Читать книгу Dünya’nın Merkezine Seyahat (Жюль Габриэль Верн) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Оценить:
Dünya’nın Merkezine Seyahat

3

Полная версия:

Dünya’nın Merkezine Seyahat

“Soylu deli!” dedim, “Sen de bu yaptığımızı onaylardın kuşkusuz. Belki de ebedî kuşkularına cevap bulmak için sen de bizimle beraber Dünya’nın merkezine gelirdin.”

Ama surlarda hiç hayalet görünmüyordu. Aslında bu kale, efsanevi Danimarka Prensi’nden çok daha gençti. Şimdi ise yılda, farklı uluslara ait on beş bin geminin geçtiği boğazı denetleyen görevlinin, görkemli barınağı olmuştu.

Kısa süre sonra, Kronborg Kalesi ve aynı zamanda İsveç kıyısındaki Helsingborg Kulesi de sisin içinde kayboldu. Gulet, Cattegat rüzgârlarıyla hızlanıp yoluna devam etti.

Valkyria görkemli bir gemiydi fakat yüzen bir ulaşım aracına asla güven olmaz. Reykjavik’e kömür, ev eşyası, çanak çömlek, yün giysi ve koca bir ambar dolusu buğday götürüyordu. Gemi mürettebatı, beş Danimarkalıdan ibaretti.

“Yolculuk ne kadar sürecek?” diye sordu amcam.

“On gün.” diye cevapladı kaptan, “Tabii Faroe Adaları’nı geçerken bir kuzeybatı rüzgârına denk gelmezsek.”

“Nasıl yani, ciddi bir gecikme ihtimalinden mi söz ediyorsunuz?”

“Hayır Bay Lidenbrock, sakin olun, oraya zamanında varacağız.”

Akşama doğru gulet, Danimarka’nın kuzey ucu olan Skaw’ı geride bıraktı, gece ise Skager Rack’ı geçti, Lindness Burnu’ndan Norveç’i aştı ve Kuzey Denizi’ne açıldı.

İki gün içinde, Peterhead yakınlarına gelip İskoçya kıyılarına ulaştık. Valkyria, Orkney ve Shetlands Adaları’nın arasından geçip Faroe Adaları’na yöneldi.

Çok geçmeden, Atlantik’te yol almaya başladık. Kuzey rüzgârına karşı durmak zorunda kaldık ama çok da zorlanmadan Faroe Adaları’na ulaştık. Ayın sekizinde, kaptan bu adaların en güneyde olanına, Myganness’e yöneldi ve o andan itibaren, İzlanda’nın en kuzey ucu olan Portland Burnu’na doğru dümdüz bir yol izledi.

Yolculuk esnasında, sıra dışı bir olay yaşanmadı. Denizin neden olduğu sıkıntılara oldukça iyi göğüs geriyordum. Amcamsa kuvvetli mide bulantısından ve daha da kuvvetli olan utancından ötürü bütün yolu hasta geçirdi.

Böylelikle, kaptanla Sneffels’e nasıl gidileceği ve kullanılabilecek ulaşım araçları hakkında konuşacak fırsatı olmadı. Tüm bu soruşturmayı, yolculuğun sonuna kadar ertelemek zorunda kaldı ve tüm zamanını en küçük bir dalgada bile çatırdayan küçük kamaramızda sürekli yatarak geçirdi. Hak ettiği cezayı bulmuştu.

Ayın on birinde, Portland Burnu’na vardık. Hava berraktı, bu yüzden tepede asılı gibi duran Myrdals Yokulu’nu görmek mümkündü. Burun, kumsalın kenarında tek başına duran dik yamaçlı küçük bir tepeden ibaretti.

