Читать книгу Dünya’nın Merkezine Seyahat (Жюль Габриэль Верн) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Оценить:
Dünya’nın Merkezine Seyahat

3

Полная версия:

Dünya’nın Merkezine Seyahat

Amcam varsayımlara göre konuştuğu için, doğal olarak söylenecek bir şey kalmıyordu.

“Peki, sana Poisson’ın da aralarında olduğu gerçek bilginlerin, yerkürenin içinde iki yüz bin derecelik bir ısı olsaydı, kabuğun, ergiyen maddelerin çıkardığı gazların basıncına dayanamayıp buharın etkisiyle patlayan bir kazanın iç çeperi gibi havaya uçacağını kanıtladıklarını söylesem?”

“Bu Poisson’ın fikri amcacığım, başka bir şey değil.”

“Kabul ama birçok değerli jeolog da aynı fikirde. Onlara göre, yerkürenin iç kısmı, ne gaz ne su ne de bilinen bir ağır maddeden oluşmaktadır çünkü böyle bir durumda ağırlığı şu andaki kadar olmazdı.”

“Tabii ki sayılarla her şey kanıtlanabilir!”

“Gerçeklerle de! Dünya’nın yaradılışından bu yana, volkanların sayıca azaldığı bir gerçek değil midir? Ve eğer bir iç ısı varsa onun da azalmakta olduğu sonucuna varamaz mıyız?”

“Sevgili amcacığım, varsayımlarla konuşmaya başlayacaksan sizinle daha fazla tartışamam.”

“Ama belirtmem gerek ki en saygın isimler benim bu düşüncelerimi desteklemişlerdir. 1825 yılında tanınmış kimyacı Humphry Davy’nin yaptığı ziyareti hatırlıyor musun?”

“Pek sayılmaz, çünkü o tarihten on dokuz yıl sonra dünyaya geldim.”

“Şey, Humphry Davy, Hamburg’dan geçerken bana uğramıştı. Daha başka birçok konunun yanı sıra, Dünya’nın içindeki çekirdeğin sıvı olması varsayımını da uzun uzun tartıştık ve bilimin henüz açıklayamadığı bir sebepten ötürü sıvı olmadığı kanaatine vardık.”

“Neymiş peki bu sebep?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Çünkü bu sıvı kitle, okyanuslar gibi ayın çekimine maruz kalacaktı ve günde iki defa iç gelgitlerin etkisinde kalan yer kabuğu düzenli olarak depremlere yol açacaktı.”

“Ama Dünya’nın yüzeyinin bir yanma olayıyla karşılaştığı kesin.” diye cevapladım, “Ayrıca öncelikle dış kabuğun soğuduğunu ve ısının iç kısımlara doğru çekildiğini varsaymak çok akıllıca olur.”

“Tümden yanlış!” diye cevapladı amcam. “Dünya, dış yüzeyinin yanması sonucu ısınmıştır. Dünya’nın yüzeyi su ve ateşle karşılaştığında kendiliğinden yanma özelliğine sahip sodyum ve potasyum gibi birçok metalle kaplıydı. Atmosferdeki su buharı yağmur olup yağdığında, bu metaller alev alıyordu ve yavaş yavaş, sular kabuktaki çatlaklara doldukça, patlamalı ve püskürmeli yangınlara yol açtılar. İşte Dünya’nın ilk zamanlarında yanardağ sayısının bu denli çok olmasının sebebi bu.”

“Gerçekten dâhiyane bir varsayım!” diye belirttim istemeden.

“Bunu bana Humphry Davy oldukça basit bir deneyle göstermişti. Az önce bahsettiğim metallerden yerküremize oldukça benzer bir top yaptı ve üzerine çiy tanesi attıkça küre şişip oksitlendi ve küçük dağlar meydana getirdi, bu dağların zirvelerinde kraterler oluştu ve bunlar püskürmeye başladı. Sonuçta küre öylesine çok ısındı ki elle tutması imkânsız hâle geldi.”

Aslına bakarsanız, profesörün kanıtları beni oldukça etkilemeye başlamıştı. Ayrıca bilindik coşku ve tutkusuyla kanıtlarını daha da inandırıcı kılıyordu.

