
Полная версия:
Şakarim
Dindar ortamda büyüyen Abay, aslında, büyük Doğu şairlerinin talebesiydi. O kendisini bozkır geleneğini temsil eden bir şairden ziyade İslam felsefesini çok iyi bilen bir şair olarak değerlendiriyordu, fakat genç Şakarim’e tasavvufi yapıyı tanıtmak için henüz erken olduğunu düşünüyordu.
Abay, günlük yaşam tasviri içinde kaybolan Kazak şiirinin saf, taze, canlı bir fikrin sağlayabileceği derinliğe ihtiyacı olduğunu anlamaya daha genç yaşlarında başlamıştı. Toplumla arasında fikir ayrılığının ortaya çıkmasından itibaren şiirin estetik ilkeleri hakkında daha çok düşünmeye başladı.
Şakarim de tam bu dönemde Abay’a, sıkça uğramaya ve onunla şiir sanatı hakkındaki karmaşık fikirlerini paylaşmaya başlamıştı. Billur kadar açık kalpli delikanlı onun için tertemiz su pınarı gibiydi. Abay’ı toplumla karşı karşıya getiren şiirle ilgili arayışları ve manevî ilkeleri konusunda bir tek Şakarim haklı buluyordu.
Şakarim’in son derece zeki ve bilgili olarak büyümesine, şüphesiz, Abay’ın katkısı büyüktü. Onun sayesinde Şakarim yeni yetme çağında Tolstoy’un “yalnızlık çölü” dediği dönemi kolaylıkla atlatmıştı. Delikanlı, amcasının getirdiği tüm kitapları adeta yutuyor gibiydi.
Doğduğu ortamda hayatın acıklı yanının şuuruna varan Abay ise Şakarim’i kendisine yakın görüyor, onunla Doğu halklarının edebiyatı ve Rusçadan istifade ederek geliştirdiği kendi kendini yetiştirme programını paylaşıyordu.
KIŞ AKŞAMLARININ MELODİLERİ VE ŞEHİR RİTİMLERİ
Av döneminin bitmesiyle seyahatler çok sık yapılmaya başladı.
Kışın Şakarim, ağabeyleri Murtaza ve Şahmardan’la düğüne katılmak için annesinin akrabalarına gitti.
Şakarim’in yeteneklerini bilen, akrabaları onun gelmesine çok sevindiler. Onların da hepsi sanatçı sayılırdı. Zaten tüm oba özellikle şarkı, şiir ve ozanların monologuyla dolu akşamlarda ortaya çıkan kendine özgü sanat ortamının yanı sıra hayat sevgisi ve ulvi hisler aşılayan atmosferiyle ünlüydü.
Konserler, tabii ki, her akşam yapılamıyordu; çünkü hayvan yetiştiricilerinin işleri çok olur, fakat yoğun işlerin ardından genelde geç yenilen akşam yemeği beklenirken biri eline dombırasını alarak kışlaktaki tüm çadır sakinlerinin kalplerine işleyen şarkılar söylemeye başlıyordu. Bir melodinin yerini başka bir melodi alıyor, işin içine armonika giriyor, ardından kopuzun koyu cezp edici sesi duyuluyordu. Bu tatlı sanat dünyası Şakarim’in tüm bedenini sardı. Yeni şarkılar dinliyor, onları aklında tutmaya çalışıyordu. Kendisi de dombıra nağmeleri çaldı, bozkırın meşhur şarkılarını söyledi. Daha sonraysa kendisine ait olup Abay’a göstermekten çekindiği eserleriyle izleyicileri hayran bıraktı. Burada onun şiirleri çok beğenildi.
O kendisini bir yıldız gibi hissetti. Dayılar ve teyzeler, onu iltifatlara boğdular. Kuzenleri birbiriyle yarışırcasına Şakarim’i kızlarla tanıştırıyor, onu geleceğin büyük ozanı olarak takdim ediyorlardı. Misafir olan Şakarim için özel olarak düzenlenmiş parti sayısı çoktu ve bu durum çekingen delikanlıyı oldukça rahatsız ediyordu. Onun şerefine koyun kesildi, akrabaları misafire övgü dolu sözler söyleyerek iyi dileklerini dile getirdiler. O kendisine gösterilen saygı ve hürmetin dedesi Kunanbay, amcası Abay ve rahmetli babası Kudayberdi’ye duyulan büyük saygıdan kaynaklandığını düşünerek kendisini sakinleştirmeye çalışıyordu.
