Полная версия:
On Beş Yaşında Bir Kaptan
“Yaşadıkları değil istila ettikleri demeyi tercih ederim.” diyerek sözünü kesti Kaptan Hull.
Şaşkınlıktan donakalan Benedict, “Böcek bilimci olmadığınız belli beyefendi.” dedi.
“Ne yazık ki suçumu itiraf etmek zorundayım.” dedi kaptan gülümseyerek.
“Herkesin sizin ilgi alanınıza merak duymasını beklememelisiniz.” diyerek itiraz etti Bayan Weldon. “Peki Yeni Zelanda’da yaptığınız araştırmalarınızın sonuçlarından memnun musunuz?”
“Evet, evet…” dedi Benedict gönülsüz bir tereddütle. “Memnun olmadığımı söyleyemem. Cepkenli böcekgillerin Yeni Kaliforniya dışında görülmemiş bir türüne tesadüf ettiğim için çok mutlu oldum. Ama bilmeniz gerekir ki bir böcek bilimci her zaman koleksiyonuna yeni türler eklemek arzusundadır.”
Benedict konuşmaya devam ederken küçük Jack’le boğuşan Dingo onun üzerine atladı ve sırnaşmaya başladı. Fakat adam “Uzak dur seni hayvan!” diye bağırarak onu itti. Bunun üzerine küçük Jack, “Zavallı Dingo, cici köpek!” diye bağırdı ve yanına koşarak hayvanın başını küçük ellerinin arasına aldı.
“Hamam böceklerine olan ilginiz, köpeklere yok galiba.” dedi kaptan.
“Köpekleri sevmediğimden değil; bu hayvan beni hayal kırıklığına uğrattı.” diye cevap verdi Benedict.
“Ne demek istiyorsunuz?” dedi Bayan Weldon gülerek. “Bu hayvancağızı çift kanatlılarla veya zar kanatlılarla birlikte koleksiyonunuza eklemek istemezsiniz herhâlde.”
“Ah tabii ki hayır.” diye cevap verdi Benedict ciddiyetinden ödün vermeden. “Anladığım kadarıyla bu hayvan Batı Afrika kıyılarında bulunmuş. Belki sırtında Afrika’ya ait bir yarım kanatlıyla gelmiştir diye ümit ediyordum. Tüylerini defalarca aradım taradım ama bir tek hayvana bile rastlayamadım. Köpek beni hayal kırıklığına uğrattı.” diye ekledi kederle.
“Eğer bir şey bulsaydınız onu öldüreceğinizi ümit ediyorum.” dedi kaptan.
Benedict kaptanın yüzüne sessiz bir hayretle baktı bir süre. Sonra dedi ki:
“Sir John Franklin’in sizin meslekte tanınmış biri olduğunu biliyorsunuz zannediyorum beyefendi!”
“Evet, ne olmuş?”
“Çünkü Sir John en önemsiz böceğin dahi canına kıymazdı. Rivayet edilir ki bir keresinde bir sivrisinek tarafından gün boyu eziyet çekmiş. Nihayet böcek elinin üstüne konduğundaysa ‘Hadi uç bakalım minik yaratık. Dünya sana da bana da yetecek kadar büyük.’ diyerek ona üflemiş.”
“Anlattığınız bu minik anekdot Sir John Franklin’den çok daha eskidir. Aynı bu kelimelerle L. Sterne’ın Tristram Shandy kitabında Toby Amca’yla ilgili olarak anlatılır. Fakat bu hikâyede sivrisinek değil, sıradan bir sinektir.” dedi kaptan gülümseyerek.
“Peki Toby Amca bir böcek bilimci midir? Gerçekte de yaşamış mıdır?”
“Hayır.” diye cevap verdi kaptan. “Kendisi sadece bir roman karakteridir.”
Bunun üzerine Kuzen Benedict’in yüzünde bariz bir nefret ifadesi belirince Kaptan Hull ve Bayan Weldon kendilerini gülmekten alamadılar.
