
Полная версия:
Çöküş
Aynen avcı-toplayıcılıkta olduğu gibi ilk dönem bahçe tarımında da şiddetin var olduğuna işaret eden tek bir kanıt mevcut değil. Mezarlarda silah yok, sanat eserlerinde savaş ya da silah imgeleri yok, köyler ve kasabalar ne korunaklı yerlere kurulmuş ne de savunma amaçlı surlarla çevrilmiş. Bazı köylerin etrafında siper ve çitlerin bulunduğu doğru, ancak bunların işgalcilere karşı etkili olacağını söylemek güç. Muhtemelen evcil hayvanların kaçmasını ve yabani hayvanların köye yaklaşmasını engellemek için yapılmışlardı.89
Lenski’nin günümüzde “bahçe tarımı” ile uğraşan topluluklarla ilgili verdiği istatistikler de yerleşik hayatın beraberinde her zaman savaş ve toplumsal eşitsizlik getirdiği görüşüyle çelişiyor. Yerleşik düzenle birlikte özel mülkiyet daha yaygın hale gelse ve bahçe tarımı ile ilgilenen toplulukların %17’si gibi küçük bir kısmı (muhtemelen iş bölümünün sonucu olarak) sınıflı toplumda yaşasa da Lenski bu durumun eşitsizlik yaratmadığını söylüyor. Günümüzdeki “bahçe tarımcıları” aynen avcı-toplayıcılarda olduğu gibi gömme alışkanlıkları söz konusu olduğunda farklılık göstermiyor. Aynı şekilde, güçlü liderleri de yok. Lenski’nin de dediği gibi, “Siyasi liderlerin gücü neredeyse bahçe tarımıyla ilgilenen toplumların hepsinde fazlasıyla kısıtlı… Günümüzde yaşayan bahçe tarımı toplumlarının çoğunda da toplumsal eşitsizlik çok sınırlı.”90 Benzer bir şekilde, Christopher Boehm de şunları söylüyor: “Tarıma dayalı fazla üretim yapıp yiyecek biriktiren ve dolayısıyla sürekli yerleşik düzende yaşayan gruplar, siyasi açıdan birbirine çok benziyor… Bu kabileler güçlü bir liderden yoksunlar; yetişkin erkekler birbirlerine baskı uygulamıyor, aksine fikir birliğine vararak toplu karar alıyorlar ve eşitlikçi bir düşünsel yapıya sahipler.”91
Ayrıca toplumsal sorunların yerleşik hayatın bir sonucu olduğu fikri, bu sorunlardan mustarip ilk insanların -yani yaklaşık MÖ 4000’den itibaren Ortadoğu ve Orta Asya’dan çıkan Hint-Avrupalılar ve Samilerin- çiftçi değil göçebe olduğu gerçeğiyle de çelişiyor. Son olarak, günümüzde hâlâ göçebe ama aynı zamanda savaşçı ve ataerkil olan Suudi Arabistan’ın Bedevileri gibi halkları da hatırlamakta fayda var.
Eski AvrupaToplumsal eşitsizlik ve savaş tarımın bir sonucu olarak ortaya çıkmadıysa, o halde medeniyetin -yani şehirde yaşamanın- yan etkisi olmalı. Bu da oldukça yaygın bir diğer iddia olan “her şeyin sorumlusu tarım” kuramına paralellik taşıyor. Eşitsizlik, işbölümü ve farklı refah ve toplumsal mevki düzeylerinin ortaya çıkmasına sebep olan üretim fazlasından doğdu. Savaşlara ise güçlenen ve merkezileşen -bu sayede büyük insan gruplarını denetim altında tutan ve organize edebilen- şehir hükümetleri sebep oldu.
