
Полная версия:
Seçme Eserler
Babam, bana çaktırmadan daha önceden küçük gümüş bir çıngırak almıştı. Annem de kırmızı bir kurdele verdi.
İhtiyar sakince, büyük bir ustalıkla yanaşıp kulunu birden kucağına aldı ve:
– Bismillah… Suphanallah… Allah, kötü gözden, kurttan, köpekten korusun, diye dualar okuyup aygırımın boynuna annemin verdiği kırmızı kurdele ile babamın aldığı çıngırağı taktı. Bir daha kenardan baktı ve babama:
– Biliyor musun Hafız, bu da tam kardeşleri gibi olur, rengi de yakında almaçuara dönüşür… Hayırlı olsun! Derdin büyüktü, iki çocuğunun sorunları seni çok yıprattı. Siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri olan kısrak bu eve uğurlu ayağıyla geldi, bereket getirdi, dedi.
Büyük çocuklarının hatırlanması, babamın her zaman zoruna gidiyordu. Böyle bir zamanlarda onun sesi değişiyor, ağzından çıkan kelimeler de bir değişik oluyordu. Ben şaşkınlıkla “acaba ağlıyor mu” diye babamın gözlerine baktım.
Hayır, babam ağlamamış. Ama yine de duygulanmış. Derinden gelen bir sesle:
– Evet ya Safa dede, o iki çocuğum insandan ziyade şahindi, aslandı. Kendileri günyüzü göremedikleri gibi, benim de saçlarıma yaşlanmadan ak düşürdü, dedi. Biraz duraksadıktan sonra:
– Yazgım böyleymiş… Artık bütün ümidim küçüğümde, dedi.
Safa dede yine iyi dileklerde bulunarak kulunu methetti ve şakacıktan kulağımı çekip:
– Zakir, şansın varmış! Başkurt’un burlı kısrağı babanın durumunu düzeltti, sana da almaçuar kulun verdi. Bu yavru da kardeşleri gibi tam bir asilzadedir… Nazar değmesin, bu da koşucu olur, diye söylene söylene gitti.
Dünyalar benim oldu! Bir gün içinde birden boyum uzamış gibi oldum. Şaka mı, benim kulunum var. O, bir aygır! Rengi de almaçuara dönüşecek! Çevrede meşhur olan kardeşleri gibi o da koşucu olacak!
Bakın nasıl gür bir sesle kişniyor! Asil, kemikli vücudu ile nasıl da güzelce zıplayıp oynuyor!
XI
O günden beri Almaçuar benim hayatımın merkezi olmuştu. Sevinçlerim, üzüntülerim ondan gelip yine ona dönüyordu. Rüyalarımda da onu görüp sayıklıyordum. Sabah kalkınca elbisemi giymeden, yüzümü yıkamadan Almaçuar’ın iyi olup olmadığını öğrenmek için dosdoğru ahıra koşuyordum. Sağlıklı, pek sağlıklı!
O, destan bahadırları gibi gece büyüyor, gündüz büyüyor, günden güne biraz daha da güzelleşip asilleşiyordu.
Artık köyde ona sataşan yok, herkes ona:
– Nazar değmesin, suphanallah! Gerçekten asil kemik bir kulunmuş! Sağlam nesildenmiş!” diyerek izliyorlardı.
Civarda sadece asaleti ve güzelliği ile değil, sesi, hafifliği, hızı, yakışıklılığı ve akıllıca oyunları ile benim Almaçuar’ıma benzeyen başka bir kulun daha ne görülmüş ne de duyulmuştu.
XII
Yaz, ardından da güz geçip gidiyordu. Kim bilir nasıl karlı, yağmurlu, bulutlu bir mevsim gelip çatacaktı. Ertesi sabah Pakrow29 bayramında erkenden kalksam da yataktan çıkmak istemiyordum.
Bir yerden birilerinin panik içinde konuştuğu duyuluyordu.
Birden yüreğim hop etti.
Kulak kabarttım. Babam ile annem perdenin arkasında fısıldaşıyorlar. Seslerinde bir endişe var. Korkuyorlar mı, üzülüyorlar mı yoksa birisinden bir şeyler mi saklamak istiyorlar? Bilmiyorum.
