banner banner banner
Mürver Ağacı
Mürver Ağacı
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Mürver Ağacı

скачать книгу бесплатно


Prens fena halde donuk ve boz bir renge bürünene kadar incecik altın varağı pul pul söküp götürdü Kırlangıç. İncecik altın varağı yoksullara pul pul götürdükçe, yüzüne renk gelen çocuklar gülüp sokaklarda oyun oynamaya başladılar. “Artık ekmeğimiz var!” diye bağrıştılar.

Derken kar, karın ardından don vurdu. Sokaklar gümüşten yapılmış gibi parlak ve ışıl ışıl görünüyordu. Evlerin saçaklarından billur hançer gibi uzun buz parçaları sarkıyor, herkes kürklerle dolaşıyor ve küçük oğlanlar kızıl şapkalar giyip buzda paten yapıyorlardı.

Zavallı küçük Kırlangıç üşüdükçe üşüyor, ama Prens’e olan sevgisinden onu yalnız bırakmıyordu. Fırıncı başını çevirdiğinde fırının kapısı önündeki kırıntıları kapıyor ve kanatlarını çırparak ısınmaya çalışıyordu.

Fakat sonunda öleceğini biliyordu. Son bir gayretle Prens’in omzuna bir kez daha çıktı. “Hoşça kal, sevgili Prens!” diye mırıldandı. “Elini öpmeme izin verir misin?”

“Sonunda Mısır’a gidecek olmana seviniyorum, küçük Kırlangıç,” dedi Prens. “Burada gereğinden çok kaldın. Fakat beni dudaklarımdan öpmelisin, çünkü seni seviyorum.”

Kırlangıç, “Mısır’a gitmiyorum,” dedi. “Ölüler Evi’ ne gidiyorum. Ölüm, Uyku’nun kardeşidir, değil mi?”

Ve Mutlu Prens’i dudaklarından öpüp can vererek ayaklarının dibine düştü.

O an heykelin içinden bir şey kırılmış gibi tuhaf bir çatırtı geldi. Prens’in kurşun kalbi tam ortadan ikiye ayrılmıştı. O kadar korkunç bir don vardı.

Ertesi sabah Belediye Başkanı, Meclis Üyeleriyle birlikte aşağıdaki meydandan geçiyordu. Sütunun önünden geçerlerken başını kaldırıp heykele baktı: “Şuna bakın! Mutlu Prens ne kadar perişan görünüyor!” dedi.

Belediye Başkanı’yla her zaman aynı fikirde olan Meclis Üyeleri, “Gerçekten ne kadar perişan!” diye haykırdı ve çıkıp heykele baktılar.

“Kılıcındaki yakut düşmüş ve altın kaplaması da düşmüş,” dedi Belediye Başkanı. “Neredeyse dilenciden farkı kalmamış!”

Meclis Üyeleri, “Dilenciden farkı kalmamış,” dediler.

Belediye Başkanı, “Üstelik ayağının dibinde bir kuş ölüsü var,” diye devam etti. “Kuşların burada ölmemesiyle ilgili bir tebliğ yayınlamalıyız.” Ve Belediye Kâtibi teklifi not etti.

Böylece Mutlu Prens’in heykelini indirdiler. Üniversiteden Sanat Profesörü, “Güzel olmadığı için artık faydası da yok,” dedi.

Sonra heykeli büyük bir ocakta erittiler ve Belediye Başkanı, madenle ne yapacaklarına karar vermek için Dökümhane’de bir toplantı düzenledi. “Elbette ki başka bir heykel yapmalıyız,” dedi, “bana ait bir heykel.”

Fakat bütün Belediye Meclisi Üyeleri, “Heykel bana ait olsun,” diye tutturunca kavga çıktı. Onlardan en son haber aldığımda hâlâ kavga ediyorlardı.

Dökümhane’deki işçilerin ustabaşı, “Ne tuhaf şey!” dedi. “Şu kırık kurşun kalbi ocakta bir türlü eritemiyorum. Bari atayım.” Ve onu Kırlangıç’ın ölüsünün olduğu çöplüğe attılar.

Tanrı, meleklerinden birine, “Bana şehirdeki en değerli iki şeyi getirin,” dedi. Melek O’na kurşun kalple ölü kuşu getirdi.