“Görüyorsun ya Axel…” diye ekledi, “Merkezdeki çekirdeğin durumu jeologlar arasında çeşitli varsayımlara yol açtı. Bu iç ısıyı ispat eden herhangi bir kanıt yok, zaten ben de var olmadığı kanaatindeyim, olamaz da. Ayrıca Arne Saknussemm’in yaptığı gibi kendi gözlerimizle görüp bu büyük soru karşısında neyi doğru kabul edeceğimizi biliyor olacağız.”

“İyi o zaman, görelim.” diye ekledim, onun bulaşıcı coşkusundan etkilenerek. “Evet göreceğiz, tabii orada bir şey görmek mümkünse…”

“Neden olmasın? Bizi aydınlatması için elektrik olaylarına güvenemez miyiz? Hatta merkeze yaklaştıkça basıncın etkisiyle ışık saçmaya başlayan atmosfere de güvenemez miyiz?”

“Evet evet…” dedim, “Bu da mümkün.”

“Bu kesin!” dedi amcam muzaffer bir edayla. “Ama tamamen sessiz kalmanı istiyorum, duydun mu? Kimse bizden önce Dünya’nın merkezini keşfetme hayallerine kapılmasın.”

VII. BÖLÜM

Bir Kadının Cesareti

Bu unutulmaz oturum böylece son buldu. Konu bana ateş bastırmıştı. Amcamın çalışma odasından allak bullak olmuş vaziyette çıktım. Sanki Hamburg’un tüm sokaklarında beni kendime getirmeye yetecek kadar temiz hava yokmuş gibi geliyordu. Böylelikle Elbe kıyısına gittim. Şehirle Hamburg demir yolları arasında ulaşımı sağlayan buharlı gemi, yolcularını indirmekteydi.

Duyduklarımın doğruluğu konusunda ikna olmuş muydum? Profesör Lidenbrock’nun etkisi altında kalıp boyun eğmiyor muydum? Onun bu koca kürenin merkezine gitme konusunda ciddi olduğuna inanmalı mıydım? Bir delinin çılgınca varsayımlarını mı yoksa cesur bir dâhinin bilimsel çıkarımlarını mı dinlemiştim? Gerçek nerede son bulmuş ve yanılgı nerede başlamıştı?

Karşıt binlerce varsayımın içinde yüzüyor ama birine bile tutunmayı başaramıyordum.

Coşkumun azalmaya başlamasına rağmen, bazı konularda ikna olduğumun farkındayım. Hemen başlamak için tarifsiz bir istek duyuyordum, düşünerek zaman kaybetmek veya cesaretimi yitirmek istemiyordum. Sırt çantamı omzuma atıp yola çıkmaya yetecek kadar cesaretim vardı.

Fakat bir saate kalmadan bu aşırı heyecanın son bulduğunu itiraf etmeliyim. Sinirlerim yatıştı ve derin uçurumlardan çıkıp tekrar yüzeye ulaştım.

“Bu gerçekten saçma!” diye bağırdım. “Hiç akıl kârı değil. Mantıklı hiçbir genç adam, böylesine bir teklif karşısında bir dakika bile düşünmez! Tüm bunlar hiç yaşanmadı. Kötü bir gece geçirdim ve kâbus gördüm o kadar!”

Elbe’nin kıyısından şehre yürüdüm, limanı da geçince Altona yoluna çıktım. Sanki bir önsezi beni yönlendiriyordu! Evet gerçek bir önseziydi çünkü az sonra hafif adımlarla ve cesaretle Hamburg’a dönmekte olan sevgili Gräuben’imi gördüm.

“Gräuben!” diye seslendim.

Genç kız bu ıssız yolda adının haykırılmasından ürkerek durdu. On adımda yanına vardım.

“Axel!” diye haykırdı şaşkınlıkla. “Beni karşılamaya mı geldin? Bu yüzden mi buradasın beyefendi?”

Ama bana baktığı anda, içinde bulunduğum tedirginliği ve gerginliği hissetti.

“Sorun nedir?” diye sordu elimi tutarak.

“Sorun ne mi Gräuben?” diye bağırdım.

Birkaç dakika içinde, benim güzel Virlandalım durumdan haberdar olmuştu. Bir süre sessiz kaldı. Onun kalbi de benimki kadar hızlı çarpmakta mıydı? Bilmiyordum ama avcumdaki ellerinin titremediğinin farkındaydım. Tek kelime etmeden yüz adım kadar ilerledik. Sonunda; “Axel!” dedi.

“Tatlı Gräuben’im!”

“Bu mükemmel bir yolculuk olacak!”

Bu sözler beni yerimden sıçratmıştı.

“Evet Axel, bir bilim adamının yeğenine yaraşır bir yolculuk; bir erkeğin büyük işler başararak diğerlerinden farklı olması iyi bir şeydir.”

“Nasıl yani, böylesi bir şeye girişmeme karşı değil misin?”

“Hayır, sevgili Axel, aksine sizle gelmeyi çok isterdim ama bir genç kız size sadece ayak bağı olur.”

“Ciddi misin sen?”

“Evet, ciddiyim.”

Ah! Kadınlar ve genç kızlar, sizin kadın kalbinizi anlamak ne güç! Utangaç olmadığınız zamanlarda, en cesur yaratık oluverirsiniz! Sizin yaptıklarınızda mantık aramamak gerek! Ne yani? Bu genç kız beni bu yolculuk için cesaretlendiriyor mu? Bize katılmaya korkmuyor mu? Ve beni, sevdiği adamı, buna mı yönlendiriyor!

“Gräuben, yarın da aynı şekilde konuşup konuşmadığını göreceğiz.”

“Yarın, sevgili Axel, bugün ne söylüyorsam aynısını söyleyeceğim.”

Gräuben ve ben, el ele fakat tek kelime etmeden yolumuza devam ettik. O gün hissettiklerim yüzünden bitkin düşmüştüm.

Her şey bir yana, temmuzun ilk günlerine daha çok var diye düşündüm, bu arada amcamı yerin altına gitme tutkusundan kurtaracak birçok şey olabilirdi.

Königstrasse’deki eve vardığımızda akşam olmuştu. Evi tam bir sessizlik içinde, âdeti olduğu üzere amcamı yatağında, Martha’yı ise tüyden yapılma fırçasıyla sona kalan yerlerin de tozunu alırken bulmayı bekliyordum.

Ama amcamın sabırsızlığını hesaba katmamıştım. Onu ağaçlıklı yola eşya indiren birçok hamal arasında bağırıp dururken buldum. Yaşlı kâhyamız oldukça şaşkın bir durumdaydı.

“Gel, Axel gel!” diye bağırdı amcam beni görür görmez, “Seni zavallı! Daha valizini bile toparlamadın, evraklarım düzenlenmedi, valizimin anahtarı nerede? Ve tozluklarıma ne yaptın?”

Yıldırım çarpmışa döndüm. Dilim tutulmuştu. Güçlükle şu cümleyi kurabildim:

“Gerçekten gidiyor muyuz?”

“Elbette, seni zavallı oğlan! Hazırlanacağına dolaşmaya mı çıktın yoksa?”

“Gidecek miyiz?” diye tükenen bir umutla tekrar sordum.

“Evet, yarından sonra, erkenden.”

Kulaklarım artık duymuyordu. Kendi küçük odama sığındım.

Tüm umutlarım artık tükenmişti. Amcam, bütün öğleden sonra bu umutsuz girişim için gerekli araç gereci tedarik etmeye çabalamıştı. Ağaçlıklı yol; ip merdivenler, düğümlü ipler, meşaleler, mataralar, demir kramponlar, kazmalar, demir uçlu bastonlar ve en az on adamın taşıyabileceği malzemelerle doluydu.

Berbat bir gece geçirdim. Ertesi sabah erkenden uyandırıldım. Kapıyı açmamaya kararlıydım. Ama kulağıma her zaman bir melodi gibi gelen tatlı sese nasıl karşı koyabilirdim?

“Sevgili Axel?”

Odamdan çıktım. Solgun yüzümün ve kırmızı gözlerimin Gräuben’i etkileyeceğini ve fikrini değiştirmesini sağlayacağını düşünmüştüm.

“Ah sevgili Axel!” diye söze girdi, “Daha iyi gördüm seni. Güzel bir uyku sana iyi gelmiş.”

“İyi mi gelmiş!” diye bağırdım.