– Sen ona sezdirmemeye çalış! Duymasın, dedi babam ve elindeki kemendi sırtına atıp hızlı bir şekilde evden çıktı.
Ben korku içinde:
– Ne var, anne, ne oldu, diye sordum ve annemin eteğine asıldım.
– Hayır, yavrum, yok bir şey… Kalkman için erken değil mi, git biraz daha uyu… Ben sana şimdi fırında akıtma pişireceğim… Semaver kaynadıktan sonra sıcak akıtma ile çay içeriz, dedi.
İçim daraldı, yatsam bile gözüme uyku girmedi.
Annem fırında cızbız bir şeyler pişiriyor, ben ise apar topar üzerime bir şeyler giyip dışarı çıktım.
Karşıma Apuş gelip:
– Ah arkadaşım, şansın varmış… Sağ kalmış, bir şey olmamış, dedi.
Ben şaşırdım:
– Ne var? Ne olmuş? Kim sağ kalmış?
Apuş hayretler içerisinde:
– Ah şaşkın çocuk! Onu da mı bilmiyorsun? Bugün dağa bir sürü kurt gelmiş. Dört tane kulunu boğup öldürmüşler… Senin Almaçuar’ın ölmemiş, azıcık yaralanmış, o kadar, dedi.
Kafamda sanki şimşekler çaktı, dilim tutuldu, söyleyecek bir şey bulamadım.
Apuş vaziyetimi görünce:
– Deli misin, ne duruyorsun! Git koşsana! İşte bak getiriyorlar, diye köyün öbür ucundaki köprüyü gösterdi…
Gerçekten de o taraftan köy halkı bir sürü at, kısrak ve tay getiriyordu.
Kendimden geçip, onlara doğru koştum.
Ne göreyim!
Büyük arabaya bizim alaca at koşulmuş, arabanın kenarına burlı kısrağımız bağlanmış, durmadan kişniyor ve dizgini atmaya çalışıyordu.
Arabanın yanında da babam geliyor…
Biraz daha yaklaşınca içim yandı. Almaçuar’ımı ayağını, kolunu bağlayıp arabaya yatırmışlardı…
Ne yapacağımı bilemedim. Şaşırdım. Dondum kaldım…
– Baba, bizim yavruyu da mı öldürmüşler, diye hıçkırıp ağlamaya başladım.
Babam beni sakinleştirmeye çalıştı ve koluma girdi:
– Ağlama Zakir… Dört tane kulunu öldürmüşler… Bizimki sağ kalmış… Sadece arka bacağından hafifçe ısırmışlar… İşte o yaradan kan akmasın diye bağladım ve arabaya yatırdım, dedi.
XIII
Yarası fazla derin değilmiş. Gece gündüz onun başında nöbet tutup azimle onu iyileştirme çabalarım nihayet olumlu sonuç verdi. Şansım varmış ki bir haftaya kalmadan Almaçuar’ım eski haline döndü. Yara olarak sadece kurdun iki dişinin izi sağ bacağında ak tüy şeklinde bir süre kaldı…
Almaçuar’ım ile beraber ben de hasta olup yemeden içmeden kesildim, gözüme uyku girmedi. O iyileşip oynamaya başlayınca, ben de ondan geri kalmadım. İşte böylece kışı da geçirdik.
XIV
Bizde tay iki yaşına bastığında baharda onun yelesi ve kuyruğu tamamen kırkılıyor. Ben, yelesiyle kuyruğunun o kadar kısa kesilmesini istemedim, perçemini sadece gözüne gelmeyecek şekilde dümdüz kırkmalarına izin verdim.
Önden bakınca benim kulunum Rus boyarlarının30 güzel kızlarına benziyordu. Yelesini de diğerlerinde olduğu gibi tamamen kırktırmadım. Sadece çeyreği kadarını bırakıp kendinden kıvrılıp kabaracak şekilde düzelttirdim.