Bir ziyafet esnasında müzisyenlerden biri keman çaldı. Kemanın sesi Şakarim’e kopuzun iliklere işleyen mistik sesinden çok daha fazla tesir etti. O kemanın ince melodisinden derinden etkilendi. Ertesi gün kendisi keman çalmayı denedi fakat bunun için özel bir dersin alınması gerektiğini anladı. Keman çalabildiği ortaya çıkan kuzeni Kerimkan ona söz konusu aleti çalmayı öğretmeye başladı, fakat bu iş zaman alacaktı.
1870’lerin ortası Şakarim’in yetenekli insanlarla tanışma zamanı olarak tarihe geçti. Avcı Aleksey’den başka yaklaşık iki ay misafir kalarak kendilerinden müzik ve şarkı söyleme dersi aldığı anne tarafından akrabaları da kabiliyetli çıktı. Keman sesini ilk defa burada duyan Şakarim bu aletin çalınmasıyla ilgili ilk incelikleri de burada öğrendi.
Bu ziyaretin kendisinde bıraktığı izlenimleri ailesine durmadan anlatıyordu. Yetenekli akrabalarının kendi elleriyle yaparak hediye olarak gönderdikleri takıları ve geleneksel dombıradan başlayarak ağız armonikasıyla eski dönemlere ait nefesli çalgılara kadar çeşitli müzik aletlerini dağıtıyordu. Onların içinde topraktan yapılan ve “saz sırnay” denilen özel bir kaval, flüt anlamına gelip düdük adıyla da bilinen sıbızgı da vardı. Şakarim, şaman-baksıların en sevdiği enstrümanı “şankopuz”u büyük bir hayranlıkla anlatıyordu. Görünüşte o uzunlamasına gelen ve gittikçe daralan basit, ufak metalik bir çemberdir. Çembere ince madeni bir çubuk tutturulmuştur. Şankopuz dudaklara yerleştirilir ve ağız boşluğu bir nevi rezonatör görevi görmeye başlar. Parmakların çubuğa dokunmasıyla da bozkırın uçsuz bucaksız enginliğinde insanın tüm bedenini sıkça saran efkârı tam olarak anlatabilen çok değişik ince bir ses meydana gelir.
Kazaklarda o dönemde bu tür hediyelerin verilmesi hoş karşılanmıyordu. Genel olarak koyun ve at hediye ediliyordu, bazen bunlar sürüsüyle veriliyordu, fakat Tölebike’nin akrabaları hayatı bir bayram olarak algılama alışkanlığından vazgeçmeyerek kendi sevinçlerini etraftakilerle söz ve müzik sanatı, el işçiliği aracılığıyla paylaşmaya çalışıyordu. Kunanbay için özel olarak onlar hançer kını olan kakmalarla süslü deri bir kemer hazırlamışlardı. Şakarim hediyeyi Aksakalın obasına bizzat kendisi getirdi. Kunanbay o sırada torununa Semipalatinsk’e gitmesi gerektiğini söyledi. Akrabalar tarafından çok eskiden belirlenmiş olan plana göre delikanlının alış veriş için şehre gidip gelmek böylece, yavaş yavaş mali işlerin içine dâhil olması gerekiyordu. On yedi yaşına gelmiş olmasına rağmen Şakarim Semipalatinsk’i hiç görmemişti, bu yüzden yolculuk için büyük bir heyecanla hazırlanmaya başladı.
Göçebe halkların hayatlarında sahip olduklarıyla yetindikleri bilinen bir şeydir, fakat zaman onların yaşamında daima gerekli gördüğü değişiklikleri yapmıştır. XIX. asırda şehir medeniyetinin nimetleri bozkır sakinleri için artık bir bilmece veya sır olmaktan çıkmıştı. Ticaret, değiş tokuş, idari ilişkiler göçebeliğin izole edilmiş şeklini yavaş yavaş değiştiriyordu. Kazakların yaşamına şehirden getirilmiş ürünler girmeye başladı. Zamanla hayvanları şehre götürerek satıp kazanılan paraya un, çay, şeker, bal, tuz ve bozkır koşullarında aşırı ihtiyaç duyulan kumaş, kışlık ve yazlık kıyafetler, mobilya, madeni eşyalar, takılar, iğne ve ipliklerle başka da ufak tefek şeyleri satın almanın bunları köyde hazırlamaktan daha kârlı olduğu anlaşılmıştı. Bu yüzden bozkır insanları alış veriş yapmak üzere şehre gitmek için yazın at arabalarını, kışın da kızaklarını hazırlardı.