Bu konuşma, Kuzen Benedict’in her konuyu nihayet kendi gözde ilgi alanına getirmesindeki ısrara verilebilecek örneklerden sadece biriydi. Pilgrim doğu yönüne doğru monoton yolculuğuna devam ederken Benedict kendine yeni müritler bulmaya çalışıyordu. İlk önce Dick Sands’i ikna etmeye çalışsa da genç miçonun böcek bilimin gizemlerine ilgi duymadığını anlaması uzun sürmedi. Bunun üzerine dikkatini zencilere yöneltti. Ne var ki onları da ikna etmeyi başaramadı. Teker teker hepsini denemişti. Fakat Tom, Bat, Acteon ve Austin onun öğretilerine pek ilgi duymadılar. Nihayet geriye tek bir kişi kalmıştı ve bu kişi Herkül’dü. Meraklı doğa bilimci kılkuyrukgiller ile parazitler arasındaki farkı bilen gizli bir yetenek bulmuştu.
Böylece Herkül boş vakitlerinin önemli bir kısmını kın kanatlıları incelemeye ayırıyordu artık. Geyik böceği, uyuz sineği ve uğur böceklerinden oluşan geniş bir koleksiyonu incelemeye teşvik ediliyordu. Her ne kadar Benedict, en hassas ve kırılgan böceklerini Herkül’ün devasa ellerinde görmekten ürkse de kısa zaman sonra anladı ki bu adam çok uysaldı ve bu sayede sakarlığının önüne geçilebilirdi.
Böcek bilimi bu iki takipçisini oyalayadursun Bayan Weldon, Jack’i eğitmek için büyük çaba harcıyordu. Okuma yazma öğretme işini kendi üzerine almış, matematik öğretmeyi ise Dick Sands’e havale etmişti. Beş yaşında bir çocuğun eğlenerek öğrenmesinin daha hızlı sonuç vereceğini düşündüğünden sıradan okuma kitapları yerine bir tarafında harflerin yazılı olduğu küplerden faydalanıyordu. İlk önce küplerle bir kelime oluşturup Jack’e gösteriyor, sonra da aynı işlemi çocuğa yaptırıyordu. Çocuk bu şekilde çok hızlı ilerliyor, bu alıştırma için kompartımanda ve güvertede saatler harcıyordu. Üzerinde alfabedeki harfler dışında rakamlar da yazan yaklaşık elli küp vardı ve bu küpler matematik eğitimi için de kullanılıyordu. Bu icadı kadını fazlasıyla memnun etmişti.
Dokuzuncu günün sabahında ilginç olduğunu söyleyebileceğimiz bir hadise oldu. Jack güvertede yarı yatar bir vaziyette küpleriyle oynuyor, yaşlı Tom’u şaşırtmak için bir kelime oluşturuyordu. Çocuğun oyununa katılan ihtiyar, eliyle gözlerini kapatıyor ve kendisini şaşırtmak isteyen çocuğun yaptıklarını görmüyormuş gibi davranıyordu. İşte tam bu sırada çocuğun etrafında dolanan Dingo aniden durdu, sağ patisini kaldırdı ve kuyruğunu sallamaya başladı. Sonra “S” harfini ağzına aldı ve oradan uzaklaştı.
“Ama Dingo, harflerimi yememen lazım!” diye bağırdı çocuk. Bu sırada köpek küpü bırakmış, başka bir tane daha alıp ikisini yan yana koymuştu. Götürdüğü ikinci harfse “V” harfiydi. Bunu gören Jack öyle bir şaşkınlık çığlığı attı ki sadece annesi değil kaptan ve Dick de yanına koştu. Çocuğa ne olduğunu sorduklarında Dingo’nun okumayı bildiğini söyledi; en azından harfleri tanıdığı kesindi.
Dick Sands gülümsedi ve harfleri almak için eğildi. Bunu gören Dingo ise hırıldadı ve dişlerini gösterdi fakat miço hiç korkmadı ve harfleri alıp diğerlerinin yanına koydu. Ama köpek tekrar harflerin üzerine atıldı ve patilerini, sahiplenircesine üzerlerine koydu. Diğer harfleri görmemiş gibiydi.
“Çok ilginç, yine S ve V harflerini aldı.” dedi Bayan Weldon.
Kaptan, “S, V!” diye mırıldandı kendi kendine. “Tasmasındaki harfler değil miydi onlar?” dedi ve yaşlı zenciye dönerek devam etti: “Tom, bu köpeğin her zaman Waldeck’te bulunmadığını söylemiştin değil mi?”
