banner banner banner
Mürver Ağacı
Mürver Ağacı
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Mürver Ağacı

скачать книгу бесплатно


Kurbağa kayıtsızca, “Bunu duyduğuma üzüldüm. Münakaşalar son derece kabadır; iyi bir cemiyetteki herkes hep aynı fikirleri paylaşmalıdır. Bana tekrar müsaade; uzakta kızlarımı görüyorum,” dedi ve yüzerek uzaklaştı.

Roket, “Siz çok sinir bozucu birisiniz,” dedi, “ve çok edepsiz. Benim gibi kendi hakkında konuşmak isteyen biri varken sizin gibi kendi hakkında konuşan kimselerden nefret ederim. Ben buna bencillik derim ve bencillik son derece menfur bir şeydir, özellikle de benim mizacımda biri için, çünkü ben iyi huylu yaradılışımla nam salmışımdır. Aslında siz beni örnek almalısınız, benden daha örnek birini bulmanız mümkün değil. Böyle bir fırsatı bulmuşken bundan yararlanmalısınız, Saraya dönmem an meselesi zira. Sarayda çok sevilirim. Hatta Prens’ le Prenses dün benim şerefime evlendiler. Fakat sizler taşralı olduğunuz için bu meseleleri bilmezsiniz elbet.”

İri kahverengi bir kamışın tepesine tüneyen bir Yusufçuk, “Ona seslenmenizin bir faydası yok,” dedi. “Hem de hiç yok, çünkü çoktan gitti.”

“Eh, bu onun kaybı, benim değil,” dedi Roket. “Sırf beni dinlemiyor diye konuşmaktan vazgeçecek değilim. Kendimi konuşurken dinlemeyi de severim ben; en büyük zevklerimden biridir. Sıkça kendi kendime uzun uzun konuşurum ve o kadar zekiyimdir ki, bazen söylediklerimin tek bir kelimesini bile anlamam.”

Yusufçuk, “Öyleyse mutlaka Felsefe dersi vermelisiniz,” dedi ve tül gibi nefis kanatlarını açtı, göğe ağarak uzaklaştı.

Roket, “Kalmaması ne büyük aptallık! Eminim aklını geliştirecek böyle bir fırsatı pek sık bulamıyordur. Fakat zerre kadar umurumda değil. Benim gibi bir dehanın kıymeti bir gün mutlaka anlaşılacaktır,” dedi ve çamura biraz daha battı.

Bir zaman sonra iri beyaz bir Ördek yüzerek yaklaştı. Sarı bacakları ve perdeli ayakları vardı ve paytak yürüyüşünden dolayı çok güzel olarak kabul ediliyordu.

“Vak, vak, vak,” dedi Ördek. “Ne tuhaf bir şekliniz var! Acaba sorabilir miyim, bu haliniz doğuştan mı, yoksa bir kaza mı geçirdiniz?”

Roket, “Taşradan hiç çıkmadığınız gün gibi aşikâr,” diye cevap verdi. “Aksi halde kim olduğumu bilirdiniz. Fakat cehaletinizi bağışlıyorum. Başkalarından benim kadar kayda değer olmalarını beklemek adil olmaz. Göğe uçup altın bir yağmur sağanağı halinde yere inebildiğimi söylersem şüphesiz şaşıracaksınız.”

Ördek, “Bundan ne çıkar ve kime ne faydası var, anlamıyorum,” dedi. “Fakat bir öküz gibi tarlayı çift sürebilseniz, bir at gibi araba çekebilseniz ya da bir çoban köpeği gibi koyunları güdebilseniz anlarım.”

Roket son derece kibirli bir ses tonuyla, “Sevgili Ördek,” dedi, “görüyorum ki, aşağı tabakalara aitsiniz. Benim mevkimdekilerin asla faydasına bakılmaz. Bizlerin bazı marifetleri vardır ve bu yeter de artar. Ben şahsen hiçbir türden işe sıcak bakmam, bilhassa da sizin tavsiye eder göründüğünüz işlere. Hatta ben daima, yapacak başka hiçbir şeyi olmayanların ağır işlere sığındıklarını düşünmüşümdür.”

Çok sakin bir yaradılışı olan ve kimseyle hiçbir zaman çekişmeyen Ördek, “Pekâlâ, pekâlâ,” dedi, “herkesin kendine göre bir zevki vardır. Her halükârda sizin de buraya yerleşmenizi umarım.”

“Ah Tanrım, hayır!” diye inledi Roket. “Ben yalnızca bir ziyaretçiyim, seçkin bir ziyaretçi. Doğrusu burayı epey sıkıcı buluyorum. Ne makbul bir cemiyet var, ne de yalnız kalabiliyorum. Hatta burası basbayağı varoş. Belki de Saray’a dönmeliyim, çünkü dünyada yankı uyandırmanın kaderimde olduğunu biliyorum.”

Ördek, “Bir zamanlar ben de cemiyet hayatına katılmayı düşünmüştüm,” dedi. “Islah edilmesi gereken çok şey var. Hatta vaktiyle bir toplantının reisliğini yapmıştım ve hoşumuza gitmeyen her şeyi kınayan kararlar geçirmiştik. Fakat pek bir sonuç alamadık. Bunun üzerine ben de evime çekildim ve bir aile kurdum.”

Roket, “Ben cemiyet hayatı için yaratılmışım,” dedi. “En aşağı ferdine kadar bütün akrabalarım da. Ne zaman boy göstersek büyük heyecan uyandırırız. Ben henüz bir gösteriye çıkmadım, ama çıktığım zaman muhteşem bir manzara olacak. Aile hayatına gelince, kişiyi hızla ihtiyarlatan ve aklı yüksek şeylerden alıkoyan bir şeydir.”

Ördek, “Ah, hayatın yüksek şeyleri ne hoştur! Bu da bana ne kadar acıktığımı hatırlatıyor,” dedi ve, “Vak, vak, vak,” diyerek suyun aktığı yönde uzaklaştı.

Roket, “Geri gel! Geri gel!” diye bağırdı. “Size söyleyecek daha çok şeyim var.” Fakat Ördek oralı olmayınca kendi kendine, “Gittiği iyi oldu,” dedi, “zaten orta sınıflar gibi düşündüğü belliydi.” Ve biraz daha çamura batıp dâhilerin yalnızlığını düşünmeye başladı ki, beyaz iş önlükleriyle iki küçük oğlan bir çaydanlık ve biraz çalı çırpıyla suyun kıyısından koşarak geldiler.

“Temsilciler heyeti bu olmalı,” dedi Roket ve vakur bir eda takınmaya çalıştı.

Oğlanlardan biri, “Şuna bak! Şu yaşlı sopaya! Acaba buraya nasıl gelmiş?” diye bağırdı ve Roket’i hendekten çıkardı.

Roket, “YAŞLI Sopa mı?” dedi. “İmkânsız! ŞANLI Sopa demiş olmalı. Şanlı Sopa çok daha övgü dolu. Demek beni Saray eşrafından biriyle karıştırıyor!”

Öbür oğlan, “Hadi ateşe atalım!” dedi. “Su daha çabuk kaynar.”

Çalı çırpıyı bir araya yığdı ve en üste de Roket’i koyup bir ateş yaktılar.

Roket, “Harika,” diye feryat etti, “herkes görebilsin diye beni gündüz gözüyle ateşleyecekler.”

Oğlanlarsa, “Hadi yatıp uyuyalım, uyanana kadar su ancak kaynar,” diyerek çimenlere uzandılar ve gözlerini kapadılar.

Roket çok nemli olduğundan yanması epey zaman aldı. Fakat sonunda alev almasını bildi.

“İşte gidiyorum!” diye haykırarak kendini iyice düzeltip kastı. “Yıldızlardan çok yükseğe, aydan çok yükseğe, güneşten çok yükseğe çıksam. Hatta o kadar yükseğe ki…”

Fısst! Fısst! Fısst! dedi ve doğruca havaya kalktı.

“Mükemmel!” diye haykırdı. “Sonsuza kadar böyle gideceğim. Başarı diye buna derim!”

Fakat kimse onu görmüyordu.

Sonra iç gıdıklayıcı, tuhaf bir his kapladı her yerini.

“İşte, patlamak üzereyim,” diye haykırdı. “Tüm dünyayı ateşe vereceğim ve öyle bir gürültü çıkaracağım ki, bir yıl boyunca kimse başka bir şeyden söz etmeyecek.” Gerçekten patladı da. Barut, Bam! Bam! Bam! diye sesler çıkardı. Ona da şüphe yok.

Gelgelelim kimse, hatta derin uykuya daldıkları için şu küçük oğlanlar bile onu fark etmedi.

Ondan geriye yalnızca çubuğu kaldı ve o da, hendeğin kenarında yürüyüşe çıkan bir Kaz’ın sırtına indi.

Kaz, “Üstüme iyilik sağlık! Gökten sopa yağıyor,” diye bir çığlık atarak kendini suya bıraktı.

Roket son bir nefesle, “Büyük bir heyecan uyandıracağımı biliyordum,” dedi ve söndü.

Mr. W.H.nin Portresi

MR. W.H.NİN PORTRESİ

Erskine’le onun Birdcage Walk Caddesi’ndeki[7 - St. James Parkı’nın güneyinde, saygın Londralıların itibar ettiği bir cadde. Wilde’ın yapıtlarındaki kişilerin çoğu da bu sokaktaki evlerde yaşar. (Ç.N.)] şirin küçük evinde yemek yedikten sonra kütüphanede kahve ve sigara içerek oturuyorduk ki, edebiyatta sahtecilikten söz açıldı. Bu ilginç konuya nasıl geldiğimizi şu an hatırlayamıyorum, ama Macpherson, Ireland ve Chatterton[8 - Edebî sahtecilik yapan üç kişi. James Macpherson (1736–1796), Ossian adında hayalî bir İrlandalıya atfettiği destansı şiirler bulduğunu ve onları güya çevirdiğini açıklamıştı. William Henry Ireland (1777–1835) ve Thomas Chatterton da (1752–1770) sırasıyla sahte Shakespeare ve Ortaçağ elyazmaları düzmüştü. (Ç.N.)] hakkında uzun uzun tartıştığımızı ve o isimlerden sonuncusu hakkında ısrarla, onun sözde sahteciliklerinin kusursuz bir sunuma dair sanatkârane bir arzudan ileri geldiğini; eserini nasıl sunmayı tercih ettiğiyle ilgili olarak bir sanatçıyı kınamaya hakkımız olmadığını; her Sanat’ın bir ölçüde rol yapmayı gerektirdiğini, gerçek hayatın ket vuran tesadüf ve sınırlamalarından uzak olarak insanın kendi şahsiyetini hayalî bir zeminde gerçekleştirme gayreti olduğunu, o yüzden de bir sanatçıyı sahtecilikle suçlamanın etik bir problemi estetik bir problemle karıştırmak olduğunu söylediğimi iyi biliyorum.

Benden epey büyük olan ve kırk yaşına gelmiş bir adamın mizahi saygısıyla beni dinleyen Erskine birdenbire elini omzuma koydu ve, “Diyelim ki bir gencin bir sanat eseri hakkında garip fikirleri var, bu fikirlere inanıyor ve ispatlamak için sahteciliğe başvuruyor. Buna ne dersin?” diye sordu.

“Ama bu bambaşka bir şey!” dedim.

Erskine sigarasından ince boz çizgiler halinde yükselen dumana bakarak birkaç saniye sessiz kaldı. Bir duraklamanın ardından, “Evet, bambaşka,” dedi.

Sesinde merakımı uyandıran bir şey, bir sitemin küçük bir tınısı vardı belki. “Bunu yapan birini tanıyor musun yoksa?” diye heyecanla sordum.

Sigarasını ateşe atarak, “Evet,” diye cevapladı, “çok sevdiğim bir arkadaşım, Cyril Graham. Çok hayranlık uyandırıcı, çok budala ve çok kalpsiz biriydi. Ama bana hayatımdaki tek miras ondan kaldı.”

“Nedir o?” diye sordum. Erskine koltuğundan kalktı ve iki pencerenin arasındaki yüksek gömme dolaba gidip kilidini açtıktan sonra, elinde Elizabeth dönemine ait eski ve biraz solmuş bir çerçeve içinde, ahşap pano üstüne küçük bir resimle yanıma geri geldi.

Bir masanın başında duran ve sağ elini açık bir kitaba yaslayan on altıncı yüzyıl giysisi içindeki bir gence ait tam boy bir portreydi bu. Oğlan aşağı yukarı on yedi yaşında gösteriyordu ve olağanüstü bir güzelliği olmakla beraber bariz bir kadınsılığa sahipti. O kadar ki, giyimi ve kısacık kesilmiş saçları olmasa hülyalı mahzun gözleri ve narin kırmızı dudaklarıyla o yüzü bir kıza ait sanabilirdiniz. Üslup ve özellikle de ellerin işlenişi bakımından tablo François Clouet’nin[9 - 1520–1572 yılları arasında yaşamış seçkin bir Fransız saray portrecisi. (Ç.N.)] geç dönem eserlerini hatırlatıyordu. Nefis yaldız benekli siyah kadife yeleği ve resmin o yeleği hoş bir biçimde öne çıkaran, aydınlık bir renk değeri kazandıran tavuskuşu mavisi fonu tam Clouet üslubundaydı. Ayrıca mermer kaideden biraz resmî bir edayla sarkan iki Tragedya ve Komedya maskesinde, büyük Flaman ustanın Fransız Sarayı’nda bile hiçbir vakit tamamen yitirmediği ve kuzeylilerin mizacını şaşmadan yansıtan, İtalyanların akıcı zarafetinden çok farklı, haşin fırça darbeleri seçiliyordu.

“Büyüleyici bir tablo!” dedim. “Ama güzelliği ne mutlu ki Sanat yoluyla bize kadar ulaşan bu alımlı genç adam kim?”

Üzgün bir gülümsemeyle, “Bu Mr. W.H.nin portresi,” dedi Erskine. Işığın tesadüfi bir etkisi olabilir, ama sanki bana gözleri yaşlarla ışıl ışıl gibi gelmişti.

“Mr. W.H. mi?” diye atıldım. “O da kim?”

“Hatırlamıyor musun? Elini yasladığı kitaba bak.”

“Orada bir şey yazılı olduğunu görüyorum, ama seçemiyorum,” dedim.

Aynı üzgün gülümseme hâlâ dudaklarında oynaşan Erskine, “Şu büyüteçle dene,” dedi.

Büyüteci aldım ve lambayı yaklaştırarak kargacık burgacık on altıncı yüzyıl yazısını okumaya başladım. “Bu aşağıdaki sonelerin yegâne müellifi olan…” “Yüce Tanrım!” diye bir çığlık attım. “Bu Shakespeare’in Mr. W.H.si mi?”

Erskine, “Cyril Graham öyle derdi,” diye mırıldandı.

“Ama bu Lord Pembroke’a[10 - Üçüncü Pembroke Kontu William Herbert (1580–1630) birçok şairin hamisiydi. Shakespeare eserlerinin birinci folyosu ona adandığı gibi birçok kimseye göre de sonelerdeki “Mr. W.H.” odur. (Ç.N.)] zerre kadar benzemiyor,” diye itiraz ettim. “Penhurst Malikânesi’ndeki portreleri çok iyi bilirim. Birkaç hafta önce yakınlarında kalmıştım.”

“Sonelerin Lord Pembroke’a adandığına gerçekten inanıyor musun?” diye sordu.

“Bundan eminim,” dedim. “Sonelerde geçen üç kişi Pembroke, Shakespeare ve Mrs. Mary Fitton’dur;[11 - Mary Fitton (1578–1647) I. Elizabeth’in baş nedimesi ve William Herbert’in metresiydi. 1886’da Thomas Tyler, sonelerdeki “Esmer Kadın”ın o olduğunu tespit etmiştir. (Ç.N.)] hiç şüphe yok.”

Erskine, “Sana katılıyorum,” dedi, “ama öyle düşünmediğim dönemler de oldu. Eskiden… eh, sanırım Cyril Graham ve onun fikirlerine katılıyordum.”

Daha şimdiden tuhaf bir şekilde büyüsüne kapılmaya başladığım nefis portreye bakarak, “Peki neymiş o?” diye sordum.

Tabloyu, o sıralar biraz ani olduğunu düşündüğüm bir şekilde elimden alan Erskine, “Uzun hikâye,” dedi, “çok uzun hikâye; ama istersen anlatabilirim.”

“Sonelerle ilgili her şey hoşuma gider,” diye atıldım. “Ama yeni bir açıklamayı benimseyeceğimi sanmam. Artık konunun kimse için bir esrarı kalmadı. Doğrusunu istersen, eskiden de bir esrarı olduğundan şüpheliyim.”

Erskine gülerek, “Bu açıklamaya ben de inanmıyorum ki senin fikrini değiştireyim,” dedi. “Ama yine de ilgini çekebilir.”

“Bana mutlaka anlatmalısın,” diye karşılık verdim. “Şu resmin yarısı kadar bile güzel olsa fazlasıyla tatmin olurum.”