Valkyria, balina ve köpek balığı sürülerinin arasında kıyıdan belli bir mesafede, batıya doğru seyretmekteydi. Kısa süre sonra, delik deşik büyük bir kayalıkla karşı karşıya geldik. Köpüren deniz, kayalığın gözeneklerinin arasından kudurmuş gibi saldırıyordu. Westman Adacıkları, sıvı bir düzlüğün üzerine serpiştirilmiş kayalar gibi denizin içinden yükseliyordu. İşte o andan başlayarak, gulet, İzlanda’nın batı ucunu oluşturan Reykjaness Burnu’nu geniş bir açıyla dönebilmek için kıyıya uzak mesafede seyretmeye başladı.

Azgın deniz, amcamın güverteye çıkıp denizin dövdüğü ve delik deşik olmuş bu güzel kıyıları görmesine mâni oldu.

Kırk sekiz saat sonra, yelkenleri tamamen indirerek kaçmaya çalıştığımız bir fırtınadan çıkarken, Skagen Burnu’nun çakarını gördük. Oldukça tehlikeli kayalıklar denizin içlerine doğru sokulmaktaydı. İzlandalı bir kılavuz, gemiye çıktı ve üç saat sonra Valkyria, Faxa Körfezi’nde, Reykjavik’in önünde demir attı.

Sonunda profesör kamaradan burnunu çıkarabildi, oldukça solgun ve bitkin görünüyordu ama hâlâ heyecan doluydu ve gözleri hoşnutlukla parıldamaktaydı.

Herkesin beklediği bir şeyler bulunan bu geminin varışı, iskelede hatırı sayılır bir kalabalığa yol açtı.

Amcam hızla bu “yüzen zindanı” veya “hastaneyi” terk etti. Fakat güverteden ayrılmadan önce, beni geminin burnuna sürükledi ve parmağıyla körfezin kuzeyini işaret ederek hiç erimeyen karlı iki tepesi bulunan uzaktaki bir dağı gösterdi:

“Sneffels! Sneffels!”

Ardından tek bir hareketle kesinlikle bir şey söylemememi belirttikten sonra, onu beklemekte olan tekneye bindi. Ardından gittim, işte artık gerçekten İzlanda topraklarına ayak basmıştık.

İlk görüştüğümüz kişi, general üniformasının içinde oldukça yakışıklı görünen bir beyefendi oldu. Aslında bir general değildi, vali ve aynı zamanda bir yargıç olan Baron Trampe’nin ta kendisiydi. Profesör hemen kimin karşısında olduğunu anladı ve ona Kopenhag’dan getirdiği mektupları uzattı, sonra tek kelimesini bile anlamadığım Danca bir şeyler konuşuldu. Ama bu ilk görüşmenin sonucunda Baron Trampe, Profesör Lidenbrock’nun emrine amade olmuştu.

Belediye Başkanı Bay Finsen de amcamı aynı nezaketle karşıladı. O da aynen vali gibi bir asker edasına sahipti.

Piskopos Yardımcısı Bay Petursson’a gelince, kendisi o esnada kuzeye yaptığı bir dinî ziyaretteydi. Yani onunla tanışma şerefine ulaşmak için biraz beklememiz gerekecekti. Fakat Reykjavik Üniversitesinde doğa bilimleri profesörü olan Bay Fridrikssen, oldukça eğlenceli bir insandı ve arkadaşlığı benim için büyük anlam ifade ediyordu. Bu alçak gönüllü filozof sadece Danca ve Latince biliyordu. Benimle Horatius’un16 dilinde konuşunca birbirimizi anlamak için yaratıldığımızı anladım. Aslına bakarsanız İzlanda’da konuşabildiğim tek insan oydu.

Bu iyi huylu beyefendi, kendi evinin üç odasından ikisini bize tahsis etti ve biz de valizlerimiz ve Reykjavik halkını oldukça şaşırtan malzemelerimizle bu odaları kısa süre içinde işgal ettik.

“İşte Axel!” diye söze girdi amcam, “İlerliyoruz ve işin en zorlu kısmı sona erdi bile.”

“En zorlu kısmı mı?” diye sordum hayretle.