“Bildiğim kadarıyla kaptan, sadece iki yıldır köpeğe sahipti. Onu Kongo Nehri’nin ağzında nasıl bulduğunu sık sık anlatırdı.”
“Peki köpeğin nereden geldiğini veya daha önce kime ait olduğunu biliyor muydu sence?” diye sordu kaptan.
“Hayır.” diye cevap verdi Tom başını sallayarak. “Kayıp bir köpeğin kime ait olduğunu bulmak kayıp bir çocuğun ailesini bulmaktan daha zordur.”
Düşüncelere dalmış gibi görünen kaptan cevap vermedi; fakat Bayan Weldon, “Bu harfler size bir şey çağrıştırıyor sanki kaptan!” dedi.
“Tam olarak dediğiniz gibi değil de…” dedi ve devam etti. “Bu harfleri cesur bir kâşifle özdeşleştirmekten kendimi alamıyorum.”
“Kimi kastediyorsunuz?”
“1871 yılında, yani iki yıl önce Fransız bir gezgin Paris Coğrafya Derneğinin de yardımıyla Afrika’yı batıdan doğuya geçme amacıyla bir sefer düzenlemişti. Bu seferin başlangıç noktası Kongo Nehri’nin ağzıydı ve bitişi için hedeflenen yer ise Delgado Burnu yakınlarında Ruvuma Nehri’nin ağzıydı. Bu adamın adı Samuel Vernon’du ve Dingo’nun tasmasına işlenmiş harfler beni bu ilginç tesadüf ile ilgili olarak düşündürdü.”
“Peki bu gezginle ilgili bir şeyler biliniyor mu?” diye sordu Bayan Weldon.
“İlk ayrıldığı zamandan beri onunla ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Muhtemelen yolculuk sırasında öldüğü için doğu kıyısına ulaşmayı başaramadı. Veya yerliler tarafından esir alındı. Eğer durum buysa köpek, muhtemelen Waldeck kaptanının onu bulduğu yere yani deniz kıyısına kendi başına gitti.”
“Peki Vernon’un böyle bir köpeğe sahip olup olmadığı ile ilgili bir bilginiz var mı kaptan?”
“Böyle bir şeyi hiç duymadım.” dedi kaptan. “Ama zannediyorum ki köpek ona ait. Bu iki harfi ayırt etmeyi başarması çok ilginç. Ona bakın hanımefendi. Harfleri okumakla kalmıyor, bizim de okumamızı bekliyor sanki.”
Bayan Weldon köpeği ilgiyle izleyedursun konuşmaya şahit olan Dick Sands, kaptana Vernon’un yolculuğa tek başına çıkıp çıkmadığını sordu.
“Bununla ilgili bir şey bilmiyorum delikanlı. Ancak kendisine hatırı sayılır miktarda yerlinin eşlik ettiğini söyleyebilirim.”
Kaptan, konuştuğu sırada Negoro’nun güvertede sessizce durduğunu görmedi. İlk başlarda güvertede olduğu fark edilmemişti ve Dingo’nun ısrarla tuttuğu iki harfi ilginç bakışlarla seyrettiği, kimsenin dikkatini çekmedi. Ne var ki köpek aşçının varlığını fark eder etmez öfkeyle hırıldamaya başladı. Bunun üzerine Negoro gayriihtiyari gibi görünen bir tehdit hareketiyle mutfağına doğru yollandı.
Bu durum kaptanın gözünden kaçmadı. “Şüphesiz bu işte bir gizem var.” dedi ve Dick Sands konuşmaya devam ederken bu konu üzerine düşündü.
“Köpeğin alfabeyi bilmesi sizce de fevkalade bir durum değil mi?”
Bu sırada Jack, “Annem bana öğretmen kadar iyi okuyabilen Munito adlı bir köpekten bahsetti. Bu köpek domino bile oynayabiliyormuş.” dedi.
Bayan Weldon gülümsedi. “Ama o köpek senin düşündüğün kadar eğitimli değildi yavrucuğum. İki harfi birbirinden ayırt edebildiğini zannetmiyorum. Ama akıllı bir Amerikalı sahibi vardı ve köpeğin işitme konusundaki hassasiyetini fark ettiğinden ona birkaç numara öğretmişti.”