Erskine bir sigara yakarak, “Madem öyle,” dedi, “sana Cyril Graham’ı anlatarak başlamalıyım. Eton’da okurken aynı evde kalıyorduk. Ben ondan bir-iki yaş büyüktüm, ama aramızdan su sızmaz, bütün derslerimizi birlikte yapar ve birlikte oyun oynardık. Tabii dersten çok daha fazla oyuna dalardık, ama bundan pişman olduğumu söyleyemem. Sağlam bir ticaret eğitimi almamış olmak her zaman bir avantajdır; ayrıca Eton’daki oyun sahalarında öğrendiklerim bana en az Cambridge’de öğretilenler kadar faydalı olmuştur. Cyril’in annesinin de babasının da hayatta olmadığını söylemeliyim. Wight Adası açıklarındaki korkunç bir yat kazasında boğulmuşlardı. Babası hariciyeciydi ve yaşlı Lord Crediton’un kızıyla, onun tek kızıyla evliydi; dolayısıyla kazadan sonra Lord Crediton, Cyril’in velisi oldu. Lord Crediton’un Cyril’e fazla değer verdiğini sanmıyorum. Unvansız bir adamla evlendiği için kızını gerçekte hiç affetmedi. İşportacılar gibi küfreden, huyu çiftçilere benzeyen garip, yaşlı bir aristokrattı. Bir keresinde onu okuldaki bir tören gününde gördüğümü hatırlıyorum. Bana homurdanmış, bir altın lira vermiş ve babam gibi ‘kahrolası bir Radikal’ olmamamı tembihlemişti. Cyril onu pek sevmez, tatillerinin çoğunu bizimle İskoçya’da geçirdiğine şükrederdi. Hiç geçinemezlerdi. Cyril onun bir ayı, o da Cyril’in kadınsı olduğunu düşünürdü. Sanırım bazı konularda sahiden kadınsıydı, ama aynı zamanda çok iyi bir binici ve büyük bir eskrimciydi. Eton’dan ayrılırken kılıcını bile yanına almıştı. Fakat tavırlarında çok baygın ve görünüşüne hayli düşkündü; futboldan fena halde nefret etmesi de cabası. Ona gerçekten zevk veren iki şey, şiir ve oyunculuktu. Eton’dayken takar takıştırır ve Shakespeare’i ezberden okurdu; Trinity’ye gittiğinin daha ilk döneminde üniversitedeki tiyatro topluluğuna girdi. Oyunculuğunu hep kıskandığımı hatırlıyorum. Ona akıldışı bir bağlılık hissediyordum; sanırım bazı konularda birbirimizden o kadar farklı olduğumuz için. Ben epeyce biçimsiz, zayıfça bir delikanlıydım ve kocaman ayaklarla dehşetli çillerim vardı. Gut hastalığı İngilizler için neyse çiller de İskoçların soyuna öyle işlemiştir. Cyril gutu tercih ettiğini söylerdi; ama dış görünüşe daima abesçe değer verirdi ve bir keresinde münazara topluluğumuzun huzurunda, iyi görünmenin iyi olmaktan daha evla olduğunu ispatlamak için bir savunma yapmıştı. Kesinlikle çok yakışıklıydı. Onu sevmeyenler, yani üniversite öğretmenleri güzellikten anlamayan cahiller ve din adamlığı için okuyan gençlerse onu sevimli bulduklarını söylemekle yetinirlerdi; halbuki yüzünde sade sevimlilikten çok daha fazlası vardı. Bence o gördüğüm en mükemmel yaratıktı ve hareketlerindeki zarafet, tavırlarındaki alım her şeyin üstündeydi. Hayran bırakmaya değenlerin hepsini, değmeyenlerin de birçoğunu kendine hayran bırakırdı. Çoğu zaman dikbaşlı ve fevriydi ve şahsen onun fena halde samimiyetsiz olduğunu düşünürdüm. Bunun da başlıca sebebi sanırım canının istediğini yapmak konusunda sınır tanımayan bir arzu beslemesiydi. Zavallı Cyril! Bir keresinde gereğinden ucuz zaferlere tenezzül ettiğini söylemiştim, ama o sadece gülmüştü. Korkunç derecede şımarıktı. Zannedersem tüm alımlı insanlar şımarık. Cazibelerinin sırrı da bu.

Fakat sana Cyril’in oyunculuğunu anlatmazsam olmaz. Üniversitenin tiyatro topluluğunda kadın oyunculara müsaade edilmediğini biliyorsundur. En azından benim zamanımda öyleydi. Şimdi nasıl bilmiyorum. Eh, tabii kız rolüne her zaman Cyril uygun görülüyordu ve Beğendiğiniz Gibi sahneleneceği zaman Rosalind’i o oynadı. Şahane bir iş çıkardı. Hatta Cyril Graham hayatımda gördüğüm yegâne kusursuz Rosalind’di. Oradaki güzelliği, letafeti, inceliği sana tarif etmemin imkânı yok. Oyun büyük bir heyecan uyandırdı ve o zamanki haliyle o berbat küçük tiyatro her akşam tıka basa doldu. Oyunu şimdi okuduğumda bile Cyril’i düşünmeden edemiyorum. Sanki onun için yazılmış. Ertesi dönem diplomasını aldı ve Hariciye sınavlarına hazırlanmak için Londra’ya geldi. Fakat hiç çalışmadı. Günlerini Shakespeare’in sonelerini okuyarak, akşamlarını da tiyatroda geçiriyordu. Tabii sahneye çıkmak için can atıyordu. Benim ve Lord Crediton’un engelleyebildiği bir şey varsa budur. Belki sahneye çıksaydı bugün hayatta olurdu. Öğüt vermek aptalca bir şey, ama bunda ısrar etmek tam bir felakettir. Öyle bir hataya asla düşmeyeceğini umarım. Çünkü düşersen buna pişman olursun.

Asıl hikâyeye gelirsek, bir gün Cyril’den, o akşam dairesine uğramamı isteyen bir not aldım. Piccadilly’de, Green Park’a yukarıdan bakan nefis bir evi vardı ve onu zaten her gün görmeye gittiğimden zahmet edip bana yazmasına bayağı şaşırmıştım. Tabii ki gittim; oraya vardığımda onu büyük bir heyecan içinde buldum. Bana Shakespeare’in sonelerindeki gerçek sırrı nihayet keşfettiğini; tüm uzman ve eleştirmenlerin başından beri tamamen yanlış yolda olduklarını; sadece sezgisel delillere dayanarak Mr. W.H.nin kim olduğunu ilk kendisinin bulduğunu anlattı. Sevinçle adeta kendinden geçmişti ve bana uzun süre bu konudaki görüşünü anlatmadı. Fakat sonunda bir deste not çıkardı, sonelerin bir nüshasını şömine rafından alıp oturdu ve konunun tamamı hakkında bana uzun bir konferans verdi.

Shakespeare’in acayip bir şekilde tutkuyla dolu olan bu şiirlerini yazdığı genç adamın kendi dram sanatının gelişiminde sahiden can alıcı bir etken olmuş olması gerektiğine, dolayısıyla onun ne Lord Pembroke, ne de Lord Southampton[12 - Üçüncü Southampton Kontu Henry Wriothesley (1573–1624). Pembroke gibi o da Shakespeare dahil, şairlerin hamisiydi ve yine Pembroke gibi Shakespeare’in birçok sonesine konu olduğu düşünülüyordu. (Ç.N.)] olabileceğine dikkat çekerek söze başladı. Gerçekten de o kişi her kimse, yüksek mevkide doğmuş biri olamazdı ve bunu Shakespeare’in kendini ‘büyük prenslerin gözdeleri’ ile kıyasladığı 25. Sone açıkça belli ediyordu. Orada Shakespeare büyük bir samimiyetle…

Yıldızların gözdesi olanlar övünsün

İkballe, iktidarla, alımlı unvanlarla;

Kader vermediyse de bana böyle bir zafer,

Mutluyum en saydığım beklenmedik şanlarla,[13 - Bu ve bundan sonraki tüm sonelerin, ithaf yazısı hariç, Türkçesi, Talât Sait Halman’ın Soneler çevirisinden alınmıştır. (Ç.N.)]

diyor ve soneyi, taptığı kişinin aşağı mevkiinden dolayı kendini kutlayarak bitiriyordu:

Ben sevdim, sevildim ya; hepten mutlu yaşarım;

Yoldan çıkartılamam, ne de yoldan şaşarım.

Bu sonenin, ikisi de İngiltere’de en yüksek mevkileri işgal eden ve ‘büyük prensler’ olarak anılmaya fazlasıyla layık olan Pembroke Kontu veya Southapmton Kontu’na yazılmış olması Cyril’e göre çok saçmaydı; bu fikrini desteklemek için de, bize aşkın ‘ikbalden rastgele doğmuş’ ve ‘başına bela’ kesilmiş olmadığı, onun ‘kader kısmet’in kaprislerinden uzak olduğunu anlatan Shakespeare’in 124. ve 125. Sonesi’ni okudu. Bu konuya daha önce hiç parmak basılmadığını düşündüğümden onu epeyce ilgiyle dinledim; fakat devamı daha da merak uyandırıcıydı ve bana öyle geliyordu ki, Pembroke iddiasını büsbütün ıskartaya çıkarıyordu. Meres’den[14 - Francis Meres (1565–1647), Chaucer’den kendi çağına kadar ulaşan bir İngiliz edebiyatı tarihi yazmıştır. (Ç.N.)] bildiğimize göre soneler 1598’den önce yazılmıştı ve 104. Sone de Shakespeare’in Mr. W.H.ye beslediği dostluğun üç yıllık bir geçmişi olduğunu anlatıyordu. Şimdi, 1580’de doğan Lord Pembroke on sekiz yaşına, yani 1598’e kadar Londra’ya gelmemişti; oysa Shakespeare’in onunla tanışıklığı 1594’te, yahut en geç 1595’te başlamış olmalıydı. Dolayısıyla Shakespeare onu ancak soneler yazıldıktan sonra tanımış olabilirdi.

Cyril ayrıca Pembroke’un babasının en erken 1601’ de öldüğüne dikkat çekiyordu; halbuki,

Babam var diyorsun ya; bırak, oğlun da desin,

dizesinden Mr. W.H.nin babasının 1598’de sağ olmadığı açıktı. O devirdeki herhangi bir yayıncının —üstelik önsöz yayıncının elinden çıkmaydı— Pembroke Kontu William Herbert’i Mr. W.H. olarak anmaya cüret etmesiyse bir başka saçmalık olurdu. Lord Buckhurst’ten Mr. Sackville[15 - Thomas Sackville (1536–1608), 1567’de Birinci Dorset Kontu olarak Baron Buckhurst adını almıştır. Robert Allott’un 1600’de yayınladığı antoloji England’s Parnassus’a katkıda bulunmuştur. (Ç.N.)] olarak söz edilmesiyse bununla pek kıyaslanamazdı, çünkü Lord Buckhurst bir lord değil, bir lordun resmî unvana sahip olmayan küçük oğluydu ve ondan bu şekilde söz eden England’s Parnassus’taki pasaj usule uygun ve resmî bir ithaf değil, adının basit bir şekilde anılmasından ibaretti. Ben yanında merak içinde otururken Cyril’in, hakkındaki iddiaları kolayca çürüttüğü Lord Pembroke’la ilgili bu kadar yeter. Lord Southampton’a gelince, o Cyril için daha da kolaydı. Southampton çok küçük bir yaşta Elizabeth Vernon’un[16 - İkinci Essex Kontu’nun kuzeni olan Elizabeth Vernon, Lord Southampton’un önce metresi, sonra karısı oldu. (Ç.N.)] âşığı olduğu için evlilik yakarışlarına ihtiyacı yoktu; Mr. W.H. gibi annesine de benzemiyordu:

Sen annenin aynası olmuşsun da o sende

Bulmuştur gençliğinin güzelim baharını.

Ve hepsinden önemlisi, adı Henry’ydi, halbuki cinaslı soneler (135 ve 143), Shakespeare’in arkadaşının kendisiyle aynı adı, yani Will adını taşıdığını gösteriyordu.

Talihsiz yorumcuların, Mr. W.H.nin bir basım hatası olduğu, doğrusunun Mr. William Shakespeare anlamında Mr. W. S. olması gerektiği; ‘Mr. W.H.ye’ ifadesinin doğru yazımının ‘Mr. W. Hall’ olması gerektiği;[17 - Sonelerin ithafına ait olan bu ifadenin İngilizce aslı “Mr. W.H. all” şeklindedir ve sondaki noktanın yanlışlıkla konmuş olması kastedilmektedir. (Ç.N.)] Mr. W.H.nin Mr. William Hathaway olduğu veya ‘Mr. W.H. ye’ ifadesindeki ‘ye’takısının yerine nokta gelmesi, böylece Mr. W.H.nin ithafın konusu değil, yazarı olması gerektiği yollu diğer iddialarına gelince, Cyril onların da çabucak üstesinden geldi. Gerekçelerini sıralamaya değmez, ama Mr. W.H.nin bizatihi ‘Mr. William Himself’[18 - (İng.) Mr. William’ın Kendisi, anlamında. (Ç.N.)] olduğunu ileri süren Barnstorff adında Alman bir yorumcudan bazı alıntıları —neyse ki Almanca aslından değildi— bana okuyunca gülme nöbetine tutulduğumu hatırlıyorum. Sonelerin Drayton ve Hereford’lu John Davies’in[19 - Michael Drayton (1563–1631) da Hereford’lu John Davies (1565–1618) de şairdiler. (Ç.N.)] eserlerini hedef alan hicivler olduğu fikrine de hiç pabuç bırakmadı. Benim için olduğu gibi onun için de soneler, Shakespeare’in yüreğindeki acılardan süzülüp dudaklarındaki balla tatlandırılmış şiirler olarak ciddi ve trajik bir öneme haizdi. Hele onların felsefi bir alegoriden ibaret oldukları ve Shakespeare’in onlarda kendi İdeal Benliği’ne, İdeal Erkekliği’ne, Güzelliğin Özü’ne, Akla, İlahî Söz’e veya Katolik Kilisesi’ne hitap ettiği fikrini hepten reddediyordu. Ona göre – ve fikrimce hepimiz böyle düşünmeliyiz— soneler biri için yazılmıştı; kişiliğiyle Shakespeare’in ruhunu her nasılsa dehşetli bir sevince ve ondan aşağı olmayan dehşetli bir ümitsizliğe boğmuş olan genç bir adam için.

Bu yolla, tabiri caizse, önünü açan Cyril benden kafamda konuyla ilgili tüm önyargılarımdan sıyrılmamı ve kendi açıklamasını hakkaniyetle ve tarafsızca dinlememi istedi. Dikkat çektiği nokta şuydu: Soy ya da yaradılış bakımından asil olmamasına rağmen Shakespeare’in ibadete varan büyük bir tutkuyla yazdığı; şairin tuhaf hayranlığı karşısında bizi merakta bırakan ve kalbindeki esrarın kilidini açacak anahtarı çevirmeye bile neredeyse korkutan o genç çağdaşı kimdi? Shakespeare’in sanatının temel taşı olacak kadar büyük bir maddi güzelliğe sahip olan; bizatihi Shakespeare’e ilham kaynağı olan; onun rüyalarının ete kemiğe bürünmüş hali olan bu insan kimdi? Onu bazı aşk şiirlerinin muhatabından ibaret görürsek o şiirlerin anlamını tamamen kaçırırdık: çünkü Shakespeare’in sonelerde sözünü ettiği sanat, kendisi için önemsiz ve mahrem bir konu olan sone sanatı değildir; ondan kastedilen şey daima oyun yazarının sanatıdır. Ve Shakespeare’in,

Ama benim sanatım, tüm varlığıyla sensin:

Beni kara cahilden bilgiye yükseltensin,

diye hitap ettiği,

Gireceksin her ağza, her soluğa, her dile,

diye ölümsüzlük vaat ettiği kişi şüphesiz ki uğruna Viola’yla Imogen’i, Juliet’le Rosalind’i, Portia’yla Desdemona’yı, hatta Kleopatra’yı yarattığı genç aktörden başkası değildi. Cyril Graham’ın sadece sonelere dayanarak geliştirdiği ve ispatlanabilir delil veya açık tanıklıklardan çok bir tür manevi ve sanatkârane sezgiye dayandırdığı, şiirlerin gerçek anlamına ancak böyle varılabileceğini iddia ettiği açıklaması buydu. Bana şu güzel soneyi okuduğunu…

Çeker mi benim Esin Perim konu kıtlığı

Sen şiirime sebil ettikçe soluğunu,

Yanında kaba kâğıt kalemin kof kaldığı

Hoş varlığın oldukça bana en tatlı konu?

Ah, tüm teşekkürleri, övgüyü kendine sun;

Varsa, al, yazdığımda değerli gördüğünü.

Sen yaratıcılığa ışıklar saçıyorsun,

Sanki kim dilsiz kalıp yazamaz ki övgünü.

Sen onuncu Peri ol, kötü ozana gelen

Yaşlı dokuz Peri’den on kat yüksek değerin;

Gür esinlerle dolu Peri’dir sana gelen:

Bugünü aşan sonsuz dizeleri getirsin,

…ve bunun kendi görüşünü nasıl tamamıyla desteklediğine dikkat çektiğini hatırlıyorum. Gerçekten de bütün sonelerin üstünden itinayla geçmiş ve önceleri muğlak, fena veya mübalağalı görünen şeylerin, izah ettiği yeni anlamlar ışığında, açıklığa ve mantığa kavuşup yüksek sanat değeri kazandığını, oyuncunun sanatıyla oyun yazarının sanatı arasındaki gerçek ilişki hakkında Shakespeare’in anlayışını ortaya koyduğunu göstermiş veya gösterdiğini zannetmişti.