banner banner banner
Mürver Ağacı
Mürver Ağacı
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Mürver Ağacı

скачать книгу бесплатно

Mürver Ağacı
Wilde Oscar

OSCAR WILDE

MÜRVER AĞACI

TOPLU ÖYKÜLER

KLASİKLER 97

Can Yayınları 2083

Complete Short Fiction, Oscar Wilde

© 2012, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının

yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: Haziran 2012

E-kitap 1. sürüm Eylül 2015, İstanbul

Haziran 2012 tarihli 1. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Seçkin Selvi

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design

ISBN 978-975-07-2710-8

CAN SANAT YAYINLARI

YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.

Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul

Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33

www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com/)

yayinevi@canyayinlari.com

OSCAR WILDE

MÜRVER AĞACI

TOPLU ÖYKÜLER

ÖYKÜ

İngilizce aslından çeviren

Suat Ertüzün

Oscar Wilde’ın Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:

De Profundis, 1989

Dorian Gray’in Portresi, 2002

OSCAR WILDE, 1854’te İrlanda’nın Dublin kentinde doğdu. Edebiyatla yakından ilgili, aydın bir ailenin oğluydu. 1878’de “Ravenna” adlı uzun şiiriyle Newdigate Ödülü’nü kazandı. 1881’de yayımladığı şiirler, Dante Gabriel Rossetti ve John Keats’in etkisindeydi. 1884’te Constance Lloyd’la evlendi ve bu evlilikten iki çocuğu oldu. Bu dönemde yayımladığı Mutlu Prens ve Diğer Öyküler, masal ve romantik alegori alanındaki ustalığını ortaya koyuyordu. Tek romanı Dorian Gray’in Portresi, masal ve öykü kitapları Lord Arthur Savile’in Suçu ve Nar Evi 1891’de yayımlandı. İlk başarılı oyunu Leydi Windermere’in Yelpazesi ertesi yıl, Salome ise 1893’te basıldı. Cinsel seçiminden ötürü suçlanarak iki yıl yattığı hapishanenin insanlık dışı koşullarını işlediği Reading Zindanı Baladı 1898’de okuyucuyla buluştu. Wilde, bir kulak enfeksiyonunun neden olduğu şiddetli bir beyin iltihabı sonucu 1900 yılında Paris’te öldü.

SUAT ERTÜZÜN, 1971 yılında Hollanda’da doğdu. İlkokulu Hollanda’ da, ortaokul ve liseyi İstanbul’da okudu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü 1996’da bitirdi. Bir süre bankacılık ve turizm sektöründe çalıştıktan sonra tamamen çeviriye yöneldi: Coetzee, Necib Mahfuz, Kiran Desai, Ronan Bennett, Sybille Bedford, Rudolfo Anaya, John Banville gibi yazarlardan çeviriler yaptı.

Mutlu Prens ve Diğer Öyküler

Carlos Blacker’a[1 - Carlos Blacker (1859–1928) daha çok İngiltere dışında, özellikle Paris’te yaşayan ve Wilde’ın kendisini ilk olarak oradaki gezilerinde tanıdığı bir İngiliz. (Ç.N.)]

MUTLU PRENS

Şehrin çok yukarısında, yüksek bir sütunun üstünde Mutlu Prens’in heykeli dururdu. Baştan aşağı ince altın varak kaplıydı, gözlerinin yerinde iki parlak safir taşı vardı ve kılıcının kabzasında kocaman kırmızı bir yakut parıldardı.

Gerçekten çok beğenilirdi. Sanatkârane beğenileriyle şöhret kazanmak isteyen Belediye Meclisi üyelerinden biri, “Bir rüzgârgülü kadar güzel,” diyor, yararlı işler yaptığı halde insanların onu yararsız biri olarak düşünmelerinden çekindiği için, “yalnız pek faydası yok,” diye ekliyordu.

Mantıklı bir anne, olmayacak şeyler isteyip ağlayan küçük oğluna, “Neden Mutlu Prens gibi olamıyorsun?” diye soruyordu. “Bir şey için ağlamayı rüyasında bile görmez o.”

Güzelim heykeli süzen morali bozuk bir adam, “Dünyada hiç olmazsa birinin çok mutlu olmasına seviniyorum,” diyordu.

Parlak kırmızı elbise ve temiz beyaz önlükleriyle katedralden çıkan Hayrat Okulu öğrencileri, Mutlu Prens için, “Tıpkı bir meleğe benziyor,” diyorlardı.