“Emin olabilirsin, artık tek yapmamız gereken aşağı inmek.”

“Tabii, tek yapacağımız şey buysa oldukça haklısınız ama her şey bir yana, aşağı inince, tekrar yukarı çıkmamız gerekecek sanırım, değil mi?”

“Oh, bunu kafama takmıyorum. Gel, kaybedecek zamanımız yok. Kütüphaneye gidiyorum. Belki orada Saknussemm’e ait el yazmaları vardır. Onlara göz atmak bana mutluluk verir.”

“Şey, siz oradayken ben de kasabaya inerim. Siz de katılmak ister miydiniz?”

“Bu hiç ilgimi çekmez. Benim ilgimi çeken şey, bu adanın üstünde değil altında olanlar.”

Dışarı çıktım ve ayaklarımın beni götürdüğü yönde ilerlemeye başladım.

Reykjavik’te kaybolmak neredeyse imkânsızdı. Hele iletişim kurarken tek yolunuz el kol hareketleriyse başkalarına yol sormaya hiç gerek yoktu. Kasaba, iki tepe arasındaki bataklık ve alçak bir arazide bulunuyordu. Geniş bir donmuş lav yatağı, bir taraftaki sınırını oluşturmaktaydı ve yavaşça denize doğru akıyordu. Diğer tarafta ise şu anda sadece Valkyria’nın demirli olduğu, geniş Faxa Körfezi uzanıyordu ve kuzeyde Sneffels Yokulu yolunu kesiyordu. Genellikle burada İngiliz ve Fransız devriye gemileri demirlerdi ama şu anda adanın batı kıyısında devriyedeydiler.

Reykjavik’in iki caddesinden uzun olanı, sahile paralel uzanıyordu. Burada, enlemesine yerleştirilmiş kırmızı kalaslardan yapılma evlerde, satıcı ve tüccarlar yaşamaktaydı. Batıya doğru uzanan diğer cadde, ticaretle ilgisi olmayan ahalinin ve piskoposun evinin arasındaki gölde son buluyordu.

Kısa sürede bu kasvetli yolları keşfetmiştim. Bazen eskimiş bir halıyı andıran ot kümeleri, bazen de seyrek bitkilerin olduğu bostana benzer bahçelerle karşılaşıyordum. Burada yetişen patates, lahana ve marul gibi bitkiler o kadar azdı ki ancak bir Lilliput17 masasını donatabilirdi. Birkaç hastalıklı şebboy, havanın ve güneşin tadını çıkartmaya çabalıyordu.

Ticaret yapılmayan caddenin ortalarına doğru halk mezarlığına rastladım. İçinde yeteri kadar yer bulunan, toprak duvarla çevrili bir yerdi.

Birkaç adım sonra, Hamburg’daki belediye binasıyla kıyaslanınca bir kulübeyi andıran ama İzlanda halkının yaşadığı evleri göz önüne alınca bir saraya benzeyen, belediye başkanının evine vardım.

Göl ve kasaba arasındaki alana Protestan usulüne uygun olarak bir kilise inşa edilmişti. Tamamıyla adanın kendi iş gücü ve kaynakları kullanılarak yanardağdan gelen kireçli taşlarla yapılmış bir binaydı. Kiliseye devam edenlerin tüm hayıflanmalarına karşın batıdan esen şiddetli rüzgârlar kırmızı kiremitten yapılmış çatısını göklere savuracak gibiydi.

Daha sonra ev sahibimizden öğreneceğim üzere, utançla itiraf etmeliyim ki tek kelime bile anlamadığım dört dilin, yani İbranice, İngilizce, Fransızca ve Danca dillerinin hepsinin de öğretilmekte olduğu devlet okuluna vardım. Herhâlde bu küçük okuldaki kırk öğrencinin sonuncusu olurdum ve en dayanıksızların daha ilk gece havasızlıktan boğulacağı daracık odalardaki ranzalarda, onlarla beraber uyumaya bile layık görülmezdim.