Tanrı, “Doğru tercihi yaptın,” dedi, “çünkü ebediyete kadar bu küçük kuş Cennet bahçemde şakıyacak, Mutlu Prens de altın şehrimde beni övecek.”

BÜLBÜL VE GÜL

Genç Öğrenci, “Ona kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söyledi, ama koca bahçemde bir tane bile yok,” diye sızlandı.

Bülbül bodur bir pırnal meşesi yuvasından onu işitti ve yaprakların arasından merakla bakındı.

“Bir kırmızı gül yok koca bahçemde!” diye feryat etti Öğrenci ve güzel gözleri yaşlarla doldu. “Ah, saadet ne küçük şeylere bağlı! Bilgelerin yazdıkları her şeyi okudum ve felsefenin tüm sırlarını özümsedim, ama gel gör ki, bir kırmızı gülüm yok diye hayatım perişan oldu.”

Bülbül, “Nihayet gerçek bir âşık,” dedi. “Hiç tanımadığım halde geceler boyu onun şarkısını şakıdım: Geceler boyu yıldızlara onun hikâyesini anlattım da şimdi onu buldum. Saçları sümbül, dudakları arzunun gülü kadar kırmızı; fakat sevda yüzünü fildişi gibi soldurmuş ve keder mührünü kaşlarına vurmuş.”

Genç Öğrenci, “Prens’in yarın akşam balosu var ve katılanlar arasında sevdalım da olacak,” diye mırıldandı. “Ona kırmızı bir gül getirirsem benimle gün ağarana kadar dans edecek. Bir kırmızı gül getirirsem onu kollarımda tutacağım, o da başını omzuma yaslayacak ve eli elimde kenetli olacak. Fakat bahçemde öyle bir çiçek olmadığından sevdalım bana yüz vermeyecek ve ben tek başıma oturacağım. Bana itibar etmeyecek ve kalbim kırılacak.”

Bülbül, “İşte gerçek âşık,” dedi. “Şarkısını şakıdığım şeylerin ıstırabını çekiyor: Bana sevinç olan ona acı veriyor. Aşk şüphesiz harika bir şey. Zümrütlerden daha değerli, işlenmiş opallerden daha kıymetli. İnciler ve narlar onu satın alamaz, zaten pazarda satılık da değil. Ne tüccardan alınabilir, ne de terazide tartılıp değer biçilebilir.”

Öğrenci, “Müzisyenler galeride oturacak ve yaylı çalgılarını çalacak, sevdiğim de arpın ve kemanın sesine dans edecek. O kadar hafif dans edecek ki, ayakları yere değmeyecek ve neşeli giysileriyle saraylılar etrafında pervane olacak. Fakat ona verecek kırmızı bir gülüm olmadığı için dans ettiği ben olmayacağım,” diyerek kendini çimenlere attı, yüzünü ellerine gömüp ağlamaya başladı.

Küçük yeşil bir Kertenkele kuyruğu havada koşarak Öğrenci’nin yanından geçerken, “Neden ağlıyor?” diye sordu.

Bir güneş huzmesinin peşinde pır pır uçan bir Kelebek, “Sahi, niçin?” diye ona katıldı.

Bir Papatya yumuşak bir sesle usulca, “Sahi, neden?” diye sordu komşusuna.

“Kırmızı bir gül için ağlıyor,” dedi Bülbül.

“Kırmızı bir gül için mi?” diye çığlık attılar. “Ne gülünç!” Hatta biraz alaycı olan küçük Kertenkele düpedüz kahkaha attı.

Fakat Öğrenci’nin kederindeki sırrı anlayan Bülbül meşe ağacında sessizce oturup Aşk’ın esrarını düşündü.

Sonra kahverengi kanatlarını açtı ve havaya ağdı. Koruluktan bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçede süzüldü.

Çimenliğin ortasında harika bir gül ağacı vardı ve onu görünce oraya doğru uçtu, bir sürgüne kondu.

“Bana kırmızı bir gül verirsen,” dedi, “sana en tatlı şarkımı okurum.”

Fakat Gül Ağacı başını salladı.

“Güllerim beyazdır,” diye karşılık verdi. “Denizin köpüğü kadar beyaz, dağlardaki karlardan daha da beyaz. Fakat eski güneş saatinin oradaki kardeşime git, belki o istediğini verebilir.”