Ancak bu fikri de kolayca çürütmek mümkün çünkü bahçe tarımının ilk evresinde özellikle Ortadoğu ve Orta Avrupa’da pek çok kasaba ortaya çıktı. Ancak bu gelişme beraberinde savaşları ve eşitsizliği getirmedi. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi, 1952’de arkeolog James Mellaart tarafından kazı yapılan Türkiye’nin güneyindeki Çatalhöyük yerleşim merkezi. Çatalhöyük’te 7000 insanın yaşamış olduğu tahmin ediliyor. En hareketli olduğu dönem MÖ 7000-5500 arası dönemdi. Çatalhöyük, bu 1500 yıl boyunca hiç savaş yaşamadı. Hatta insanlar arasında şiddet olgusunun var olduğuna dair hiçbir iz bulunamadı.92 Çatalhöyük’te pek çok farklı etnik kökenden insan yaşıyordu. Buna rağmen insanlar arasında birlikte yaşamak ve çalışmaktan kaynaklanan en ufak bir sorun doğmadı. Zanaatkârlar arasında uzmanlaşma söz konusu olsa da -çömlekçiler ve alet edevatçılar gibi- evlerin ve mezarların benzerliği eşitsizliğin ya hiç olmadığını ya da çok az olduğunu gösteriyor. Şehirde cinsiyetler arasında da eşitlik vardı: Dini işlerden kadınlar sorumlu iken, erkeklerin bu alandaki rolü çok kısıtlıydı. Ayrıca Marija Gimbutas gibi arkeologlar tarafından tanrıçaları betimlediği öne sürülen pek çok kadın imgesi bulundu. Kadınların yüksek mevkiye sahip olduğunun bir diğer göstergesi ise yataklarının erkeklerinkine kıyasla daha büyük olmasıydı. Ayrıca yatakları evin içinde hep aynı konumdaydı: evin doğu yakasında. Erkeklerin yataklarının ise sabit bir konumu yoktu.93
Bazı Neolitik kültürler o kadar gelişmiş ki arkeologlar “medeniyetin” MÖ 3. binyılda Mısır ve Sümer’de başladığını iddia eden klasik görüşün artık gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyor. Örneğin Marija Gimbutas bu dönemde Avrupa’nın güneydoğusunda “Eski Avrupa” adını verdiği bir medeniyetin geliştiğini gösterdi.94 Bu medeniyet batıda İtalya’dan doğuda Romanya’ya, güneyde Yunanistan’dan kuzeyde Polonya’ya kadar uzanıyor ve Yugoslavya, Bulgaristan ve Macaristan’ı içine alıyordu. Bu bölgede, nüfusu birkaç bine ulaşan şehirler mevcuttu. Bölge halkı mühendislik, zanaat ve sanatta oldukça yetenekliydi. Bazı tapınakları birkaç katlıydı. Beş odalı evlerinde mobilya bulunuyordu. Dünyanın ilk lağım sistemini ve yollarını inşa etmişlerdi. Sepetçilik ve çömlekçilik gibi zanaatlarla, heykelcilik ve resim gibi sanatlarla ilgileniyorlardı. Seramikte, dokumacılıkta, madencilikte uzmanlaşanlar vardı. Yüzlerce kilometre ötesi ile ticaret yaparak deniz kabuğu, mermer ve tuz alıp satıyorlardı. Genelde dini amaçlarla kullanılan basit bir yazı stili bile geliştirmişlerdi.
Eski Avrupalılar hakkında keşfedilen en çarpıcı unsur ise teknolojik başarıları değil, sahip oldukları insani değerlerdi. Torunlarının en önemli özelliklerinden biri olan savaş ve çarpışma arzusu onlarda kesinlikle yoktu. Riane Eisler’in şu sözleri benim bahçe tarımcıları hakkında söylediklerime çok yakın:
Eski Avrupalılar yüksek ve sarp tepeler gibi elverişsiz yerlerde hiçbir zaman yaşamadılar. Kendilerinden sonra gelen Hint-Avrupalıların ise ulaşılması çok zor tepelere kale yaptığı, üstelik tepe üzerindeki yerleşim yerlerini taştan devasa duvarlarla çevreledikleri biliniyor. Ağır yapı malzemesi ve delici silahların yokluğu ise sanatsever Eski Avrupalıların barışçı bir hayat sürdüğünü gösteriyor.95
Arkeolog J. D. Evans da Eski Avrupa medeniyetinin en güney ucundaki Neolitik Malta bölgesinde ayrıntılı bir çalışma yürüttü ve şu sonuca vardı: “Kanıtlar bize daha barışsever bir toplumun asla var olmadığını gösteriyor.”96 Bu tespit, ulaşılması güç olduğu için Eski Avrupa medeniyetinin MÖ yaklaşık 1500’e kadar en uzun süre ayakta kaldığı yer olan Girit için de geçerli. Adada elli yılı aşkın bir zaman diliminde kazı çalışmaları yapan Nicolas Platon’un sözleriyle Giritliler “aşırı derecede barışseverdi.” Hem iç hem dış ilişkilerinde tam 1500 yıl boyunca barış içinde yaşamışlardı. Oysaki aynı zaman diliminde yakın çevrelerinde savaş hüküm sürüyordu.97 Şehirlerinde savunma amaçlı binalar yoktu. Villa tipi evleri denize bakıyordu. Adadaki şehir-devletlerinin birbirleriyle savaştığına ya da başka halkları fethedip baskı altına almaya çalıştığına dair de hiç kanıt yok. En sonunda Giritliler de kendilerini savunmak adına silah üretip savaşmak zorunda kaldılar. Ancak o zaman bile ürettikleri sanat eserleri savaşı yüceltmedi. Ayrıca her şeye rağmen bütçelerinin çok küçük bir kısmını askerî harcamalara ayırdılar.