Üç saat içinde sadece kasabayı değil, tüm çevreyi de keşfetmiş oldum. Yörenin genel görüntüsü oldukça hüzün vericiydi. Hiç ağaç yoktu ve neredeyse yok denecek kadar az yeşillik vardı. Her yer, volkanik hareketliliğin bir göstergesi olarak çıplak kayalıklarla kaplıydı. İzlanda’daki kulübeler, topraktan ve turbadan yapılmaydı, duvarları içeri doğru bombeleniyordu, toprağın üzerine yerleştirilmiş damlara benziyorlardı.

Fakat bu çatılar bir nevi mera oluşturuyordu, evlerin ısısı sayesinde, otlar bir dereceye kadar yeşeriyordu ve zamanı gelince dikkatlice biçiliyordu. Bu yapılmazsa atlar gelip bu yeşil meskenlerde otlayabilirdi.

Bu küçük keşif gezim esnasında, sadece birkaç insanla karşılaştım. Ana caddeye dönüşüm sırasında, insanların çoğunu başlıca geçim kaynakları olan morina balığını kuruturken, tuzlarken veya paketlerken gördüm. Erkekler dayanıklı ama hantaldı, dalgın bakışlı sarışın Almanlara benziyorlardı. Kendi türlerinden oldukça uzakta olduklarının farkındaki bu zavallı insanlar, bu buzlar ülkesinde sürgün ve kutup dairesinin hemen dışında yaşamaya mahkûmdular, aslında doğanın onları Eskimo olarak yaratması gerekirdi! Dudaklarında bir gülümsemenin belirmesini boşuna bekledim. Bazen istemsiz bir kas seğirmesinden ötürü gülüyor gibi görünseler de hiç gülümsemediler.

Bu insanlar, İskandinav dillerinde “vadmel” adı verilen siyah, yün bir kumaştan yapılma kaba bir ceket, geniş kenarlı bir şapka, kırmızı şeritli pantolon ve ayakkabı niyetine ayağın etrafına sarılan bir parça deriden oluşan kıyafetleri giyiyorlardı.

Kadınlar da en az erkekler kadar kederli ve boyun eğmiş görünmekteydi. Güzel sayılabilecek ama donuk suratları vardı. Koyu renk vadmelden yapılma elbise ve etek giyiyorlardı. Evlenmemiş olanlar örülmüş saçlarının üstüne, el örgüsü şapkalar takıyorlardı. Evliyseler başlarına, tepesine beyaz bir kumaş taktıkları renkli bir baş örtüsü bağlıyorlardı.

İyi bir yürüyüşten sonra, Bay Fridrikssen’in evine döndüm ve amcamı ev sahibimizle sohbet ederken buldum.

X. BÖLÜM

İzlandalı Âlimlerle Yapılan İlginç Sohbetler

Akşam yemeği hazırdı. Gemide yaptığı zorunlu perhizden ötürü midesi dipsiz bir kuyuya dönen Profesör Lidenbrock, tüm yemekleri iştahla mideye indirdi. Yemekte olağanüstü hiçbir yan yoktu fakat İzlandalıdan çok Danimarkalı olan ev sahibimizin konukseverliği, bana çok eski zamanların kahramanlarını hatırlattı. Sanki biz kendi evimizde onu ağırlıyorduk.

Konuşmalar yerel dilde yapıldı ve benim daha rahat dâhil olabilmem için, içine amcam tarafından biraz Almanca, Bay Fridrikssen tarafından da biraz Latince katıldı. Konuşma, iki âlim bir araya geldiğinde olacağı üzere, bilimsel meseleler üzerine dönüyordu. Fakat Profesör Lidenbrock oldukça ketum davranıyordu ve her göz göze gelişimizde söylediği her cümleyle gelecekteki projelerimiz hakkında bana sessiz kalmamı işaret ediyordu.

İlk olarak, Bay Fridrikssen amcamın kütüphanede istediğini bulup bulamadığını merak etti.