Şakarim için de sorumluluk isteyen bu işin üstesinden gelme zamanı gelmişti.
Onun üzerine başka işleri de yüklediler. O tüccarlardan mal satın almanın yanı sıra bölge kalem müdürlüğüne uğrayıp Abay’la ilgili şikâyet dilekçelerini de almalıydı. Şakarim kiminle ne hakkında konuşacağı konusunda detaylı talimatlar aldı. Ayrıca elinde Tobıktı Uruğu büyüğünün saygı ifadelerinden sonra esas olarak 1872’nin sonundan 1874’e kadar yaklaşık bir buçuk yıl süren Mekke’ye yaptığı Hac ziyaretiyle ilgili raporun yer aldığı Kunanbay’ın askeri vali Poltoratskiy’e yazmış olduğu mektup da vardı.
Kunanbay mektupta Küçük Cüz’ün temsilcileriyle birlikte Mekke’de Kazak Hacılarının kalabileceği bir misafirhane satın alarak orada kurban kesip evi de Kanatbay adlı kişiye emanet ettiğini bildiriyordu. Bunun yanı sıra askerî valiye Mekke’den henüz geçen yıl dönmesi dolayısıyla oğlu Abay’ın yönettiği bölgeyle ilgili işleri henüz tam olarak anlayamadığını fakat ilçe idaresine şikâyet dilekçelerini karşı partiye mensup kişilerin yazdığını, daha kendisi ağa-sultan görevini yürütürken aynı kişilerin başkalarının hayvanlarını çalmaktan ve otlaklarını ellerinden almaktan kaçınmadıklarını belirtiyordu. Kunanbay, genel validen sahte dilekçelere göre başlatılan incelemenin durdurulmasını istiyordu.
Abay’ın kendisiyse şikâyetçileri Allah’a havale ederek sorumlu tutmak istememiş ve genel valiye mektubun yazılmasına karşı çıkmış, fakat Kunanbay, mektubu kalem müdürlüğüne götürmesi konusunda Şakarim’i sımsıkı tembihledi. Delikanlı 1875 yılının yaz mevsiminde Semipalatinsk’e doğru yola çıktı.
Bu yolculukta gıcırtılı dört tekerlekli arabalar eşliğinde at üstünde bozkırda üç gün süren yolculuk çok güzeldi. İrtış Nehri üzerinden feribotla geçiş de, coşkun akıntısıyla bol sulu İrtış’ın kendisi de ve tabii ki, nehrin her iki kıyısında yer alan ahşap evleriyle Yedi Konak anlamına gelen Semipalatinsk şehri de, yani her şey fevkaladeydi.
Şakarim, Yeni Semey’e, yani sol kıyıya girer girmez yolunu şaşırdı. O, fethedilemez kale şeklindeki bu evlerin neden gerektiğini, bu duvarların ardında kimlerin hayatlarının, korkularının, acılarının saklandığını anlamaya çalışarak yüksek duvarlara bakıyordu.
Şakarim, Semipalatinsk’in tanınmış tüccarlarından Tinıbay Kaukenov adlı Aksakalın sol kıyıdaki iki katlı evine yerleşti. Tinıbay’ın Menlibay adlı oğlu Abay’ın ablasıyla, yani Kunanbay’ın Makiş adlı kızıyla evliydi. Tünıbay’ın kalabalık ailesi şehirde yaşıyordu ve onun tüm evlatlarıyla torunlarının kendilerine ait evleri vardı. Şakarim’e şehre varır varmaz doğrudan Tinıbay dünüre gitmesi yönünde sımsıkı tembihlenmişti. Onun evini herkes tarafından bilinen Tinıbay Camisinden yola çıkarak bulmak çok kolaydı. Kunanbay’ın kendisi de Semipalatinsk’e her geldiğinde dünüründe kalıyordu. Hacca giderken de o, Tinıbay’ın evinde kalmış, onun camisinde namaz kılmıştı. Daha sonra Şakarim de Hacca giderken namazını aynı camide kılacaktı. Tinıbay’ın kendisiyse Hac ziyaretini çok daha önce, Semipalatinsk diyarı Kazakları içinde ilklerin arasında gerçekleştirmişti.