Aynaya koştum, aslında gerçekten beklediğimden iyi görünüyordum. Gözlerime inanamadım.

“Axel…” diye devam etti, “Vasimle uzun uzun konuştum. O cesur bir filozof, bir cesaret timsali ve sen de damarlarında onun kanının aktığını unutmamalısın. Bana planlarından, umutlarından, amacına niçin ve nasıl ulaşacağından bahsetti. Şüphesiz başaracak. Sevgili Axel, insanın kendisini bilime adaması yüce bir şey! Bay Lidenbrock’ya ve dolayısıyla yoldaşlarına nasıl bir şeref verecek düşünsene! Geri döndüğünüzde Axel, sen de onun gibi bir adam olacaksın; onun dengi, özgürce konuşup hareket edebilen ve özgürce…”

Zavallı kız, cümlesini bitirdiğinde kıpkırmızı olmuştu. Onun bu sözleri beni canlandırmıştı. Ama yine de yola koyulacağımıza inanmak istemiyordum. Gräuben’i profesörün çalışma odasına götürdüm.

“Amca, yola çıkacağımız doğru mu?”

“Neden şüphe ediyorsun ki?”

“Şey, şüphe etmiyorum.” dedim canını sıkmamak için, “Ama bu acele niye?”

“Zaman. Zaman geri dönüşü olmayan bir şekilde akıp gidiyor.”

“Ama bugün daha mayısın 26’sı ve haziranın son günlerine kadar…”

“Ne! Seni cehalet timsali genç adam! İzlanda’ya birkaç gün içinde varabileceğini mi düşünüyorsun? Dün beni bir ahmak gibi ortada bırakıp gitmeseydin, seni Liffender&Ortakları’nın Kopenhag bürosuna götürecektim. O zaman Kopenhag’dan Reykjavik’e ayda sadece bir kez, ayın yirmi ikisinde sefer olduğunu görecektin.”

“Yani?”

“Yani, haziranın 22’sine kadar beklersek Scartaris’in gölgesinin Sneffels’in kraterine düşmesini göremeyiz. Yani yolculuğumuzu güvene almak için, olabildiğince hızlı bir şekilde Kopenhag’a gitmemiz gerek. Şimdi git ve toparlan!”

Verilecek bir cevap yoktu. Odama çıktım. Gräuben arkamdan geliyordu. Yolculuk için gerekli her şeyi toplama işini o üstlenmişti. Sanki Lübeck veya Heligoland’a küçük bir seyahate gidiyormuşum gibi oldukça sakindi. Küçük elleri acele etmeden işliyordu. Sakince konuşmaktaydı. Bana bu yolculuğa çıkmam için mantıklı sebepler sayıyordu. Beni eğlendirse de ona kızgındım. Bazen patlayıversem bile o hiç dikkate almadan her zamankinden daha düzenli bir şekilde işini yapmaya devam ediyordu.

Sonunda valizimin son kayışı da bağlandı. Aşağı indim. Bütün gün ustalar ve elektrikçiler kapımızı aşındırdı. Martha aklını kaçırmak üzereydi.

“Efendim aklını mı kaçırdı?” diye sordu.

Kafamı salladım.

“Ve sizi de yanında mı götürecek?”

Yine kafamı salladım.

“Nereye peki?”

Parmağımla Dünya’nın merkezini işaret ettim.

“Mahzene mi?” diye şaşkınlıkla bağırdı yaşlı kâhya.

“Hayır.” dedim, “Ondan da aşağıya.”

Gece olmuştu ama artık zaman mefhumum kalmamıştı.

Amcam, “Yarın sabah tam altıda yola çıkıyoruz.” dedi.

Saat onda cansız bir kütle gibi yatağıma yığıldım. Bütün gece kâbuslar içinde kıvrandım. Uçurumlar görüp durdum. Çıldırmak üzereydim. Profesörün güçlü ellerinin beni yakaladığını, sürükleyip fırlatıldığımı ve paramparça olduğumu görüyordum. Boşlukta hızla düşüyordum. Hayatım sonu gelmeyen bir düşüşe dönmüştü. Saat beşte, bitkin bir şekilde titreyerek uyandım. Aşağı indim. Amcam masada, kahvaltısını yapmaktaydı. Ona dehşet ve tiksintiyle baktım. Ama sevgili Gräuben de oradaydı, tek kelime bile etmedim ve tek lokma bile yiyemedim.