“Kütüphaneniz! Neden neredeyse bomboş olan raflarda birkaç yırtık kitaptan başka bir şey yok?”

“Aslında…” diye söz aldı Bay Fridrikssen, “Oldukça nadir ve değerli yaklaşık sekiz bin kitabımız, eski İskandinavca ile kaleme alınmış eserlerimiz ve Kopenhag’dan her sene gönderilen yeni kitaplarımız var.”

“Bu sekiz bin kitabı nerede saklıyorsunuz? Ben sadece…”

“Ah Bay Lidenbrock, kitaplar tüm ülkeye yayılmış durumda. Böylesine soğuk bir ülkede yaşayan bizler, okumayı severiz. Okumayan veya okuyamayan tek bir balıkçı, tek bir çiftçi bulamazsınız. Bizim inancımız, kitapların demir parmaklıklar arkasında küflenmesindense birçok okuyucunun ellerinde yıpranması yönündedir. Yani bu kitaplar elden ele dolaşıp tekrar tekrar okunarak, çoğu zaman bir iki yıl geçmeden raflardaki yerlerine geri dönmezler.”

“Ve bu esnada da…” diye oldukça sıkkın bir tonla devam etti amcam, “Yabancılar ise…”

“Ne bekliyordunuz ki? Yabancıların evlerinde kendi kütüphaneleri var. Hem işçiler için en önemli olan şey, kendilerini eğitmeleridir. Tekrar söylüyorum, okuma aşkı İzlandalıların kanında var. 1816 yılında oldukça zengin bir edebiyat derneği kurduk ve yabancı âlimler bu derneğin bir üyesi olmaktan şeref duyuyorlar. Bu dernek sıradan vatandaşları eğitecek kitaplar basıyor ve ülkeye büyük hizmette bulunuyor. Eğer siz de mektupla üyemiz olursanız Bay Lidenbrock, bize onur verirsiniz.”

Zaten yüze yakın bilim derneğinin üyesi olan amcam, bu teklifi severek kabul etti ve bu durum Bay Fridrikssen’i gözle görülür biçimde mutlu etti.

“Şimdi…” diye devam etti, “Bana kütüphanemizde hangi kitapları bulmayı umduğunuzu belirtirseniz, belki onları elde etmenizi sağlayabilirim.”

Amcamla göz göze geldik. Kararsız kalmıştı. Bu dolambaçsız soru, direkt olarak çalışmasının kaynağına yönelikti. Bir anlık tereddütten sonra konuşmaya karar verdi.

“Bay Fridrikssen, acaba kitaplarınız arasında Arne Saknussemm’e ait olan var mıydı?”

“Arne Saknussemm mi?” diye yineledi Reykjavikli profesör. “Şu on altıncı yüzyıl âlimi, bir doğa bilimci, kimyacı ve seyyah olan Arne Saknussemm mi?”

“Ta kendisi!”

“İzlanda edebiyatının ve biliminin gurur kaynaklarından biri öyle mi?”

“Kesinlikle!”

“Dünyaca tanınmış bir âlim olan Saknussemm mi?”

“Evet öyle.”

“Hani şu cesareti ve dehası eşit derecede olan?”

“Onu iyi tanıdığınızı anlayabiliyorum.”

Kendi kahramanın bu şekilde tasvir edilmesiyle amcamın ağzı kulaklarına varmıştı. Bay Fridrikssen’i bakışlarıyla yiyip bitirmişti âdeta.

“Peki…” dedi, “Nerede bu eserler?”

“Maalesef onun eserlerine sahip değiliz.”

“Nasıl olur? İzlanda’da değil mi?”

“Ne İzlanda’da ne de başka yerdeler.”

“Neden peki?”

“Çünkü Saknussemm dinsel sapkınlık sebebiyle işkence gördü ve 1573 yılında kitapları cellatlarca yakıldı.”