Nüfuzlu ve itibarlı tüccar servetini pek de uğraşmadığı ufak çaplı ticaretten toplamadı. Yaşamının en parlak döneminde o büyük çaplı işler yapmıştı; kuzeye, yani Kazak bozkırıyla sınır komşusu olan Rus şehirlerine ve güneye, yani Çin’e sayısı binlerce olan koyun, at, deve sürüsü götürüyordu. Rusya’dan manifatura, Çin’den de çay, şeker, baharat getiriyordu. Bu piyasada Tinıbay, Rus ve Tatar tüccarlarının sert rekabetine karşı koyabilmişti. Paralar eve, deyim yerindeyse, su gibi akıyordu. Baba işini devam ettiren varislerin de serveti artıyordu. Halk arasında gerçek midir, uydurma mıdır bilinmez, ama Tinıbay’ın oğlu Menlibay’ın Rus bir tüccarla kâğıt paralarla semaveri kimin daha çabuk ateşleyebileceği üzerine bahse vardığı ve bu bahsi Kazak’ın gönlünün zenginliği sayesinde kazandığı anlatılıyordu.
Şakarim, Tinıbay’ın evine ilk geldiğinde o, 86 yaşındaydı ve artık Çin ve Rusya’ya hayvan sürüsü götürmüyordu. O işlerle artık çocuklarıyla torunları uğraşıyordu. Aksakal nerdeyse tüm zamanını eviyle bitişik olan camide geçiriyordu. Tinıbay kendisini hayır işlerine adayarak maddi desteğe ihtiyacı olan Müslümanlara yardımcı oluyor, cami çalışanlarının giderlerini karşılıyordu.
Şehrin, seyahat eden genci hayretlere düşüren görünüşü, tüccar sülalenin dindar kurucusuyla yapılan sohbetler esnasındaki talebelik saatleri, Şakarim’i kendi içindeki bir sese kulak vermeye zorluyordu. Şakarim’in zihninde Tinıbay’ın Uruğun her bireyinin hayat hikâyesi üzerinde durmak suretiyle atalarının adlarını saygıyla sıralayarak şeceresini nasıl oluşturduğunu anlatırken aslında onun olaylara derinleşerek akrabalarını sadece titiz bir biçimde sıralamakla kalmayıp göçebeliğin ezeli yapısını çok iyi idrak etmiş biri olarak tüm Kazakların tarihini dokuduğu yönünde bir fikir oluştu.
Genç adam hemen çantasından kâğıt kalem çıkarıp ilgisini çeken bazı bilgileri kayda geçirmek istedi, fakat bilgilerin geleneksel, yani sözlü bir şekilde korunmasına alışık olan ihtiyarın onun bu fikrini hoş karşılamayacağını düşünüp muhatabının sözünü kesmeye cesaret edemedi. Ancak akşamleyin kendisine ayrılan odaya geçince aklında kalan bilgileri kaydetmeye başladı. Semipalatinskli Aksakalın anlattığı Kazak uruklarının tarihi yazıya geçirilmiş oldu.
Bu halkın genel tarihinin sadece bir kısmıydı fakat Şakarim bilgisizliğin karanlığında gizli asırların meçhul yükünü hissediyordu. O aşırı derecede esrarengiz sis perdesini kaldırmayı, geniş bozkırda sabırlı ve cesur bir şekilde asırlarca yaşayan halkın sırrını saklayan örtüyü bakışıyla delip geçmeyi arzuluyordu. Gerçeklerin hangi şekilde sunulması gerektiğini Şakarim henüz bilmiyordu fakat ileride de halkın tarihiyle ilgili bilgileri toplayacağına ve kayda geçireceğine dair bir karar aldı çünkü geri dönüşü olmayan değişimlerin kaçınılmaz olduğu göçebe dünyasında yazılı metnin sözlü bilgiden daha sağlam olacağı kesindi. Delikanlı obasına dönünce bu düşüncelerini Abay’la paylaşmaya karar verdi.