Saat beş buçukta, dışarıda tekerlek sesleri işitildi. Büyük bir araba bizi Altona garına götürmek için gelmişti. Kısa zaman içinde amcamın sayısız kolisiyle tıka basa dolmuştu.

“Senin valizin nerede?” diye sordu.

“Hazır.” diye titrek bir sesle cevapladım.

“O zaman hızlan, yoksa treni kaçıracağız!”

Artık kadere karşı gelmenin bir anlamı kalmamıştı. Tekrar odama çıktım ve valizimi basamaklardan sürükleyerek amcamın peşine düştüm.

Bu esnada, amcam evin idaresini Gräuben’e teslim ediyordu. Benim güzel Virlandalım, her zamanki gibi sakindi. Vasisini öptü fakat narin dudaklarını yanağıma dokundururken gözünden gelen tek damla yaşa engel olamadı.

“Gräuben!” diye mırıldandım.

“Git sevgili Axel, git! Şimdi senin nişanlınım ve geri döndüğünde karın olacağım.”

Ona sıkıca sarıldım ve arabaya bindim. Kapıda duran Martha ve bu genç hanım, son bir kez daha el salladılar. Arabacının ıslığıyla hareketlenen atlar, Altona’ya doğru dörtnala koşmaya başladı.

VIII. BÖLÜM

Dikey İniş İçin Yapılan Ciddi Hazırlıklar

Hamburg’un bir banliyösü olmaktan başka bir özelliği bulunmayan Altona, bizi Belts’e götürecek olan Kiel demir yolu hattının ilk durağıydı. Yirmi dakika sonra Holstein’daydık.

Saat altı buçukta araba istasyona vardı; amcamın sayısız kolisi, bir yığın seyahat eşyası indirildi, taşındı, etiketlendi, tartıldı ve yük vagonuna yerleştirildi. Saat yedide kompartımanımızda karşı karşıya oturuyorduk. Düdük sesi işitildi, motor çalıştı ve yola koyulduk.

Her şeye boyun mu eğmiştim? Hayır, daha değil. Ama serin sabah havası ve akıp giden manzara, bir şekilde beni bu mutsuzluğumdan uzaklaştırmıştı.

Profesörün düşüncelerine gelince… En hızlı trenin bile hızını geride bırakmışlardı. Kompartımanda tek biz vardık ama konuşmuyorduk. Amcam azami dikkat göstererek ceplerini ve seyahat çantasını kontrol etti. En ince ayrıntıyı bile gözden kaçırmadığını gördüm.

Birçok belgenin arasında, dikkatlice kıvrılmış ve üzerinde Danimarka Büyükelçiliği amblemi taşıyan, ayrıca amcamın dostu olan Hamburg Konsolosu W. Christiensen’ın imzası bulunan bir belge vardı. Bu belge yardımıyla kendimizi uygun biçimde İzlanda valisine tanıtma imkânımız olacaktı.

Amcamın evrak çantasının en gizli bölmesinde, itinayla gizlenmiş olan bizim meşhur belgemizi de gördüm. Ona en içten lanetlerimi yağdırdıktan sonra manzarayı izlemeye koyuldum. Balçık kaplı, oldukça verimli dümdüz bir araziydi. Bu şekliyle, demir yolu yapımının oldukça kolay olduğu, rayların dümdüz yerleştirilmesine imkân sağlayan ve demir yolu şirketlerinin hoşuna gidebilecek bir araziydi.

Bu tekdüzeliğin beni sıkmasına fırsat kalmadı çünkü üç saat içinde denize yakın bir yer olan Kiel’e varmıştık.

Eşyalarımız Kopenhag’a kayıt ettirildiğinden ilgilenmemiz gerekmedi. Ama profesör en küçük eşyayı bile gemiye yüklenene kadar titiz bir ihtiyatla izlemeyi ihmal etmedi. Sonunda hepsi ambara yüklenerek gözden yitti.

Amcam bilindik aceleciliğiyle buharlı gemi ve tren kalkış saatlerini öyle güzel hesaplamıştı ki bir tam günümüz boşa gidecekti. Elenora buharlısı akşam yola çıkacaktı. Böylelikle bu sabırsız yolcunun, demir yolu yöneticilerine ve buharlı gemi şirketlerine ve de böylesi bir yavaşlığı mazur gören yöneticilere söverek geçireceği bir süreç başlamış oldu. Bu konu hakkında Elenora’nın kaptanına yüklendiğinde ben de ona destek çıkmak zorunda kaldım. Ama kaptan bizi başından savdı.

Kiel’de de -her yerde olduğu gibi- zamanımızı geçirecek bir şey bulmak zorunda kaldık. Arkasında küçük kasabanın yükseldiği koyu yeşil kıyılarda gezip, kasabaya ağaçların arasındaki bir kuş yuvası görünümünü veren sık ağaçlıklarda dolanarak, bahçelerinde minik hamamları olan villaları zevkle seyrederek bir yandan da homurdana homurdana saati on ettik.

Elenora’nın koyu dumanı göğe yükseliyor, güverte, kazanın titreyişi ile sarsılıyordu; artık güvertedeydik ve geminin tek kamarasındaki ranzanın da sahibiydik.

Yaklaşık on beş dakika içinde palamarlar gevşetildi ve buharlı, Büyük Belt Boğazı’nın kara sularında hızla yol almaya başladı.

Karanlık bir geceydi. Kesif bir soğuk ve dalgalı bir deniz vardı. Bu zifirî karanlığın içinden kıyıdaki birkaç ışık seçilebiliyordu, sonra -zamanını tam olarak hatırlamasam da- bir yerlerdeki deniz fenerinin ışığı dalgalara vurdu. İşte yolculuğumuzun ilk kısmıyla ilgili hatırladıklarım bunlar.

Sabah saat yedide Korsör’e vardık. Zelanda’nın batı kıyısında yer alan küçük bir kasabaydı bu. Orada bizi tıpkı Holstein düzlüklerindeki gibi engebesiz arazilerden geçirecek olan başka bir demir yolu hattına geçtik.

Üç saatlik seyahat sonunda, Danimarka’nın başkentine vardık. Amcam, tüm gece gözünü kırpmamıştı. Bu sabırsızlığıyla sanırım treni hızlandırmaya çalışıyordu.

Sonunda denizi gördü.

“Sund!” diye bağırdı.

Solumuzda, hastaneye benzer bir bina vardı.

“Burası bir akıl hastanesi!” dedi yanımızdaki yolculardan biri.

Harika! diye düşündüm, Hayatımızın son günlerini asıl burada geçirmeliyiz! Ama ne kadar büyük olursa olsun yine de Profesör Lidenbrock’nun deliliğini barındıracak kadar büyük değildi!

Sonunda, sabah saat onda, Kopenhag’a ayak bastık. Bagajımız arabaya yüklenip bizimle beraber Breda Gate’teki Phoenix Oteline getirildi. İstasyon şehir dışında olduğundan bu yolculuk yaklaşık yarım saatimizi aldı. Amcam, hızla alınan bir banyonun ardından beni dışarı sürükledi. Otelin kapı görevlisi, İngilizce ve Almanca konuşabiliyordu fakat çok dil bilen bir insan olan amcam, onunla Danca konuştu ve bu dil sayesinde, kapı görevlisi bizi Antik Kuzey Ülkeleri Eserleri Müzesine yönlendirdi.

Taştan yapılma savaş aletleri, kaplar ve mücevherlerle bu ülkenin tarihinin yeniden canlandırılabildiği bu ilginç kurumun küratörü15 kültürlü bir âlim olan Profesör Thomsen’dı ve kendisi aynı zamanda Danimarka’nın Hamburg büyükelçisinin arkadaşıydı.

Amcamda kendisine gönderilmiş bir tavsiye mektubu vardı. Genel bir kural olarak, bir âlim diğer bir âlimi oldukça mesafeli bir şekilde karşılar fakat burada durum farklıydı. Yardımsever Bay Thomsen, Profesör Lidenbrock’yu ve hatta yeğenini oldukça sıcak karşıladı. Tabii gizli belgenin bu mükemmel küratörden saklandığını belirtmem gerek. Bizler sadece meraktan İzlanda’yı görmek isteyen zararsız seyyahlardık.

Bay Thomsen, bize her şekilde yardımcı oldu, ardından bir sonraki gemimizi bulabilmek için birlikte rıhtıma gittik.

Hâlâ İzlanda’ya gidecek bir ulaşım aracı bulamayacağımızı umut etmekteydim. Fakat hiç şansım yoktu. Küçük bir Danimarka guleti olan Valkyria, 2 Haziran’da Reykjavik’e doğru yelken açacaktı. Kaptan Bjarne, güvertedeydi. Coşkulu yolcusu öylesine mutluydu ki adamın elini acıtırcasına sıktı. İyi niyetli adam, bu güç karşısında şaşırmıştı. Mesleği gereği İzlanda’ya gitmek onun için çok sıradan bir işti ama amcam için büyük meseleydi.

Değerli kaptan, bu aşırı heyecandan istifade ederek ücreti ikiye katladı. Ama biz bu cüzi meblağla canımızı sıkmadık.

İstediğinden fazla para alan Kaptan Bjarne, “Salı günü sabah saat yedide gemide olmalısınız.” diye ekledi.

Bay Thomsen’a kibarlığından dolayı teşekkür edip otelimize döndük.

“Her şey yolunda, her şey yolunda!..” diye tekrarlayıp durdu amcam. “Yola çıkmak üzere olan bu gemiye rastlamamız ne şanstı ama! Şimdi kahvaltımızı edelim ve kasabada bir gezintiye çıkalım.”

Önce, ortasında artık kimseyi korkutmayan iki topun yer aldığı, biçimsiz bir meydan olan Kongens-nye-Torw’a gittik. Hemen yakında, beş numarada, Vincent adında bir aşçının işlettiği Fransız restoranına gittik ve kişi başı dört mark ödeyerek cüzi bir fiyata güzel bir kahvaltı yaptık.

Şehri keşfederken çocuksu bir haz duydum. Amcamı da benimle gelmeye ikna ettim fakat hiçbir şeyle ilgilenmedi. Ne hiç de görkemli sayılamayacak krallık sarayı ne müzenin önünden geçen kanalın üzerindeki 17. yüzyıla ait güzel köprü, güzel bir parktaki Rosenborg’un, oyuncak evi andıran şatosu, görkemli bir Rönesans eseri olan borsa binası, binanın, kuyrukları birbirine dolanmış dört bronz ejderhadan oluşan çan kulesi ne de surlarda yer alan, denizden esen rüzgârla şişen yelkenleri andıran geniş kanatlı büyük değirmenler ilgisini çekiyordu.

Güzel Virlandalım ve ben, ne güzel yürüyüşler yapardık burada… Kırmızı çatılarının altında sakince uyuyan çift güverteli gemilerin ve fırkateynlerin bulunduğu liman boyunca, boğazın yemyeşil kıyılarında, mürver ve söğüt dalları arasında kara toplarının namluları görünen kaleyi saklayan koyu gölgeliklerde ne güzel gezerdik!

Heyhat! Gräuben çok uzaklardaydı ve onu tekrar görebilme umudum da yoktu.

Amcam bu romantik manzarayı hiç fark etmese de Kopenhag’ın güneybatı yakasını oluşturan Amak Adası’nda yer alan kilise çanını görünce hayli etkilenmişti.

O yöne yürümem emredildi. Kanallar arasında çalışan küçük bir buharlıya bindik ve kısa zamanda tersane rıhtımına yanaştık.

Sarılı grili renklerde pantolonlar giyen, gardiyanların emrindeki kürek mahkûmlarının çalıştığı dar sokaklardan geçip Vor Frelsers Kirke’ye vardık. Bu kilisenin kayda değer bir özelliği yoktu ama çan kulesinin amcamın dikkatini çekmesinin bir sebebi vardı. Kulenin tepesinden başlayarak döne döne yükselen bir merdiven bulunuyordu ve bu merdivenin sarmalları göğe uzanıyordu.

“Hadi en tepeye tırmanalım.” dedi amcam.

“Benim başım döner.” dedim.

“İşte tırmanmak için başka bir neden daha. Buna alışmamız gerek.”

“Ama…”

“Gel dedim, zamanımızı boşa harcama!”

Boyun eğmem gerekti. Sokağın diğer ucunda oturan bekçi bize anahtarı verdi ve tırmanmaya başladık.

Amcam hemen önümde hızla ilerliyordu. Onu korkmadan izliyordum diyemeyeceğim çünkü başım dönmeye oldukça müsaittir. Bende ne bir kartalın dengesi ne de korkusuz mizacı vardır.

Kulenin içindeki merdivenlerden tırmanırken sorun yoktu ama yüz elli basamak çıktıktan sonra, rüzgâr yüzümü yalamaya başladı. Kulenin sahanlığına varmıştık. İşte incecik korkuluğu olan ve giderek daralıyormuş gibi görünen hava merdiveni burada başlıyordu!

“Bunu asla yapamam!” dedim.

“Korkak olma bayım, yukarı gel!” diye acımasızca seslendi amcam.

Korkuluklara yapışarak onu izlemek zorunda kaldım. Temiz hava beni sersem etmişti. Rüzgârın her esişinde kulenin sallandığını hissediyordum. Dizlerimin bağı çözüldü, emeklemeye sonra da sürünmeye başladım. Gözlerimi kapattım, sanki boşlukta kaybolmuştum.

Amcamın yakamdan çekmesiyle sonunda kürenin kenarına ulaştım.

“Aşağı bak!” diye bağırdı, “İyice bak! Uçurumlarla ilgili bir ders alman gerek.”

Gözlerimi açtım. Aşağıdaki evler sanki gökten yere çakılmış gibi dümdüz görünüyordu. Bir sis bulutu üzerlerini kaplamıştı. Kafamın üstündeki bulutlar göz yanılması sonucu hiç hareket etmiyor gibi görünse de çan kulesi, küre ve ben inanılmaz bir hızla dönüyorduk. Bir tarafta yeşil şehir, diğer tarafta ise Güneş ışığı altında parıldayan deniz vardı. Elsinore’a doğru, üzerinde bir martının kanatlarını andıran birkaç beyaz yelkenli bulunan Sund Boğazı uzanıyordu. Doğudan gelen sisin içinde, kuzeydoğuya doğru uzanan İsveç kıyıları hayal meyal seçilebiliyordu. Bu engin manzara, gözlerimin önünde dönüp duruyordu.

Ayağa kalkıp dik durmaya ve bakmaya çabaladım. Bu ilk baş dönmesi dersim yaklaşık bir saat sürdü. Sonunda aşağı inip sokağın sağlam zeminine basmama izin verildiğinde her yanım ağrıyordu.

“Yarın tekrar geleceğiz.” dedi profesör.

Ve öyle de oldu, beş gün boyunca bu “baş döndürmeme” derslerine katılmak zorunda kaldım ve istesem de istemesem de “yüce tasavvur” sanatında biraz ilerleme kaydettim.

IX. BÖLÜM

İzlanda! Peki Ama Sonra Ne Var?

Yola çıkma günü gelip çatmıştı. Bir gün öncesinde, nazik dostumuz Bay Thomsen gelip İzlanda Valisi Baron Trampe, Piskopos Yardımcısı Bay Petursson ve Reykjavik Belediye Başkanı Bay Finsen’e verilmek üzere tavsiye mektupları getirdi. Amcam da ellerini kuvvetle sıkarak bu kibarlığa karşılık verdi.

Ayın ikisinde, sabah saat altıda, tüm değerli eşyamız Valkyria’ya yüklenmişti. Kaptan bizi oldukça dar bir kamaraya götürdü.

“Rüzgâr iyi mi?” diye sordu amcam.

“Mükemmel!” diye cevapladı kaptan, “Güneydoğudan esiyor. Sund Boğazı’nı yelkenler fora edilerek tam yol geçeceğiz.”

Kısa süre sonra gulet; mizana, gabya, randa yelkenleri ve grandi ile pruva direklerinin babafingosu hazırlanarak demir aldı ve bütün yelkenler basılarak boğazdan geçmeye başladı. Bir saat sonra, Danimarka’nın başkenti, dalgalar arasında kaybolmaktaydı ve Valkyria, Elsinore kıyılarını yalayarak geçiyordu. Bu gergin ruh hâlimle, Hamlet’in hayaletini, bu efsanevi kalenin taraçasında gezinirken görmeyi bekliyordum.

bannerbanner