Aynı ölçüde etkileyici olan bir diğer husus da yerleşik düzene ve büyük şehirlere rağmen Eski Avrupa toplumunun farklı toplumsal mevki ve refah seviyesine sahip insanlardan oluşmaması. Örneğin Eisler’in de belirttiği gibi Girit’te “servet oldukça eşit bir şekilde dağıtılıyordu.” Dolayısıyla hiç fakirlik yoktu ve köylüler bile yüksek bir yaşam kalitesine sahipti.98 Mezarların büyüklüğü ya da içlerine konulan eşyalarda da farklılık gözlemlenmiyor. Ayrıca Eski Avrupa toplumları muhtemelen güçlü liderler tarafından da yönetilmiyordu. Çünkü içinde pahalı eşyalar bulunan aşırı derecede büyük mezarlara sahip değillerdi. Zaten sanat eserlerinde de hiç lider figürü yoktu. Aslına bakarsanız Eski Avrupa’nın olağan gömme pratiği müşterekti. MÖ 6. binyılda Orta ve Batı Avrupa’da ölüler geçici mezarlara konuluyor ve kış başlayınca çıkartılarak toplu bir köy mezarına yeniden gömülüyordu.99
Eski Avrupa’da ataerkilliğin olmaması ise belki de en ilginç nokta. Bazı gözlemciler onların (ve Çatalhöyük’ün) kültürünün anaerkil olduğunu iddia ediyor. Ancak daha doğru olan, tıpkı avcı-toplayıcılarda olduğu gibi anaerkil ya da ataerkil kavramlarının onlara hiçbir anlam ifade etmemesi. Çünkü hiçbir cinsiyet birbirini bastırmaya çalışmıyordu. Aksine her ikisi arasında mutlak eşitlik vardı. Eski Avrupa toplumları genellikle anasoylu ve anayerseldi (yani mülkler ailenin anne tarafından nesilden nesile aktarılıyor ve evlendikten sonra erkek içgüveysi olup karısının ailesinin yanında yaşamaya başlıyordu). Ayrıca sanat eserlerinde kadınlar sıklıkla din bilgini ya da benzer yüksek bir toplumsal mevkiye sahip olarak resmediliyordu. Kadın ve erkeklerin mezarları arasında da hiç fark yoktu. Örneğin Belgrad yakınlarındaki Vinca’da 53 kişinin gömülü olduğu bir mezarlık bulundu. Gimbutas’a göre, “kadın ve erkek mezarlarında donanım zenginliği açısından hiç fark yok… Kadınların toplumsal rolü hususunda Vinca kesinlikle ataerkil olmayan ve eşitlikçi bir toplumdu.”100 Çatalhöyük sakinleri gibi, Eski Avrupalılar da kadına büyük saygı gösteriyordu. Kazılarda, kelimenin tam anlamıyla onbinlerce kadın heykeli bulundu. Çoğu memeleri ve kalçaları büyük, çıplak, hamile kadınlardı.