Ertesi gün ilk iş olarak Tinıbay’ın hakkında çok şey duyduğu camisine girdi. Evin tam yanında bulunan taş bir temel üzerine inşa edilmiş caminin duvarlarından minare ve kubbesine kadar her şey ahşaptan yapılmıştı. Kubbeyle dış duvarlarının bir kısmı oymalarla süslüydü. Alçak alımsız ahşap evlerin yanında 1834 yılında Tinıbay Kaukenov’un şahsi birikimiyle inşa ettirdiği cami çok gösterişli duruyordu.
Binanın dışını hayranlıkla seyrettikten sonra Şakarim içeri girdi. Üst taraftan çatıyla ayrılan geniş oda erkekler için ayrılmış bölümdü. Ön duvarın arkasında da odalar vardı, onların üstündeyse, Şakarim’in tahminine göre, ufak bir bayanlar odası yer alıyordu. Bu kadar sıra dışı mimari yapıyı daha önce hiç görmediğinden o, odaların güzel dekorunu uzun süre hayretle izledi.
Gündüz Şakarim İrtış’ın sağ kıyısına gitmek üzere yola çıktı. Sallanan feribota korka korka bindi. Büyük nehrin suları belirsiz tecrübeler vaat ediyordu fakat seyahatin ortasında Şakarim korkusunu tamamen yendi. Serin rüzgâr başını döndürüyordu ve delikanlı, zapt edilemez akıntıdan gözlerini ayıramıyordu. Akıntının gücü bir duvar gibi yaklaşarak hafif bir çağıltıyla ahşap salın gövdesine çarpan su kütlesinin yaman ilerleyişi aracılığıyla anlaşılıyordu. Feribotu varış noktasına ulaştırmak ümidiyle birkaç kişi ipi elleriyle çekiyordu. Başka biri de elindeki uzun sırığı nehrin mümkün olduğu kadar dibine dayama çalışıyordu, fakat karşı kıyı yaklaşmayı hiç düşünmüyor gibiydi.
Şakarim şiddetli akıntıyı hayranlıkla izliyordu. Acaba bu nehir yüz yıllar, bin yıllar önce de, yani ağabeyleri, ablaları, babası, dedesi ve ataları daha dünyaya gelmeden önce de akmaya devam ediyor muydu? Bu devasa seli devamlı hayata döndüren güç nedir? Onun hiç azalmadan kasvetli, zapt olunmaz ve ciddi bir şekilde kuzeye yönelmesinin sebebi nedir? Doğanın bu fevkalade yaratığının sürekli yaşamıyla kıyaslandığında çok kısa olan insan yaşamı hakkında düşünmemek mümkün müdür böyle anlarda?
Şakarim birden Şıngıstav’ı, doğduğu köyü ve evini çok özlediğini fark etti. O birden nehrin onda bıraktığı izlenimleri, hayatın hızlı akışı hakkındaki düşüncelerini ve Aksakal Tinıbay’ın verdiği bilgilere ilave etmek üzere kendi Tobıktı Uruğu konusunda büyüklerden, bilhassa da dedesi Kunanbay’dan duyduğu hikâyeyi yazıya geçirmek için çadırındaki alçak masanın başında olmak istedi. Neden bilinmez ama Şakarim’e atalarıyla ilgili anıları hemen o an yazarak ebedîleştirmek gerektiği çok önemli gibi geldi. Tükenmek bilmeyen su kitlesine bakarken o, bu akıntının belirli bir kısmında kendi hayatının da aktığını ve nehrin milyonlarca hayatın timsali olduğunu düşünüyordu. Onu nehirle birleştiren ne olabilir? İnsanoğlu hakkındaki anılardan başka bir şey olamaz. Gerçi onların da doğruluğuna her zaman şüpheyle bakılmalıdır.
Sağ kıyıdaki şehir Şakarim’i büyüledi. Delikanlı nehir üzerinden başka bir dünyaya adım atmış gibiydi. O, bu kadar farklı insanı bir arada daha önce hiç görmemişti. O, yanından geçen Ruslara dönüp dönüp bakıyor, medrese talebelerini ilgiyle izliyordu. Köyden geldiklerinden bozkırlıya has biçimde giyinmiş insanlara ise akrabalarını görmüş gibi gülümsüyordu. Sokaklarda çok sayıda Rusça konuşanın olması onu şaşırttı. Bu dilde tüccarlar, Rus Kazakları, Rus görevlileri, Tatarların dışında bazı Kazaklar da konuşuyorlardı.
Yüksek duvarlar arkasındaki ahşap binalar artık ilgisini çekmiyor, tüccarların müstakil evleriniyse Şakarim hayranlıkla izliyordu. O özellikle tüccar Stepanov’un evini çok uzun süre inceledi, bu saray yavrusunda kimin yaşadığınıysa yoldan geçenlere sordu. En fazla hoşuna giden askerî valinin evi oldu. Tuğla duvarın üzerinde binanın inşa edildiği yıl olan 1856 yazıyordu.
Şakarim askerî valinin daha sade binada bulunan ofisine geçti. Memur onu nazik bir şekilde karşıladı ve aslen Tatar olan tercümanını çağırdı. Şakarim ilk defa bir Rus memuruyla konuştuğundan pek heyecanlıydı fakat iş çabuk halledildi. Genel valinin sekreteri Kunanbay’ın mektubunu alarak bir ay içinde cevabı hazırlayacağına dair söz verdi.
İlçe idare ofisine ziyaret pekiyi geçmemişti. Şakarim mahkeme görevlisini üçgen çatılı binada buldu. Orada ilçe idare ofisleri buna dâhil olmak üzere, Semipalatinsk bölgesinin çeşitli resmi kurumlar yer alıyordu. Mahkeme görevlisi orta yaşlı, zayıf, kel bir Rus’tu. O, işin bir an önce çözülmesi gerektiğinden İbrahim (Abay) Kunanbayev efendinin tetkik için bizzat kendisinin gelmesi gerektiğini Şakarim’e sert bir şekilde anlattı. Memur, tercüman aracılığıyla Kunanbayev’e karşı bugüne kadar yazılan tüm şikâyet dilekçelerinin devlete ihanet de dâhil olmak üzere onu birçok konuda suçlayan Uzukbay Boribayev adlı mollanın yazdığı dilekçenin yanında bir hiç olduğunu söyledi. Bu yüzden Kunanbayev efendinin güze kadar kendisinin gelmesi gerekiyordu aksi takdirde onu tutuklayarak hapse atacaklardı. Memur bunu söyledikten sonra Abay’la ilgili kararı delikanlıya uzatarak onunla vedalaştı. Şakarim, Abay’ın hapse atılabileceği haberiyle öyle sarsılmıştı ki şehrin sokaklarında kaybolup Makiş teyzenin evini uzun bir süre bulamadı.
Sonraki birkaç gün o dükkânları dolaşarak evin ihtiyacını temin etmeye çalıştı. Dükkânların birinde piyano, armonika, davul, trompet, çeşitli laternaların yanı sıra dombıranın da aralarında bulunduğu müzik aletlerini gördü. Laternayı büyük bir ilgiyle eline aldı, tüm dombıraları eleştirel bir bakışla inceledi ve Rus tüccara dükkânda kemanın mevcut olup olmadığını sordu. Şaşırmış olan satıcı, Kazak asıllı tercüman aracılığıyla Şakarim’in keman çalıp çalamadığını merak etti. Delikanlı keman çalmayı hayal ettiğini söyledi. Satıcı kendisinin müzisyen olduğunu, piyano ve keman çaldığını, genç adama da keman bulabileceğini belirttikten sonra söz konusu çalgının iki ay sonra dükkânda olacağına dair söz verdi. Şakarim sevincinden oldukça iyi çalabildiği armonikayla nasıl çalındığını pek bilmediği laternayı satın aldı.