Atımın yelesini iki tarafa toplayıp annemden aldığım kurdeleler ve püsküllerle süsledim. Öbür çocukların hepsi, tayın kuyruğunu da yeni yetişmiş lahana gibi çirkince kırkıp mahvediyorlardı. Bense böyle yapılmasına karşıydım. Kuyruğunu kemiğin alt tarafından kestiler ve sevimli yarım daire şeklinde bıraktılar. Bunun tam tersi yapılan taylar ise bahar sabanı üzerinde gezinen tüysüz kargalar gibi sevimsiz sevimsiz dolaşıyorlardı. Benim Almaçuar’ım ise misafirliğe gitmeye hazırlanan yakışıklı genç bir Rus boyara benzedi.
Babamın yevmiyeli ot biçmeye gittiği zamanlarda Apselem Beylerde görmüştüm. Biz de Almaçuar’ı öyle yapalım dediğimde babam karışmadı, sadece:
– Ah oğlum, bu kadar emeğin karşılığında inşallah daha sonra üzülmezsin, diyerek benim istediğim gibi yaptı.
Arkadaşlarım ise tayımı görünce şaşırıp hayran kaldılar… Ondan sonraki yıllarda herkes tayını benim gibi kırkmaya başladı.
XV
Yaz geçti, güz geçti, kış geçti, ilkbahar geldi.
Almaçuar’ım üç yaşına bastı. Köyde, bu yaşa basan taylara “ilk sabana girdi” diyorlar. Onları artık yavaştan koşmaya başlıyorlar.
Ben ise böyle yapmalarına izin vermedim.
Almaçuar’ın dışında iki tane atımız daha vardı. Siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri olan kısrağımız bu sene kısır kaldı. Bayağı bir semirdi, tek başına beş ata değerdi. O kadar kuvvetli ve sıhhatliydi. Kula aygırımız da ondan aşağı kalmaz. Böyle olunca babam da Almaçuar’ı işe kullanmayı söz konusu bile etmiyordu. Safa dede’nin “Bu tay önceki kardeşlerine benziyor, koşucu olur.” sözlerini de unutmuyor olmalı. Ama “Dikensiz gül olmaz” atasözü doğruymuş. “Darıyı yumuşak toprağa saçarsan ot basıp harap eder” derler ya, babam da Kısıldık Başkurtlarından hiç ekilmemiş bir tarla satın aldı. Demir saban dayanacak gibi değil, bazı yeri taşlı, bazı yeri de çalılıydı. Bu yüzden çoktandır kullanılmayan büyük, ağır sabanı çıkardılar. Onu iki at zor çeker, dört en azından üç tane güçlü kuvvetli at gerekiyor.
Kendi aralarında konuşarak üçüncüsü olarak benim Almaçuar’ı değerlendirmek istemişler. Bunu duyunca az kalsın ağlayacaktım, hemen babama koştum.
– Hayırdır? Birisi bir şeyler mi yaptı, diye sordu babam.
– Hayır, kimsenin bir şey yaptığı yok! Niye benim Almaçuar’ımı sabana koşuyorsunuz, dedim ve dayanamayıp ağlamaya başladım.
Sesime annem de geldi. O, beni Almaçuar’dan kıskanıyor olmalı. Onun hakkında söz ettim mi hemen kızıyor çünkü. Şimdi de babam daha sözünü bitirmeden, annem bana kızdı ve azarlamaya başladı:
– Aman Allah’ım, bir belaya uğradı diye ödüm koptu… Bir tay için insan bu kadar mı bağırır? Sen onu hayatın boyunca hiç işe koşmadan mı yaşamayı düşünüyorsun? Şu deliye bakar mısınız?
Babam zaten bir şey demiyor, hiç kızmıyor da. Sadece beni sakinleştirmek istiyor:
– Aman Zakir, o kadar da ağlama. Bir şey olmaz, biz onu sabanın kolay yerine koşarız… Sen de onu dikkatli olarak takip edersin.
Ben daha çok öfkelendim, daha çok ağlamaya başladım. Yemeğe çağırdılar, gitmedim. Semaver kaynamış dediler, ona da tepki vermedim. Hiç durmadan ağlamaya devam ettim. Böylece, ağlamaktan yorulup bahçedeki tahtaların üzerine yatıp uyuya kalmışım.
Uyanınca, kendimi avluda döşeğin üzerinde buldum.