“Nasıl numaralar?” diye sordu neredeyse küçük Jack kadar meraklı Dick.
“Gösteri yapması gerektiğinde seninkilere benzeyen harfler masanın üzerine dizilirdi ve köpek onların arasından kalabalığın istediği kelimelerin harflerini seçerdi. Hayvan istediği her harfin önünde dururdu. İşin sırrı şuydu ki, efendisi cebindeki kürdanı sallayarak sadece hayvanın duyacağı tizlikte bir ses çıkarır, köpeğin gerekli harfleri seçmesini sağlardı.”
Duyduklarına şaşıran Dick, “Fakat bu köpek, sahibi olmadığında hiçbir şey yapamazdı.” deyince Bayan Weldon cevap verdi:
“Aynen öyle. Dingo’nun bütün bunları kendisini yönlendirecek bir sahibi olmadan yapması ise çok hayret verici bir şey.”
“Üzerinde ne kadar düşünürsen o kadar ilginç geliyor insana.” dedi Kaptan Hull ve devam etti: “Fakat Dingo’nun yaptığı dilencilere ayrılan yemeği almak için manastır zilini çalan köpeğin durumundan daha ilginç değil. Öyle görünüyor ki Dingo ‘S’ ve ‘V’ harfleri dışında hiçbir harfi tanımıyor. Ona bu harfleri neyin öğrettiğini asla bilemeyeceğiz.”
“Konuşamaması büyük şanssızlık.” dedi miço. “Negoro’ya her seferinde neden dişlerini gösterdiğini bilirdik eğer konuşsaydı.”
“Ne şahane dişler ama…” dedi kaptan, Dingo ağzını açtığı sırada.
6
BALİNA GÖRÜNDÜ
Köpeğin ne kadar akıllı olduğunu görmek, Bayan Weldon, kaptan ve Dick’in bu konuda sık sık konuşmalarına sebep olmuştu. Genç miço her ne kadar bundan şüphe duyulmasına sebebiyet verecek bir harekette bulunmasa da Negoro’ya karşı gizli bir güvensizlik hissetmeye başlamıştı.
Dingo’nun bu olağanüstü becerisi sadece yolcular arasında konuşulmuyordu. Köpek, tayfa arasında da okuma biliyor olmasıyla nam salmıştı. Hatta oradaki herhangi bir denizci kadar yazma bildiğini söyleyeceklerdi neredeyse. Bu kadar şeyin üstüne köpeğin konuşmamasına ise gerçekten şaşırıyorlardı.
“Belki de konuşuyordur.” dedi Dümenci Bolton. “Belki bir gün ona rotamız hakkında soru sorarız. Veya rüzgârın hangi yönde estiğini…”
“Neden olmasın?” dedi başka bir denizci. “Papağanlar konuşur, saksağanlar konuşur. Peki köpekler neden konuşmasın?.. Bana soracak olursanız ağzı olan bir canlıyla konuşmak gagası olanla konuşmaktan daha kolaydır.”
Bir başka denizci -Howick- “Dediğinde haklısın. Ancak herhangi bir dört ayaklının böyle bir şey yaptığı duyulmuş şey değil.” dedi. Fakat bu değerli arkadaşımız eğer Danimarkalı bir bilgine ait köpeğin yirmi farklı kelimeyi gırtlaktan ve ağızdan telaffuz edebildiğini bilseydi kesinlikle çok şaşırırdı. Ne var ki bu hayvan söylediği kelimelere herhangi bir anlam yükleyemiyordu. Papağanın da ağzından çıkan sesleri anlamlandıramadığı gibi.
İşte böylece bilmeyerek de olsa Dingo kahraman oluvermişti. Kaptan Hull birkaç sefer hayvanın önüne harfleri dizecek oldu fakat köpek her seferinde en ufak bir tereddüt dahi göstermeden sadece iki harfi seçiyor, diğer harflere göz ucuyla bile bakmıyordu.
Sadece Kuzen Benedict bu olaya herhangi bir ilgi duymadığını insanın gözüne sokarcasına dile getiriyordu. Köpek aynı numarayı birkaç kez tekrar ettikten sonra Kaptan Hull’a şunları söyledi:
“Köpeklerin akıl atfedilen yegâne hayvanlar olduğunu düşünüyor olamazsınız. Biliyorsunuz ki fareler batmakta olan gemiyi her zaman terk ederler. Kunduzlar sel basmadan önce kurdukları seti yükseltirler. Nicomedes’in, İskender’in ve Oppian’ın atları, sahipleri hayatını kaybettikten sonra acılarından ölmediler mi? Eşeklerin mükemmel hafızalarının olduğu ile ilgili örnekler mevcut değil mi? Kuşlar da eğitildiklerinde şahane şeyler yapabilirler. Mesela sahiplerinin söylemesiyle bir sürü kelime yazabilirler. Odadaki insanların sayısını bir matematikçi kesinliğiyle bilen papağanlara dair rivayetler var. Papazın yüz altın verseler vazgeçmem dediği papağanını duymadınız mı? Bu hayvan havariler amentüsünü teklemeden tekrar ederlermiş. Ve böcekler…” Heyecanı gittikçe artıyordu. “In minimis maximus Deus (Tanrı küçük şeylerde gizlidir.) sözünü nasıl da doğruluyorlar. Karıncaların inşa ettikleri değil midir mimarlara bir şehir modelini gösteren. Veya su örümceğinin ördüğü keseciği en başarılı mekanik öğrencisi yapabilir mi? Peki ya pirelere ne demeli… Deliğinden içeri girip silahı ateşlemezler mi? Bu Dingo’da hiçbir fevkaladelik yok. Sanırım çoban köpeklerinin sınıflandırılmamış bir türüne ait. Belki bir gün Yeni Zelanda’nın ‘canis alphabeticus’u (alfabe köpeği) olarak adlandırılır.”
Değerli böcek bilimcimiz işte böyle birkaç tane daha nutuk atmaya devam etti. Fakat Dingo yine de insanların gözündeki değerinden bir şey kaybetmedi. Bu arada zenciler bu duruma neredeyse mucize gözüyle bakıyorlardı. Herkesin aksine köpeğe dair bu tür duyguları hissetmeyen bir diğer yolcu ise Negoro’ydu ve eğer ki hayvan insanların sevgisini bu derece kazanmamış olsaydı ona bir kötülük yapacağı kesindi. Köpekten her zamankinden daha çok uzak duruyordu; harf olayından sonra nefretinin daha da artmış olması Dick Sands’in dikkatinden kaçmadı.
Kuzeydoğu rüzgârı nihayet yatışmıştı ve Kaptan Hull bu değişikliğin geminin rüzgâr yönünde düzgünce ilerlemesini sağlayacağını ümit ediyordu. Pilgrim’in Auckland’dan ayrılmasının üzerinden on dokuz gün geçmişti ve yerinde bir rüzgâr kaybedilen zamanı temin etmeye yeterdi. Fakat rüzgârın beklenen düzeye gelmesi için birkaç gün daha geçmesi gerekiyordu.
Pasifik’in bu bölgesinin her zaman ıssız olduğunu daha önce de söylemiştik. Amerikan veya Avustralyalı buharlı gemilerin alışılagelmiş rotasından uzaktı burası. Yine de istisnai durumların Pilgrim gibi bazı balina gemilerini bu noktalara sürüklemesi ihtimal dâhilindeydi. Fakat bu enlemde bunlara rastlamak pek mümkün değildi.
Ancak bu durum sadece akılsız ve budala biri için ilginçlikten uzak olabilirdi. Okyanusun şiirselliği her an her yerdeydi… Bir deniz bitkisi veya yosun kümesini suların üstünde süzülürken görmek mümkündü. Veya ne olduğu bilinmeyen bir direk görülebilirdi. Bu şeylerin her biri hayal gücünde sonsuz karşılık bulabilirdi. Düşen veya buharlaşan her bir su damlası, denizden gökyüzüne yahut gökyüzünden denize kendine ait özel bir sırrı ifşa edebilirdi. Ne mutludur göklerin ve denizlerin gizemlerini takdir edebilenler!..