Eski DünyaBu tür kültürler kesinlikle sadece Avrupa ile sınırlı değildi. İnsanların avcı-toplayıcılıktan bahçe tarımına geçiş yaptığı her yerde aynı barışçı ve ahenkli koşullar hüküm sürmeye devam etti. Birçok kadın heykelciği ve kadın imgesi Ortadoğu’da olduğu gibi İngiltere ve Çin’de de bulundu. Bahçe tarımı, Kuzey Afrika’ya MÖ 6. binyılda yayıldı. Tarihçi ve coğrafyacı James DeMeo’nun da dediği gibi, toplumlar orada da “yardımsever, üretken ve barışseverdi; toplumsal tabakalaşmaya ya da tek adam hâkimiyetine yer yoktu.”101 Diğer yerlerde olduğu gibi burada da arkeolojik kazılarda silah bulunmadığı gibi, sanat eserlerinde de herhangi bir savaş temsiline rastlanmadı. Tam aksine müzik, dans ve kadın figürleri sergileniyordu. Arkeolog B. Davidson’ın da dediği gibi, kadınlar “şık ve özenle resmedilmişti; bu durum gördükleri saygıyı simgeliyor.”102
Benzer kültürler, Çin ve Japonya gibi çok uzak yerlerde de keşfedildi. Çin efsanelerine göre, Shen-nung halkına toprağı nasıl ekeceğini öğrettikten (yani bahçe tarımına geçtikten) sonra bile “insanlar huzurluydular. Babalarından çok anneleriyle ilgileniyorlardı. Birbirlerine zarar vermek akıllarından geçmiyordu.”103 Efsanelerde anneye yapılan bu gönderme kadınların toplumda yüksek mevki sahibi olduğunu gösteriyor. Bu tespit, arkeolojik kanıtlarla da uyumlu. DeMeo’nun da dediği gibi,
Arkeolojik bulgular, ilk Çinliler arasında militarizmin ya da toplumsal tabakalaşmanın var olmadığını gösteriyor. Kast sisteminin eksikliği, efsanelerde yüksek mevkideki kadınlardan bahsedilmesi ve kürtaj yapılmasına izin veren yazılı reçeteler Neolitik Çin’de kadınların önemli toplumsal rollere sahip olduğuna dikkat çekiyor.104
Çin’de sürekli savaşların ve toplumsal baskının ortaya çıkmasından önce hüküm süren bir Altın Çağ’dan bahseden pek çok efsane var. Arkeolojik bulgular, bunların sadece mit olmadığını gösteriyor. Çin’deki ilk köy yerleşimlerinde evler birbirleriyle hemen hemen aynı büyüklükteydi. Ayrıca tıpkı Eski Avrupa’da olduğu gibi bu bölgedeki köylerin etrafında da savunma amaçlı yapılmış duvarlar yoktu. Bölgede yaşayan insanlar silah da kullanmıyordu.105 Kadınlar klanların başıydı ve çocuklar annelerinin soyadını alıyordu. Brian Griffith’in de dediği gibi, “Antik Çin’de soyadı anlamına gelen xing sözcüğü, “kadın” ve “taşımak” kelimelerinin birleşimiydi; bu durum, insanların anasoylu klanlarda yaşadığını gösteriyor.”106
Benzer bir şekilde, Neolitik dönemde Japonya’da yaşayan Jomonlar da pirinç eken bahçe tarımcılarıydılar. 1992’de Japon arkeologlar bugünkü Aomori şehrine yakın büyük bir Jomon kasabası keşfettiler. Kasaba, MÖ 5000-3500 yılları arasında varlığını sürdürmüştü. Bini aşkın binadan oluşuyordu. Elimizde zanaatkârların uzmanlaştığına, kasaba sakinlerinin ticaret yaptığına, madencilikle uğraştığına ve başka becerilere sahip olduğuna dair pek çok kanıt mevcut. Fakat yine, savaşın yol açtığı hasardan, koruyucu surlardan, silahlardan ya da toplumsal eşitsizlikten eser yok.107 Aslında bu tespit, sadece bu kasaba için değil tüm Jomon kültürü için geçerli. Profesör Yasuda Yoshinori şunları söylüyor:
Jomon toplumu daha sonraki medeniyetlerin unuttuğu harika bir ilkeye sahipti: doğaya saygı ve onunla bir arada var olma, doğanın döngüsü içinde yaşayış ve toplumsal eşitliği koruma…108
Diğer ÖzelliklerAvcı-toplayıcılar gibi bahçe tarımcılarının da -yerleşik düzene ve işbölümüne rağmen- maddiyatçılık, toplumsal mevki ya da iktidar sahibi olmak konusunda takıntılı olmaması, telafi etmek zorunda kalmadıkları bir mutsuzluktan mustarip olmadıklarını gösteriyor. Diğer bir deyişle, “psikolojik uyumsuzluk” onlara şimdi bize olduğu kadar zarar vermiyordu. Örneğin kendilerinden sonra gelen İbrani, Hıristiyan ve Müslüman kültürlerin vazgeçilmez özellikleri olan günah, baskı ve ıstırap dolu ortamdan çok farklı bir atmosferde yaşıyorlardı. Aksine, psikolojik sorunlardan uzaklığın ifadesi olan bir huzur ve neşe ortamı ile hayatın kutsallığına ve dünyanın güzelliğine duyulan inanç içerisinde yaşıyorlardı. Nicolas Platon’un da belirttiği gibi, antik dönemde Giritlilerin sanat eserleri “güzellikten, zarafetten ve devingenlikten keyif aldıklarını” ve “hayattan ve doğaya yakın olmaktan zevk duyduklarını” gösteriyor.109 Daha sonraki kültürler, ölüm ve ahiret konusunda sürekli kafa yorarken Giritlilere göre “hayat her zaman neşe kaynağı olduğu için ölümden korkmuyorlardı.” Bir diğer arkeolog Sir Leonard Wooley ise şunları yazıyor: Minoan (Antik Girit) sanatı “hayatın tüm zarafetiyle olduğu gibi kabul edildiğini”110 gösteriyor.
Bahçe tarımcılarının burada kısaca bahsetmemiz gereken ve avcı-toplayıcılarla benzerlik gösteren başka önemli özellikleri de vardı ki bu tespit de avcı-toplayıcılarla bahçe tarımcıları arasında çok büyük farklar olmadığının altını bir kez daha çizmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Birincisi, bu insanların doğaya karşı tutumları modern dünyadakinden oldukça farklıydı. Biz kendimizi doğadan kopuk görüyor ve onu, sömürme hakkına sahip olduğumuz bir kaynak olarak nitelendiriyoruz. Bu nedenle gezegenimizin yaşam döngüsüne ciddi ölçüde zarar veriyoruz. Bu insanlarsa doğaya bağlı ve saygılıydılar. Bu tutumları, Eski Avrupalıların sanat eserlerinde çok açık. Riane Eisler’in de dediği gibi, onların sanatı “hayatın gizemi karşısında duyulan şaşkınlık ve dehşeti resmeden çok zengin doğa sembolleriyle doluydu.”111 Bu imgeler, köy ve kasabaların her yanına yayılmıştı -evlerin hem iç hem dış duvarlarında, tapınaklarda, vazolarda ve oymalarda güneş, su, yılan, kelebek (ve tabi ki pek çok tanrıça) çizimleri vardı. Ayrıca birçok “kozmik yumurta” ve yarı insan yarı hayvan tanrıça resimleri de mevcuttu. Bu durum, Eski Avrupalıların doğayı bir bütün olarak gördüğünü gösteriyor. Doğayı tahrip etmeye güçleri zaten kesinlikle yetmezdi. Bu durum, kısmen az olan nüfuslarından kısmen de teknolojinin henüz gelişmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Ancak böyle bir güce sahip olsalar bile doğanın kutsallığına duydukları inanç bunu yapmalarına zaten izin vermezdi (bu husus, Çöküş’ten etkilenmemiş ve günümüzde hâlâ varlığını sürdüren toplulukların doğaya karşı takındıkları tavra bakacağımız Dördüncü Bölüm’de daha da netleşecek).
Doğaya duyulan saygı, avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının dinî inançlarıyla da yakından alâkalıydı. Onlarla daha sonraki insanlar arasındaki önemli bir fark, ilk insanların dinî alanla hayatlarının geri kalanını birbirlerinden ayrı tutmamasıydı. Onlara göre kutsal olan dünyadan soyut değildi. Tanrı ve Ruh her yerde ve her şeydeydi. Bu durum elbette ki doğaya bakış açılarını da etkiliyordu: çünkü doğa Ruh’un ifadesiydi. Aslını isterseniz -dünyayı gözleyen ve denetleyen yüce bir varlık olarak- tanrı kavramının, onlar için pek anlam ifade etmemiş olması oldukça muhtemel. İnsanlar, tanrı ve tanrıça kavramlarını MÖ 4000’den sonra kullanmaya başladılar. (Buradaki tartışmalı konu Eski Avrupalıların ve diğer Neolitik insanların -Gibutas gibi bilim insanlarının iddia ettiği gibi- bir tanrıçaya tapıp tapmadığı. Daha sonra da değineceğim gibi bu sadece bir varsayım ve bu iddiaya dair ortada hiç kanıt yok.)
Avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının doğaya karşı tavrı, cinsellik ve bedenlerine olan bakış açılarıyla da benzeşiyor. Doğaya saygı duydukları için bedenlerinin doğal akışına ve içgüdülerine olumlu yaklaşıyorlardı. Dolayısıyla daha sonraki insanların aksine bedenlerine yabancılaşmamışlardı ve cinsellikten utanç duymuyorlardı. Avcı-toplayıcıların çoğu tamamen ya da yarı çıplak geziyordu. İleride de göreceğimiz gibi, cinselliğe bugünkü Avrupa standartlarıyla karşılaştırıldığında bile son derece özgürlükçü bir yaklaşımları vardı. Arkeologlar, avcı-toplayıcılara ait çakmak taşından yapılmış penis, cinsel birleşmeyi betimleyen heykelcikler ve kadınları seksi pozisyonlarda tasvir eden Venüs heykelcikleri gibi “müstehcen” birçok imge ve nesne buldular.112
Aynı müstehcenlik Neolitik bahçe tarımcılarının sanat eserlerinde de mevcut -memeleri olağandışı ölçüde büyük yapılmış çıplak hamile kadın heykelciklerinden zaten bahsetmiştik. Arkeolog Jaquetta Hawkes’a göre, Eski Avrupa uygarlığının bir parçası olan Girit’te “cinsel yaşama korkusuzca yaklaşılıyor ve cinsellik doğal karşılanıyordu.”113 Girit sanatı, cinsel simgelerle doluydu. Hawkes’a göre, dünyanın bereketini ve doğanın üretkenliğini kutlamak için her bahar mevsiminde seks merasimleri düzenleniyordu. Giritlilerin giyim tarzı da oldukça rahattı. Resimler kadınları memeleri çıplak ve bugün kısa “seksi” etekler diyeceğimiz kıyafetler giyerken gösteriyordu. Erkekler ise penislerini belirgin kılan ve kalçalarını açıkta bırakan kısa giysiler giyiyordu. Riane Eisler’e göre cinsellikle ilgili gösterilen bu açık tavır, “Girit’te hüküm süren genel barışçıl ve uyumlu havaya katkı sunuyordu.”114
6000 Yıl Önce DünyaŞu noktada durup bahçe tarımı döneminin sonuna yaklaşıldığı zaman, yani Çöküş’ten hemen önce dünyanın nasıl bir yer olduğunu kafamızda canlandırmaya çalışmakta fayda var.
MÖ 4000’te dünya nüfusu hâlâ çok azdı, muhtemelen 100 milyonu geçmiyordu. Bahçe tarımı Ortadoğu, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’nın büyük kısmına yayılmıştı. Ancak Batı Avrupa ve Doğu Asya’ya henüz varmamıştı. Dünyanın çoğu -Avustralya’nın tümü, Kuzey ve Güney Amerika ve Afrika’nın büyük bölümü- hâlâ avcı-toplayıcılardan oluşuyordu. Daha önce de altını çizmeye çalıştığım gibi avcı-toplayıcılar ve bahçe tarımcılar arasındaki fark küçük ve yüzeyseldi. Büyük ölçüde aynı özelliklere sahiptiler: barış, eşitlik, ataerkilliğin olmaması, doğaya saygı ve cinsel özgürlük.
Elimizdeki kanıtlar bütün insanların MÖ 4000’e kadar böyle yaşadığını gösteriyor. James DeMeo Saharasia (Sahra-Asya) kitabında “demokratik, eşitlikçi, cinsel açıdan özgürlükçü ve yetişkinler arasında şiddetin nadir görüldüğü” kültürlere “anacıl” (matrism) adını veriyor.115 Bu kavramı daha sonraki “bebekler ve küçük çocuklar üzerinde travmatik etkiler bırakan, kadınları baskı altında tutan, yetişkinlerin şiddete eğilimli olduğu, saklı ve bastırılmış sadist öfkenin dışa vurumunu sağlayan pek çok toplumsal kuruma sahip atacıl” (patrist) kültürlerle kıyaslıyor.116 DeMeo’nun da dediği gibi, “MÖ yaklaşık 4000’den önce dünyada atacıllığın hüküm sürdüğüne dair en ufak bir kanıt yok.”117
Tüm bu anlatılanlar kulağa cennet gibi geliyor. Aslını isterseniz -yüksek ölüm oranlarına, sağlık koşullarının kötü olmasına ve diğer sorunlara rağmen- öyleydi de. Beşinci Bölüm’de de göreceğimiz gibi, daha sonraki insanlar bu Çöküş-öncesi dönemi tam bir cennet olarak andılar ve mitolojide bir Altın Çağ ya da “mükemmel erdemli insanların” (the men of perfect virtue) çağı olarak hatırladılar. Hiçbir insan topluluğu diğerinin alanına tecavüz etmedi, onları fethetmeye çalışmadı ya da mülklerini çalmadı. Köyleri basan göçebe ve yağmacı çeteler ya da sahil kenarındaki yerleşimlere saldıran korsanlar yoktu. Kadınların toplumsal mevkisi her yerde erkeklerinkine eşitti ve hiçbir yerde farklı refah seviyesine sahip sınıf ya da kastlar yoktu. Hayat elbette ki bazı açılardan zordu, özellikle de bahçe tarımına geçenler için. Ancak aynı zamanda doğal bir ahenk, bütün gezegeni kaplamış gözüküyordu. İnsanlarla doğa arasında ve insanların birbirleriyle ilişkilerinde var olan bir uyum söz konusuydu. İnsanlar bir nebzeye kadar doğanın baskısı altındaydı, ancak başkaları tarafından eziyet görmüyorlardı. Topluluklar diğer insan gruplarını tahakküm altında tutmuyor, aynı grup üyeleri birbirlerine zulmetmiyordu. Erkekler kadınları bastırmıyordu.
Ancak her şey değişmek üzereydi. Şiddetli bir sarsıntının gerçekleşmesi yakındı.
3
Çöküş
YAKLAŞIK MÖ 4000’DEN itibaren yeni bir ıstırap ve çalkantı dalgası insanlık tarihinin parçası oldu. İnsan ilişkilerinde ilk defa “korkunç bir günah hissi” belirgin hale geldi. Bu noktada, dünyayla ve diğer insanlarla bambaşka şekilde ilişki kuran yepyeni bir insan tipi ortaya çıktı. Riane Eisler’in sözleriyle, “insanlığın kültürel evriminde eşi benzeri görülmeyen büyük bir dönüşüm”118 gerçekleşmişti.
Bu dönüşüm bir anda ortaya çıkmadı. Yaklaşık son bin yıldır çeşitli belirtileri mevcuttu -Ortadoğu ve Anadolu’da geçici kuraklığa bağlı olarak ara sıra ortaya çıkan toplumsal şiddet olayları gibi. MÖ 6. binyılın sonlarına doğru, -Çatalhöyük’ün de aralarında bulunduğu- Anadolu’daki bazı yerler savaşlardan zarar görmüş, geriye sadece katledilmiş kurbanların cesetleri kalmıştı (Çatalhöyük MÖ 4800 civarında tamamen yıkıldı).119 Zagros Dağları’ndan gelen Samiler, Suriye ve Mezopotamya’yı işgal ederek büyük bir yıkıma neden oldular. Ortadoğu’da savunma amaçlı yapılar belirmeye başladı. Günümüzdeki pek çok kazı alanında, arkeologların “tahribat katmanları”120 (destruction layers) adını verdiği oluşumlar meydana geldi.
Fakat toplumsal şiddet, ancak yaklaşık MÖ 4000’den itibaren yaygın hale geldi. Sürekli yaşanan savaşlar, toplumsal baskı ve erkek egemenliği ortaya çıktı. Daha önce de öne sürdüğüm gibi, bu dönüşümün temelinde ekolojik faktörler yatmaktaydı. Yaklaşık MÖ 4000’de James DeMeo’nun “Son Buzul Çağı’ndan beri en önemli çevre ve iklim değişikliklerinden biri” dediği olaylar zinciri başladı.121 Başka bilim insanları tarafından yapılmış çok geniş bir araştırma yelpazesini özetleyen De-Meo, “Sahra-Asya” (Saharasia) adını verdiği bölgenin bir çölleşme -ya da kuruma- sürecinin etkisi altına girdiği tespitinde bulundu. Adından da anlaşılacağı gibi Sahra-Asya, Kuzey Afrika’dan başlayıp Ortadoğu üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanan çorak bir kuşağı içeriyor. Dünyanın pek çok çölünü içinde barındırıyor -örneğin Kuzey Afrika’da Sahra ve Ortadoğu’da Arabistan ve İran’ın çölleri gibi. İçerisinde, çöl olmasa da son derece kuru başka alanlar da bulunuyor. Dolayısıyla Sahra-Asya, Afrika’nın batı kıyısından Çin’e kadar uzanan neredeyse tamamen kurak bir bölgeyi teşkil ediyor.
Günümüzde Sahra-Asya’da çok sınırlı bir bitki örtüsü, çok az sayıda nehir veya göl bulunuyor ve hayvan yaşamı da oldukça sınırlı. Nadiren yağmur yağıyor ve nüfusu çok küçük. Ancak binlerce yıl önce durum bundan çok farklıydı. Yaklaşık MÖ 4000’e kadar yarısı ormanlarla kaplı verimli çayırlardan oluşuyordu. Birçok göl ve nehre sahipti. Çok sayıda insana ve hayvana ev sahipliği yapıyordu. Arkeolojik kazılar sonucunda, bugün terk edilmiş pek çok bölgede köylerin olduğu tespit edildi. Bugünkü koşullar altında, yani kurak iklimde yaşayamayacak birçok hayvan fosiline rastlandı. Mağara duvarları da hayvan ve bitki çizimleriyle doluydu (bu durum bölgede bir zamanlar insanların da yaşadığının kanıtı). Ayrıca DeMeo, MÖ 4000’den önce bölgenin bugünküne kıyasla çok daha fazla yağış aldığını gösterdi: “Sahra-Asya’nın günümüzde kuru olan havzaları, o zamanlar 10-100 metre derinlikte suyla kaplıydı; kanyon ve vadilerden ise dere ve nehirler akıyordu”.122
Brian Griffith’e göre ise bugün Sahra Çölü olan bölge MÖ 9000’de “avlanmaya çok elverişliydi. Avrupa’nın çoğu hâlâ tamamen buzla kaplıyken Avrupalıların ataları yemyeşil Sahra’da refah içinde yaşıyordu.”123 Bölge, günümüz Kenya’sının otla beslenen antiloplar ve büyük kedigillerle dolu çayır kaplı düzlükleri gibiydi.
Sahra-Asya’nın MÖ 4000’den önceki verimliliği, muhtemelen son Buzul Çağı ardından eriyen buzulların deniz seviyesinin yükselmesine sebep olmasından kaynaklanıyordu. Ancak en sonunda buzullar tamamen eridi ve bu da havadaki nem oranını azalttı. Deniz seviyesi alçaldı ve Yakın Doğu ve Orta Asya’dan başlayarak bölge çoraklaşmaya başladı. Yağmurlar azaldı, nehir ve göller buharlaştı, bitki örtüsü ortadan kalktı, kıtlık ve kuraklık başladı. Çiftçilik yapmak imkânsız hale geldi, su eksikliği ise avlanmayı zorlaştırdı. Sonuç olarak insanlar ve hayvanlar bölgeyi terk etmeye başladılar.124