Güneş batıyor. Dünya bir anda huzur içinde kalmış. Avluda kimse gözükmüyor. Ne saban, ne araba var ortada. Bahçe kapısı da sonuna kadar açık kalmış.
Hemen kalkıp ahıra koştum.
Gidince ne göreyim! Benim Almaçuar’ım dizginlenmiş vaziyette yem kabının etrafında bir o yana bir bu yana geziniyor… Beni özlemiş olmalı, görür görmez kişnemeye başladı.
Dillerimiz konuşmasa da biz birbirimizi çok güzel anlıyorduk. Beni görünce çok sevindi. Onun üzerini, saçlarını, kuyruğunu düzeltip yüzünü okşayınca tayım hiç durmadan “ihi… ihi…” diye yumuşakça kişneyip nazlanmaya başladı.
Yemek oluğunu düzeltip tayımı kuyuya su içmeye götürdüm. Daha sonra eve döndüm.
Babam yarı kızgın yarı neşeli bir şekilde karşıma çıktı:
– Huysuz çocuk seni! Gene sen kazandın! Vildan amcanlar var ya? Onların tarlaları da bizimki ile yan yanaymış, onlarla sıraya koyup ekmeye karar verdik, dedi.
Sevinçten içim içime sığmıyor. Yer, gök, sanki bütün dünya benim sevincimden oynamaya başlıyor.
Bugün annemin peşinden hiç ayrılmadım. Bütün isteklerini yerine getirdim.
“Odun getir” dedi, getirdim. “Kazın yavrularını Üzen Nehri’ne götür” dedi, götürdüm. “Tavuklar yumurtlamıştır, git bak” dedi, hemen kümese koştum.
Babam tarlaya çalışmaya giderken yoğurt hazır değilmiş, ekmek de tam pişmemiş, bu yüzden yanlarına yiyecek almadan yola çıkmışlar. Onlara yemek götürmem gerekiyordu.
– Git, Muhtar’a söyle, çapraz sopaya asıp beraber tarlaya ekmek ile yoğurt götürün, dedi annem.
Sözünü kesmedim, sadece:
– Anne, ben bunu yalnız başıma da yapabilirim, dedim.
– Yapamazsın, yoğurdu döker israf edersin. En iyisi beraber götürün, dedi.
Tarlaya geldiğimizde bizimkilerin yanında, saban süren arkadaşım Apuş da vardı. O beni gülerek karşıladı:
– Aferin sana! Gene sen kazandın, Almaçuar’ı saban işine koşturtmadın! Haydi, Zakir, pes etme, koşucu olacak asilzade tayını bundan sonra da tarla işlerinde hiç harcatma!
Bu sefer ben kazandım, ama…
Ama bu tür kazançların bana çok pahalıya patladığı zamanlar da oldu.
Tartışmaya başladın mı, hemen Almaçuar’ı katıyorlar.
– Fazla konuşma! Fazla konuşursan, Almaçuar’ı alır orman işine koşarız, haberin olsun, diye korkutuyorlardı.
Ben de susuyorum, dilim tutuluyor. Tayımın yerine beni koşsalar daha iyi, yeter ki ona dokunmasınlar.
Atları iyi tanıyan meşhur Safa dede:
– Bu tay kardeşlerine benziyor, koşucu olur, demişti.
Herkes öyle diyor. Ormana dağa tarlaya koşarsam, sabanda kullanırsam o nasıl koşucu olur? Onda hiçbir koşucu hissi kalmaz ki! Ne olursa olsun, zor işlerde kullandırmayacağım, üzerine binip koşmayı öğreteceğim, onu civarın en iyi koşucusu yapacağım!
XVI
Nihayet çoktandır beklediğim gün geldi çattı.
Bugün Sabantoy!
Bu seneki Sabantoy, geçen senelerdeki gibi ufak tüfek bir şey değil ha! Bu civarda nadir görülen türden, en büyüğü, en iyisi! Meşhur koşucu atlar ve güreşçiler bir araya toplanıyor. Belki bugün, Almaçuar ile benim için de hayatta ancak bir defa yaşanabilecek günlerden biri olur, kim bilir. Atım defalarca sınandı. İki yaşını bitirince binek at yaptık. O günden beri köyümüzde çok at yarışı oldu. Söylemeye gerek var mı bilmem ama hiç kimsenin atı benim Almaçuar’ım ile kıyaslanamadı. Atım koşmaya başlar başlamaz ben uçuyorum, diğerleri ise gözle görülmeyecek kadar arkamızda kalıyorlar.
Komşu köyde yetişen atlarla da yarış yaptık. Onların arasında Sabantoy bayramında birinci ve ikinci gelen atlar da vardı. Almaçuar onları da kolayca geçiyordu.
Ama… Ama bu seneki Sabantoy değişik. Yarışlara hiç tanımadığımız, dağlarda yaşayan Başkurtlar, ünlü koşu atlarıyla katılıyor dediler. Aralarında gök rengi kısrağı ayrıca methediyorlar. Geçen sene Ufa şehrinde yarışırken, bütün atları arkada bırakıp rezil etmiş diyorlar.
Başkalarını düşünmüyorum. Ama şu gök rengi kısrak beni korkutuyor. Nereden çıktı şimdi o kahrolası kısrak!
Babam ile Safa dede benim durumumu anlıyorlardı. Koşu atları bambaşka bir şekilde hazırlanmalıymış. Zamanında birçok koşu atı yetiştiren Safa dede, ilkbahar gelir gelmez babama bunun usullerini öğretti. Yiyeceği içeceği ne olmalı, nasıl her gün azar azar gezdirilmeli, hepsini tek tek anlattı. Daha da fazlası her gün geldi, baktı ve yeni bir şeyler öğretmeye başladı.
Sabantoy’a bir hafta kala atı yarışa hazırlama işleri daha da bir hızlandı. Almaçuar’a samanın en kuru olanından koyuyorduk. Parça parça yulaf veriyor, azar azar unlu su içiriyorduk…
Babam hiç üşenmeden gece gündüz demeden Almaçuar’a çok iyi bakıyordu. Ben de onun peşinde geziyordum. Zaten asilzade olan Almaçuar’ım, bakmaya doyulmayacak kadar güzelleşti. Yelesi, kuyruğu ipek gibi dalgalanıyordu. Karnı da kemerle sıkılmış gibi dümdüzdü. Boyu da sanki biraz daha uzamış gibi geldi bana. Adımları o kadar hafifti ki sanki hiç yere basmıyor, belki de görünmez kanatları ile uçuyordu.
Almaçuar eskiden de yemek seçerdi. Yarış günlerinin yakınlaştığını hisseder gibi iyice seçici oldu… Onu dizginlemek de epey zorlaştı.
Atıma hiç kimseyi bindirmez, gezmeye çıktığımda da yalnız kendim binerdim. Bir yere giderken, arkadan gelen bir at onu geçmeye çalıştığında kısrağım hemen gemini ısırıp kanatlanıp uçardı.
Şüphesiz, Almaçuar yakında Sabantoy olacağını biliyordu. Kendisinin de katılacağını hissederek iyice hazırlık yapıyordu. Ben de hazırlıkta ondan geride kalmıyordum tabi.
Bazen babam ile Safa dede, şaka mı yoksa gerçekten mi bilmem, Almaçuar’a başka bir çocuğu bindirip koşturmak hakkında konuşuyorlardı:
– Sen daha çocuksun, Almaçuar da zor ve büyük yerlerde koşmayı henüz bilmiyor, diyorlardı.
Ben bu düşünceye yaklaşmıyordum bile. Her söz açıldığında gözlerim yaşarıyordu.
Safa dede dayanamayıp, beni yatıştırmaya başlıyordu:
– Tamam, tamam oğlum, ne olacaksa senden olsun, yensen de yenilsen de sen yap, diyordu.
XVII
Bugün köyün altı üstüne geldi. Yüzlerce atlı genç, yeni gelin alan evlerden havlu topluyor. Çocuklar kimisi atın sırtında, kimisi yayan ev ev dolaşıp yumurta toplamaya çıkmışlar. Onlara verilecek yumurtaları rengârenk boyayıp hazırlamışlar. Kadınlar telaş içinde giyinip süslenmek için evden eve koşuşturup duruyorlar.
Diğer Sabantoylarda ben de arkadaşlarımla kaynaşıyordum. Fakat bu sefer canım yumurta toplamak istemiyor.
Almaçuar’ım heyecandan yerinde duramıyor. Heyecanı yatışsın diye birkaç kez dolaştırdım.
Safa dede diyor ki “Heyecanlanmazsa en iyi atlar bile arkada kalır.”
Kamçının da en iyisini hazırladılar. Babama kamçıyı bileziğe tutturmak için kanca yaptırdım. Üzerime de kırmızı, ince pamuk ipten dokunan gömleğin kalın olanını giydim. Tübetey31 koşu sırasında baştan düşüyor diyorlar, bu yüzden koşuya katılan arkadaşların çoğu onu takmadı. Başlarını yazmaya benzeyen bir bezle örttüler.
Ben de anneme sandığından bir tane yeşil başörtüsü buldurdum. Kırmızı renkte olan başörtüsü sevmem. Benim atım güzellikte birinci, ona binen çocuk da kötü gözükmesin istiyorum.
XVIII
Müezzin öğle ezanını okumak için minareye çıkar çıkmaz Safa dede gelip:
– Atların gitme zamanı yaklaşıyor. Haydi, meydana gidelim, dedi.
Kalbim küt küt atıyor, bütün vücudum tir tir titriyor. Bilmem neden göğsüm sıkışıyor.
Almaçuar benden beter huzursuz.
Babam aygırı dizgininden tuttu, ben de ayakkabımı ve pantolonumu çıkarttım ve elime kamçı ile yeşil örtüyü aldım.
Üçümüz beraber Cemali dede geçidinden doğruca meydana gittik.
Bizim köyün güneşin battığı tarafında bir tepe var. Sabantoy bayramı her zaman orada düzenlenirdi.
Bir tarafta allı pullu, kırmızılı yeşilli bez denizi dalgalanıyor, bunlar, kadınlardı. Öbür tarafta ise erkekler, çok sıkı bir çember oluşturup güreş izliyordu. Kenarlarda ise çoluk çocuk, köyün ihtiyarları, satıcı filan, at, araba ve bilmem daha kimler, daha neler kara bulut gibi tepeye çökmüştü.
Biraz uzakta, tarla çitinin hizasında atlar geziniyordu.
Bazı atların üzerine başı örtülü delikanlılar binmiş, bazılarını ise başka bir ata binen biri gezdiriyordu… Bütün atların karınları düzleşmiş. Hepsi ilk bakışa sülün gibi mallar. Hepsi koşu atı.
Biz o insan denizinden sola, atların toplandığı yere doğru gittik. Onlara yaklaştıkça benim Almaçuar’ım daha da sabırsızlanıyordu.
O arada karşımıza at sırtında Sadık amca çıktı. Elinde, ucuna kırmızı iple işlenen havlu bağlanan uzun bir sopa vardı. O, koşu atlarına yaklaşarak yüksek sesle:
– Vakit tamam, gidebilirsiniz. Önce gidenler yalnız kayın ağacı yanında beklesin, dedi.
Almaçuar’a binmeme yardım ettiler, başıma örtüyü bağladılar. Kelepüşümü32 babama uzattım.
Bir şey demediler.
Ancak Safa dede:
– Koşmaya başladığın zaman hemen gaza getirme, koşu çizgisinin bu tarafına çıkınca hemen vur, hiç acıma! Aman dizginini gevşet! Bu hayvan, çekiştirilerek koşmayı seven bir hayvan değil, diye üst üste söyledi.
Biz yalnız kayına bakarak, kendi nefeslerinin kuvvetiyle uçup gitmeye hazır olan atlarımızı zar zor sakinleştirerek yola koyulduk.
XIX
Yalnız kayın bizden on beş kilometre kadar uzaktaydı.
Önceki yıllarda, koşu çizgisi yedi-sekiz kilometrelik uzaklıktaydı. Bu sene ise farklı yörelerin meşhur koşu atları toplandığından dolayı daha uzağa çizmişler. Yalnız kayına nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Bu, tam bir ıstıraptı. Elbette yavaştan, adımlayarak gitmek gerekiyor. Fakat Almaçuar’ı sakinleştirmek ne mümkün! Önde ya da arkada bir atı görünce hemen gemini ısırıp uçmaya başlıyor. Geldiğimde atların birçoğu artık oradaydı. Fazla uzağa gitmeden sürekli geziniyorlardı.
O atları görünce şaşkına döndüm. Her biri birbirinden güzel, asil hayvanlar! Ümidim gittikçe azalıyordu. Çünkü bunların hiç birisi Almaçuar’dan daha kötü değildi!
O meşhur gök rengi at da geldi. Ben ondan gözümü alamadım. Acayip bir malmış: kısa yeleli, seyrek kuyruklu, zayıf bedenli. Kalçası dar, sanki bir yana daha eğik. Sırtı azcık kamburdu ama göğsü aslan göğsü kadar geniş ve sağlam gözüküyordu. Dizleri de yan yana kaymış, kaval kemikleri ise o kadar uzun ki, hayatımda böyle bir şey görmedim. Kocaman gözleri parıldayıp ateş saçıyordu. Üzerine başı çıplak esmer bir Başkurt çocuğu binmiş. Ufacık olsa da yarışlara çok katılmış olmalı, hiç heyecanlanmıyor. Atının huyunu da iyi biliyor gibi gözüküyor.
Koşu atları arasında en rahat duranı, o gök renkli kısraktı.
Atlar bir araya toplandı. Sadık amca bizi sıraya dizmeye başladı. O da zor bir işmiş. Tam sırayı sağladım derken atlardan birisi ileri çıkıyor ya da başkasının atı yerinde duramıyor, geri geri gidiyor. Ama gene de başardı Sadık amca. Bizleri bir sıraya dizdi ve:
– Bir, iki, üç! Haydi, kardeşlerim, diye bağırdı.
O “haydi” kelimesinin “h”sını söyleyip bitirmeden atlar sanki kanatlanıp uçtular.
Diğerleri nereye gitti, geçtiler mi yoksa geride mi kaldılar bilemedim. Çıkış çizgisinden kalkan, üç attı. Yani Almaçuar, o gök rengi kısrak ve kırmızımsı donlu at yan yana uçuyorduk.
Yerden mi koşuyorlar, yoksa gizli kanatlarını açıp havadan mı uçuyorlar bir türlü anlayamıyorum. Ağaçlar, nehirler, büyük bataklılar gözüme takılmadan onları şimşek gibi geçiyoruz.
Ayırkol denen bir kaygan nehir var. Orası söylentilere göre bu yolun üstündeki en korkunç yerlerdi.
Uçan kuşlar gibi birbirimizi ayakaltında ezip geçerek, heyecanlanarak üçümüz birden o bataklık nehirde bulduk kendimizi. Ama kıyıya sadece o gök rengi kısrakla benim Almaçuar’ım çıkabildi. Üçüncümüz -kırmızımsı ata binen çocuk- yüzükoyun o bataklıkta kalmış olsa gerek.
Şimdi ikimiz yarışıyoruz…
Güçlerimiz eşit. Bir baktığımda onun atı benden arkada kalmış, tekrar baktığımda benim atımın başı gök rengi kısrağın kuyruğunun yanında kalmış.
Gene bir bataklık. Başım dönüyor, sanki şimdi attan düşecekmiş gibi oluyorum. İçime şüphe düştü. Gözlerimi kapatıp Almaçuar’ın yelesine yapıştım. Gözlerimi bir açtım ki bataklıktan çıkmışız ama gök rengi kısrak, Almaçuar’ın üç dört adım önüne geçmiş.
Meydana yaklaşıyoruz olmalıyız ki köy camilerinin minareleri gözüküyor gibi oldu.
Büyük bir gayretle yuları çekip kamçım ile sağa sola sinirlenerek vurdum. Almaçuar’ım bir “ıh” çekip göz açıp kapatıncaya kadar gök kısrağın önüne geçti…
İşte köy. Önde gözüken de tarla kapısı. İşte tepeyi örten kara bulut yerinden oynuyor!
Meydanda olan insan bulutu bizi görünce, yavaştan çekilmeye başladı.
Koşu atlarının sahipleri at sırtında bize doğru geliyorlardı. Ara sıra onların arasında babamı da görmüş gibi oluyorum.
– Haydi, Zakir. Bir daha vur! Bir daha! Daha!
– Haydi Almaçuar! Haydi, Gök kısrak!
– Haydi, Almaçuar!
– Haydi, Gök kısrak!..
Her iki taraftan da bize tezahürat yapıyorlar… Bağırıyorlar, çağırıyorlar, gürültü yapıyorlardı.
Fakat Almaçuar ile o Gök kısrak, meydana neredeyse yan yana geldiler.
Bir daha çektim, sağa sola bütün gayretimle bir daha vurdum…
Almaçuar, bir kez daha ıhladı ve biz, Gök kısrağı yarım arşın33 kadar arkada bırakarak meydana girdik…
İnsan bulutu ikiye yarıldı.
Gök kısrağın başı Almaçuar’ın kaburgalarının yanındayken yarış çizgisini geçiyoruz!
Millet uğulduyordu, gürültü patırtı, koşturmaca! Mahşer günüydü sanki!
Muhtarın bir elinde yeşil kaftan, bunu birinci gelene verecek. Diğer elinde de büyük bir havlu, bunu da ikinci gelene verme kararı alınmıştı.
Toz ve uğultu içinde kalan muhtar, yanlışlıkla olmalı, yeşil kaftanı Gök kısrağa binen çocuğa uzattı. Almaçuar’ı-mın boynuna ise büyük havluyu attı.
– Sen ikinci geldin galiba, dedi.
Ne yapacağımı şaşırdım, gözüm karardı. Kamçıyı dolandırıp muhtarın yüzüne vurdum ve Gök kısrağın sahibinden o yeşil kaftanı kaparak siyah insan bulutu içinden kenara çekildim. Kamçı, muhtarın yüzüne geldi mi gelmedi mi göremedim…
Bunlarla ilgilenecek zamanım yoktu. Hızla koşup gelen atı birden durdurmanın çok tehlikeli olduğunu herkes bilir. O arada Safa dede, babam ve komşular gelip beni atımdan indirdikten sonra kucaklayıp övmeye ve teşekkür etmeye başladılar.
Safa dede ise başımı okşayıp:
– Yiğitmişsin oğlum, yüzümüzü kara çıkarmadın, dedi.
Babam, Almaçuar’ı gezdirmeye başladı. Ben, başörtüsünü çıkartıp tübeteyi giydim ve kaynayan halk tufanına katıldım.
Arkadaşlar beni korkutmaya başladılar:
– Kamçı ile muhtarın yüzünü mahvetmişsin. Görürsün gününü, dediler.
O arada muhtar kendisi de geldi. Yüzünü gerçekten fena yaralamış olmalıyım ki beyaz bir bezle gözünün aşağısından bağlamıştı.
Ben ondan korkmadım. Ama çok şaşırdım. O, bana kızmak bir yana, beni kucaklayıp başımı okşadı ve:
– Gençliğimde ben de ata binerek çok koşardım… Galip gelip de ikinci olanın hediyesini verirlerse nasıl dayanılır… Ben sana kızmıyorum. Yorulmuşsun. Dinlen artık, dedi ve bana 20 kuruş gümüş para verdi.
Dünyalar benim oldu! Tüm civarda meşhur olan Gök kısrağı geçmek, Almaçuar için akıl almayacak bir mutluluktu.
XX
Ama bu mutluluk kısa zamanda büyük bir mutsuzluğa dönüştü. Bilmiyorum, atımı hızlı koşturmakla mı yaktım yoksa muhtarla tartıştığım zaman duraklatmakla mı mahvettim. Bilmiyorum. Bir şeyler oldu, Sabantoy’un ertesi günü Almaçuar ayağa kalkamadı, yemeden içmeden kesildi. Zavallım, insanlardan daha akıllıydı, gözleriyle herkese uzun uzun bakıp bir hafta boyunca ıhlayarak yattı ve cuma günü sabah saat onda dünyadan göçtü.
Almaçuar can verdiğinde ben onun başucundaydım. Ağlayamadım. Kalbim taş kesilmişti.