Читать книгу Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar (Ахмет Мидхат) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar
Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar
Оценить:
Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar

4

Полная версия:

Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar

Validesi hikâyeyi bitirdikten sonra dedi ki:

“İşte evladım benden başka hangi karı olsa herifin asıl ve nesli bu suretle ortaya çıktıktan sonra kesin nefretini bir türlü yenemeyerek onu ölüme terk ederdi.

Fakat ben bunca yıllık evliliğe ve senin gibi bir oğul üzerindeki hakka hürmeten yine şimdiye kadar sabrettiğim gibi iyileşene kadar da sabredeceğim.”

“Hâlbuki bana yazdığın kâğıtta bu vakadan hiç bahsetmiyordun.”

“Bu sırrın ortaya çıkması sana yazdığım kâğıttan sonra vuku buldu. Hatta bu sırrın ortaya çıkması üzerine seni İstanbul’a çağırmış olduğuma isabetimi bir kat daha görerek teselli buluyordum.”

Aradan birkaç dakika sükût ile geçti. Bu sükût hâlinde Mustafa Kamerüddin’in derin derin düşünmekte olduğu anlaşılıyordu. Neden sonra o derin denizin dalgaları arasından güç hâl ile başını çıkarıyormuşçasına bir acizlikle davranarak validesine sordu ki:

“Bu dediğin eşya hâlâ orada mıdır?”

“Demek oluyor ki hâlâ inanmak istemiyorsun!”

“O demek değil amma… Şey! Demek istiyorum ki…”

“Dediğim şeylerin hepsi hâlâ oradadır. Hem de babanın yerleştirdiği gibi yerleştirilmiştir. Gerek oda ve gerek dolap kapılarına birer anahtar daha yaptırmış olduğumdan her ne zaman istersen birlikte gidip dolabı ziyaret edebiliriz.”

“Haydi, şimdi gidelim!”

“Hayır! Babanın uyanması yaklaştı. Şayet bu teşebbüsümüzden haberdar olacak olursa ya bizi perişan edecek bir muamelede bulunur veyahut hastalığı nüksederek bir daha dönmemek üzere felakete gider.”

“Öyle ise ne zaman bunları göreceğiz?”

“Akşam yatak zamanı gelip de yerli yerimize çekildikten sonra! Gerçi geceleri de baban bin defa uyanmakta ise de gece hizmeti için yanında halayıklar bulunmaktadır. O bizi uykuda zannettiği hâlde biz dolabı ziyaret ederiz.”

Mustafa Kamerüddin Bey için gece yatak zamanına kadar sabretmek ateşten şiddetli bir bekleme olacak idiyse de hemen o esnalarda hastanın yanındaki cariye gelip hanıma:

“Beyefendi uyandı! Sizi istiyor!” demesi Feride’nin hesabındaki doğruluğu ortaya koymuştu. Evvela Feride, hastanın yanına gitti. Demir Bey’in gönderdiği ikinci haber üzerine Mustafa Kamerüddin de pederi yanına vardı.

Bu haberi getiren cariye yavaş yavaş küçük beyefendiye ısınmakta olduğu cihetle:

“Büyük beyefendi sizi de istiyor efendim!” dediği zaman şu iki çift sözü cariyenin kendisince mutlaka manidar olması lazım gelen bir tatlı tebessüm ile söylemiş ise de validesinden işitmiş bulunduğu hikâye üzerine Mustafa Kamerüddin zihnen o kadar perişan idi ki kız bu tebessümünü daha ziyade tatlandırmak için olanca istidadını sarf edecek olsa Mustafa Kamerüddin Bey için bunun zevkine varmak yine imkânsız olacaktı.

Koştu, babasının yanına vardı. “Sakın validem babam hakkındaki nefretini gösterecek bir muamelede bulunmasın.” diye odadan içeriye pek korkarak girdiyse de bilakis validesini sanki kendisi ile o mühim hasbihâlde hiç bulunmamışçasına bir tavırda görünce memnun oldu. Hatta kendisi de içindeki durumu hakkında pederine renk vermemek için nefsini zorlamaya karar verdi.

Akşama kadar ana oğul hastanın yanında bulundular. Feride Hanım’ın hâl ve şanında kocası aleyhindeki kötü zannını gösterecek zerre kadar değişmenin bulunması şöyle dursun aksine evvelkinden şevkli, evvelkinden dostane, evvelkinden daha istekli tavırlar ile kocasından oğluna, oğlundan kocasına nazikçe hitap ederek asıl odak noktası kendisi oluyordu. Hatta hasta birkaç defa oğluna böyle güler yüzünden tatlı sözünden de müteşekkir kaldığını söyledi. Dedi ki:

“Oğlum! Şifayı veren Allah ise de benim şifama Allah’tan sonra tabipten ziyade validen sebep olmuştur. Bu kadar zamandır hasta yatıyorum. Bir gün olmadı ki hizmetim validene ağır gelsin de yüksünsün!”

Bu akşam yemeğini de familya halkı birlikte yediler. Hatta Feride Hanım, kocasının perhiz yemeklerini üç kişiye yetecek derecelerde yaptırmış olduğundan üçü bir tabakta yemek yediler ki, bu hâl biçare ihtiyara perhizini ve hastalığını unutturmuş ve sanki hiç hasta olmamış gibi çoluğuyla çocuğuyla yemek yediğini zannettirmişti.

Hastanın uykusu gelip de yatağa yattığı zaman dün geceden daha ziyade sıhhat ve afiyetle uykuya vardı. Ana oğul iki cariyenin ikisini birden odanın bir tarafında serilmiş olan yatağa yatırdılar. Fakat kulakları daima hastada olması tembihiyle odada bırakarak kendi odalarına çekildiler.

9

Kendi odalarına mı? Gerçi gerek hasta ve gerek cariyeler bu zanda bulundular ise de onların doğruca Demir Bey’in iş odasına gittikleri bize malumdur öyle değil mi?

Hastanın yanında kalan iki cariyeden birisinin ismi Mehtap diğerinin ismi de Afitap’tır. Mehtap yirmisini geçmiş ve Afitap otuzuna yaklaşmıştı. Fakat ikisi de isimlerine liyakatlerini ispat edebilecek fıtrat ve güzellikteydiler. Mehtap gayet sarışın, Afitap ise esmer dilberi bir kızdı. Güzellikten anlayan bir şair bunların ikisini de sena etmek isterse ikisinin de metih ve senaya layık pek çok cihetlerini bulur.

Mehtap şuh mizaçlıkta Afitap’a galiptir. Aralarında sekiz on yaş fark olması, yani Mehtap’ın nispeten daha pek genç bulunması bu şuhluğunu mazur göstermez mi? Gerçi Afitap ağır başlı bir kız sayılırsa da bu ağırbaşlılık nispidir. Mehtap’a nispetle ağır başlı sayıldığı hâlde kendisinden daha uslu akıllı bir kadın ile mukayese edilecek olsa ihtimal ki Afitap da şuh meşrep sayılır.

Bundan önce bir münasebet düşerek cariyelerin ikisi de Mustafa Kamerüddin’in Avrupa’ya gidişinden sonra satın alındıklarını söylemiştik. Bunlardan Afitap daha önce satın alınmıştı. Mehtap ise ondan yedi sekiz ay sonra satın alınmıştı. Dolayısıyla Afitap yalnız yaşça değil kapı yoldaşlık kıdemince de Mehtap’tan büyüktü.

“Herkesin kalp hanesinde bir aslan yatar!” demezler mi? Bu aslan herkesin kalp hanesinde ezelden mi peyda olmuştur, yoksa oraya sonradan mı girmiştir? Burasını tayin için tetkike ihtiyaç vardır. Fakat Afitap’ın kalp hanesinde aslan ister kendisi ile beraber halk olunmuş olsun, ister sonradan oraya girmiş bulunsun her hâlde Demir Bey’in şekil ve suretindeydi.

Ayıplanmaz ya! Bu yolda satın alınan kızcağızların türlü türlü ümitleri olur! Demir Bey’in yaşlılığı bu ümitleri kuvvetten düşürmez. Aksine takviye eder. Her cariye, hanımının kahrından efendisine ilticadan itibaren başlayarak hayallerini genişlettikçe genişletir. Çoğunlukla bu hâl efendilerde de görülür. Biçare cariyeleri evvela büyük bir merhametle himayeden başlayarak zevcesinin kıskançlığını arttıra arttıra nihayet cariyeyi odalık mertebesine terfi ettirir.

Gerçi bizim Demir Bey bu konuda daha cömert bir adam olduğundan sair efendilere asla kıyas edilmez ise de zavallı Afitap bu yolda sair cariyelerden başka değildi. İlk hayallerini arttırdıkça arttırmıştı. Efendisinin yüzüne gülmek ne kadar mümkün ise gülmüş, efendisinin nazarını çekmek için neler yapmak mümkün idiyse yapmıştı. Bu suretlerin hiçbirisiyle emellerine yaklaşamadığı hâlde yine ümitlerinden feragat edemiyordu.

Şuh meşreplikte kendisinden üstün olan Mehtap, kapı yoldaşının efendisi hakkındaki hayallerini anlayarak yavaş yavaş bu bildiklerini Afitap’a da anlattığı zaman ikisi arasında bir rekabet gayreti oluşmuştu. Nihayet Mehtap:

“Doğrusunu istersen ben öyle ağababam mertebesindeki bir ihtiyar için hiç de heveslenmem. Bizi azat edip birer kocaya verecekleri zamana kadar sabrederim.” yollu hakikatleri itiraf ile Afitap’a teminat verdiği için bu rekabetin şiddetini azaltmaya muvaffak olmuştu.

Bugün Demir Bey’in oğlunu davete dair verdiği emri Mustafa Kamerüddin Bey’e tebliğ eden Mehtap oldu. Hatta bu akşam ana ile oğul bunların itikadınca kendi odalarına çekildikleri zaman Mehtap şu delikanlı hakkındaki ilk düşüncelerini kapı yoldaşına anlatmaya da başladı.

Öyle ya! Hasta beklemek kolay şey midir? Hasta yanında gürültüsüz patırtısız bekçilik etmek, ağızdan kulağa fısıldaşmak nevinden hasbihâller ile vakit geçirilebilir. Dolayısıyla Mehtap dedi ki:

“Şu küçük bey her ne kadar genç ve yakışıklı ise de pek ekşi suratlı bir şey! Adamın yüzüne ne kadar sert bakıyor!”

“Demek oluyor ki sen tatlı surat gösterdin de…”

“Hayır amma… Demincek babası çağırdı. Haberini ben götürdüm. ‘Beyim sizi babanız istiyor.’ diye güzel güzel söyledim. Yüzüme öyle bir bakış ile baktı ki hemen beni tekdir edecek zannettim.”

“Demek oluyor ki onun da sana tatlı tatlı sözler söylemesini istiyordun öyle mi?”

“Sen büyük beye yaltaklanarak sözler söylediğin zaman ben seni ayıplıyor muydum?”

“Eğer oğlu da babası gibiyse ne ayıplamakta bir zarar var ne de ayıplamamakta bir fayda!”

“Oo! Besbelli ki oğlu da babası gibidir.”

Mehtap’ın Mustafa Kamerüddin Bey’i güya derhâl tanımış da verdiği hükümdeki isabetten eminmiş gibi davranması Afitap’ı bir hayli güldürdü. Dedi ki:

“Acele etme kardeşim! Daha ‘dün bir bugün iki’ denilecek kadar da zaman olmadı. Ne kadar olsa küçük bey gençtir. Senin ümidin benden daha kuvvetlidir. Hem senin arkandan dikkatli nazarlarını ayırmayacak bir hanım da yok!”

“Orası öyle ama…”

İşte iki cariye arasında bu suretle başlayan hasbihâlleri epeyce bir vakit uzadı gitti. Nihayet ikisinin de uykusu galebe ederek koyun koyuna yatağa girdiler, uyuya kaldılar.

Zaten bu biçare cariyelerin hasbihâlleri bizce ikinci üçüncü derecelerde bile dikkate değmeyeceğinden, yalnız konak içerisinde şöyle iki kalp sahibi daha bulunduğunu hatırlatarak odadan çıkmış olan ana ve oğla dikkatlerimizi çevirmemiz lazım gelir.

Bunlar iz kaybetmek için evvela her biri kendi odasına çekilmiş idiler. Aradan yarım saat zaman geçtikten sonra Feride Hanım şamdansız olarak kendi odasından yavaşça çıkmış ve oğlunun odası kapısına parmaklarının tersi ile ve büyük bir dikkat ile “tık tık tık tık” dört defa vurduktan sonra Demir Bey’in iş odasına doğru gidip kendine mahsus anahtar ile kapıyı açmıştı.

Mustafa Kamerüddin Bey de mumsuz olarak kendi odasından çıkıp validesinin arkası sıra pederinin iş odasına vardı. Orada ana oğul anahtarı kapının dış tarafından çıkarıp iç tarafındaki deliğe sokarak kapıyı yavaşça kapadıktan ve anahtar ile kilitledikten sonra odanın pencerelerini, perdelerini de indirip sağlam kapattılar. Sonra Demir Bey’in her zaman kullanmakta bulunduğu yağ tenekesi içine Feride Hanım’ın beraber getirdiği idare fitilini koyup şu suretle peyda olan kandili yaktıktan sonra dolabın da kapısını açmaya davrandılar.

Şu hâlde bu iki zatın heyecanlı ve endişeli telaşları görülseydi oraya mutlaka bir cinayet maksadıyla gelmiş hırsızlara teşbih olunurlardı.

Ama ne tuhaf manzara! Yanmakta bulunan fitil odayı tamamıyla aydınlatmaktan aciz! Dolayısıyla oda içindeki adamların işbu fitile karşı hasıl ettikleri gölge kendi tabii büyüklüklerinin birkaç misli büyük olarak öteye beriye gezindikçe ışığın yalnız bir tane olmasından dolayı o kocaman gölgelerin hareketleri kendilerinden daha hızlı hareket ediyordu. Kandil yerde bulunduğu için bunların gölgeleri yalnız duvarın yüksekliği kadar değil tavanı da istila ediyordu. Dolayısıyla büyük cüsseli adamlar sanki odaya sığamadıklarından cinayetlerini gerçekleştirmek için iki büklüm olmuşlar ve arkası sıra şuraya buraya doğru korkuyla koşuşuyorlar zannolunurdu.

Kâh öyle bir vaziyette yüz yüze bulunuyorlardı ki, yüzlerinin kandile karşı olan tarafları epeyce uzaktan gelen odanın ışığını yarı yarıya azaltıyordu. Bazen de âdeta oda kararıyordu. Dolayısıyla heyecanlı ve telaşlı bir hâlde bulunmasalar da birbirinin yüzüne dikkatlice bakabilselerdi birbirlerinden korkacakları aşikârdır.

Kendi haneleri içinde âdeta bir odayı soymaya çıkmış gibi olan şu ana ile oğul, aynen diğer adi hırsızlar gibi kendilerini ele verecek takırtılardan, patırtılardan korkuyorlardı. Hatta serbestçe konuşmaya bile çekiniyorlardı. Bir cinayet maksadıyla yola çıkmışlar gibi aralarında boğuk boğuk sesler ile konuşuyorlardı.

Gerçi şu odayı ilk incelediği zaman Feride Hanım korkunun bu derecesine lüzum görmemişti. Âdeta kendi odasının kapısını ve dolabını açtıran bir kadın gibi rahat davranmıştı. Fakat o zaman Demir Bey, hayatından ziyade mematına yakındı. Şimdi öyle mi? Hayata gereği gibi yaklaşmıştı. Odası içinde ufak tefek gezinmeye bile muktedir oluyor. Ya bir şeyden şüphelenecek olursa? Demir Bey gibi adamların şüphesinden, gazabından her zaman korkulur.

Eğer Feride Hanım, her ne olursa olsunu göze aldırmış bulunsa idi korkuların bu derecesine hiç lüzum kalmazdı. Fakat tedbirli kadın, oğlunu tamamıyla kendisine taraftar yapmak için işin sonunu getirene kadar tedbiri elden bırakmak istemiyordu.

Kısacası bütün tedbirler alınarak dolap açıldı. Feride Hanım Fransız askerî zabitlerine mahsus olan köhne üniformaları, şapkaları filanları ortaya sererek nihayet bir eline nişan mahfazalarının saklı olduğu torbayı ve diğer eline kâğıtları, resimleri filanları alarak dedi ki:

“İşte oğlum! Pederin hakkındaki zanlarımı tam hakikat olmak üzere bana hükmettiren şeyler bunlardır! Ah, meğer yirmi beş yıldır bir Fransız ile yaşamışım. Meğer sen de bir Fransız soyundan inmişsin!”

Bu söz validesinin bedbahtlığından ziyade Mustafa Kamerüddin Bey’in bedbahtlığını gösterecek bir surette söylenmişti. Hâlbuki Mustafa Kamerüddin, o zamana kadar pederini ifrat derecesinde sevmişti. Durum böyle olduğundan, validesi bu sırları bu şekilde ona açtığı zaman, velev ki pederi aleyhindeki bu sırlar doğru çıksın, validesi gibi olumsuz düşünmüyordu. Dolayısıyla validesinin sözüne cevaben demişti ki:

“Kendini ümitsiz üzüntülere kaptırma anacığım! Velev ki pederimin aslı Fransız olsun. Avrupalılardan din değiştirip Osmanlı hizmetine girmiş yalnız benim pederim mi vardır? Bir Hristiyan, Müslüman olduktan sonra, senin benim gibi kalubeladan beri Müslüman sayılır.”

İki elinde bulunan torba ve paketi oğluna uzatmış bulunduğu hâlde Feride Hanım oğlundan bu sözleri işitince ellerini geriye çekti ve bunları oğluna vermek istemiyormuşçasına bir tavır ile dedi ki:

“Vay Mustafa! Senden bu cevapları alayım diye mi seni sırlarıma ortak ettim?”

“Anacığım! Ben verdiğim cevabı senin gibi bir ümitsizlik üzüntüsüne kapılarak vermedim. Daha normal ve sakince verdim. Şu eşya babam hakkında beyan ettiğin zanları ispat edebilecekler gibi görmüyorum. Hâlbuki bu zanlar sabit dahi olsalar bundan dolayı babam mahkûm olamaz. Düşünmeliyiz ki sen yirmi beş yıldan beri, ben kendimi bildim bileli bu adamın Fransızca bildiğine olsun vâkıf olamamışız. Demek oluyor ki babam mensup olduğu milleti tamamıyla terk etmiş.”

“Şimdiye kadar bizi niçin aldatmış? Doğrusunu niçin söylememiş? ‘Yahu benim aslım şuydu, ama şimdi şuyum!’ deseydi boğazına mı sarılacaktık?”

“Orasını bilemem. Bildiğim şey, babamda sevilmeyecek, beğenilmeyecek hiçbir hâl olmamasından ibarettir. Aslının Fransız olması bile benim bu hükmümü redde medar olamaz. Hele ver şunları bir göreyim. Zaten işin hakikatine vasıl olmaksızın her ne söylemiş olsak boş ve beyhudedir.”

Feride Hanım oğlunun son sözünden yine ümitlendi. Torba ve paket içinden çıkacak eşya elbette pederinin asıl mensubiyeti hakkında oğlunda hiçbir şüphe bırakmayacağını dikkate alarak Mustafa Kamerüddin Bey’e yere oturmasını işaretle, kendisi evvela nişan mahfazalarını havi olan torbayı açtı. İçindeki mahfazaları birer birer çıkarıp kapaklarını açarak sıra ile oğlunun önüne koymaya ve Mustafa Kamerüddin de bunları birer birer eline alarak temaşadan sonra kendilerinden daha uzak bir yere yerleştirmeye başladı.

O anda bu nişanların her biri bu bilinmez şahsın sırlarının keşfi hususunu ortaya koyan deliller olarak ortadaydı. Mustafa Kamerüddin simasında peyda olan tatmin alametlerini validesine gösterip anlatıyordu. Hele Feride Hanım evrak paketini açıp da içerisindeki resimleri, beratları ve özellikle el yazıları ile yazılmış mektupları sergi gibi yere sermeye ve Mustafa da bunları muayene etmeye başladığı zaman çocuğun sanki bütün tüyleri ürpermişti. Bunlar karşısında damarlarındaki olanca kanı donmuş gibi acayip ve müthiş bir hâl peyda oldu ki Mustafa Kamerüddin’in bu hâline yalnız validesi Feride Hanım’ın değil bizim ve okuyucularımızın da özellikle dikkat etmesi gerekir.

10

Feride Hanım’ın evvela oğluna gösterdiği nişanlar Sardunya, İspanya ve Bavyera devletlerinin demirden veyahut mineli ve bir dereceye kadar gümüş yaldızlı dört beş nişanlarından ibaret idiler ki bunların tümü istavroz şeklinde oldukları malumdur. Bir de Fransa’nın Legion D’honneur nişanının dördüncü rütbesinden bir kıta nişanı vardı.

Bu nişanlar Mustafa Kamerüddin’in o kadar dikkatini çekmediler. Zira onlara nispetle madalyalar daha ehemmiyetli idiler.

Bu madalyalardan bir tanesi Fransa Kralı Louis Philippe’in cülusu yani Fransa’da Bourbon hanedanının büyük şubesi X. Charles’ın çekilmesiyle son bulan ve küçük şubenin iktidara gelişi üzerine miladi 1830 senesi tarihiyle verilen madalya idi. Diğeri Cezayir işgalini hatırlatmak üzere yine 1830 tarihli bir madalyaydı. Üçüncüsü Telmesan işgali üzerine 1835 tarihinde; dördüncüsü Şayka muzafferiyeti için 1836 tarihinde ve beşincisi de Kostantin Anlaşması üzerine 1837 tarihinde verilen madalyalardı ki, sahibinin Cezayir’de işbu savaşlarda bulunup büyük başarılar elde ettiğini gösteriyorlardı.

Madalyaların altıncısı 1848’de Louis Philippe’in düşürülmesiyle Fransa’da verildiğini hatırlatıyordu. Yedincisi 1839’da Cezayir’de Demirkapı adıyla meşhur olan savaş madalyası; sekizincisi yine madalya gibi ve 1840 tarihli meşhur Mazağran müdafaası nişanı; dokuzuncusu ise Dük Dumal emriyle Cezayir’de 1843 senesinde vuku bulan ve Ayn-ı Tâceyn muzafferiyetine mahsus madalyalar idiler.

Bu dokuz madalyayı Mustafa Kamerüddin tarih sıraları ile tertibe koymaya çalıştı. Dolayısıyla 1848 tarihli avam hükûmetinin madalyasının henüz tarih sırası gelmemiş olduğundan ayırdı. Elinde tuttu ve madalyaların kalanlarını da muayeneye başladı ki şimdiye kadar tarif ettiğimiz sıraya göre onuncusu 1844 tarihli ve İzli muzafferiyetini hatırlatıyordu. Mareşal Bogo adına verilen bir madalyaydı. On birincisi 1847 tarihinde Emir Abdülkadir’in nişanı olarak verilen bir madalya idi.

Madalyaların işbu on iki tanesi tarih sırası ile tertip olunduğu zaman Mustafa Kamerüddin elinde tutmakta bulunduğu madalyayı on ikinci olarak önüne koydu. Sonra madalyaların on üçüncüsü olmak üzere 1851 tarihli bir madalyayı eline aldı ki, sonradan Fransa imparatoru olan Prens Napolyon Bonapart’ın ilk gelişine dairdi. Ondan sonra madalyaların on dördüncüsü malum prensin üçüncülük unvanıyla imparatorluğunu kutlamak ve 1852 tarihiyle kaydedilmişti. On beşincisi ise Mareşal Mac Mahon’un yine bu tarihte Cezayir’in işgali üzerine ona olan itaatini tamamlamasını hatırlatıyordu. Nihayet on altıncısı Kırım Savaşı’ndan sonra Paris Antlaşması için 1856 tarihiyle basılmış bir madalyaydı.

İşbu madalyaları sıraya koyduğu zaman Mustafa Kamerüddin miladi 1830 senesinden 1856 senesine kadar yirmi altı senelik bir tarihin en önemli olaylarını düzenlemiş oldu.

Acaba bu madalyaları alan zat hakikaten kendi babası mıydı?

İşte bu nokta delikanlının en evvel nazarıdikkat ve hayretini çekmeye başlayan nokta oldu. En evvel düşündü ki şu madalyaların gösterdikleri yirmi altı senelik müddet üzerinden bir yirmi beş sene daha geçmiştir ki, o da pederinin Sinop vakasından sonra emekli olup kendi validesinin evliliğiyle geçirmiş olduğu zamandır. Bu hesapça yani 1830 senesinden 1856 senesine ve o tarihten şimdiye kadar tam 51 sene geçmiştir.

Tam Mustafa Kamerüddin bu hesapta iken validesi:

“İşte oğlum bunlar bir Müslüman’da bulunacak şeyler değildir ya! Bunların tetkiki ile babanın aslı nesli hakkında şüphen kalır mı? Nefretimde haklı olduğumu teslim edersin ya?” demişti. Buna cevaben oğlunun ağzından:

“Yok! yok! Hesabımız yanlış!” sözlerini işitince kadıncağız hesabın yanlış olmadığını ve ne olursa olsun zannında, nefretinde haklı olduğunu ispat edecek sözler söylemeye davrandı ise de müteakiben kendisi de anladı ki Mustafa Kamerüddin kendisine hitaben söylememiştir.

Hakikaten Mustafa Kamerüddin hesabın yanlışlığına dair olan sözleri validesine cevaben söylememişti. Önüne dizdiği madalyaları tetkiki ve düzenlemesi üzerine Mustafa Kamerüddin başka bir hesaba dalmış gitmişti. Hatta ilk sözünde devam ile kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:

“Elli bir sene olmayacak! Kırk sekiz, kırk dokuz sene edecek! Çünkü babam Sinop vakasını müteakip emekli edilerek emekliliğiyle beraber validemi de almıştır. Bu ise 1853 tarihine denk geliyor demektir. Paris Antlaşması madalyası ondan üç sene kadar sonra yani 1856’da imzalanmıştır.”

Feride Hanım oğlunun böyle kendi kendisine mırıldanmasını bir şüphe nazarıyla karşıladı. Mustafa Kamerüddin’in bu hesabı hangi neticeyi getireceğini sabırsızlıkla bekliyordu. Mustafa Kamerüddin ise madalyaların birisini alıp diğerini bırakarak ve kâh bir tarafını kâh diğer tarafını çevirip temaşa ve tetkik ederek hep kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:

“İlk madalyadan bugüne kadar kırk sekiz sene geçmiş ise pederim ilk madalyayı aldığı zaman acaba kaç yaşında bulunması lazım gelir? Babam şimdi sekseninde kadar vardır o hâlde…”

Şu son söz Feride Hanım’ın gayretine dokundu, bir eliyle oğlunun dizini dürterek:

“Aa! Sekseninde neden olsun? Yetmişinde bile yoktur.” demesiyle Mustafa Kamerüddin güya uykudan uyanıyormuş gibi dalgınlıktan baş kaldırdı. Validesine bir “Ha?” sesiyle izah gönderdi ise de validesinin vermeye başladığı uyarılara asla kulak vermeyerek yine kendi hesabına devama başladı. Hep sayıklarcasına mırıldanarak diyordu ki:

“Babam şimdi seksen yaşında var ise demek oluyor ki ilk madalya kendisine verildiği zaman otuz, otuz bir, nihayet otuz iki yaşlarında varmış. Huuu! Ne ömür? Ne vukuat? Babam tüm insani faziletlerini tamamlayarak tam da bir kâmil insan olmamış! Bu kadar ömrün tecrübeleri, şu madalyaların gösterecekleri olaylar, insanı bir canlı tarih hükmüne koyar. Her vakadan alınacak ibret, insanın dikkatli nazarını açtıkça açar. Fakat babam şimdiye kadar bizi bu sırlara niçin vâkıf etmemiş?”

“İşte ben de buna kızıyorum ya! Asıl nefret sebebim bu değil mi?”

Bu sözü söyleyenin Feride Hanım olduğu aşikârdır. Gerçi Feride Hanım bu sözü oğluna cevap olmak üzere söylemiş idiyse de Mustafa Kamerüddin “Babam şimdiye kadar bu sırra bizi niçin vâkıf etmemiş?” sualini validesine hitaben söylememiş olduğundan kendi nazarında validesinin cevabı tamamıyla hükümsüz kaldı.

Mustafa Kamerüddin’in şimdiye kadar ettiği hesaplar üzerine düçar olduğu hayret hemen kâfi iken bir de validesi evrak paketini açarak gözü önüne birtakım resimler, kâğıtlar serince delikanlının dalgınlığı, hayreti son mertebeye vardı. Türlü türlü resimler ile süslenmiş olan matbu kâğıtlar şu nişanların ve madalyaların beratlarıydı. Şöyle hızlıca bir göz gezdirdiğinde bunların hepsi Pierre Heyder namında bir zabite verilmiş olduğunu görünce “Heyder mi? Heyder mi?” diye gayet telaşlı bir suretle mırıldanmaya başladı. Güya matbu beratlar üzerinde okuduğu isimleri dosdoğru okumuş bulunmasına kendisinin de şüphesi varmış gibi bunları tekrar tekrar gözden geçirip hatta yanmakta bulunan kandile sokularak o şekilde de muayene ettikten sonra:

“Evet! Evet! Şüphe yok! Heyder! Ta kendisi!” diye hemen validesinin yanına gelip diğer evrakı da karıştırmaya başladı. Validesi:

“O Heyder kim oluyormuş? Babanın asıl ismi Heyder mi imiş?” yollu bin sual ile oğlunu sorgulamak istiyor ise de Mustafa Kamerüddin’de bu suallere cevap iktidarı şöyle dursun, sualleri anlamaya bile gücü kalmamış. Delikanlı olanca kudret ve kuvvetini zihninde tayin ettiği bir noktaya dikkatle diğer kâğıtları o kadar hırs ile karıştırıyordu ki her birini gözleriyle yiyecek zannolunurdu.

El yazısı ile yazılmış birkaç mektubu gözden geçirdi. Bu mektuplar kendisine gayet müthiş birtakım şeylerden haber veriyorlarmış da Mustafa Kamerüddin kendine hücum eden bunca dehşetlere karşı ne yapacağını şaşırmış kalmış olduğuna delalet edecek bin hadise, bin emare bir anda yüzünde peyda oluyordu. Hele:

“Beni buraya Allah getirmiş! Cenabıhak nice gizli hakikatleri ortaya çıkarmak için böyle yapmış!” yollu sözleri mırıldandıkça, validesi meraktan çıldırıyor idiyse de oğlunun aklını başına iadeye imkân yok ki sorduğu suallere cevap alabilsin de merakını halledebilsin!

Mustafa Kamerüddin’in mevcut kâğıtları karıştırması yarım saatten ziyade sürdü. Bu esnada eline geçen resimlere de büyük bir dikkatle bakarak onları da başkaca bir tarafa istif ediyordu. Derken resimler arasından bir kadın resmi çıktı ki bunu görür görmez delikanlının gözlerinden âdeta alevler fırladı.

Bu resim tirşe üzerine sulu boya ile yapılmış bir şeydi. Mustafa Kamerüddin’in mutlaka bunu bir kimseye benzettiği hâl ve şanından anlaşılıyordu. Ancak resim bir genç kadın resmi ise de yirmi beş yıldır şu paketin içinde mahsur kalmasına nazaran bu taze kadının şimdi artık bir gül gibi ihtiyar olmuş bulunması lazım gelmez mi? Fakat bu resmi Demir Bey’in oraya sonradan koymuş bulunması da hatıra geleceğinden işte bu şüphe delikanlıyı bir kat daha perişan etti.

bannerbanner