Matematik Öğretmeni, “Nereden biliyorsunuz,” diyordu, “hiç melek gördünüz mü ki?”

Çocuklar, “Gördük tabii, rüyamızda,” diye cevap veriyor, Matematik Öğretmeni çocukların rüya görmesini tasvip etmediğinden, haşince kaşlarını çatıyordu.

Bir gece şehrin üstünden küçük bir Kırlangıç uçuyordu. Arkadaşları altı hafta önce Mısır’a gitmişler, ama o güzeller güzeli bir Kamış’a âşık olduğu için geride kalmıştı. Baharın ilk günlerinde kocaman sarı bir güvenin peşi sıra ırmaktan aşağı doğru uçarken tanışmıştı onunla ve incecik belinin cazibesine pek kapıldığından, durup onunla konuşmuştu.

Konuya hemen girmeyi seven Kırlangıç, “Sana âşık olsam mı?” diye sormuş, Kamış da ona doğru hafiften eğilmişti. Bunun üzerine Kırlangıç onun çevresinde uçtukça uçmuş, kanatlarıyla dokunduğu suyu gümüş renklerle titreştirmişti. Kur faaliyeti bu şekilde yaz boyu sürmüştü.

Öbür Kırlangıçlar, “Gülünç bir sevda bu,” diye cıvıldaşıyordu, “Kamış’ın parası olmadığı gibi bir sürü de ilişkisi var.” Gerçekten de ırmak Kamışlardan geçilmiyordu. Derken sonbahar geldi ve Kırlangıçların hepsi uçup gitti.

Onlar gidince Kırlangıç yalnızlığa kapıldı ve sevgilisine olan aşkından bıkmaya başladı. “Hiç sohbeti yok,” dedi, “ayrıca fettan olmasından korkuyorum; durmadan rüzgârla cilveleşiyor.” Nitekim ne vakit rüzgâr esse Kamış’a doğru son derece zarif bir reverans yapıyordu. “Evcimen olduğunu kabul ediyorum,” diye devam etti Kırlangıç, “halbuki ben gezmeyi severim ve dolayısıyla karım da gezmeyi sevmelidir.”

Sonunda, “Benimle gelecek misin?” diye sordu, fakat Kamış başını hayır gibilerden salladı, evine çok bağlıydı.

Kırlangıç, “Duygularımla oynadın,” diye feryat etti ve, “Ben Piramitlere gidiyorum. Elveda!” diyerek uzaklaştı.

Gün boyu uçtu ve akşam olunca şehre ulaştı. Kendi kendine, “Acaba nerede konaklamalıyım?” diye sordu. “Umarım şehrin gerekli tertibatı vardır.”

Sonra yüksek bir sütunun üstündeki heykeli fark etti. “İşte, şurada konaklayayım,” dedi. “Havası temiz ve bol, güzel bir nokta.” Böylece Mutlu Prens’in iki ayağının tam arasına kondu. Etrafına bakınır ve uykuya dalmaya hazırlanırken kendi kendine usulca, “Yatak odam altından,” dedi; fakat tam başını kanadının altına alıyordu ki, üstüne iri bir su damlası düştü. “Olur şey değil!” diye bir çığlık attı. “Havada bir bulut bile olmadığı, yıldızlar apaçık ve berrak göründüğü halde yağmur yağıyor. Kuzey Avrupa’da hava ne kadar berbat. Kamış yağmuru severdi, ama onunki bencillikten başka bir şey değildi zaten.”

Bir damla daha düştü.

Kırlangıç, “Yağmurdan korunamayacaksam heykelin bana faydası ne? Bari kendime iyi bir baca külahı bulayım,” diyerek gitmeye karar verdi.

Fakat kanatlarını açmaya kalmadan üçüncü bir damla daha düşünce başını kaldırıp baktı. Bir de ne görsün?

Mutlu Prens’in gözleri yaşlarla doluydu ve o yaşlar altın yanaklarından aşağı süzülüyordu. Ay ışığında yüzü o kadar güzel görünüyordu ki, küçük Kırlangıç’ın yüreği burkuldu.

“Kimsin?” dedi.

“Ben Mutlu Prens’im.”

Kırlangıç, “Öyleyse niçin ağlıyorsun?” diye sordu; “Sırılsıklam oldum.”

“Ben hayattayken ve bir insan kalbine sahipken,” dedi heykel, “gözyaşı nedir bilmez, çünkü üzüntünün girmesine izin verilmeyen Sanssouci Sarayı’nda[2 - Prusya Kralı Büyük Friedrich’in Potsdam kentindeki büyük sarayı. (Ç.N.)] yaşardım. Gündüzleri dostlarımla bahçede oynar, akşamları Büyük Salon’da dansın başını çekerdim. Bahçeyi çok yüksek bir duvar çevirirdi, ama arkasında ne olduğunu merak edip sormazdım; çevremdeki her şey çok güzeldi. Maiyetim bana Mutlu Prens derdi. Gerçekten de mutluydum, tabii haz mutluluksa. İşte öyle yaşadım ve öyle öldüm. Öldükten sonra beni o kadar yükseğe yerleştirdiler ki, yaşadığım şehrin tüm çirkinliklerini ve tüm sefaletini görmeye başladım ve kalbim kurşundan olmasına rağmen artık ağlamadan duramıyorum.”

Kırlangıç kendi kendine, “Ne, bu heykel som altın değil mi?” diye sordu. Kişisel görüşlerini yüksek sesle dile getiremeyecek kadar kibardı.

Heykel nağmeli kısık bir sesle, “Uzakta,” dedi, “uzaktaki küçük bir sokakta yoksul bir ev var. Pencerelerinden biri açık ve oradan, bir masanın başında oturan bir kadın görüyorum. Yüzü çökmüş ve yorgun, terzi olduğu için kaba ve kızarmış elleri iğneden delik deşik. Kraliçe’nin en güzel nedimesi gelecek Saray balosunda giysin diye saten bir elbiseye nakışla çarkıfelek çiçekleri işliyor. Odanın köşesindeki bir yatakta küçük oğlu hasta yatıyor. Ateşi var ve portakal istiyor. Annesi ona nehir suyundan başka bir şey veremediği için ağlıyor. Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç, kılıcımın kabzasındaki yakutu ona götürmez misin? Ayaklarımı şu kaideye tutturmuşlar, hareket edemiyorum.”

Kırlangıç, “Beni Mısır’da bekliyorlar,” dedi. “Arkadaşlarım Nil’de bir yukarı bir aşağı uçarak nilüferlerle konuşuyor. Çok geçmeden büyük Kral’ın mezarında uykuya dalacaklar. Oradaki boyalı tabutta yatıyor Kral. Sarı ketene sarılı ve baharatlarla mumyalanmış olarak. Elleri solmuş yapraklara benziyor ve boynunda da açık renkli yeşim bir kolye var.”

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens. “Benimle bir gece kalıp habercim olmaz mısın? Oğlan çok susuz, annesi çok üzgün.”

Kırlangıç, “Oğlan çocuklarını sevdiğimi sanmıyorum,” dedi. “Geçen yaz nehrin kıyısında iki hain oğlan vardı, bana sürekli taş atan değirmencinin oğulları. Hiç isabet ettiremediler tabii, biz kırlangıçlar iyi uçarız. Ayrıca ben çevikliğiyle nam yapmış bir aileden gelirim; ama yine de saygısızcaydı yaptıkları.”

Fakat Mutlu Prens çok mahzun göründüğünden yüreği elvermedi küçük Kırlangıç’ın. “Çok soğuk olsa da burada seninle bir gece kalıp habercin olayım madem,” dedi.

Prens, “Teşekkür ederim, küçük Kırlangıç,” dedi.

Böylece Kırlangıç, Prens’in kılıcındaki iri yakutu çıkardı ve gagasına alarak şehrin çatılarını aştı.

Beyaz mermerden melek heykelleriyle katedral kulesinin yanından geçti. Sarayın yanından geçerken kulağına dans sesleri geldi. Güzeller güzeli bir kız âşığıyla birlikte balkona çıkıyordu. Âşığı, “Yıldızlar ne kadar harika,” dedi, “ve ne kadar harika aşkın gücü!” Kız, “Umarım elbisem Kraliyet balosuna yetişir,” diye karşılık verdi. “Üstüne nakışla çarkıfelekler işlenmesi için sipariş verdim, ama terziler o kadar tembel ki.”

Kırlangıç nehri aştı ve gemilerin yelken direklerine asılı fenerleri gördü. Gettoyu aşarken yaşlı Yahudilerin birbirleriyle pazarlık ettiklerini ve bakır kefelerde para tarttıklarını gördü. Sonunda yoksulun evine ulaşıp içeri baktı. Oğlan yüksek ateşle yatağında dönüp duruyordu, annesi de yorgunluktan uyuyakalmıştı. Kırlangıç seke seke içeri girip iri yakutu masaya, kadının yüksüğünün yanına bıraktı. Sonra usulca masanın çevresinden uçtu ve kanatlarıyla oğlanın alnını yelledi. Oğlan, “Ne kadar serinledim, herhalde iyileşiyorum,” dedi ve tatlı bir uykuya daldı.

Kırlangıç sonra Mutlu Prens’e döndü ve yaptıklarını anlattı. “Tuhaf,” dedi, “hava bu kadar soğuk olmasına rağmen basbayağı ısındım.”

Prens, “Çünkü iyi bir iş yaptın,” dedi. Ve küçük Kırlangıç düşüne düşüne uykuya daldı. Düşünmek hep uykusunu getirirdi zaten.

Gün ışıyınca ırmağa doğru uçup banyo yaptı.

Kuşbilim Profesörü köprünün üstünden geçerken, “Ne hayret verici bir olgu,” dedi. “Kış mevsiminde bir kırlangıç!” Ve yerel gazetede bu konuyla ilgili uzun bir yazı yazdı. Yazı kimsenin anlamadığı kelimelerle o kadar doluydu ki, herkes ondan söz etti.

Kırlangıç, “Bu gece Mısır’a gidiyorum,” dedi ve bunun umuduyla neşelendi. Tüm anıtları ziyaret etti ve kilisenin kulesinde uzun uzun oyalandı. Gittiği her yerde Serçeler cıvıldaşıp birbirlerine, “Ne seçkin bir yabancı!” diyor, o da bununla çok eğleniyordu.

Ay doğarken yine Mutlu Prens’e uçtu. “Mısır’a bir söyleyeceğin var mı?” diye sordu. “Artık yola çıkıyorum.”

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “benimle bir gece daha kalmaz mısın?”

Kırlangıç, “Mısır’da beni bekliyorlar,” diye cevap verdi. “Yarın arkadaşlarım İkinci Çağlayan’a uçacaklar. Orada hipopotamlar hasır otlarının arasında dinlenirken tanrı Memnon büyük bir granit tahtta oturur, tüm gece yıldızları izler ve sabah yıldızı parlamaya başlayınca bir sevinç çığlığı atar, ardından sessizliğe gömülür. Öğleyin sarı aslanlar su içmek için nehrin kıyısına iner. Gözleri zümrüt gibi yeşildir ve gürlemeleri çağlayanınkinden daha gürdür.”

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “şehrin uzaklarında, tavan arasında bir adam görüyorum. Kâğıtlarla kaplı bir masanın üstüne eğilmiş ve yanındaki bardakta solmuş bir demet menekşe var. Saçları ince ve kahverengi, dudakları nar gibi kırmızı, iri gözleri hülyalı. Tiyatro Yönetmeni için bir oyunu tamamlamaya çalışıyor, ama soğuktan artık yazamıyor. Mangalda kömürü kalmamış ve açlıktan bitap düşmüş.”

İyi yürekli Kırlangıç, “Öyleyse seninle bir gece daha kalayım,” dedi. “Ona da bir yakut götüreyim mi?”

Prens, “Ne yazık ki başka yakutum yok!” dedi. “Geriye yalnızca gözlerim kaldı. Onlar da bin yıl önce Hindistan’dan getirilmiş nadir safir taşındandır. Birini çıkarıp ona götür. Onu kuyumcuya götürüp satar, yiyecek ve yakacak alır, oyununu bitirir.”

Kırlangıç, “Sevgili Prens, bunu sana yapamam,” dedi ve ağlamaya başladı.

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “sana ne söylüyorsam onu yap.”

Bunun üzerine Kırlangıç, Prens’in gözünü çıkardı ve tavan arasındaki öğrenciye yollandı. Çatıda bir delik olduğundan içeri girmek zor değildi. O delikten süzüldü ve kendini odada buldu. Başını ellerinin arasına almış olan genç adam Kırlangıç’ın kanat çırpışlarını işitmedi ve gözlerini kaldırdığında solmuş menekşelerin üstündeki nefis safiri gördü.

“Demek değerimi anlamaya başladılar,” diye bir çığlık attı. Artık gayet mutlu görünerek, “Bunu büyük bir hayranım getirmiş olmalı. Şimdi oyunumu bitirebilirim,” dedi.

Kırlangıç ertesi gün limana indi. Büyük bir teknenin direğine kondu ve denizcilerin halatlarla ambardan koca koca sandıkları çıkarmasını izledi. Her sandığın belirmesiyle, “Heyamola!” diye bağırıyorlardı. Kırlangıç, “Ben Mısır’a gidiyorum!” diye feryat etti, ama kimse oralı olmadı ve ay doğunca yine Mutlu Prens’e uçtu.

“Sana veda etmeye geldim,” diye seslendi.

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “benimle bir gece daha kalmaz mısın?”

Kırlangıç, “Kış geldi ve ilk kar çok geçmeden düşer,” dedi. “Şimdi Mısır’da güneş yeşil palmiye ağaçlarını ısıtıyor ve timsahlar çamurda yatıp miskin miskin etrafa bakıyordur. Arkadaşlarım artık Baalbek Tapınağı’nda yuva kuruyor, pembeli beyazlı güvercinler onları izleyerek birbirine kuğurduyordur. Sevgili Prens, seni bırakmak zorundayım, ama seni hiç unutmayacağım ve gelecek bahar verdiklerine karşılık sana iki değerli, çok güzel taş getireceğim. Kırmızı bir gülden daha al bir yakut, engin denizlerden daha mavi bir safirin olacak.”

Mutlu Prens, “Aşağıdaki meydanda,” dedi, “kibrit satan küçük bir kız var. Fakat kibritlerini oluğa düşürdüğünden hepsi ziyan oldu. Eve para götürmezse babası onu döveceği için ağlıyor. Ne ayakkabıları ne de çorapları var, küçük başı da çıplak. Öbür gözümü de çıkarıp ona verirsen babasının dayağından kurtulur.”

Kırlangıç, “Seninle bir gece daha kalırım,” dedi, “ama gözünü çıkaramam. Yoksa tamamen kör kalırsın.”

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “sana ne söylüyorsam onu yap.”

Böylece Kırlangıç, Prens’in öbür gözünü de çıkarıp pır diye uçuverdi. Kibrit satan kıza doğru hızlı bir dalış yaparak değerli taşı avucuna bıraktı. Küçük kız, “Ne güzel bir cam parçası,” diye bir çığlık attı ve gülerek eve koştu.

Sonra Kırlangıç, Prens’in yanına döndü. “Artık kör kaldığına göre hep seninle kalacağım,” dedi.

Zavallı Prens, “Hayır, küçük Kırlangıç,” dedi, “Mısır’a gitmelisin.”

Kırlangıç, “Hep yanında kalacağım,” dedi ve Prens’in ayaklarının dibinde uyudu.

Ertesi günün tamamını Prens’in omzunda geçirdi ve yaban ellerde gördüklerine ait hikâyeler anlattı. Nil kıyısında uzun sıralar halinde dikilen ve gagalarıyla japonbalıklarını yakalayan kızıl aynakları; dünyanın kendisi kadar yaşlı olup çölde yaşayan ve her şeyi bilen Sfenks’i; ellerinde kehribar tespihlerle develerinin yanında ağır ağır yürüyen tüccarları; abanoz gibi kapkara olan ve bir billura tapan Ay Dağları’nın[3 - Bugün Uganda olan topraklardaki bir dağ sırası. (Ç.N.)] Kralı’nı; bir palmiye ağacında uyuyan ve kendisini bal petekleriyle beslemeleri için emrinde yirmi rahip olan kocaman yeşil yılanı; büyük bir gölde iri yassı yapraklarla yolculuk yapan ve kelebeklerle sürekli savaş halinde olan pigmeleri anlattı.

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “bana hayret verici şeyler anlatıyorsun, ama bunlardan da hayret verici olan şey, erkeklerin ve kadınların ıstıraplarıdır. Sefaletten daha büyük bir esrar yoktur. Şehrimin üstünde uç, küçük Kırlangıç ve bana gördüklerini anlat.”

Kırlangıç koca şehrin üstünde uçtu ve zenginler güzel evlerinde eğlenirken kapılarında dilencilerin oturduğunu gördü. Işık girmez geçitlere girdi, kararmış sokaklara halsizce bakan aç çocukların solgun yüzünü gördü. Bir köprünün kemerli girişi altında iki küçük oğlan birbirlerinin kollarında yatarak ısınmaya çalışıyor, “Ne kadar açız!” diye hayıflanıyorlardı. Fakat bekçi, “Orada yatmayın,” diye bağırınca çaresiz yağmura çıktılar.

Kırlangıç döndü ve Prens’e gördüklerini anlattı.

Prens, “Üstüm incecik altın varakla kaplıdır,” dedi. “Onu pul pul alıp yoksullarıma ver; diriler hep altının onları mutlu edeceğini düşünürler.”