“Harika! Mükemmel!” diye bağırdı amcam. Doğa bilimleri profesörünü hayrete düşürmüştü.

“Ne?” diye bağırdı profesör.

“Evet evet, işte şimdi her şey açığa kavuştu. Saknussemm’in zekâsının örneği olan keşiflerini neden anlaşılmaz bir şifreyle yazdığını şimdi anlıyorum. Çünkü kara listeye alınmıştı ve sırrını saklamak zorundaydı.”

“Ne sırrı?”

“Şey, işte…” diye geveledi amcam.

“Elinizde gizli bir belge mi var?” diye sordu ev sahibimiz.

“Hayır, sadece varsayımda bulunuyordum.”

“Tamam o zaman.” diye cevapladı Bay Fridrikssen. Afallamış olan amcamı zorlamayacak kadar kibardı. “Umarım, adamızın maden zenginliklerini görmeden buradan ayrılmazsınız.”

“Kuşkusuz…” dedi amcam. “Ama sanırım biraz geç kaldım bunun için. Daha önce başka bilginler onları görmüştür kanımca.”

“Evet Bay Lidenbrock; Bay Ólafsson ve Bay Povelsen’in kralın buyruğuyla yaptıkları çalışmalar, Troil’in araştırmaları, Fransız korveti La Recherche ile gelen Bay Gaimard ve Bay Robert’in yönettiği bilimsel heyet ve son olarak Reine Hortanse ile gelen bilim adamlarının çalışmaları, İzlanda hakkındaki bilgilerimizi genişletmiştir. Fakat sizi temin ederim ki daha keşfedilecek çok şey var.”

“Öyle mi sizce?” diye sordu amcam, gözlerinden fışkıran heyecanını saklamaya ve sakin kalmaya çabalıyordu.

“Tabii ki daha hakkında pek az şey bilinen öyle çok dağ, buzul ve volkan var ki! Çok öteye gitmeye gerek yok. Şurada, ufuktaki dağı gördünüz mü? İşte o Sneffels’tir.”

“Ah!” dedi amcam olabildiğince sakin kalmaya çabalayarak, “Sneffels o mu?”

“Evet, Dünya’daki en ilginç volkanlardan birisidir ve kraterine de kimse ulaşamamıştır.”

“Sönmüş bir yanardağ mı?”

“Evet, beş yüz yıldan beri hiç patlamadı.”

“Tamam.” diye cevapladı amcam, sevinçten havaya fırlamamak için bacaklarını kenetlemişti. “İşte benim jeolojik çalışmalarıma başlamak istediğim yer orası, Seffel, Fessel… Adı ne demiştiniz?”

“Sneffels.” dedi iyi niyetli Bay Fridrikssen.

Konuşmanın bu kısmını Latince yapmışlardı, kelimesi kelimesine anlamıştım ve amcamın vücudunun her noktasından fışkıran heyecanını bastırmak için gösterdiği çaba karşısında gülmemek için kendimi zor tutmuştum. Kendine masum bir hava vermeye çalışsa da bu hâliyle yaşlı bir şeytana benziyordu.

“Evet.” dedi, “Söyledikleriniz kararımı vermemi sağladı. Sneffels’e tırmanmaya çalışacağız. Hatta belki kraterini de inceleme şansımız olur.”

“Üzgünüm…” diye cevapladı Bay Fridrikssen, “Ama çalışmalarım dolayısıyla buradan ayrılmam imkânsız, aksi takdirde sizinle gelmekten hem zevk alırdım hem de bu, yararıma olurdu.”

“Oh lütfen Bay Fridrikssen!” dedi amcam, “Kimseye rahatsızlık vermek istemeyiz. Yine de size kalben teşekkür ederim, sizin gibi değerli bir kişinin bize eşlik etmesi çok işimize yarardı fakat işleriniz…”

Ev sahibimizin İzlandalı ruhunun masumluğuyla, amcamın kötü niyetini sezmediğine memnundum.