O, Arapça kitaplarla Türkçe elyazmalarını satın aldığı kitapçıda bir süre oyalandı, fakat bu kitapların sayısı azdı. Daha çok Rus dilinde yayınlar vardı. Şakarim, tanımadığı Kiril harfleriyle yazılmış kitaplarla dergilerin sayfalarını çevirirken o sessiz metin yığınında engin bilgilerin gizlendiğini hissediyordu. Ona sanki matbaa harfleriyle yazılı sayfaların ardında onu hakikate götürmesi gereken parlak ebedi değerler dünyası saklı gibi geliyordu. Duyduğu heyecanın etkisiyle rastgele Rus dilinde yazılmış iki kitap satın aldı. Daha sonra onlardan birinin çavdar yetiştirme kılavuzu, diğerininse meçhul Hıristiyan havarilerinin gerçekliği kuşkulu hayat hikâyelerinin anlatıldığı bir kitap olduğunu öğrendi, fakat onları hatıra olarak saklamaya devam etti.
RUS DİLİ DERSLERİ VE HAYIR DUANIN BÜYÜSÜ
Eve dönüş yolunda, Şıngıstau’dan geçerken Şakarim, büyük bir ihtimalle kendi bilgisini arttırma ihtiyacı hissederek, Abay’ın Rusça öğrenmek gerektiğiyle ilgili sözlerini hatırladı. Bu yüzden Semipalatinsk’ten dönüşte Akşokı’ya uğrayarak Abay’a Rus dili konusunda kendisinde oluşmuş düşünceleri anlattı.
– Doğru söylüyorsun, Rusça öğrenmek lazım, dedi Abay. Onda hem ikimizin, hem tüm halkın gereksinim duyduğu bilgiler gizlidir. Bu arada, ben Nurpeyis adlı birini eve davet ettim bile. Sen onu tanımazsın. O çok güzel Rusça konuşuyor, kendisi bir nevi öğretmendir. İşte o sana Rusça öğretmeye başlayacak.
Minnettarlık ve sevinçten başka Şakarim’in içinde huzursuzluk duygusu belirdi; acaba amcasının iyiliğinden istifade edip ona aşırı yükleniyor olabilir mi?
– Akrabamız Tinıbay Hacı nasıl karşıladı seni şehirde? diye sordu Abay.
Şakarim detaylı bir biçimde anlattığı çok sevdiği Aksakalla arasındaki sohbetin yanı sıra millî tarihi oluşturabilmek için bundan böyle Kazak uruklarının soy ağacını yazıya geçirme kararı aldığını da söyledi.
Abay, onun neyi kastettiğini hemen anladı ve bu düşünceye hayran kaldı.
– Harika bir fikir! Kazakların ortaya çıkma tarihini hep yazmak istemişimdir, fakat bunun için çok gayretli bir araştırmacı olmak lazım. Bana, tezler meydana getirerek kâğıt üzerinde not tutmaktan şiir yazmak daha kolay geliyor, dedi Abay. Sense tüm gerekli özelliklere sahipsin. İşin esasını hemen anlıyorsun, üstelik sabırlısın da. Önemli olan ilk atayı belirleme çabası içerisinde tüm Kazak uruklarının soy ağacını oluşturmak değildir. Halkın tarihini meydana getirmek önemlidir. “Kazak” kelimesi ne zaman ortaya çıktı? Neden bizde üç Cüz vardır. Halkın mutluluğunu en çok düşünen hangi atamızdır?
Mahkeme işleriniyse Abay sohbetin ancak sonunda sordu. Şakarim ona ilçe idaresine gidişini ve mahkeme görevlisiyle arasında geçen sohbeti detaylı bir şekilde aktardı. Abay emri sessizce okuduktan sonra yeğeninin kederli yüzüne bakıp güldü.
– Dert etme. Üzüldüğün şeye bak. Böyle her atılan iftira yüzünden üzüleceksen nahiye müdürü olamazsın.
O, bu kâğıdın davalar silsilesinin başlangıcı olduğunu ve hayatının tam on yılının aralıksız dava işleriyle gölgelenmiş olacağını aklının ucundan bile geçirmeden mahkeme celbini özensizce masaya bıraktı.
Böylece Semipalatinsk’e ilk gidiş çok önemli bir olay haline dönüşmüş oldu. Ataerkil kabile yaşantısında meydana gelebilecek tarihî kriz durumları ve idarî görevler, sayısız hayvanlarla uygun otlaklar için mücadele esnasında insanlar arasında oluşabilecek ilişkilerin iç yüzü Şakarim için henüz sırlarla örtülü bilgiler arasındaydı; çünkü onun yanında Kunanbay dedesi, Abay amcası, bilge annesi vardı. Onun şuurlu bir şekilde belirlenmiş amaçları da vardı: yabancı dil öğrenmek, müzik aletleri çalabilmek, halkın tarihini yazmak.
Abay’ın kendisi Rus dilinde yazılmış kitaplar aracılığıyla tüm hayatı boyunca aradığı hazineyi bulacağına içten inanıyordu. “Sözler Kitabı”nın Yirmi Beşinci Söz’ünde o şöyle diyor:
“Rusça okumayı ve yazmayı öğrenmek lazımdır. Rus dili kendi içinde manevi zenginlikler, bilim, sanat ve başka da haddi hesabı olmayan sırlar saklamaktadır. Ruslarda mevcut kusurların bizde olmaması için, onların ulaştığı başarılara ulaşmak için onların dilini öğrenmeliyiz, bilimini kavramalıyız; çünkü Ruslar, yabancı dil öğrenerek dünya kültürüne iştirak ettiler ve bugünkü hale geldiler. Rusça gözümüzü dünyaya açar. Başka hakların diliyle kültürünü öğrenen insan onlarla eşit konuma geçiyor, onların karşısında işe yaramaz ricalarla aşağılanmak zorunda kalmıyor. Eğitim, din için de yararlıdır.
Rus bilimiyle kültürü dünya hazinelerinin anahtarıdır. Bu anahtara sahip olanlar istedikleri her şeye fazla çaba sarf etmeden ulaşacaklar.
Çocuklarını Rus okullarına gönderen Kazaklar, onların bilgisini akrabalarıyla arasında çıkan tartışmalarda bir avantaj şeklinde kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu tür niyetlerden uzak durun. Çocuklarınıza ekmeklerini emek vererek, alın teriyle kazanmayı öğretin, başkaları sizden örnek alsın. İşte o zaman biz, ne oldum delisi Rusların keyfi hareketlerini çekmek zorunda kalmayacağız, çünkü onların herkese ortak bir kanunu yoktur. Biz, başkalarının bildiğini öğrenmek için, onlarla eşit olmak için, halkımızın koruyucusu ve destekçisi olmak için okumalıyız. Rus dilinde eğitim alan gençlerden henüz hiç meşhur şahsiyet çıkmamıştır; çünkü ebeveynleri onları bozuyorlar, onlara yanlış yaptırıyorlar. Buna rağmen onlar hiç eğitim almamış insanlardan daha iyidir, fakat ne yazık ki onların bilgileri başkalarının sözlerini yorumlamaktan başka bir işe yaramamaktadır. Varlıklı insanlar kendi çocuklarını nadiren okula verirler. Onlar daha çok fakirlerin çocuklarını Rus öğretmenlere hakaret edilmek ve aşağılamak üzere verirler. Onlar, o zavallılar ne öğrenebilir?
Tavsiyem; oğlunu evlendirmeyebilirsin, miras bırakmayabilirsin, ama tüm kazandıklarını kaybetmek pahasına olsa bile ona Rus dilinde eğitim ver. Bu yol her şeye değer.
Allah’a ibadet et, insanlardan utan! Oğlunun insan olmasını istiyorsan onu okut! Servetini esirgeme!”
Yirmi beş yaşından itibaren Abay aralıksız olarak önce zorlanarak, zaman geçtikçeyse daha hızlı, daha emin bir biçimde Rusça yazılmış kitaplar okuyordu. Kitapları şehirden tomarla alıyor, onları gece gündüz elinden bırakmıyordu. Bazen kitabın son sayfasına gelince bu sefer en kapsamlı bilgilerin yer aldığı kitabı seçemediğinin farkına varıyordu, fakat çoğunlukla okudukları onu konu yeniliğiyle, orijinal fikirlerle, günler geçtikçe daha anlaşılır hale gelen dilin güzelliğiyle derinlemesine etkiliyordu. Nihayet Rusça eserleri ana dilinde yazılmışçasına kolayca okuduğu gün de geldi. Bu şekilde ilk okuduğu eser Puşkin’in “Dubrovskiy” adlı hikâyesiydi. Söz konusu kitabı Abay daha sonra ciddi ve vakur bir şekilde Şakarim’e takdim etti.