Suların üstünde olduğu gibi altında da hayvanlar hayatın bir parçasıydı. Geminin yolcuları kutup kışından kaçıp kuzeye uçan kuşları seyretmekten fazlasıyla keyif alıyorlardı. Bu kuşlar küçük balıkları yakalamak için bazen denize doğru alçalırdı ki bu da seyretmeye değer bir görüntüydü. Bayan Weldon’ın kendisine verdiği atış eğitimi sayesinde Dick Sands bazen bir tabanca ile bazen de tüfekle birkaç tüylü hayvan avlamayı ihmal etmezdi.
Beyaz deniz kuşları zaman zaman yelkenlinin yakınında toplaşırdı. Bazen de kanatlarında kahverengi çizgiler olan başka deniz kuşları görülürdü. Penguenler ise paytak yürüyüşleriyle kıyıda ilginç bir görüntü oluştururdu. Kaptan Hull’un dediği üzere bu hayvanlar bodur kanatlarını palet gibi kullandıkları zaman bazı denizciler onları balık sanırdı.
Kanatlarını açtığında üç metreyi bulan devasa cüsseleriyle albatros kuşları denize doğru alçalıp gagalarını suya sokarak yiyecek ararlardı bazen de. İşte böyle hadiselere sık sık rastlamak mümkündü ki ancak doğanın mucizelerine kayıtsız kalan kalın kafalı biri böyle bir deniz yolculuğunu sıkıcı bulabilirdi.
Rüzgâr yönünü değiştirdiği gün Bayan Weldon geminin güvertesinde ileri geri yürüyordu ki ilginç bir olay dikkatini çekti. Uzaklarda bir yerde denizin kana bulaşmışçasına kırmızı olduğunu gördü. Bu sırada Jack ve Dick arkasında duruyordu ve “Bak Dick, şuna bir bak… Deniz kıpkırmızı. Denizi böylesine tuhaf bir renge büründüren yosun mu acaba?” dedi.
“Hayır, bu bir deniz yosunu değil. Bu, denizcilerin balina yemi dediği şey. Çok sayıda kabuklu deniz hayvanının oluşturduğu bir şey.” dedi Dick.
“Kabuklu deniz hayvanları olabilir. Ama o kadar küçükler ki sanki böcek gibiler…” dedi Bayan Weldon ve yüksek sesle “Benedict, Benedict! Buraya gel! Senin ilgini çekecek bir şey var burada!” diye seslendi; amatör böcek bilimci kamarasından çıktı. Kaptan Hull da onun arkasından geliyordu.
“Aaa, görüyorum.” dedi kaptan. “Balina yemi… En ilginç kabuklular üzerinde çalışmak için fırsat ayağınıza kadar geldi Bay Benedict.”
“Saçmalık!” dedi Benedict aşağılayıcı bir ses tonuyla. “Tamamen saçmalık!..”
“Neden, ne demek istiyorsunuz?” dedi kaptan sertçe. “Bir böcek bilimci olarak bunların artikulatların altı alt sınıfından biri olan kabuklular olduğu noktasındaki kanaatime itiraz etmezsiniz herhâlde.”
Benedict’in küçümsemesi dudak bükmesiyle bir kez daha tescillendi: “Bir böcek bilimci olarak ilgi alanıma sadece altı bacaklıların girdiğinin farkında değil misiniz beyefendi?”
Gülümsemekten kendini alıkoyamayan kaptan şu cevabı verdi: “Zevklerinizin bir balinanınkiyle aynı istikamette olmadığını görüyorum beyefendi.” Bayan Weldon’a dönerek devam etti: “Balinacılara soracak olursanız hanımefendi, bu görüntü bir şey söyler. Bu, vakit kaybetmeden zıpkınlarımızın ne durumda olduğunu incelemeye başlayacağımızın bir işareti.”
Jack buna şaşırdığını açığa vurarak “Yani balina gibi devasa yaratıkların böylesine küçük şeyleri yiyerek mi beslendiğini söylüyorsunuz?” dedi.
“Evet yavrum, sana irmik veya pirinç ne kadar lezzetli geliyorsa bunlar da onlara o kadar lezzetli geliyor diyebilirim. Bir balina bunların bulunduğu yere geldiğinde ağzını açmak dışında bir şey yapmasına gerek kalmıyor. Bunlardan yüz binlercesi bir dakika gibi bir sürede ağzına doluyor.” diye cevap verdi kaptan.
