıkmadım. Yazın ortasında çobansız kalmak halkın işine gelmemiş olmalı ki:
– Babanın yanında başka biri kalsın, sen sürüye bak, dediler.
Ben, sert bir cevap verdim:
– Bunlar nasıl insanlar? Bunların vicdanları yok mu? Baban inleyerek ölüm döşeğinde yatsın, elden ayaktan düşsün, sen de onu öylece bırakıp zengin Gerey’in sığırlarının peşinden koş!
Hayvan sahiplerinin keyfi iyice kaçmıştı. Onlar çok düşünmüş ve yapacak bir şey bulamayınca bizim hesabımızı kesip çoban olarak sürüye başka birini çıkarmışlardı.
Batsınlar, lanet olsun, sığırların boynu altında kalsın, bir değil bin kişiyi çalıştırın! Babamı bırakıp gidecek halim yok!
Halk sövmeye başlamıştı. Sadece şimdi değil, bunlar zaten her zaman bana kötü gözle bakıyorlar, beni sevmiyorlardı.
Bir gün zengin olan Kerim Bey yiyemediği çürük yumurtayı bana vermişti. Ben de onu koklayıp:
– Öf, bozulmuş bu, diye köpeğe attım.
Başka bir gün de ihtiyar Safi yırtık, işe yaramayan, büyük sarığını bana “hediye” etmek istedi. “Bu kaz yuvasını ben ne yapayım” diye onun önünde sarığı, yaşlı bir dilenciye fırlatmıştım.
Bu hareketlerimden dolayı köyde benim hakkımda “kibirli fakir” diye konuşmaya başladılar.
Babamın sakin, uysal, saygılı oluşunu övmeye başladıklarında buna karşılık beni kötülüyorlardı:
– İyiden kötü doğmuş…
– Gözlerinde anlaşılmaz bir terslik var bu itin, derlerdi.
Babam hastalandıktan sonra ona bakmak için ben de sürüden ayrılınca köylüler, geçmiş olsun bahanesiyle bize gelmeye başladılar. Fakat babama yardım etmekten, ona teselli olmaktan ziyade gelen herkes beni aşağılayıp gidiyordu.
Bir gün ihtiyar Safi geldi ve “kibirli fakir”, “iyiden kötü doğmuş” gibi sözlerle beni babamın önünde azarlamaya başladı.
Ne yapabilirdim ki! Onlarla savaşacak gücüm yoktu. Tırmıklamaya ya da ısırmaya kalkışsam da babam üzülürdü. Fakat bunları öylece durup dinlemeye de can dayanmıyordu.
– Babamı öldürdüler, şimdi de beni diri diri yiyecekler, diye haykırıp ağlayarak var gücümle kapıyı çarpıp evi terk ettim.
Bütün gün yalnızdım. Eskiden yaşadığımız değirmenin yanında, dağların, çukurların arasında yürüyüp akşam eve dönünce bir de baktım ki babam evde yok. Dahası, evde hiçbir şey yok, kırık kâse ile delik demliğe kadar her şeyi alıp götürmüşler.
Ben şaşkınlıktan ağlamaya başladım. O arada Gayni Nine geldi ve zorlayarak kapıyı kapatmaya çalıştı. Bir de sürekli ağzının içinde bir şeyler mırıldanarak söyleniyordu:
– Kıymetini bilemedin, git şimdi dilen! Artık babana köyde sırayla bakacaklar, dedi.
Ninenin acıklı yüzü, tahkirle dolu sesi zaten canıma tak etmişti, bir de son sözlerini duyunca şaşkınlıktan dona kaldım. “Baban öldü…” deseydi daha kolay olurdu, beni bu kadar aşağılayamazdı. Sırayla bakma kararı aldılar deyince beynime kan sıçradı, utancımdan yerin dibine girecek oldum, söyleyecek söz bulamadım.
“Sırayla bakacaklar, sırayla bakacaklar!”
Bugün zengin olan Fahri Bey’de, yarın ihtiyar Veli’de, ondan sonra ihtiyar Gali’de… Böylece, karnını doyurmak, sıcak bir yer bulmak için her gün bir kapıdan diğer bir kapıya mı gidecek çaresizce? Nine yine bir şeyler söyleyecek oldu ama ben dinlemedim. Bilmek de dinlemek de istemedim doğrusu…
Beni kim tutmuştu, o eski değirmenin yanındaki büyük dağdan suya atlayıp boğulmaktan nasıl kurtulmuştum, bunu şimdiye kadar öğrenemedim.