“Şu volkandan başlamanızı kuvvetle tavsiye ederim Bay Lidenbrock. Çok ilginç gözlemlerde bulunacaksınız. Ama lütfen, Sneffels Yarımadası’na nasıl gideceğinizi söyler misiniz?

“Körfezi geçerek denizden gitmeyi planlıyorum. En kestirme yol bu.”

“Elbette ama imkânsız.”

“Neden?”

“Çünkü Reykjavik’te bir tek sandalımız bile yok.”

“Ne diyorsunuz!”

“Kıyıyı takip ederek karadan gitmek zorundasınız. Daha uzun fakat daha ilginç olacaktır.”

“Peki o zaman bir rehbere ihtiyacımız olacak.”

“Size birisini önerebilirim.”

“Güvenilir ve zeki birisi mi?”

“Evet, yarımadanın yerlisi. Kuzey ördeği avcısıdır ve çok da zekidir. Dancayı mükemmel konuşur.”

“Onu ne zaman görebilirim?”

“İsterseniz yarın.”

“Neden bugün değil?”

“Çünkü yarına kadar burada olmayacak.”

“Yarın o zaman…” diye iç çekti amcam.

Bu önemli konuşma, kısa süre sonra Alman profesörün İzlandalı meslektaşına içten teşekkürleriyle son buldu. Akşam yemeği esnasında, amcam önemli şeyler öğrenmişti: Saknussemm’in hikâyesini, belgenin şifreli olmasının nedenini, ev sahibinin ona gezide eşlik edemeyeceğini ve ertesi gün emrinde bir rehber olacağını…

XI. BÖLÜM

Dünya’nın Merkezine Götürecek Bir Rehber Bulundu

Akşam sahilde kısa bir yürüyüş yaptım ve tüm gece horlayarak uyuduğum tahta yatağıma geri döndüm.

Uyanınca, amcamın yan odada yüksek sesle konuşmakta olduğunu duydum. Hızla üstümü giyip yanına gittim.

Oldukça yapılı bir adamla Danca konuşuyordu. Bu adam, çok güçlü olmalıydı. Geniş ama çocuksu görünen yüzüne bakıp gözlerini görünce akıllı bir adama benzediğini düşündüm. Deniz mavisi gözlerdi bunlar. İngiltere’de bile kızıl denilebilecek uzun saçları, geniş omuzlarına dökülüyordu. Hareketleri kıvrak ve akıcıydı fakat konuşurken kollarını hiç oynatmıyordu. Vücut diliyle ilgili hiçbir şey bilmiyor veya umursamıyor gibiydi. Kusursuz bir dinginlik ve denge timsaliydi. Kesinlikle miskinlik değil, tam bir dinginlik örneğiydi. Daha ilk görüşte kimseye bağlı kalmayacağı, kendi kurallarına göre çalıştığı ve bu dünyada onun hayat felsefesini etkileyecek bir şeyin bulunmadığı anlaşılıyordu.

Bu İzlandalının karakterinin ince noktalarını, profesörün ağzından dökülen coşkulu konuşmayı dinlerken takındığı tavırdan sezebilmiştim. Kollarını kavuşturarak ayakta dikelmiş ve amcamın bitmek bilmeyen el kol hareketlerinden zerre kadar etkilenmemişti. Kafasını hafifçe soldan sağa oynatarak bir fikre katılmadığını belli ederken, katıldığını ise başını uzun saçlarının hareket etmesine fırsat bile vermeyecek kadar az eğerek belirtiyordu. Pintilik derecesinde az hareket ediyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

1529 yılında Hamburg’da kurulmuş ünlü bir okul. (e.n.)

2

Mineral bilimi. (e.n.)

3

Çağdaş mineraloji bilimine göre bu sayı oldukça abartıdır (ç.n.)

4

Virlanda: İzlanda’dan deniz yoluyla gelerek Kuzey Amerika’ya yerleştikleri düşünülen İskandinav kolonisinin, bölgeye verdiği isim. Virlandalı; bu yerden olan. (ç.n.)