“İşte böyle Jack.” dedi Dick. “Balina, karidesleri ayıklama zahmetine girmeden yiyebiliyor.”
“Ağzını kapattığı anda da zıpkının güzel tadına bakıveriyor.” diye ekledi kaptan. Sözlerini henüz bitirmişti ki denizcilerden biri bağırıverdi:
“Sol tarafta balina var!”
“İşte balina…” diye tekrar etti kaptan. O sırada bütün mesleki içgüdüleri harekete geçmişti ve geminin başına doğru bir telaş koştu. Geminin meraklı yolcuları da onun peşinden gitti.
Kuzen Benedict bile -kendisine rağmen- herkesin gösterdiği bu ilgiye dâhil olmuştu.
Rüzgâr yönünde altı kilometre kadar ileride olağan dışı bir hareketlilik vardı; tecrübeli gözler bunun bir balinaya işaret ettiğini anlardı. Buna şüphe yoktu. Lakin aradaki mesafe, bu canlının memeli hayvanların hangi türüne ait olduğunu kestirmeyi imkânsızlaştırıyordu.
Balinaların yaygınlıkla bilinen üç türü vardır. Bunlardan ilki buzul balinası, genellikle kuzeyde bulunur. Bu hayvanın boyu ortalama on sekiz metre olsa da yirmi dört metre olanlarına da rastlanılmıştır. Sırtında yüzgeç bulunmaz ve derisinin altında kalın bir yağ tabakası bulunur. Bu canlıların sadece bir tanesinin yüzlerce varillik yağı vardır.
İkinci tür ise balaenopteraların tipik bir temsilcisi olan kambur balinadır. Bu hayvanların kanadı andıran ve açıldığında vücudunun genişliğine ulaşan iki farklı sırt yüzgeci vardır. Bu yüzgeçler uçan balığınkilere benzer ve bu balinalara çok nadir rastlanır.
Son olarak oluklu balina olarak da bilinen Jubarteler… Arka yüzgeci bulunan bu türün boyu devasa buzul balinasına yaklaşamaz bile.
Bulundukları mesafeden gördüklerinin hangi türe ait olduğunu tam olarak kestiremeseler de genel kanaat bu hayvanın bir Jubarte olduğu yönünde idi.
Kaptan Hull ve tayfası herkesin dikkatini çeken bu canlıya istekle bakıyordu. Balina avcıları, bir saatçinin, karşısına çıkan her saatin mekanizmasını karşı koyulmaz bir tutkuyla incelemesi gibi bir duyguyla yollarına çıkan her balinaya saplamak isterler zıpkınlarını. Hayvan ne kadar büyükse heyecan da o kadar büyük olur. Hiçbir fil avcısı balinacının avının peşindeyken duyduğu hazzın lezzetine varamaz.
Ufukta görünen balina, tayfa için beklenmedik fırsatlar demekti ve bereketsiz geçen av mevsimini telafi edecek bir imkân yakalamış olmak onları fazlasıyla heyecanlandırıyordu.
Balina hâlâ uzakta olsa da kaptan, tecrübeli gözleriyle gördüğü canlının ne olduğunu anladı. Dikkatini çeken çok sayıda şeyden biri, hayvanın hava deliklerinden buharla birlikte su fışkırmasıydı:
“Bu bir buzul balığı değil. Eğer öyle olsaydı fışkıran su daha az olurdu ve daha yükseğe çıkardı. Kambur balina olsaydı çığlığını duyardık. Dick, sen ne düşünüyorsun?”
Dick, fışkıran suya baktı. “Su fışkırtıyor efendim. Buhar ve su… Sanırım bu bir oluklu balina. Fakat ender rastlanan büyüklerinden…”
“En az yirmi metre.” dedi heyecandan kızaran kaptan.
Jack “Ne kadar da büyük…” diyerek büyüklerin heyecanına ortak oldu.
“Evet, Jack, evladım!” diye güldü kaptan. “Ve balina kahvaltısını yaparken kendisini kimin seyrettiğini umursamıyor.”
“Evet.” dedi dümenci. “Eğer bunu yakalayabilirsek boş varillerimizi doldurma fırsatımız olur.”
“Böyle bir balinaya saldırmak çok zor bir iş, biliyorsunuz.” dedi Dick.
Kaptan “Haklısın yelkenlimiz jubartenin olası kuyruk darbelerine dayanacak kadar güçlü değil.” diye karşılık verdi.
“Ama kazancımız riske değer, değil mi?”
“Bir kez daha haklısın Dick.” diye cevap verdi kaptan, balinayı daha iyi görebilmek için cıvadranın üzerine tırmandığı sırada.
Tayfa da kaptan kadar heyecanlıydı. Arzuladıkları avlarının hareketlerini ilgiyle izliyor ve bir oluklu balinadan elde edecekleri hasılat üzerinde tartışıyorlardı. Olur da boş varillerini doldurma fırsatını kaçırırlarsa bunun büyük talihsizlik olacağını düşünüyorlardı.
Kaptan Hull düşünceli bir tavır içindeydi ve kaşları çatık bir vaziyette tırnaklarını yiyordu.
“Anne ben balinayı yakından görmek istiyorum. Çok yakından…” dedi küçük Jack.
“Göreceksin çocuğum…” dedi o sırada yanında bulunan kaptan. Eğer ki adamları da ona destek çıkarsa bu armağanı yakalayacağına inanıyordu. Adamlarına döndü ve “Pekâlâ çocuklar ne dersiniz, bu işe girişelim mi? Bilmeniz lazım ki bu işte tek başımızayız ve bize yardım edecek balina avcıları yok. Sadece kendimize güvenebiliriz. Daha önce mızrak fırlatmışlığım var, şimdi de fırlatabilirim. Ne dersiniz?”
Tayfa neşeyle hep bir ağızdan cevap verdi:
“Hayhay efendim, hayhay…”
7
SALDIRI HAZIRLIĞI
Herkes çok heyecanlıydı ve deniz canavarını nasıl yakalayacakları, günün konusu olmuştu. Bayan Weldon bu kadar az kişiyle bu kadar riskli bir teşebbüsün nasıl hayata geçirileceği ile ilgili şüphelerini dile getirdi; Kaptan Hull daha önce de tek yelkenliyle balina avladığı hususunda onu temin etmeye çalışıyordu. Kendisine sorulacak olsa başarısızlıktan korkmaya hiç mahal yoktu. Hanımefendi daha fazla itiraz etmedi; ikna olmuş gibi bir hâli vardı.
Kararını veren kaptan, vakit kaybetmeden ilk hazırlıklara başladı. Oluklu balina yakalama işi ona da tehlikeli geliyordu ve bu konuda endişeliydi. İşte bu yüzden öngörebileceği her türlü tehlikeye karşı tedbir almayı ihmal etmedi.
İki direk arasında tutulan uzun kayık dışında Pilgrim’de üç tane balina kayığı vardı. İki tanesi yelkenlinin sağ ve sol taraflarında asılıydı. Diğeri ise geminin arka tarafında tutuluyordu. Av mevsimi zamanlarında, Yeni Zelandalı balina avcıları da tayfaya katılmışken, bu üç kayığın üçü de kullanılırdı. Fakat mevcut durumda Pilgrim’in tüm mürettebatı tek bir kayığı dahi güçlükle doldurabilirdi. Tom ve arkadaşları yardım etmek istediklerini dile getirseler de teklifleri derhâl reddedildi. Çünkü balina kayığı sadece ve sadece bu işte tecrübeli kişilere emanet edilebilirdi. Kayığın yanlış yöne döndürülmesi veya erken bir kürek hamlesi bütün ekibin güvenliğini tehlikeye atabilirdi. Bütün tecrübeli denizcilerini bu riskli işi gerçekleştirmek üzere yanına alan kaptan, yelkenlisini genç miçoya emanet etmekten başka bir yol bulamamıştı. Dick her ne kadar balina avı macerasında yer almak istese de güçlü bir adamın gemide daha fazla işe yarayacağını bilecek kadar akıllıydı ve bunun üzerine geride kalmayı hiç itirazda bulunmadan kabul etti.