Böylece Bülbül oradaki Gül Ağacı’na gitti.

“Bana kırmızı bir gül verirsen,” diye feryat etti, “sana en tatlı şarkımı okurum.”

Fakat Gül Ağacı başını salladı.

“Güllerim sarıdır,” dedi. “Kehribar bir tahtta oturan denizkızlarının saçları kadar sarı, tırpancının çayıra tırpanıyla gelmesinden önce açan nergisten daha da sarı. Ama Öğrenci’nin penceresi altında yetişen kardeşime gidersen belki sana istediğini verir.”

Böylece Bülbül, Öğrenci’nin penceresi altında yetişen Gül Ağacı’na gitti.

“Bana kırmızı bir gül verirsen,” diye feryat etti, “sana en tatlı şarkımı okurum.”

Fakat Gül Ağacı başını salladı.

“Güllerim kırmızıdır,” dedi, “güvercinin ayakları kadar kırmızı, okyanustaki mağarada dalga dalga salınan büyük mercan yelpazelerinden daha da kırmızı. Fakat kış damarlarımı dondurduğu, ayaz goncalarımı budadığı, fırtına dallarımı kırdığı için bu yıl hiç çiçek veremeyeceğim.”

Bülbül, “Tüm istediğim bir kırmızı gül,” diye feryat etti, “sadece bir kırmızı gül! Bulmamın hiç mi yolu yok?”

Gül Ağacı, “Bir yolu var,” diye karşılık verdi. “Ama o kadar korkunç ki, sana söylemeye yüreğim el vermiyor.”

Bülbül, “Sen yine de söyle,” dedi, “korkmuyorum.”

Gül Ağacı, “Kırmızı bir gül istiyorsan,” dedi, “onu ay ışığında nağmelerden yapmalı ve kalbinin kanıyla boyamalısın. Bağrını bir dikene yaslayarak bana şarkı okumalısın. Gece boyu bana şarkı okumalısın; diken kalbini delmeli ve can suyun damarlarıma akıp benim olmalıdır.”

Bülbül, “Kırmızı bir gül için ölmek ne büyük bir bedel!” dedi, “Hayat herkes için çok değerlidir. Yeşil ormanda oturup Güneş’i altın, Ay’ı inci arabasında seyretmek hoştur. Tatlıdır alıcın rayihası; tatlıdır vadide saklı çan çiçekleri, tepeleri saran fundalar. Fakat Aşk, Hayat’tan daha güzeldir; ayrıca bir insan kalbinin yanında bir kuşun kalbi nedir?”

Kahverengi kanatlarını açtı ve havaya ağdı. Koruluktan bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçede süzüldü.

Genç Öğrenci çimenlikte hâlâ onu bıraktığı gibi yatıyordu ve güzel gözlerindeki yaşlar henüz kurumamıştı.

Bülbül, “Müjdeler olsun,” diye seslendi, “müjdeler olsun; kırmızı gülüne kavuşacaksın. Onu ay ışığında nağmelerden yapacağım ve kalbimin kanıyla boyayacağım. Karşılığında senden tek istediğim, gerçek bir âşık olman, çünkü Aşk, Felsefe’den hikmetlidir. Ayrıca Felsefe hem hikmetli hem de İktidar’dan daha kudretli olsa bile Aşk da kudretlidir. Alev rengidir kanatları ve gövdesi. Dudakları bal gibi tatlıdır, nefesi buhur gibidir.”

Öğrenci başını çimlerden kaldırıp dinledi, ama yalnızca kitaplarda yazılanları bildiğinden Bülbül’ün ona söylediklerini anlayamadı.

Fakat Meşe Ağacı anladı ve yuvasını kendi dallarına yapan küçük Bülbül’den çok hoşlandığı için üzüldü.

“Bana son bir şarkı oku,” diye fısıldadı. “Gidince kendimi çok yalnız hissedeceğim.”

Bülbül gümüş bir kaptan taşan su gibi sesiyle Meşe Ağacı’na şarkısını okudu.

Şarkı bitince Öğrenci kalktı ve cebinden birer defterle kurşunkalem çıkardı.

Koruluktan yürürken kendi kendine, “İnkâr edilemeyecek bir endamı var,” diye düşündü. “Ama ya duyguları? Korkarım yok. Hatta o da çoğu sanatkâr gibi; pür zarafet, ama sıfır samimiyet. Başkası için kendini feda etmez. Aklı fikri müzikte; ayrıca sanatçıların bencil olduğunu herkes bilir. Yine de sesini güzel kullandığı kabul edilmelidir. Fakat bunun tek başına bir anlam ifade etmemesi yazık; veya bir işe yaramaması.” Ardından odasına gidip samandan küçük döşeğine uzanarak sevdiğini düşünmeye başladı, bir süre sonra da uykuya daldı.

Göklerde Ay parlayınca Bülbül, Gül Ağacı’na doğru uçtu ve bağrını dikene yasladı. Gece boyu bağrı oraya yaslı olarak şakıdı ve buz renkli billur Ay eğilip ona kulak verdi. Bülbül gece boyu şakıdı ve diken bağrına battıkça battı, can suyu ondan akıp gitti.

Önce bir oğlan ve kızın kalplerinde sevdanın doğuşunu anlatan bir şarkı okudu. Ve Gül Ağacı’nın en tepesindeki sürgünde nefis bir gül, şarkılar birbirini izledikçe yaprak yaprak çiçeklendi. Nehrin üstündeki bir sis kadar renksizdi başlangıçta… sabahın ayakları gibi renksiz ve şafağın kanatları gibi gümüş. Gümüş aynada bir gülün gölgesi gibi, havuzdaki bir gülün gölgesi gibi en tepedeki filizde çiçeklendi.

Fakat Gül Ağacı dikene daha çok yaslanması için Bülbül’e seslendi. “Yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”

Böylece Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve bir adamla genç bir kızın ruhlarında tutkunun doğuşuna gelince şarkılarını daha da yüksek sesle şakımaya başladı.

Ve gülün yapraklarına, gelinin dudaklarını öpen bir damadın yüzündeki kızarıklık gibi, pembenin narin kızartısı vurdu. Fakat diken henüz Bülbül’ün kalbine ulaşmadığından gülün kalbi beyazdı; ne de olsa bir gülün kalbini ancak Bülbül’ün kalbindeki kan kırmızıya boyayabilirdi.

Fakat Gül Ağacı dikene daha da yaklaşması için Bülbül’e seslendi. “Daha yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”

Bunun üzerine Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve diken kalbine değince şiddetli bir sancı vurdu içine. Buruktu, buruktu sancı ve Bülbül’ün coştukça coştu şakıması; çünkü Ölüm’le tamamlanan Aşk’ın, mezarda ölmeyen Aşk’ın şarkısını okuyordu.

Ve muhteşem gül doğunun göğü gibi kızardı. Kızardı taçyaprakların kuşağı ve kızardı bir yakut gibi çiçeğin kalbi.

Fakat Bülbül’ün sesi giderek zayıfladı, küçük kanatları çırpınmaya başladı ve gözlerine bir perde indi. Şakıması yitti ve boğazının sıkıldığını hisseder gibi oldu.

Derken, var gücüyle son bir ezgi okudu. Bembeyaz Ay o ezgiyi duydu ve şafağı unutarak gökyüzünde biraz daha oyalandı. Kırmızı gül o nağmeyi duydu ve cezbeyle baştan ayağa ürpererek sabahın ayazında taçyapraklarını açtı. Ekho[4 - Yunan mitolojisinde bir dağ nympha’sı (su perisi) ya da Oreas. Tanrıça Hera tarafından cezalandırılarak konuşma yetisi elinden alınmıştı fakat başkalarının konuşmalarındaki son sözcükleri yineleyebiliyordu. (Ç.N.)] o nağmeyi tepelerdeki mor mağaralara taşıdı ve uyuyan çobanları rüyalarından uyandırdı. Nehirde arasından süzüldüğü kamışlar haberini denize ulaştırdı.

“Bak bak!” dedi Gül Ağacı, “Gül nihayet oldu.” Fakat Bülbül kalbinde dikenle yüksek otların içinde cansız yattığından cevap vermedi.

Öğlen olunca Öğrenci penceresini açıp dışarı baktı.

“Şuna bak, ne büyük bir talih!” diye bir çığlık attı. “Kıpkırmızı bir gül! Hayatım boyunca hiç böyle bir gül görmedim. O kadar güzel ki, eminim Latincede upuzun bir adı vardır.” Ve eğilip çiçeği kopardı.

Sonra şapkasını taktı ve elinde gülle Profesör’ün evine koştu.

Profesör’ün kızı kapının önünde oturuyor, bir çıkrıkta mavi ipek eğiriyordu; küçük köpeği de ayağının dibinde yatıyordu.

Öğrenci, “Sana kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söylemiştin,” dedi. “İşte sana tüm dünyanın en kırmızı gülü. Bunu bu akşam kalbinin üstünde taşı; birlikte dans ederken sana benim seni ne kadar sevdiğimi söylesin.”

Fakat kız yüzünü buruşturdu.

“Korkarım elbiseme pek uymayacak,” dedi. “Hem Mabeyinci’nin yeğeni bana bazı gerçek mücevherler gönderdi; mücevherlerin çiçeklerden çok daha değerli olduğunu herkes bilir.”

Öğrenci öfkeyle, “Yemin ederim, senin kadar nankörünü görmedim!” dedi ve gülü, sokağa fırlattı; gül oluğa düştü, üstünden de bir at arabası geçti.

Kız, “Nankör mü? Bak sana ne diyeceğim, sen de çok kabasın. Hem sen kim oluyorsun? Altı üstü bir Öğrenci. Mabeyinci’nin yeğeni gibi ayakkabılarında gümüş toka olduğunu bile sanmıyorum,” dedi ve sandalyesinden kalkıp içeri girdi.

Öğrenci oradan uzaklaşırken, “Aşk ne aptalca bir şeymiş,” dedi. “Hiçbir şeyi ispatlayamadığı için Mantığın yarısı kadar bile işe yaramıyor; bu da yetmezmiş gibi, insana hep imkânsız şeyleri anlatıyor ve doğru olmayan şeylere inandırıyor. Madem Aşk, faydanın her şey demek olduğu bu çağda hiçbir fayda etmiyor, ben de Felsefe’ye dönüp Metafizik çalışayım.”

Böylece odasına dönüp büyük tozlu kitabını çıkardı ve okumaya başladı.

BENCİL DEV

Çocuklar her öğleden sonra okuldan döndüklerinde Dev’in bahçesinde oynarlardı.

Yumuşacık yeşil çimeni olan harika bir bahçeydi burası. Çimenliğin orasına burasına yıldız gibi çiçekler serpiştirilmişti, ayrıca baharları pembe ve inci renkli narin çiçeklere bürünen, güzleri de bolca meyve veren on iki şeftali ağacı vardı. Kuşlar ağaçlara konup öyle tatlı şakırlardı ki, çocuklar onlara kulak vermek için oyunlarını bırakırlardı. Birbirlerine, “Burada ne kadar mutluyuz!” diye seslenirlerdi.

Bir gün Dev geri döndü. Arkadaşı olan Cornwall’lı gulyabaniyi ziyarete gitmiş ve yanında yedi yıl kalmıştı. Ve yedi yılın sonunda, sohbeti kıt olduğundan, söyleyeceklerini söylemiş olarak şatosuna çekilmeye karar verdi. Fakat geldiğinde çocuklar bahçesinde cirit atıyordu.

Aksi mi aksi bir sesle, “Burada ne yapıyorsunuz?” diye gürleyince çocuklar kaçıştılar.

Dev, “Benim bahçem bana aittir,” dedi. “Bunu herkes bilir, içinde benden başka kimsenin oynamasına müsaade etmem.” Böylece bahçeyi yüksek bir duvarla çevirdi ve bir uyarı tahtası dikti.

İZİNSİZ GİRENLER

YARGILANACAKTIR

Çok bencil bir Dev’di.

Zavallı çocukların oynayacakları hiçbir yer kalmamıştı. Yolda oynamayı denediler, ama çok tozlu ve taşlı olduğu için orasını sevmediler. Öyle olunca dersleri bittiğinde yüksek duvarın çevresinde dolaşıp içerideki güzel bahçeden söz etmeye başladılar.

Birbirlerine, “Orada ne kadar mutluyduk,” dediler.

Sonra Bahar geldi ve tüm yurdu küçük çiçekler ve küçük kuşlar bürüdü. Fakat Bencil Dev’in bahçesi hâlâ kıştı. İçinde çocuklar olmadığından kuşlar şakımıyor ve ağaçlar çiçeklenmeyi unutuyordu. Bir keresinde güzel bir çiçek başını çimlerden yukarı uzattı ve uyarı tahtasını görünce çocuklar için o kadar üzüldü ki, tekrar yerin içine girdi ve uykuya daldı. Bu durumdan yalnızca Kar ve Ayaz memnundu. “Bahar bu bahçeyi unuttuğuna göre,” dediler, “burada yıl boyu kalabiliriz.” Kar büyük beyaz örtüsüyle çimleri örttü, Ayaz tüm ağaçları gümüşe boyadı. Sonra yanlarında kalması için çağırdıkları Kuzey Yeli geldi. Kürklere sarınmıştı Kuzey Yeli ve bütün gün bahçede gürleyip duruyor, baca külahlarını deviriyordu. “Burası harika bir yer,” diyordu, “ziyarete gelmesi için mutlaka Dolu’yu da çağırmalıyız.” Böylece Dolu da geldi. Arduvaz taşlarının çoğunu kırana kadar her gün üç saat boyunca şatonun çatısını dövüyor, sonra da bahçenin dört bir yanında koşturabildiği kadar koşturuyordu. Boz giyimliydi ve nefesi buz kesiyordu.

Pencerede oturup soğuk beyaz bahçesine bakan Bencil Dev, “Bahar’ın niçin bu kadar geciktiğini anlamıyorum,” diyordu. “Umarım havalar düzelir.”

Fakat ne Bahar geldi ne Yaz. Güz her bahçeye altın meyveler verirken Dev’in bahçesine hiçbir şey vermedi. “Dev çok bencil,” dedi. Dolayısıyla burası hep Kış, hep Kuzey Yeli, hep Dolu, hep Ayaz’dı ve ağaçların arasında Kar oynaşıp duruyordu.

Bir sabah Dev yatağında uyanık yatarken harika bir nağme duydu. Kulağına o kadar tatlı geliyordu ki nağme, “Kral’ın çalgıcıları geçiyor olmalı,” diye düşündü. Aslında penceresinin dışında küçük bir keten kuşu şakıyordu ama onu bile işitmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, duyduğu şey ona dünyanın en güzel müziği gibi gelmişti. Derken başının üstünde dönen Dolu kesildi, Kuzey Yeli gürlemeyi bıraktı ve açık pencereden içeri nefis bir koku süzüldü. Dev, “Galiba Bahar nihayet geldi,” dedi ve yatağından fırlayıp dışarı baktı.

O da ne?

Karşısında olağanüstü bir manzara vardı. Duvardaki küçük bir delikten çocuklar içeri girmiş, ağaçların dallarına kurulmuşlardı. Gözünün gördüğü her ağaçta küçük bir çocuk oturuyordu. Ve ağaçlar çocukların dönmesinden o kadar memnundu ki, baştan aşağı çiçeğe bürünmüşlerdi ve kollarını çocukların üstünde usulca sallıyorlardı. Kuşlar uçuşuyor ve sevinçle cıvıldıyor, çiçekler gülerek başlarını yeşil çimlerden yukarı kaldırıyorlardı. Görülecek şeydi doğrusu, ama bir köşe nedense hâlâ Kış’tı. Bahçenin en ücra yeri olan o köşede küçük bir oğlan çocuğu dikiliyordu. Çok küçük olduğu için ağacın dallarına uzanamıyor ve çevresinde dolaşarak içli içli ağlıyordu. Hâlâ buz ve karla kaplı olan ve başında Kuzey Yeli esip gürleyen zavallı ağaç, “Tırman, küçük oğlan!” diyor ve dallarını indirebildiği kadar indiriyorduysa da oğlan bir türlü yetişemiyordu.

Bunu gören Dev’in yüreği yumuşadı. “Ne kadar bencillik yapmışım!” dedi. “Bahar’ın bahçeme neden gelmediğini şimdi anlıyorum. Şu küçük oğlanı ağacın dalına çıkarıp duvarı indireyim de bahçem sonsuza, ama sonsuza kadar çocukların oyun sahası olsun.” Yaptıklarına gerçekten pişmandı.