5

Bozerian: Napolyon zamanında Paris’te kaliteli kitap ciltleri yapan iki mücellit kardeş. Closs ve Purgold yine XIX. yüzyılda yaşamış ünlü mücellitlerdir. (e.n.)

6

Snorre Turlleson: Snorri Sturluson (1179-1241); politikacı, tarihçi ve St. Olaf sagalarının yazarı. (e.n.)

7

İlk Çağ Orta Asya toplumları, Etrüskler, Macarlar ve vaktiyle Kuzey Avrupa ülkelerinde (İsveç, Norveç, Finlandiya, Almanya vs.) yaşayanlar tarafından kullanılmış bir yazı sistemidir. İskandinav mitoslarına göre, insanlara, Odin tarafından hediye edilen yazı türüdür. (ç.n.)

8

İskandinav mitolojisinde en büyük tanrıdır. (ç.n.)

9

Moselle; Moselle Nehri boyunca yer alan üç ülkede (Fransa, Lüksemburg ve Almanya) üretilen şaraptır. (ç.n.)

10

Arne Saknussemm: Genel hatlarıyla, Sturluson’un soyundan gelen İzlandalı bilim adamı Professor Árni Magnússon (1663-1730) temel alınarak yaratılmış karakter. (e.n.)

11

İbni Sina (e.n.)

12

Virgil; (15 Ekim MÖ 70-21 Eylül MÖ 19) ünlü bir Romalı şairdir. Roma İmparatorluğu’nun destanı olarak kabul edilen “Aeneis”in yazarıdır. Dante’nin “İlahi Komedya”sındaki ana karakterlerden biridir. (ç.n.)

13

Öklid, MÖ 330-275 yılları arasında yaşamış, İskenderiye doğumlu matematikçi. (ç.n.)

14

Yunan mitoloji kahramanı Oedipus’un macerasındaki bir bölüme gönderme yapılmıştır. (…) Oedipus artık yollarda başıboş dolanmaya başlar ve Thebai’ye varır. Bu şehrin üzerinde bir bela vardır. Bir canavar, çiğ et yiyen Sfenks, şehrin dolayında dağlık bir buruna yerleşmiştir. Sfenks, yolcuları gözetleyip, her birine bilmecesini sorar; hiç kimse bilmeceyi çözemez, o da hepsini parçalayıp yer. Thebai’liler her gün agoraya toplanarak bilmecenin cevabını bulmaya çalışırlar; kralları yeni öldürülmüş olduğundan kendilerini Sfenks’ten kurtaracak olan kimseye sitenin tahtını da söz verirler. Oedipus oradan geçerken bilmece ona da sorulur: “O hangi yaratıktır ki bir süre iki ayak üzerinde, bir süre üç, bir süre de dört ayakla yürür ve de doğa yasalarına aykırı olarak, ayakları en çok olduğu zaman güçsüzdür?”

Oedipus söyle bir düşünür ve yaratığın insan olduğunu söyler: İlk çocukluğunda insan dört ayağı üzerindedir, emekler, daha sonra da iki ayağı üzerinde yürür, nihayet yaşlanınca da bir sopaya dayanır. Sfenks sorusunun çözülmesiyle intihar eder. Thebai’liler kurtarıcılarını alkışlarlar, onu kral yaparlar ve kraliçe ile evlendirirler. (e.n.)

15

Müze, kütüphane, sergi, hayvanat bahçesi vb.ni yöneten ve buralardaki etkinlikleri düzenleyen yetkili kimse. (ç.n.)

16

Augustus döneminin en önemli Romalı şairi (8 Aralık MÖ 65-27 Kasım MÖ 8). (e.n.)

17

Lilliput, “Güliver’in Gezileri” kitabında da geçer; oldukça küçük boyuttaki insanlara verilen addır. (ç.n.)

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner