Полная версия:
Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar
Mustafa Kamerüddin bu resmi alarak tekrar kandile sokuldu.
Orada resmi dikkatlice seyretti. Hâline tavrına nazaran bu defa resmi tanımış olduğu anlaşılıyor idiyse de bu resim tanıdığı bir zata pek benzediğine şüphe olunamıyordu.
Böyle saatlerce müddet babasının gizlemiş olduğu eşyasını karıştırdığı hâlde anlayabildiği şeylerden validesine asla malumat vermemesi Feride Hanım’ı meraktan patlatmak derecesine getirmekle kadıncağız âdeta oğlunun iki elini tutarak dedi ki:
“Mustafa! Mustafa! Anladığın şeylerden beni de haberdar etmeyecek misin?”
“Daha bir şey anlayamadım valideciğim!”
“Hayır! Hayır! Sen pek çok şeyler anladın. Bir anda bin hâle giriyorsun! Babanın aslı Fransız olduğu sabit oldu mu, bana onu söyle!”
“Anneciğim! Babamın aslı Fransız olup olmadığını bilmem. Fakat şu evrak benim aramakta bulunduğum bir zatın evrakı olduğuna asla şüphem kalmadı.”
“Ya o zat da baban ise?”
“Zaten bu evrakın içinde büyük bir roman mevcuttur. Eğer bu evrakın sahibi babam çıkacak olursa o romanın ehemmiyeti bir kat daha artar. Sabret valideciğim! Tetkiklerimi icra edeyim de neticesinden elbette seni de haberdar ederim.”
Gerçi bu söz Feride Hanım’ı tamamıyla ikna edemediyse de oğlunda gördüğü fevkalade hayret hâline nazaran delikanlıyı daha ziyade zorlayamayacağını anladığından ve gece de pek gecikmiş olduğundan gece uykusundan tümüyle mahrum kalmamak için yatak odasına çekilmeye lüzum gördü.
Fakat Mustafa Kamerüddin’i oradan ayırmak mümkün mü? Özellikle kendisi odadan çıktığı hâlde delikanlıyı bunca gizli eşya ile orada bırakmaya imkân var mı?
Ana ile oğul arasında bir mübahase de bunun üzerine açıldı. Feride Hanım eşyayı yerli yerine koyarak oğlu ile beraber oradan çekilmek ve Mustafa Kamerüddin ise sabaha kadar bu evrakın tetkiki ile meşgul olmak görüşündeydi. Birçok münazaradan sonra delikanlı sabahtan evvel bu eşyayı tümüyle yerine koyup işin aslını bile belli etmeyeceğini validesine temin etmekle Feride Hanım odasına çekildi ve Mustafa Kamerüddin incelemesine devam etti.
İşini bitirdikten sonra eşyayı ilk bulunduğu hâl üzere yerleştirdi mi? Her şeyi yerli yerine koydu mu?
Evet! Yalnız malum kadın resmini bir gazete kâğıdına sarıp kendi odasına götürdü.
İkinci Kitap
Çiçekçi Polini
1
Henüz pek yakın bir yerde geçmiş olduğu için, okuyucularımızın hatırlarından çıkmamış olması beklenir ki, Mustafa Kamerüddin pederinin iş odasında validesiyle beraber bazı eski ve gizli evrakları karıştırdığı ve Feride Hanım bu evrak ile Demir Bey’in mensup olduğu milletin belli olup olmayacağına dair tekrar eden sualleriyle delikanlıyı sıkıştırmaya çalıştığında, Mustafa Kamerüddin “Heyder” ismini birkaç defa tekrar ederek, eğer mevcut evraktan ismi Heyder olduğu anlaşılan zat hakikaten kendi babası Demir Bey çıkacak olur ise bu işin içinde büyük bir romanın saklı olduğunu söylemişti.
Babası Demir Bey’in bu evraktan anlaşılan Pierre Heyder olduğu delikanlı nazarında ispatlanmış olsaydı işler biraz değişecekti. İhtimal ki nekahet hâlinin henüz tehlikesi bertaraf olmamış bir hastalık derecesinde bulunan babası üzerine bin türlü mühim sualler ile hücum ederek, kendisince ehemmiyeti son mertebede bulunan birtakım sırrın inkişafı için hasta ihtiyarın ayaklarını öpmek mertebesinde hürmet ile hastalığın bitmesine kadar sebebiyet gösterebilirdi. Fakat işin ehemmiyeti henüz bizce belli olmadığı hâlde, Mustafa Kamerüddin nezdinde pek belli bulunduğundan, bu meselede asla acele etmeyerek büyük bir metanetle davranmak lüzumu gerekli görüldü.
Öyle ya! Pederinin herkesten gizli tuttuğu evrak kendi evrakı olması ne kadar muhakkak ise kendisinden başka birinin evrakı olması ihtimali de o kadar muhakkak değil midir?
Fakat zikredilen evrak, babasının olmayıp da başka birisinin olsa bile hiç olmazsa şu Pierre Heyder, pederi huzurunda anlatılıp açıklığa kavuşması gerekir. Bu itiraf da öyle alelade bir itiraf sayılmaması gerekiyor. Pierre Heyder ile babası arasındaki münasebet o kadar kuvvetli olması icap ediyor ki, Pierre Heyder birçok sırrını Demir Bey’e emanet edercesine malum evrakı kendi eline teslim ediyor.
Kısacası şu Pierre Heyder’in tüm sırları Mustafa Kamerüddin’in bilgisi dâhilinde olduğundan, gayet latif bir romanın en mühim şahıslarından sayılacaktır. Biçare delikanlı bu adamı zaten aramakta bulunduğundan izini pederinin evrakı içinde keşfetmiş olmasından dolayı fevkalade memnun olarak zikredilen evrakı içinde bulduğu malum kadın resmini de almış odasına götürmüştü.
Mustafa Kamerüddin’in romanı içinde bu resmin mevkisini tayin için çok öncesine romanın başlangıcına gitmek gerekir. O hâlde de Mustafa Kamerüddin’in Paris’e gidişinden hikâyeye başlamak icap eder. Zira delikanlı bu defa Paris’ten İstanbul’a gelirken bu romanı öyle bir noktasında İstanbul’a birlikte getirmiştir ki romanın neticesi de ancak pederinin evrakının delaletiyle ele alınabilecektir.
Mustafa Kamerüddin, Demir Bey ile Feride Hanım’ın ilk oğullarıydı. Ondan sonra kadıncağız bir kız ile bir oğul daha doğurmuş ise de yaşayamayarak ikisi de birkaçar aylık masum oldukları hâlde ahret âlemine göçmüşlerdir.
Demir Bey ahlakında olan adamlar görünüşte hiç evlat düşkünü görünmedikleri hâlde hakikatte çocukları için en şefkatli, en gayretli babalar oldukları genellikle müşahede olunur. Demir Bey de oğlunun üç yaşına kadar kundakta, beşikte, ana kucağında, dadı kucağında geçirdiği zamanlar zarfında âdeta kayıtsız gibi görünerek, çocuğu öylesine kucağına alacak olursa birkaç şefkatli öpücükten sonra hemen dadısına iade ederdi.
Çocuk üç yaşını bitirip de hitaba, cevaba başladıktan sonra ise babanın oğla münasebeti kuvvet bula bula öyle bir dereceye vardı ki, artık ne babayı oğlundan ve ne de oğlu babasından ayırmak mümkün olamamaya başladı.
Bütün gün Mustafa Kamerüddin babasının yanında bulunarak, ihtiyar peder çocuğun kulağına birçok şeyler mırıldanır, ama çocuk bu sözleri anlar mı, Demir Bey orasını pek düşünmez. Bugün anlayamaz ise yarın anlayacağına inanır. Kendisi de çocuğa birçok sualler sorar. Ama çocuk uygun cevaplar vererek pederini memnun eder mi? Demir Bey’ce bunun da önemi yoktur. Bugün uygun cevap veremezse yarın verebileceği ümit ve beklentisindedir. Bizce önem verilecek şey babanın oğla verdiği mesajları âdeta büyük adamlar arasında konuşulabilecek malumattan ibaret bulunmasıdır.
Cennetmekân Sultan Selim hazretlerini, Demir Bey minimini Mustafa Kamerüddin’e onun zamanına kadar emsali gelmemiş bir müceddit olmak üzere öyle bir surette tanıtmıştır ki, çocuk âdeta Hazreti Sultan Selim’i gece rüyasında görerek ertesi gün:
“Baba bu akşam rüyamda Sultan Selim’i gördüm. Bir alay süvariyi talim ettiriyordu.” gibi haberlerle pederini memnun ederdi.
Hazreti Selim-i Salis gibi daha birçok meşhur adam ile de minimini Mustafa Kamerüddin artık neredeyse hayalen dostluk peyda etmişti. Mehmet Ali Paşa’yı, büyük Napolyon’u, Deli Petro’yu da rüyasında gördüğü olurdu. Hele silah ve gemi çeşitlerine dair bu çocuğun bilgisi olur olmaz büyük adamlarınkinden fazlaydı. Pederi ile geçen sohbetlerinde silahların kundaklarına, namlularına, harbilerine, bileziklerine, çakmaklarına, horozlarına, karşılıklarına, ot yataklarına, tetiklerine, korkuluklarına, yaylarına, zembereklerine, tulumbalarına, dipçiklerine, vidalarına filanlarına dair o kadar bahislere girişir idi ki, pek çok adamların bu isimleri bile işitmemiş olacakları aşikârdır.
Denizde iki gemi görecek olsa birinin diğerinden farkını Mustafa Kamerüddin’in tarif etmesi ve bu mesele hakkında babasıyla muhavereye girişmesi âdeta iki eski kaptan arasında bir muhavere çeşnisini gösterirdi. Zira şu geminin armasındaki ipler ile bu geminin iplerinin gemiyi nasıl dengede tuttuğu gibi en ince noktalara kadar bilgi sahibi olmuştu.
Hele Demir Bey’in oğlunu muhakemeye çekmesi en tuhaf sohbetlerden uzaktır. Çocuğa:
“Farz edelim ki sen şu kabahati etmişsin. Ben de seni sorgulayıp muhakemeye çekiyorum. Haydi bakalım o kabahati etmemiş olduğunu bana ispat et!” diye hiç aslı olmayan bir kabahat üzerine uzun uzadıya sorgu ve muhakemeye girişir idi ki yavrucağın bunu ispat için deliller getirmeye çalışması ve babasının bunları redde gayret etmesi gitgide baba ile oğul arasında bayağı bir mücadele, bir kavga derecesine de varırdı.
Beş altı yaşına kadar babası ile Mustafa Kamerüddin arasındaki muallimlik ve talebelik münasebeti bundan ibaretti. Ondan sonra harflerin heceleri ile Demir Bey oğlunu okutmaya yazdırmaya başladı. Özellikle hem okutup hem de yazdırmaya tahtasız başladı. Zira Tunus’ta mı, Trablus’ta mı, Mısır’da mı, yoksa Cezayir’de mi, her neredeyse Arapların cilalı bir tahta parçasını çocukların eline vererek elif harfini talim eder etmez o harfi yazdırmaya da başladıklarını ve dolayısıyla çocuk ne dereceye kadar okursa o dereceye kadar yazı yazmaya da başlayabileceğini Demir Bey gençliği esnasında öğretmişti.
Bu tarz öğretme şimdi bizim “yeni usul” diye almaya çalıştığımız, eski ve kadim usulümüz olduğuna dikkat buyruluyor ya? Bir usul ile altı yaşında eğitime başlayan bir çocuk on yaşına kadar mükemmelen okur, yazar bir adam olur ki, bundan yirmi, yirmi beş sene evvel değil; bugünkü günde bile bu başarıda olan çocuklar henüz nadir sayılır.
Demir Bey oğluna okuma ve yazmakla beraber okuduğu şeyi anlama eğitimini de vermişti. Türkçe olmayan bir kelime geldiği zaman:
“Bu kelime Acem yahut Arapçadır. Türkçesi şudur.” diye çocuğa o kelimeyi belletip bir daha unutmaması için de başka vakitler defalarca tekrar ettirirdi. Dolayısıyla Mustafa Kamerüddin Bey on yaşına geldiği zaman yalnız okuryazar bir çocuk olmakla kalmayıp okuduğunu bayağı anlar bir adam da sayılırdı.
Ondan sonra çocuğu Mısır ulemasından olan ve Beşiktaş’ta oturan bir ihtiyar zata öğrenci verdi. Her gün bahçıvan veyahut uşak ve şayet bunların işleri varsa bizzat Demir Bey çocuğu Beşiktaş’a götürüp iki saat kadar Mısırlı âlimin huzuruna teslim ederdi. Hatta Demir Bey, Mustafa Kamerüddin’i kendisi götürdüğü zaman öğretmenin huzuruna yalnız bırakıp kendisi diğer odada beklerdi.
Bunun hikmetini anlayabildiniz mi? Çocuğu bahçıvan yahut uşak hocasına götürdüğü günler çocuk döndüğü zaman Demir Bey o gün hocası neler söylemiş olduğunu sorup çocuğu cevap vermeye mecbur ederdi. Bir gün kendisi de derste hazır bulunduğu hâlde, dersten sonra hanelerine döndüğünde:
“Haydi bakalım! Bugün hoca efendi ne söylediyse bana tekrar et.” deyince Mustafa Kamerüddin:
“Sen orada değil miydin? Hoca efendinin dediklerini işitmedin mi?” cevabını vermiş ve dersten tekrardan kaçmak istemişti. Demir Bey anladı ki çocuğun kendisine dersi hatırlatması şunun içindi: “Babam bunları bilmiyor. Benden öğrenecek.” Dolayısıyla kendisi öğretmen huzurunda bulunmaz ise Mustafa Kamerüddin’e bilahare ders tekrar etmek istediğinde böyle şeylere başvuramayacaktı.
Nasıl? Demir Bey’i dikkatli ve hikmetli buluyorsunuz değil mi? Adamcağız bulduğunuzdan ziyadedir bile.
İki sene kadar Arabi öğretmenine devamdan sonra Demir Bey oğluna yeni bir ders daha vermeye başladı. Bu ise Fransızca dersi idi. Taksim’de Lazarist tarikatına mensup bir ihtiyar Fransız papazı bulunuyordu. Bazı Frenk, Rum ve Ermeni çocukları için ufacık bir mektep açmış ve her birinden beşer onar kuruş aylık almak üzere on dört on beş çocuğu oturduğu hanenin en büyük odasında toplamıştı.
Mustafa Kamerüddin Beşiktaş’taki Arabi dersinden döndükten ve kuşluk yemeğini yedikten sonra bu Lazarist’in mektebine devam etmekle mükellef edildi. Gerçi Feride Hanım bu Frenkçenin lüzumunu bir türlü zihnine sığdıramayarak bundan dolayı kocasıyla birkaç kavga ettiyse de Demir Bey:
“Karıcığım! Ben sana bu lisanın gereğini anlatmak için ne kadar çalışsam faydası yoktur. Fakat bilmiş ol ki ben Mustafa’ya Frenk lisanını öğreteceğim. Sen kabul etsen de etmesen de öğreteceğim. Artık bu kavgalarla boşuna kendini de beni de yorma.”
Kesin cevabını vermiş ve Demir Bey için sözünden dönmek mümkün olmayacağı Feride Hanım tarafından zaten muhakkak bilinmiş olmasıyla biçare kadıncağız sözünü kesmeye mecbur olmuştur.
Üç sene kadar Mustafa Kamerüddin Lazarist’in mektebine devam etti. Sonra ihtiyar papazın vefat etmesinden çocuk mecburen oradan alındı. Bir aralık Telgraf ve Posta Nezaretinde bulunmuş olan Ermeni ricalinden meşhur Ağaton Efendi kendi çocuklarından birisini işbu Lazarist’in mektebine koymuş ve o çocuğu pek severek aralıkta bir huzuruna kabul ettiği sırada çocuk ile dostluğu ileriye götüren Mustafa Kamerüddin’i de görmüştü. Demirzade ile tekrarlanan sohbet onun hakkında da bir muhabbet oluşturduğundan Lazarist’in vefatından sonra Ağaton Efendi Ermeni çocuğunu Telgrafhane’ye çırak ettiği gibi çocuk bu mesleği Mustafa Kamerüddin’e de teklif etmiş ve bu teklif Demir Bey’in pek hoşuna gitmiş olduğundan on beş yaşındaki Mustafa Kamerüddin Telgrafhane’ye çırak olundu. Fakat orada kalmadı. Telgrafçılığı kendisine meslek edinmedi. Telgrafın elektrik vasıtasıyla nasıl haberleşmeyi sağladığını merak etmiş ve bu ilmi öğrenmeye merak sarmıştı. Babasıyla bu yolda sohbete girişerek hikmet ve felsefenin tek başına yetmeyeceğini ondan önce matematik ilmini öğrenmek gerektiğini söyleyerek Avrupa’dan getirilmiş bir Fransız’dan matematik ilmini öğrenmeye başladı.
Bilginlerden birisi “Okudukça, öğrendikçe cehaletim arttı.” demiş. Bu sözün doğruluğu Mustafa Kamerüddin hakkında da vaki oldu. Tahsilde ileriye vardıkça tahsili lazım daha başka birçok şeyler bulunduğunu görüyordu. Nihayet Telgrafhane’de iki buçuk sene kadar kaldıktan ve fakat bu zamana kadar gerek Fransızcasını ve gerek ilimlerin başlangıcını gereği gibi öğrendikten sonra Avrupa’ya gönderilmesi için babasına yalvarmaya başladı.
Bu konuda Demir Bey’e yalvarmak lazım mı? Adamcağızın elinden gelse ihtimal ki daha çocuk iken oğlunu Avrupa’ya gönderirdi. Ancak validesine ne yapmalı? Validesine ki, evin tüm giderini karşılamak da onun elindedir. Feride Hanım ise oğlunu Frenk diyarına değil, Bursa’ya kadar göndermeye bile razı olamıyor. Bir tanecik ciğerparesini gözü önünden ayırmak istemiyor. Fakat Mustafa Kamerüddin validesine o kadar yalvardı, o kadar ağladı ki nihayet Feride Hanım çocuğun ricasını kabul etmeyecek olursa Mustafa’nın firar suretiyle bile Avrupa’ya gidebileceğini görerek rıza vermeye mecbur oldu.
İşte Pierre Heyder ismi de içinde bulunan romanın başlangıcı da bu gidiş oldu.
2
Bin sekiz yüz şu kadarıncı miladi senesinin ağustosunda idi ki, bizim Mustafa Kamerüddin on yedisini bitirmiş ve on sekiz yaşı içinde yaşamakta bulunmuş, zeki, terbiyeli bir delikanlı olduğu hâlde Paris’e vardı. Bu çocuğun talim derecesini bildiğimiz gibi, zekâsına delalet edecek bazı hâllerini işitmiş isek de ahlakına dair henüz bir haber almamışızdır. Ahlakını ise yakinen birtakım vukuat bize tasvir edecektir. Eğer ahlakça kuşkulu bir delikanlı olarak mühim bir roman âlemine girmesini istemiyor isek, şimdilik yalnız şu kadarcık bir haber ile idare edelim ki, Mustafa Kamerüddin ahlakta da Demir Bey’in oğlu olduğunu ve güzel ahlakını da herkese her zaman gösterebilecek bir hâldedir.
Paris’e tahsilini tamamlamaya giden bir adamın doğruca nereye müracaatla, nasıl yaşayacağı ve ne yolda eğitim göreceği hemen herkesin malumudur. Yani okuyucularımızdan birtakımı ya bizzat o yolda tahsilini tamamlamış veyahut idareleri, aileleri kendilerine sağladığı imkânlar dâhilinde tamamlamıştır. Birtakımı da şimdiye kadar üç dört romanımızda Paris’e tahsillerini tamamlamak için gönderdiğimiz delikanlıların hâllerine dair vermiş olduğumuz malumatlardan öğrenmiştir. Dolayısıyla ayrıntı vermiş olduğumuz malumatın dışında Mustafa Kamerüddin’in bu yoldaki hayatını ihbar yollu arz edelim ki:
İstanbul’dan hareketinden önce Paris’in en meşhur öğretmenlerinden birkaçına hitaben bazı tavsiye mektupları almıştı. Mustafa Kamerüddin bu mektupları yerlerine teslim ettikten sonra öğretmenlerden aldığı tembihler üzerine “Quartier Latin” denilen üniversite talebelerinin bulunduğu mahallede ufacık bir oda kiralamıştı. En ucuz lokantalardan birisine de abone olarak babası Demir Bey’in emrettiği matematik tahsili için belli programlar gereğince ilk sınıfta bir derse başladı ki bu ders Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol ve Türk’ten ibaret otuz beş kişiye, ondan fazla asıl Fransız talebenin de katılmasıyla bir sınıf oluşmuş oldu.
Kamerüddin’in derse ne kadar şevk ile başladığını tarif edemeyiz. Hatta Quartier Latin’de gerek Fransız ve gerek yabancı talebenin asıl işleri eğitim öğretim iken, ondan ziyade sefahat ve eğlence ile geçerdi. Bunlar arasında kese bir, fikir bir, zevk ve sefa ortak olarak yaşanılır iken Demirzade onlara asla uymayıp gecesini gündüzünü derse hasretti.
Bu şekilde üç dört ay devam etti. Gerçi muallimlerinin dikkatlerini üzerine çektiği gibi arkadaşlarının da gıptalarına düçar olduysa da yerli yabancı sekiz on bin talebenin toplanmış bulunduğu koca bir mahallede hepsinin yaşantısına muhalif olarak, tek başına ve yalnızca yaşamanın mümkün olamayacağını Mustafa Kamerüddin de hissetmeye başladı.
Bu çocuğun Quartier Latin’deki hâl ve mevkisini mukayese ederek güzelce tayin için bir içki meclisini tasvir ediniz. Orada bulunanların tamamı işrete, eğlenceye ve sarhoş edici meşrubatı içmeye hakikaten tapınıyorlardı. Yalnız bir tanesi kaçınıyordu. Kendisine bir kadeh teklif olunacak olsa kabul etmediği gibi biraz da filozofça nasihatlerde bulunuyordu. Onun bu kadeh teklifi kabul etmemesi arkadaşlarını memnun etmek için kâfi iken bu nasihatleri arkadaşlarını tamamıyla kızdırıp rahatsız ediyordu. Hâlbuki şu mecliste yalnız bir defa bulunacak değildir. Kendisi de o meclisin erkânından olmak üzere yıllarca orada yaşayacaktır. Bu hâlde barış ve uyumun oluşması için iki şeyden birisinin olması gerekmez mi? Ya işret ehlinin eğlence ve işreti terk etmesi veyahut ondan kaçınanın işrete alışması gerekmez mi? Birinci kısım katiyen imkânsız olduğundan, değişme de elbette ikinci kısımda görülecektir.
İşte bizim Mustafa Kamerüddin aynen bu perhizkâra benzedi. Fakat arkadaşlarının cemiyeti yalnız bir işret topluluğundan da ibaret değildir. Koca Paris içinde aşçı, hizmetçi, çamaşırcı, dikişçi kızlardan başka, tiyatro aktrislerine varıncaya kadar binlerce taze dilberlerin yabancı talebelerden kendilerine birer sevgili tedarik edebilmiş olanlarından başka, hep “etudiant” denilen bu üniversite öğrencilerinin arkadaşlarıdırlar. Yiyecek olarak bir çeşit yemek ve içecek olarak da birkaç şişe şarap bunları bir gececik bahtiyar etmek için kâfi gelir. Yarını düşünmek bunların umurunda değildir. Bir aylık harçlığını arkadaşlarına bir günde yedirmek derecesindeki cömertlik bu gençler için mecburi ise de aylık harçlığını bir günde yedirmeye karşılık kendisi de arkadaşlarından yirmi dokuz gün yiyip içmek hakkını kazanmış olur.
Ama yediğiyle tam doyamaz ve içtiğiyle istediği kadar sarhoş olamazmış. Bunda bir beis görülemez. Zira malum öğrenci arasında en ziyade hükmü cari olan hikmetli kural:
“Autant qu’on peut, pas autant qu’on veut.” düsturuyla gösterilir ki, yani: “Arzu olunduğu kadar değil, kudret yettiği kadar.” demektir. Hatta bu öğrenci arasında bulundukça servet sahibi olmanın bile faydası yoktur. Zira nakit paraları ne kadar olursa olsun elbette onu arkadaşça erittikten sonra, züğürtlük kendisini gösterecek ve dolayısıyla diğer arkadaşlara ihtiyaç duyulacaktır.
Bizim Mustafa Kamerüddin kendisini bu uygunsuz hayata kaptırmamak için birkaç ay nefsini zorladıysa da birkaç öğrencinin kendilerinden daha şuh, daha neşeli, hayatta lezzet almakta daha şen şakrak kızlar ile bir sofrada yiyip içtiklerini ve bir de gülüp oynadıklarını vesaireyi devamlı gördükçe gençlik sebebiyle ağzının suyunu akıtmaması mümkün olur mu?
Gençliğinin işbu hukukundan istifadeye isteksiz olan Mustafa Kamerüddin de kendi kendisine bir karar verdi. Hatta bir öğrenci için en fazla usluluk, ağırbaşlılık, tevazu, kanaat, perhizkârlık sayılacak şeylere daha da sarılmaya başladı. Bu suret ise sefahati tahsile tercih derecesinde vur patlasın çal oynasın âlemlerine devamları beğenmeyen birkaç delikanlı ile münasebetini arttırdı.
Mustafa Kamerüddin’in bu yolda seçtiği arkadaşlarından birisi İsviçre’nin Fransız kısmı ahalisinden Narto adında bir çocuktur ki, Paris’e heykeltıraşlık eğitimi için gelmiştir. Kendisi yirmi üç yaşında, yakışıklı ve özellikle hâli vakti epeyce yolundaydı. Diğer öğrencilerin gidişlerini asla beğenmediğinden ve bunları:
“Öğrenci efendiler güya hürriyetperest olmak iddiasındadırlar. Hâlbuki halkın hürriyetine asla imkân vermiyorlar. Benim parama onlar neden muhtaç olsunlar? Ben niçin onlar gibi yaşamaya mecbur olayım? Yarım litre sert rakıyı birden veyahut on şişe fena şarabı bir gecede içmek hüner miymiş? Biz buraya çapkınlık öğrenmeye mi geldik, ilim ve sanat öğrenmeye mi? İnsan zevküsefa da eder. Fakat her şeyin bir orta derecesi vardır.” diye muaheze ettiğinden bu fikir ve mütalaa Demirzade’nin fikir ve düşüncesine uygun gelmişti de Narto ile aralarında bir arkadaşlık ve kardeşlik hukuku oluşmuştu.
Bu iki delikanlı birlikte geçirecekleri akşamın programını önceden hazırlayarak hangi matmazelleri arkadaşlığa davet edeceklerini, nereye gideceklerini, neler yiyip içeceklerini kararlaştırırlardı ve o şekilde hareket ederlerdi. Hangisi programdan hariç beş paralık bir masraf edecek olursa, diğeri karşı çıkardı. Onu nihayet menedemeyecek olursa bu fazla olan masrafı program dışı sayarak yalnız ona ödetirdi.
Bu akıllıca olan hareket tarzı çarçabuk diğer öğrenciler arasında yayıldı. Küçümsenen Mustafa ile Narto’ya talebeler arasında “ikiler” adı verildi. Ama bunlar şu küçümsemelere kulak asmadılar. Gerek derslerine ve gerek eğlencelerine gittikçe intizam veriyorlardı. Seçmiş oldukları birer gecelik metresleri öyle en güzellerinden, en süslülerinden seçmek bunların kaidesine aykırı olmakla bu cihette bile kanaatkârlığa kendilerini mecbur ediyorlardı.
Üçüncü arkadaş olmak üzere bunlara Elzaslı Podar adında bir ressam çırağı katıldı. Podar, Mustafa ile Narto kadar servet ehli değildi. Bilakis fakirliği âdeta hatırı sayılacak derecelerde ise de güzel ahlakı, aklı ve davranışları pek ileride olduğundan bu arkadaş kendi maişetlerini ihlale değil; aksine daha ziyade ev işlerine, evin tanzimine hizmet edeceği şartıyla arkadaşlığa kabul olundu.
O akşam Quartier Latin’de talebe arasında mühim bir havadis derhâl yayıldı. Bilenler bilmeyenlere:
“Haberiniz var mı? ‘İkiler’ şimdi de ‘üçler’ oldular.” der idi ki, bu laf nerede tekrarlanırsa manalı manasız sürekli kahkahalara sermaye olurdu.
Arası çok geçmeksizin bizim “üçler”, ”dörtler” oldular. Lyon ahalisinden Pasteur adında bir Fransız da bunlara katıldı ki, Paris’e avukatlık diploması almak için gelmişti. Pasteur üç arkadaşın en yaşlısı olmaktan başka ilimce de en ileride olanıydı. Memleketinde hukuk tahsilini âdeta tamamlayarak Paris’e sadece bir iki sene çalıştıktan sonra kendisince en kıymettar olan Paris hukuk diplomasını almak maksadıyla gelmişti.
Şu dört arkadaş işlerini o kadar tanzim ettiler ki koca Quartier Latin mahallesinde bunlara benzeyen hiçbir öğrenci daha yoktur denilse mübalağaya hamledilemez. Evvela bunlar gibi arkadaş değil, kardeş bile bulunamaz. El birliğiyle ile bir ev kiraladılar ki, ufak bir yatak odası ve ondan daha büyük bir salon ile pek küçük bir de mutfaktan ibaretti. Fakat dört arkadaş için yatak odası pek küçük ve salon ise pek büyük geldiğinden bunlar salonu yatak odasına ve yatak odasını da salona çevirdiler. Ancak bu hâlde de salonun dört yatak alabildiğini zannetmeyiniz. Salon ancak üç yatak alabilmişti. Bu yetersizliği gidermek için her gece yatağın birisinde iki arkadaş nöbetle koyun koyuna yatmaya karar verilmişti.
Bunu sefalet mi sanıyorsunuz? Aksine bu hâl büyük bir refahtır. İki gece başlı başına bir yatakta yatılacak. Üçüncü gecesi çift yatılmaya katlanılacak. Hâlbuki öğrenci arasında sürekli çift yatanların nadir olmadığı gibi hiç yatağı bulunmayanlar bile nadir değildir. Eline para geçip de bir akşamlık yatak kiralamayı bahtiyarlık sayan bazı biçareler bir koltuk sandalyesi üzerinde, bir yemek sofrası altında geceyi geçirmeye mecbur oldukları gibi bir gazinonun bilardosu üzerinde sabah etmeyi, bir karyolada etmeye yüzde elli nispetinde eşit bulanlar dahi vardır.
Bizim dört arkadaşı sefil saymaya nasıl imkân tasavvur olunabilir ki! Paris’te “Herifin evinde mutfağı vardır” deyivermek en bahtiyarlar için ancak mümkün olabilir nimetlerden iken bizim dörtlerin mutfağı da vardır. Her gün içlerinden birisi vekilharçlık ve aşçılık hizmetlerini ifa için apartmanda kalıp akşam arkadaşlarının yemeklerini hazırlardı. Akşamüzeri salonu yemek odası hâline getirirlerdi. Arkadaşlar yemek yedikten sonra sofra eşyaları mutfağa yığılarak salonun salonluğu yine iade olunurdu.
Mutfak nöbetçisi kalan arkadaşın bir yandan kıyma kıyarak, bir yandan da derse bakması gerçi epeyce gülünç oluyor idiyse de şu külfeti kabule Pasteur’un bir hesabı mecburiyet göstermişti. Pasteur demişti ki: