Читать книгу Şakarim (Yerlan Sıdıkov) онлайн бесплатно на Bookz (7-ая страница книги)
bannerbanner
Şakarim
Şakarim
Оценить:

5

Полная версия:

Şakarim

O dönemde Abay’dan hoşlanmayan bozkır kodamanlarının iftirasıyla açılmış mahkeme davası yüzünden şair dört yıl boyunca Semipalatinsk’e gidip gelmek zorunda kaldı. Şakarim, Semipalatinsk’te zamanının çoğunu daha önce bir okuma odası şeklinde olan ve ilçe idaresinin ek binasında yer alan şehir kütüphanesinde geçiriyordu. Kütüphanenin genişletilmesinde siyasi sürgünler önemli rol oynuyordu. Farklı zamanlarda ceza sürelerini Semipalatinsk’te geçiren Aleksandr Lvoviç Blek, Çernışevski’nin öğrencisi Yevgeniy Petroviç Mihaelis, geleceğin anarşizm düşüncesinin savunucusu ve kuramcısı Apollon Andreyeviç Karelin ve ihtilale meyilli demokrat Nifont İvanoviç Dolgopolov varlıklı insanları hayır işlemeye davet ediyorlardı. Kütüphanenin kurulmasına Semipalatinsk tüccarları Pleşeev’le Habarov, Pavlodar tüccarı Derov ve Krasnodar tüccarı Yudin maddi katkıda bulundular. Kütüphanenin oluşturulmasında siyasi sürgünlere Kolmogorov ve Zemlyanitsın gibi âlimler de yardım ediyordu. Zaten yeni şehir kütüphanesi de 20 Eylül 1883 tarihinde Zemlyanitsın’ın evinde açıldı.

1885 yılının yazında Semipalatinsk kütüphanesini Djordj Kennan adlı Amerikalı gazeteci ziyaret etti. “Sibirya ve Sürgün” adlı kitabında o şöyle yazıyordu:

“Şehrin ortasında içinde ufak antropoloji müzesiyle tüm Rus dergileriyle gazetelerinin yanı sıra oldukça iyi bir kitap koleksiyonunun bulunduğu okuma salonunun yer aldığı sade ahşap bir bina vardır. Böyle bir kitap koleksiyonu aydınları ve onu oluşturanlarla kullananları onurlandırıyor.”

Eski okuma salonunda sadece 274 kitap vardı. Kütüphanenin açıldığı daha ilk seneyse kitap sayısı 750’ye ulaştı. Bunlardan 94’ü felsefe ve sosyoloji, 75’i tarih, 120’si doğa bilimiyle ilgili kitaplar olup 410’u edebi eserdi. Kitaplar 130 kişi tarafından kullanılıyordu. En aktif okuyuculardan biri Abay’dı. Batı ve Rus edebî eserlerini okumak, tahlile dayalı bilimsel araştırma yapmak onun uğraşlarındandı. O, Dreper, Darvin, Bokl ve Spenser’in eserlerini inceliyor, ansiklopedik sözlüklerle danışma kitaplarını okuyordu, fakat en çok ilgisini Rus edebiyatı çekiyordu.

Şehir kütüphanesi sayesinde Abay’la Şakarim sürgün Ruslarla tanıştılar. Özellikle de yazları Şıngıstav’a gelip kendilerini ziyaret eden Mihaelis ve Dolgopolov’la arkadaş oldular.

Aralarındaki dostluk hem Kazak şairi Abay’ın, hem sürgün demokrat Mihaelis’in hayatlarında önemli rol oynadı. Onlar kütüphanenin daha ilçe idaresinin ek binasında bulunduğu 1874 yılında tanıştılar. Abay kütüphaneye uğrayıp görevliye sipariş ettiği Lev Tolstoy’un kitabının gelip gelmediğini sormuştu. Masa başında dergi okuyan Mihaelis bunu duyunca çok şaşırırdı ve Tolstoy’la ilgilenen bozkırlıyla tanışmak isterdi. Abay görüş genişliğiyle onu hayretler içinde bırakır. Sohbete dalmış bir şekilde onlar kütüphaneden birlikte çıkarlardı.

Mihaelis’in Semipalatinsk’te yaşadığı 1882 yılına kadar arkadaşlar kış mevsimlerinde nerdeyse her gün görüşüyorlardı. Daha sonra Mihaelis, Ust-Kamenogorsk’a taşınınca onlar mektuplaşmaya başladılar. 1893’te Abay, Ust-Kamenogorsk’a gidip birkaç gün Mihaelis’in misafiri oldu. Bu olay daha önceleri Semipalatinsk bölgesinin dışına çıkmamış şair için inanılmazdı.

Yazın Mihaelis Abay’ın yaylasına misafirliğe geliyordu. Onlar Şıngıstav’ın ferahlık ve enginliğinin tadını çıkartıyor, saatlerce sohbet ediyorlardı. Ozanlarla müzisyenleri dinliyorlardı. Akşamları yalnız kalarak kitap okuyorlar, sabahlarıysa okuduklarını tartışıyorlardı. 1881 yılının yazında, nahiye müdürü seçiminden hemen sonra Abay, Şakarim’i Mihaelis’le tanıştırmak üzere yanına çağırdı. Çok kültürlü, zeki ve bilgili Mihaelis genç adamı bilgilendirmek için hemen işe koyuldu. Ona coğrafya, tarih ve matematiğe olan ilgisini sorup okuması için kitaplar önerdi. Ayrıca şehre dönünce bazı kitaplar göndermeye söz verdi.

Ömrünün son günlerine kadar Abay ona çok şey öğreten Rus arkadaşından minnettarlıkla söz ediyordu. Mihaelis ona çok iyi bildiği Rusya’nın demokratik hareket tarihini, Rusya halklarının durum analizini, Belinskiy, Nekrasov, Dobrolyubov, Çernışevskiy, Turgenev ve Pisarev’in eğitimle ilgili fikirlerini öğretmişti. Bunun yanı sıra okunması gereken kitaplar konusunda tavsiyeler vermişti. Daha önceleri eline geçen her kitabı okuyan Abay artık arkadaşının önerisi sayesinde Puşkin, Lermontov, Goethe, Dostoyevski, Saltıkov-Şedrin ve Tolstoy’un eserlerini sistematik bir şekilde okumaya başlar. Birkaç yıl içinde okuduğu Spenser, Darvin ve tarihçi Dre-per’in çalışmalarını Abay öğrencilerine anlatıyor, 1881’den itibaren uğraşmaya başladığı çeviri işini sürdürmek için eserler seçiyordu.

Mihaelis’in göndermeye söz verdiği kitaplar Şakarim’in eline sonbaharda ulaştı. Ona basit gibi görünen bu bilimsel kitaplar ilk başlarda ilgisini çekmedi. Şakarim’in daha sonraları oğlu Ahat’a anlattığı şu olay dikkate değerdir:

Dolgopolov, Mihaelis gibi arkadaşları gelince Abay beni hemen yanına çağırırdı. Ben onlardan çok yararlı bilgiler öğrendim, iyi öğütler aldım. Dolgopolov’la Mihaelis’in sosyoloji bilimiyle ilgili anlattıkları benim için büyük bir dersti ve hâlâ aklımda.”

Münferit grupların çıkar çatışması bir hayli yorucu olsa da Abay’ın da yönlendirmesiyle Şakarim nahiyeyi başarıyla yönetiyordu. O, bozkırdaki olayları dikkatle takip ediyordu, çünkü obalar arasında otlak konusundaki anlaşmazlıklar bazen durduk yere bile çıkabiliyordu. Hayvan hırsızlarıysa birilerinin sürüsünü çalmak için her an fırsat kolluyor gibiydi.

Zıtlıkların doğası hakkında Şakarim sohbet esnasında Abay’ın dile getirdiği fikirlerinden dolayı haberdardı. Söz konusu görüşler “Sözler Kitabı”nda yer almaktadır. Üçüncü Söz’de Abay şöyle diyor:

“Ebeveynler kendi sürülerini çoğalttıktan sonra sürülerle ilgilenme işini çobanlara devredip kendileri doya doya et yiyip, kımız içip, güzellere bakıp, hızlı atları izleyerek bayram havasında yaşamak için durmadan çocuklarının hayvan sürülerinin daha semiz olması için uğraşıyorlar. Bunun sonucunda onların kışlaklarıyla otlakları daralıyor ve onlar nüfuzlarıyla birlikte makamlarını kullanarak, komşularının topraklarını hileyle veya zorla satın alıyorlar. Toprağından olmuş kişiyse kendi komşusunu sıkıştırıyor veya doğduğu yerleri terk etmek zorunda kalıyor. Bu insanlar birbirine iyilik dileyebilir mi? Yoksulların sayısı ne kadar çoksa iş gücü de o kadar ucuzdur. Geçim sıkıntısı çekenlerin sayısı ne kadar çoksa boş kışlakların miktarı da o kadar çoktur. O benim iflas edeceğim zamanı bekliyor, ben onun fakirleşeceği anı bekliyorum. Yavaş yavaş bizim birbirimize olan üstü kapalı antipatimiz açık amansız bir düşmanlığa dönüşüyor ve biz hırslanıyoruz, birbirimizle mahkemelik oluyoruz, gruplara bölünüyoruz, düşmanlarımız karşısında üstünlük elde etmek için nüfuzlu kişileri rüşvet vererek kendi tarafımıza çekiyoruz, mevki için dövüşüyoruz.”

Tüm bunları Şakarim defalarca bilge amcasından duymuştu. Nahiyedeki sorunları çözerek kendisi de tecrübe kazanıyordu. Hizmetinin inceliklerini kavrayınca Şakarim, sınırlı yetkilere sahip nahiye müdürünün göçebe hayatta aslında fazla bir şey değiştiremeyeceğini anladı ve zaman geçtikçe bu görevin kendisine göre olmadığını düşünmeye başladı.

Gerçekten de o dönemde Çarlık idaresi tarafından önerilen yönetim şekli bozkır hayatını geleneksel hukuka göre sürdürmek isteyen çoğu Kazak’ı zorluyordu. İdare, sert bozkır koşullarında güvenli hayatın sağlanması için çok fazla seçenek bırakmıyordu. Üstelik nahiye müdürlüğü görevi vergilerin çileden çıkardığı ve mevsimlik göçlerin geleneksel güzergâha göre yapılmasını engelleyen kuralların öfkelendirdiği Kazak çoğunluğunun tepkisini kazanmaya da neden oluyordu.

Zeki, saygın şahsiyetler gizli lider şeklinde kalmayı tercih ediyorlardı. Nahiye müdürlüğü görevini ise vekiller yürütüyordu. Yönetim gücünün artık eskiden beri bozkırda olduğu gibi şahsi haysiyet ve niteliklerle belirlenmediğini açıkça gören Abay da böyle yapmaya başladı. Kazak kahramanları gibi halkın hoşlanmadığı hanları tahttan indirmek geçmişte kaldı, çünkü artık hanlar seçilmiyordu. Kendi idare yapısını ısrarla tatbik eden Rus yönetimine ise Kazaklarda karşı koyacak güç yoktu.

Bu yüzden de Abay “Sözler Kitabı”nın Kırk Birinci Sözünde şöyle diyordu:

“Kazak’ı eğitmeye, düzeltmeye niyetlenen kimse iki üstünlüğe sahip olmalıdır. Birincisi, büyükleri korkutarak ellerinden çocuklarını alıp farklı bilim alanlarına göre okutmak, ebeveynlerine ise bu eğitimin ücretini ödetmek için büyük mevkie ve nüfuza sahip olmalısınız. Böylece yaşlanan ebeveynlerin işlerini devralacak genç neslin doğru yolda yürüyeceğinden ümit edilebilir.

İkincisi, ebeveynlerden rüşvet karşılığında çocuklarını alarak yukarıda bahsedilen şekilde okutmak için çok zengin olmalısınız.

Fakat kimse günümüz insanlarını korkutacak nüfuza sahip değildir. Tüm ebeveynleri ikna etmeye yetecek kadar zenginlik de kimseye verilmemiştir. Korkutmazsan veya rüşvet vermezsen Kazak’ı herhangi bir konuda ikna etmek imkânsızdır. Babalardan kalarak anne sütüyle geçen cehalet, eti delip geçerek kemiklere kadar ulaşmış ve ondaki insanlığı öldürmüş.

Nasıl yaşanır? Bundan böyle ne yapmalıyız?”

Bozkır yaşamının bu “lanet olası” soruları Şakarim’i rahat bırakmıyordu ve son “Unutulanın Hayatı”nda o, göçebelik dünyası uyumunun neden kaybolduğunu anlamaya çalışarak defalarca nahiye müdürü olduğu döneme dönüş yapıyor. Genellikle Şakarim aile bireyleriyle yakın obalardan gelen misafirlerden oluşan dinleyiciler karşısında açıklıyor düşüncelerini:

Benim cahil halkım,Sen yoksulları sevindirmezsin.Söz akını, tıpkı sel gibi yükseklerden gelen        Dökülüyor, kaderleri değiştirmeden.Benden daha günahsızlar az değildirKara cahiller de, okumuşlar da.Fakat kaderlerin gizemini onlar        Bozkır azatlılarına açıklayamaz.Yirmi ile kırk arasındaHayat hep kolay gibi geliyor,Fakat yıllar geçti boşa…

Cahil halk, talihsiz yoksullar ve şairin tutumunu belirten lirik kahraman kader üçgeninde bir araya gelmiş. O kendisini daha temiz, daha bilgililerle kıyaslamıyor, sadece kaderlerin gizemini açıklamak için bir arayış içerisinde bulunuyor. Boşa geçen yıllarsa boşa harcanmış güçler anlamında da kullanılmıştır.

1882 yazının ortasında Şakarim ıstırap verici endişeler içerisinde kendisinin ve yakınlarının hayatını değiştirecek bir karar aldı. Yalana tahammülü olmayan biri olması sebebiyle o, Mauen’den gerçeği daha fazla saklayamıyordu.

İlk önce o Ayganşa’yla görüştü ve anne babasının onu ikinci eş olarak kendisine vermek istemediklerinden dolayı onu kaçıracağını açıkça söyledi. Şaşırmış gözdesinin itirazlarını ise dinlemek bile istemiyordu. Onun sözleri çok tutkulu, çok kesindi. Eve Şakarim büyük bir heyecan içinde döndü. Artık en zor şeyi yapmalıydı, yani Mauen’le konuşmalıydı. Genç adam girdaba kapılmış gibiydi.

Mauen, Şakarim’i seviyordu, fakat onun içinde kocasının aile geleneğine göre ikinci defa evlenebileceği endişesi hep vardı. Artık bir rakibinin olduğunu anlayınca Mauen’in huzurlu hali yerini kalbine kalıcı bir şekilde yerleşen gönül acısına bıraktı. Mauen’in ikinci eşi kabul etmesinin sebebi geleneklerin baskı yaptığı çaresizlikten kaynaklanmıyordu. Kocasını çok iyi tanıdığı için o, itiraz edip kendi istekleri yönünde ısrarlı davrandığı takdirde eşinin kalbini kıracağını, onu mutsuzluğa iteceğini, kendisinin de mutsuz olacağını biliyordu. Bize ulaşan bilgilere göre Mauen, Ayganşa’yı çadırın eşiğinde karşılayıp öptü ve “Hoş geldin, canım!” sözleriyle içeri götürdü. Yani Mauen birlikte yaşamayı kabul etmiş gibiydi, fakat başta annesi olmak üzere kaçırılan kızın akrabaları çok çabuk gelip evi bastılar. Ayganşa’nın annesi feryat ediyor, bağırıyor, kızını geri istiyordu. Tam bu sırada Ayganşa kararlılığını göstererek kesinlikle dönmeyeceğini belirtti. Şakarim ne yapacağını bilmiyordu. Beklenmedik ziyaretçileri misafir çadırına almayı denedi fakat gürültü daha da arttı. Gelenler kavgaya girişiyor, sıkıştırıyordu. Şakarim’in akrabaları mukavemet göstermeye hazır duruyordu.

Obanın ortasındaki kargaşayı görüp dayanamadı Mauen. “Bu kadar rezaleti görmez olaydım!” dedi o ve eşyalarını toplayıp kaldığı çadırı terk etti. Mauen başka bir çadıra yerleşti ve o günden itibaren ayrı yaşadı. Daha uzak bir yere gidemezdi. Bilindiği üzere Kazak toplumunda boşanmak yasaktı.

Ayganşa’nın kararlılığını gören akrabaları bir süre sonra Şakarim’i kadılar mahkemesiyle tehdit ederek elleri boş gitti. Aile reisinin eşlerine iyi imkânlar sağlayabildiği takdirde geleneksel Kazak toplumunda çok eşliliğin psikolojik sorun yaratmadığını düşünmek mümkündür. Aslında sorunlar vardı ve her ailede farklı şekilde çözülüyordu.

Ayganşa’nın kaçırılması kargaşaya sebep oldu. Abay da üzgündü. Şakarim’in eve ikinci eş getirmesinden ötürü değil, bunu yapma şeklinden dolayı üzgündü. Ayganşa’nın dedesi, Şakarim’in Ayganşa’yı dünür düşmeden kaçırdığına öfkelenip sülalenin başı olması sebebiyle şikâyetle Abay’a gitmişti.

Abay hemen yanına Şakarim’i çağırarak ona daha önce Kazak ve Nogay obalarının arasından su sızmadığını, onların sıkı bir ilişki içinde olup birbirine karşı hep saygılı davrandıklarını hatırlattı. Abay’ın çıkardığı hükme göre Şakarim, Nogay Hacının kızını kaçırdığı için elli deveyle beş yaşındaki yirmi atı suç bedeli olarak ödemeliydi. Her şeyi hesaplayan Abay cezanın beş gün içinde ödenmesi gerektiğini belirtti. Kararı çok adaletsiz bulan ve bu duruma şaşıran Şakarim, annesine gitti. O makul düşünmeye çalışıyor, bunun atalardan kalan gelenek olduğunu ifade ederek adalet istediğini söylüyordu:

– Elli deve cinayet için ödenen bedeldir, fakat ben kimseyi öldürmedim. Bu kadar hayvanı niçin vermeliyim? Üstelik benim bu kadar hayvanım yok.

Abay kararından vazgeçmiyordu, çünkü kızın babası adalet talep ediyordu.

Şakarim’in yapabileceği bir şey kalmadı. Tölebike’nin tavsiyesiyle o, varlıklı amcalarından, yani Abay’ın ağabeylerinden at, inek, koyun topladı, onlara kendi hayvanlarından da ekledi ve dört gün sonra Nogay obasına elli deve bedelinde hayvan ve at sürüsü gönderdi.

Gönderilen sürülerin dışında hayat tecrübesi bol olan Abay bir süre sonra Kunanbay sülalesinden bir kızı Nogay obasından bir delikanlıya gelin verdi. Buna karşılık Nogaylar da kendi kızlarını Kazak obasına vermeyi kabul ettiler ve Kazakların ifadesiyle “bin yıllığına dünür oldular.”

Tobıktı toprağında barış sağlanmış oldu, fakat Şakarim’in ailesinde barış hemen hüküm sürmeye başlamadı. Suç bedelinin ödenmesiyle ilgili hikâye Şakarim’in maddi durumunun iyi olmadığını gösteriyor. O, borçlarını ödemek için hayvan sayısının arttırılması yönünde çabalamak zorunda kaldı. Yani Ayganşa’yla evlenme kararında duygulardan başka hiçbir etken yoktu. Şakarim’le Ayganşa aşklarını kaderin darbelerinden koruyabildiler ve Nogay obasındaki ilk görüşmede oluşan o heyecan duygusunu hayatları boyunca yitirmediler. Onların Gafur (Abdulgafur) (1883–1930), Cebrail (bebekken öldü), Kabış (Abdulla) (1887–1932), Ahat (Abdulahad) (1900–1984), Ziyat (1903–1937) adlı beş oğlu ve Külziya (Kampit, erken yaşlarda yaşamını yitirdi), Jakim ve Gülnar (Güllar) (1912–1970) adlı üç kızları oldu.

ŞAİRİN ENDİŞESİ

Şakarim av için iyi bir tüfeğinin olmasını hayal ediyordu ve bir yıl sonra Abay’ın çadırında yeni bir “vinçester” marka tüfeği görünce onun gözleri parladı.

Bu av tüfeğini Abay, oğlu Magaş için Semipalatinsk’te yaşayan tanıdık bir Rus tüccara sipariş etmişti ve nihayet kullanılması rahat olan “vinçesteri şehirden getirdiler. Tüccar ürünün Varşova’dan getirildiğini söylemişti.

– Abay ağabey, bu tüfeği gerçek bir avcı kullanmalı. Magaş ise henüz üç yaşında, ona sıradan bir çifte yeterli olur, dedi Şakarim.

– Ne kadar gerçek bir avcı olduğunu bilemiyoruz. Önce ustalığını bir göster.

Şakarim “vinçesteri alarak Dogalan Dağı’nın civarına gitti. Şansı yaver gidip karşısına dağ keçisi sürüsü çıktı. İkisini vurdu. Dağ keçilerinin derisiyle etini Şakarim, Abay’ın obasına götürdü.

– Öyle görünüyor ki, “vinçester” tam sana göre. Al, hediyem olsun, fakat avcılıktaki başarıların için değil. Oğlunun doğması onuruna armağanım olsun, dedi Abay gülümseyerek. Şakarim de gülümsedi. Evet, bir ay önce oğlu Gafur dünyaya gelmişti.

“Vinçesteri o nerdeyse hayatının sonuna kadar bırakmadı. 1930 yılında tutuklandığında tüfeğe de el koydular, fakat yaşamının son anları olan 1931’in Ekim ayında geri getirdiler.

Oğlu Gafur’un çocukluk ve gençlik çağlarıyla ilgili hiçbir bilgi bize ulaşmamıştır. Bu yüzden onun korkunç 1930 yılındaki acılara direnen sarsılmaz ruhunun ne şekilde oluştuğunu anlamak zordur. Akrabalarının anlattıklarına göre Gafur ölçülü ve sağlam karakteriyle babasına benzermiş. Babasının ona çok zaman ayırdığı, özel bir dünya görüşü geliştirerek eğitimi ve terbiyesiyle ilgilendiği bellidir. Gafur’un, babası Şakarim’in en sevgili oğlu olduğunu söylemek mümkündür. Zaten Şakarim’e iktidarla yüzleşme esnasında cesurca direnme ve 1931’deki ölüm tehlikesine karşı koyma gücü veren de Gafur’un şiddete boyun eğmezlik sembolü haline gelen ölümüdür.

Gafur’un doğumu, Şakarim’in hayatında belirli bir dönüm noktası anlamına geliyordu. Şahsi çiftliğiyle ciddi bir şekilde uğraşmaya başlamalıydı. Büyümekte olan aileyi geçindirmeliydi. Geleneksel üretim yöntemi koşullarında bu, hayvan sayısının mümkün olduğu kadar arttırılması gerektiği manasına geliyordu. Aileyi refaha götürecek başka bir yol yoktu, fakat sanat yolunun belirlenmesi gerektiği konusundaki sürekli düşünceler Şakarim için en büyük eziyetti. Her insanın hayatını planlarken yaşamını anlamlaştırmayı amaçladığı bir gerçektir. Şakarim hakikati idrak etme, mükemmelliğe ulaşma ve ideal arayışları konusunda usanmadan fakat şimdilik belli belirsiz tarzda düşünüyordu. Felsefesinin bu genel paradigmalarını somut davranış ve eserlerle doldurmalıydı. 1883 yılında biri eski zamanlardan gelen efsaneler, diğeri İslam kuralları olmak üzere iki istikamet onun aklını tamamen işgal etti. Tarihî bilgiler çoktandır, yani o, Kazak aile ve boylarının şeceresiyle ilgili malumatlar toplamaya başladığından beri kâğıda geçmek için can atıyordu. Ataları hakkında, büyük Kazak hanı Abılay hakkında Şakarim birçok unutulmaz hikâyeyi dedesi Kunanbay’dan dinlemişti. Dedesinin eski tarihle ilgili bildikleri açık ve her zaman eksiksiz değildi, çünkü bu malumatlar ona kadar ağızdan ağza aktarılarak ulaşmıştı. Buna rağmen onlar hakikaten canlı bilgilerdi. Şakarim tarafından toplanan şecere bilgileri gittikçe genişleyerek 1911 yılında “Han Sülaleleriyle Türk, Kırgız ve Kazakların Şeceresi” adlı ayrı bir kitap şeklinde yayınlandı.

Ondan önce ise Şakarim, Kazakların eski zamanlardan 1723 tarihindeki Cungar istilasına kadar olan tarihi, ataları, peygamberler, hanlar, hükümdarlar ve kahramanlar hakkında bilgiler verdiği “Kazakların Ataları” adlı uzun bir şiir yazdı.

Daha sonra Şakarim bunun zayıf bir çalışma olduğu yönündeki düşüncesini oğlu Ahat’la şu sözlerle paylaşıyor:

“Gençliğimde ben Kazakların şeceresini yazmaya karar verdim, bu yüzden çeşitli halkların şeceresini okudum ve onların “milli tarih” adı altında çar ve hanları anlattıklarını gördüm. Ben de onları taklit ederek Türk halklarının hanları hakkında şiir yazdım, fakat orada da bilimsel dil kullanılmadı.”

Olabilir, fakat şiirde bilimsel dile ne kadar ihtiyaç vardır?

Hem “Kazakların Ataları” adlı şiirde tarihî bilgiler çok ilgi çekici ve nerdeyse kusursuz görünüyor.

İlgi alanını oluşturan eski zamanlara ait efsaneleriyse Şakarim, Türkçe kitaplardan okuyor, ozanlardan dinliyor, yaşlılardan duyuyordu. Bu şekilde tarihî olaylar bir bütün haline gelince Şakarim, Nartalak’la Aysulu’nun aşkını anlatan uzun dramatik bir şiir yazmayı kararlaştırdı.

İslam’a olan ilgisinin artmasında hayatının son yıllarını akrabalara dinî görüşlerini yaymaya adayan Kunanbay dedesiyle yaptığı sohbetler tesirliydi, fakat o dönemde şiirlerine sufizm unsurlarını katarak tasavvuf şiiriyle ciddi biçimde ilgilenmeye başlayan Abay’la arasında geçen konuşmalar bu konuda daha etkili olmuştur. Akrabalarının manevi doğuşunu düşünen Abay, dinî-ahlakî doktrini Allah aşkı etrafında kuruyordu. Şiirlerinde o Allah’ı bir sevgili olarak görmekte ve bu, tasavvuf kültürünün temel unsurlarından biridir, fakat tüm bunlara rağmen Abay, çileciliği, dünya nimetlerine sırt çevirmeyi, dinsel tören ve ayinlere kesin uymayı gerektiren sufizmi kabul etmiyordu. Sadece bir ayin şeklinde din ona göre değildi. Onun fikrine göre din, insanların ulvi duygularını uyandırmalı, fakat gerçek hayattan uzaklaştırmamalıdır. Abay, sufizm kurallarını o kadar değiştiriyordu ki, şiirlerinde mistik boyut önemli ölçüde kayboluyordu.

Şakarim, Abay’ın şiirlerindeki tasavvufi unsurlar üzerinde derin derin düşünerek onları sevgili eşi Ayganşa’ya yazdığı “Gerçek sevgililer yok oldu.” adlı şiirinde kullanmıştır. Söz konusu şiirde sufizmin geleneksel şekli açıkça görülmektedir. 10 Daha sonra şair bu şiirini “İmanım” adlı şiir kitabına dâhil etmiştir.

Dinî ifadeye rağmen bu şiiri bir aşk liriği olarak da kabul etmenin önünde hiçbir engel yoktur. Evet, Şakarim aşkın kıza yönelik olmadığını iddia ediyor. O, hakikat ışığına âşıktır, fakat satır arasında gizli bir dünya aşkını anlatma isteği beliriyor ve aşağıda tamamını verdiğimiz eserin esas güzelliği de bunda gizlidir:

Gerçek âşıklar yok olduÖlüm onları cesede dönüştürdüVe kader yasaları aynı saatteBeni çıkardı onların yerine.Bende toplanmış beklediğiniz her şeyNur yansıması Yârin benimle.Benim gibi kulu bulacaksınız neredeBu kadar sadık âşığı birine?Ama hayır, kız değildir sevdiğimHakikatin en parlak nurudur.Siz anlamazsınız bu tür aşkıSizler için onda bir gizem yok olağanüstü.O görünmez, yanımızda olsa da.Bakmak gerekmiyor ona.Görün onu açık kalbin bakışıylaSadece ruhun en gizli mekânlarında.

Kendisinin ortaya çıktığını dünyaya duyuran kahramanda herkesçe beklenen her şey toplanmıştı, fakat herkesten farklı olarak o “açık kalp gözüyle” hakiki aşkı görmeyi başarmıştı ve artık sadakat kalkanına, tıpkı kadınına sadık bir şövalye gibi, hakikatin gerçek anlamının olağanüstü gizemde olduğunu kazımıştır.

Görmek aşkımı isteyerekTemiz kalbinle git OnaVe her şeyini yakarakÖlümü karşıla.Sonuna kadar Onun ol emrinde,Ve Onu bırakma kesinlikleNefsine, açık, gizli tutkularaYönetmeye seni izin verme.Fakat mükemmeliyeti yakaladığında,Bu dediklerimi hatırlaOnun hançeri benim için balSoksun zavallı kalbime.Birçok âşık yaratılsınYârin akıttığı kanımdan,Yeryüzüne dağılsınYüreği temiz akıllı insan.Şeytan kaçıp âşıktanİyi insan geride bırakıp kötüyüCennet olsun bu yalan dünyaGövdeden çıkıp bozulmuş kan!

Şakarim’de mertliğin en üst noktasını dünyayı “bozulmuş kan”dan tamamen temizleyerek kurtarma fikri oluşturuyor. Şairin ilahi ve dünyevi aşk hakkındaki düşünceleri, öyle görünüyor ki, sadece sufizme has özellikler değildir. Söz konusu fikirler Avrupa Rönesans estetiğini de anımsatmaktadır. Buna benzer “tasavvuf” konulu şiirlerin sayısı Şakarim’de çoktur ve onun şiirlerindeki kritik başlangıçlar çok sık bir şekilde, tıpkı Abay’ın şiirleri gibi, Tanrı’dan ilham alan sufi-şairin dünya görüşüyle damgalanmaktadır.

Manevi arayışlar, sanki maddi dünyadan manevi dünyaya geçişi hazırlarmışçasına, Şakarim’in sanatında zaman geçtikçe daha çok yer işgal etmeye başlar, fakat “tasavvufi” şiirlerinde hâlâ gayet dünyevi duygular yer almaya devam eder. Bunu 1890 tarihli şiirinde de görmek mümkündür. Lirik kahraman göğe uçup da cennete ulaşmadan önce dünyevi aşk düzeyini aşmayı zor başarabiliyor. Cennette onu daha sonra Şakarim’in uğurlarına uzun bir şiir yazacağı Doğu şiirinin sevilen kahramanları Leyla ile Mecnun karşılıyor:

Ben ateş için bir avuç kömür alabilirdim,Fakat kıvılcım bile kalbi yakamadı.Ben canımı verdim aşkıma benimFakat O reddetti, almadı.Bedenimi, inancımı o zaman ona verdim,Hayatımda değerli olan her şeyiUzun yıllar boyu topladığım.Ve tüm bunları o gerek görmedi.…Fakat onun ret cevabında başka anlam gizliBen bunu hemen anlayamadım.“Ben sadece öldüğümüzde olurum senin.”Hilelere aklım ermiyor benim.Ve öldüm ben. Ve biz yine beraberiz.Ayrılmaz olduk artık biz.Leyla’yla Mecnun çıktı bizi karşılamayaİkramlar hazırlayarak bizim için.Hayattayken bir araya getirildiğin kişiGerçek aşk değil; oSevgili, ona aşk kanunu yabancıVe verilmemiş ona dindarlık yolu..Sevgiliye “arkadaş” demeTutku sisi geçene kadar,O şirindir, fakat onun aşkındaSahtelik var, hile ve yalan.…

“Gerçek âşıklar kayboldu” adlı bir önceki şiirde ilahî aşk konusu ağırlıktaysa, burada dünyevi aşk söz konusudur. “Beden”, “topladığım her şey”, “tutku sisi”, “sahtelik”, “hile ve yalan” kavramları bunun belirtisidir.

Şakarim yeni dönemde nahiye müdürü olarak seçilmek istemiyordu. Daha sonra o bunu sade bir şekilde ifade etmişti: “Bir sonraki seçimlerde ben adaylığımı koymayacağımı, nahiye müdürlüğü görevinin sadece üzüntü verdiğini, onun yüzünden eğitimime devam edemediğimi açıkladım.

bannerbanner