Читать книгу Çöküş (Steve Taylor) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Çöküş
Çöküş
Оценить:
Çöküş

4

Полная версия:

Çöküş

Kadınların ne kadar değersiz varlıklar olarak algılandığının ve erkek egemenliğinin en açık örneği belki de kız çocuklarının öldürülmesi. Sadece birkaç yüzyıl öncesine kadar bu Avrupa’da bile çok yaygındı. Örneğin 9. yüzyılda, Avrupalı her üç erkeğe sadece iki kadın düştüğü tahmin ediliyor. 14. yüzyıla gelindiğinde bu oran daha da yükselmişti: her 172 erkeğe karşılık sadece yüz kadın vardı.18 19. yüzyıldda Çin’in bazı bölgelerinde her dört kız çocuğundan birinin doğduğu sırada öldürüldüğü tahmin ediliyor.19 Son olarak erkeklerin kadınlara duyduğu düşmanlık ve güvensizliğin en açık örneklerinden bir tanesi de son binyılın ortalarında Avrupalı kadınların “cadı” oldukları gerekçesiyle devlet eliyle kitlesel şekilde katledilmesiydi.

Toplumsal Eşitsizlik

Mesele sadece erkeklerin kadınlara hükmetmesi ve baskı uygulaması değil. Erkekler tarih boyunca birbirlerine de hükmetmeye çalışıp baskı uyguladılar. Son birkaç bin yıldır insanlığın üçüncü en belirgin özelliği de toplumsal eşitsizlik oldu. Toplumlar farklı refah seviyesi ve toplumsal mevkiye sahip sınıf ve kastlara, katı bir biçimde bölündü.

İkinci Bölüm’de de göreceğimiz gibi, eşitsizlik ve toplumsal baskılar ilk insan topluluklarında hiç var olmadı. Dördüncü Bölüm’de ise günümüzde hâlâ varlığını sürdüren eşitlikçi pek çok yerli kültürle tanışacağız. Bu topluluklarda sınıf ya da kast yok, yiyecek ve mallar eşit şekilde bölüşülüyor ve demokratik karar alma mekanizmaları mevcut. Ancak MÖ 4000 yılından itibaren tarih, küçük ve ayrıcalıklı bir azınlığın insanlığın geri kalanına uyguladığı baskının hikâyesi oldu. Dünyanın ilk sınıflı toplumları Hint-Avrupalılar denilen halklar -yani Romalılar, Yunanlılar, Keltler ve günümüzdeki birçok Avrupalı ve Amerikalı’nın geldiği soylar- tarafından yaratıldı. Hint-Avrupalılar, MÖ 4. binyılda Ortadoğu ve Orta Asya’ya vardıklarında çoktan üç sınıfa ayrılmışlardı: din adamları, savaşçı-yöneticiler ve üreticiler (yani tüccarlar, köylüler ve zanaatkârlar). Yeni bölgelere göç ettikçe, fethettikleri halklardan oluşan yeni bir sınıfı da toplumsal yapılarına eklediler. Bu yeni sınıf, zalimce bastırıldı ve sömürüldü.20 Benzer bir toplumsal sistem, MÖ 3. binyılda Sümerler’de ortaya çıktı. Mülklerin çoğu, erkeklerden oluşan küçük bir azınlığa aitti (bu dönemde zaten kadınların mülk edinmesine izin verilmiyordu). Tarihçi Harriet Crawford’un da dediği gibi, kraliyet ailesi ve din adamlarının “yemek veya diğer temel ihtiyaçları karşılığında çalışan ve seyahat ya da mülk edinme özgürlüğüne sahip olmayan kadın ve erkekleri hâkimiyet altında tuttuğu”21 sınıflı bir toplum gelişti.

Buna benzer bir toplumsal yapı Avrupa, Ortadoğu ve Asya’da tarih boyunca hüküm sürdü. Küçük ve ayrıcalıklı bir azınlık, ülkenin nüfusunun sadece %1 ya da 2’sini teşkil ederken servetin ve toprağın çoğuna sahipti ve siyasi, iktisadi ve hukuki kararları onlar alıyordu. Sosyolog Gerhard Lenski’ye göre, “ileri tarım toplumlarının” -Avrupa, Asya ve Ortadoğu’ya MÖ 1000’den MS 19. yüzyıla kadar hâkim olan-yöneticiler ulusal gelirin yarısından fazla gelire sahipti.22 Örneğin 13. yüzyılın sonunda İngiltere’de soyluların ortalama kazancı sıradan bir köylünün gelirinin yaklaşık iki yüz katı, kralınki ise 24 bin katıydı. Benzer bir şekilde, 19. yüzyılda Çinli bir aristokratın kazancı sıradan bir insanın gelirinden on bin kat daha fazlaydı.23

Ülkelerindeki toprağın ve servetin çoğuna sahip olmalarının yanı sıra yönetici sınıflar baskı altında tuttukları köylülerin de sahibiydi. Serflik Avrupa’da -özellikle Doğu Avrupa ve Rusya’da- çok yaygındı ve bu, insanların çoğunun evlenmek ve hatta seyahat etmek için bile toprak sahibinden izin almak zorunda olan köleler olduğu anlamına geliyordu. Örneğin 19. yüzyıl Rusya’sında Çar 27 milyon serfin sahibiydi. Bazen tek bir soylunun 300.000 serfe sahip olduğu bile görülüyordu. Serfler, ailelerini açlıktan ölüme terk etmek zorunda kalsalar bile savaşmakla yükümlüydü. Birçok toprak sahibi, tarihçilerin üstü kapalı bir şekilde le droit du seigneur -bir serfin geliniyle düğün gecesinde cinsel ilişkiye girme “hakkı”– dediği gelenekten sonuna kadar faydalandı.24

Hatta sözde özgür oldukları ve toprak kiralayabildikleri zamanlarda bile köylülerin durumu aslında çok daha iyi değildi. Toprak sahipleri, onları sömürmenin başka çeşitli yollarını bulmuştu: Yüksek kiralar, yüksek vergiler, yüksek faiz oranları, %10’luk aşar vergisi, cezalar ve zorunlu “bağışlar” gibi; yani, ürettiklerinin en az yarısı ve bazen daha da fazlası demek oluyordu bu.25 Sonuç olarak efendileri lüks ve zevk-ü-sefa içerisinde yaşarken köylüler yoksulluk ve sefalet içinde çoğu zaman açlıktan ölüyordu.

Kötü muamelenin daha başka örnekleri de mevcut. Toprak sahipleri köylü kadınlara sık sık tecavüz ediyordu ve eğer efendileri bazı köylülerin emeklerine başka bir yerde ihtiyaç duyuyorsa aile fertlerini birbirinden ayırabiliyordu. Ayrıca köylüler önemsiz suçlar işleseler bile acımasızca cezalandırılıyorlardı; örneğin bir adet yumurta ya da bir somun ekmek çalmanın cezası, çoğu zaman ölümdü.

Tüm bunların nedeni, nasıl ki erkekler kadınları gerçek insan olarak görmediyse, yönetici sınıfların da tebaalarını empati ve eşitliği hak etmeyen barbar yaratıklar olarak görmesidir. Orta Çağ İngiltere’sinden geriye kalan hukuki belgeler, köylülerin çocukları hakkında “damızlık” ya da “kuluçka” diye bahsediyor. Avrupa, Asya ve Amerika’ya ait toprak kayıtları ise köylüleri çiftlik hayvanlarıyla aynı grupta listeliyor.26

Peki, insanların derdi ne? Toplumun bu hastalıklı hali bizim için o kadar tanıdık ki tarafsız bir gözlemciye ne kadar tuhaf ve delice gözükeceklerini tahmin etmek bile zor. Sonuç olarak, insanlık tarihi neden bu kadar korkunç bir şiddet ve baskı hikâyesi olmak zorunda? İnsanlar çatışma yaratmak ve birbirlerine baskı uygulamak için neden bastırılamaz bir iştah duyuyor? Ayrıca neden tüm bunlar nedeniyle son birkaç bin yıldır yaşamış her insanın hayatının bu kadar korkunç ve bu kadar sefalet ve yoksunluk içinde olması gerekiyordu? Hayat gerçekten bu kadar korkunç olmak zorunda mı? Böyle bakınca Buda’nın “hayat acı çekmektir” demesi şaşırtıcı gelmiyor. Bu korkunç şartlar altında yaşayan insanların ölümden sonraki görkemli hayata inanarak kendilerini avutması da öyle.

İnsanın Ruhsal Dünyasının Karanlık Yüzü

Tüm bu anlatılanlar -bu kadarıyla bile yeterince korkunç olsa da-hikâyenin sadece yarısı. Aslında tabiri caizse yaşananların sadece görünüşe yansıyan yarısı. Buraya kadar toplumsal ıstırap diyebileceğimiz, insanların birbirine uyguladığı zulümden bahsettik. Ancak insan ırkının zekâsı ve yaratıcılığına karşılık ödemek zorunda kaldığı bir başka bedel daha var.

İçimizden gelen bir başka ıstırap türü de var: ruhsal ıstırap. Varlığımızın o kadar olağan bir parçası haline gelmiş ki çoğu zaman artık farkına bile varmıyoruz. Fakat kendi etki alanında en az savaşlar ya da toplumsal baskılar kadar tehlikeli. Aslına bakarsanız onlardan daha da tehlikeli, çünkü -kitabın geri kalanında da göreceğimiz gibi- sözünü ettiğimiz bütün bu dışsal sorunları yaratan bizzat kendisi.

Bizi gözlemleyen dünya dışı varlıklar, insanlarda bireysel olarak da yanlış giden bir şeylerin olduğunun farkına muhtemelen varmıştır. Kendilerine şu soruyu soruyor olabilirler: İnsanlar için mutlu olmak neden bu kadar zor? Neden birçoğu -depresyon, bağımlılık, yeme bozukluğu gibi- psikolojik rahatsızlıklardan mustarip? Neden vakitlerinin çoğunu endişe, kaygı, suçluluk, pişmanlık ya da kıskançlık duyarak geçiriyorlar? Ya da neden tatminsizler ve mutluluk peşinde koşmalarına rağmen onu bir türlü yakalayamıyorlar? Neden yaşama dair genel bir hayal kırıklığı içinde ve sanki dünya tarafından aldatılmış gibi hissediyorlar?

Hayvan akrabalarımız böyle sorunlardan mustarip değiller. İntihar etmiyor (aşırı nüfus artışından kaynaklanan istisnai durumlar dışında), uyuşturucu kullanmıyor ya da kendilerine zarar vermiyorlar. Gelecek hakkında endişelenmiyor ya da geçmiş yüzünden suçluluk duymuyorlar. Amerikalı ünlü şair Walt Whitman’ın da hayvanları insanlarla kıyaslarken dediği gibi, “durumları yüzünden sıkıntıya girip ağlamıyorlar / karanlıkta uyanık kalıp günahları için gözyaşı dökmüyorlar… yeryüzünde bir tane bile mutsuz hayvan bulamazsınız.”27

Mutluluk öznel bir duygu ve birinin gerçekten mutlu olup olmadığını kesin olarak bilmek zor. Ancak her ne olursa olsun, ilk insanlar ve günümüze kadar varlığını koruyabilmeyi başarmış yerli halklar bizden daha huzurlu bir psikolojiye sahip ve nispeten hayattan memnun gözüküyorlar. Birçok antropolog, yerli toplulukların dinginliği ve hoşnutluğu karşısında şaşkınlığa düşmüştür. Örneğin Elman R. Service, Kanada’nın kuzeyinde yaşayan Bakır Eskimoları için şunları söylüyor: “Eskimolar neşeli, kaygısız, iyi mizaçlı ve iyimserler; bu durum, onlarla yaşayan yabancıları da çok mutlu etti.”28 1950’li yıllarda Orta Afrika’daki pigmelerle tam üç yıl geçiren İngiliz antropolog Colin Turnbull ise onları tasasız ve iyi mizaçlı insanlar olarak nitelendirdi. “Uygar” insanları etkisi altına alan psikolojik rahatsızlıklardan uzaklardı. Onlar için hayat “neşe ve mutluluk dolu, kaygılardan uzak müthiş bir şeydi.”29 Benzer bir şekilde, The Continuum Concept (Süreklilik Kavramı) kitabının yazarı Jean Liedloff da Güney Amerika’da yaşayan Tauripan Yerlileri için “gördüğüm en mutlu insanlar”30 diyor (Dördüncü Bölüm’de yerli halkların bizim kadar “ruhsal ıstırap” çekmediğini gösteren daha ayrıntılı bilgiler sunacağız).

Ancak tarihte belirli bir noktadan sonra büyük bir dönüşüm yaşanmışa benziyor. Böylece insan beyninde adeta içi psikolojik kurtlarla dolu devasa bir kutu açılıvermiş oldu.

Memnuniyetsizliğin Belirtileri

Eğer dünya dışı arkadaşlarımız daha yakından baksalardı, insanın ruhsal dünyasıyla ilgili yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu gösteren pek çok kanıtı da görebilirlerdi. Örneğin içimizde hiç kaybolmayan sürekli bir huzursuzluk var. Bu hal bizim bir şeyler yapmamızı inanılmaz derecede zorlaştırıyor ya da sürekli dikkatimizi bir şeyler üzerinde toplamak zorunda kalıyoruz. Yaklaşık 350 yıl önce, Fransız filozof ve matematikçi Pascal şöyle söylemişti: “İnsanın mutsuz olmasının tek nedeni, odasında sessizce ve huzur içinde oturmayı bilmemesi.”31 Elbette ki bu durum, bizim için artık o kadar da büyük bir sorun değil. Ne de olsa dikkatimizi verebileceğimiz televizyonumuz, bilgisayarımız ya da radyomuz var.

Dün neler yaptığınızı bir düşünün. Muhtemelen uyanık olduğunuz zamanın çoğunu kendiniz dışındaki varlıklara odaklanarak geçirdiniz. Belki de kahvaltı ederken gazete okudunuz, arabada işe giderken radyoda haberleri dinlediniz. Sonraki sekiz ya da dokuz saat boyunca işinizi yaptınız ve ara sıra iş arkadaşlarınızla sohbet ettiniz. Muhtemelen eve dönerken yine arabada radyo dinlediniz ya da otobüste gazete okudunuz ve akşamı televizyon izleyerek, kitap okuyarak, arkadaşlarınızla konuşarak ya da spor yaparak geçirdiniz. Sadece birkaç dakika boyunca algınız dışsal uyarıcılar tarafından bu şekilde meşgul edilmedi ve dikkatinizi kendinize verdiniz -treni beklediğiniz on dakika boyunca, suyun kaynamasını beklerken, tuvalette ya da uykuya dalmadan önce yatakta geçirdiğiniz günün son beş-on dakikasında.

Dünya dışı varlıklar, tamamen hareketsiz ve kendimizle baş başa kalmamak için ne kadar büyük bir çaba sarf ettiğimizi görselerdi çok şaşırırlardı. Her gün halıları süpüren, bibloların tozunu alan, camları silen ev kadınları ya da aslında yıllar önce emekli olabilecek birikime sahip olmalarına rağmen haftada hâlâ altmış saat çalışan zengin iş adamları onları hayrete düşürürdü. Ama herhalde en ilginç bulacakları şey televizyon izleme alışkanlığımız olurdu. Bize neden televizyon izlediğimiz sorulduğunda vereceğimiz yanıtlar az çok belli: rahatlamak, eğlenmek, dünyada olup bitenlerden haberdar olmak için. Televizyonun bir nebzeye kadar bu işlevleri yerine getirdiği gerçek. Ancak televizyon izlemek için bu kadar zaman harcamamızın asıl nedeni, dikkatimizi kendimiz dışında toplayabileceğimiz bu kadar işlevsel bir başka araç ya da gereci bugüne kadar kimsenin icat edememiş olması.

Bu şekilde yaşamak artık bizim için o kadar olağan ki tarafsız bir gözlemci için ne kadar saçma gözükeceği aklımızın ucundan bile geçmiyor. İnsanlar neden sürekli bir şeyler yapmak zorundalar ve neden sadece var olamıyorlar? Neden haftada ortalama 25 saatlerini bir odanın içinde, hareket eden bir takım imgeler gösteren bir kutuya bakarak geçiriyorlar? Ve neden geri kalan vakitlerinde sürekli meşgul olmak için ellerinden geleni yapıyorlar?

Sanki kendimizden korkuyoruz ve ruhsal dünyamızla yüzleşmek istemiyoruz. Bu korku elbette yersiz değil. Hayatta öyle anlar var ki gerçekten de kendimiz dışında bir şeyler düşünmek çok zorlaşıyor ve bu canımızı yakıyor. İşsizlik, bu yüzden insanların umutsuzluğa kapılıp depresyona girmesine neden oluyor. Psikolojik çalışmalar işsiz insanların daha çok depresyona girdiğini, daha çok intihar ettiğini, alkolik ya da bağımlı olduğunu, hastalandığını ve öldüğünü ortaya koydu.32 Emekliler de benzer sorunlarla karşı karşıyalar. Yapılan araştırmalar emekli olduktan sonra insanların ilk önce kendilerini özgür hissettiğini gösteriyor. Ancak kısa süren bu “balayı” devresinin ardından hayal kırıklığı geliyor. İnsan kendisini boşta hissediyor, kendisine olan saygısını yitiriyor ve depresyona giriyor.33

Elbette bütün bu sorunların birçok nedeni olabilir. Sosyal temas ve onaydan yoksun kalmak veya maddi güçlüğe girmek gibi. Ancak asıl neden basitçe şöyle görünüyor: insanın boşta kalması. Yani işsiz ya da emekli olduğumuzda, çalışırken her gün bizi bir şekilde meşgul eden o sekiz ya da dokuz saatten yoksun kalmamız. Dikkatimizi cezbeden dışsal etkenler olmayınca odağımız kendimize dönüyor ve içimizde müthiş bir uyumsuzluk ve tatminsizlikle yüzleşiyoruz. Pop müzik ya da film yıldızları, genelde her günü belirlenmiş bir yaşam sürmedikleri ve bir anda servet sahibi olunca sonrasında artık düzenli çalışmaya ihtiyaç duymadıkları için uyuşturucu bağımlılığı ya da diğer psikolojik sorunlara muhtemelen daha yatkın oluyorlar. Tüm servet ve şöhretlerine rağmen, en az diğer insanlar kadar onlar da eylemsizlikten olumsuz etkileniyorlar.

Benzer şekilde, Amerikalı psikolog Mihayl Csikszentmihayli’nin çalışmaları da yalnız yaşayan insanlar için haftanın en mutsuz ânının pazar sabahı olduğunu gösteriyor.34 Bu, Freud’dan beri birçok psikoloğun, sinir krizlerinin genelde Pazar sabahı geçirildiğini gösteren ilginç gözlemleriyle de uyuşuyor. Bunun nedeni pazar sabahlarının haftanın rutini içerisinde en hareketsiz geçen zaman dilimi olması. Dolayısıyla dikkatimizi kendimiz dışında bir yerde toplamamız güçleşiyor. Csikszentmihayli’nin de yazdığı gibi, “kendinden başka dikkatini çeken bir şey olmayınca [insanlar] kararsız kalıyor. Haftanın geri kalanı bir rutinle geçiyor… Ama pazar sabahı, kahvaltı edip gazete okumaktan başka insan ne yapabilir ki?”35

Sahip Olma Çılgınlığı

Dünya dışı varlıkların kafası muhtemelen Walt Whitman’ın deyişiyle “sahip olma çılgınlığına” kapılmış halimizi -yani çoğumuzun ihtiyaç bile duymadığı ve bize hiçbir faydası dokunmayacak eşyaları elde etmek için yaşamımızın en büyük zamanını ayırdığımızı- görünce de epey karışırdı. İnsanlar neden yeni giysiler, mücevherler, arabalar, antika eşyalar, süs eşyaları, mobilyalar satın almak konusunda bu kadar takıntılılar? Üstelik bunlardan ellerinde zaten yeterince varken ve hatta çoğunu aslında hemen hemen hiç kullanmıyorken. Neden büyük ve lüks evlerde yaşamak, en son model arabaları kullanmak, en pahalı mobilyalarda oturmak istiyoruz? Neden daha küçük ev ve arabalar ya da daha sade mobilyalar aslında daha kullanışlıyken bunlarla yetinemiyoruz? İleriki sayfalarda da göreceğimiz gibi, Amerikan Yerlileri de Avrupalıların ruhsal dünyasının bu özelliği karşısında hayrete düşmüştü. Oturan Boğa’nın dediği gibi:

Beyaz Adam her şeyi yapmasını biliyor, ama ürettiklerini nasıl dağıtacağı hakkında hiçbir fikri yok. Sahip olma tutkusu onlarda bir hastalık halini almış. Zaten yönetimde olanlara maddi destek olmak için fakirlerden vergi topluyorlar. Toprak anayı sadece kendilerinin zannederek komşularını dışlıyorlar.36

Benzer bir şekilde, yine tarafsız bir gözlemci “başarılı” olmanın ya da başkaları tarafından takdir ve saygı görmenin çoğumuz için bu kadar fazla önem taşımasına şaşırabilirdi. Bazılarımız, sonunda “özel ve önemli” kişiler olacaklarını umarak tüm vakit ve enerjisini kariyerlerinde ilerlemeye adıyor. Bazılarımızsa hayatlarının daha tatmin edici olacağını ümit ederek ünlü bir pop ya da televizyon yıldızı olmak istiyor. Bazılarımız ise belli bir tarzda giyinip; gösterişli arabalar, pahalı mücevherler, en son moda mobilyalar ya da ev aletleri gibi belli eşyalara sahip olup; popüler restoranlar ya da klüpler gibi belli yerlere gidip belli bir şekilde hareket ederek başkalarında hayranlık uyandırmaya çalışıyor. Bu durumu gören dünya dışı varlıklar muhtemelen kendilerine şu soruyu sorarlardı: İnsanlar neden oldukları gibi var olmaktan memnun değiller? Neden sadece yaşamlarını her yeni gün sürdürdükleri, hayatta kalmayı başardıkları için kendilerini kutlamayıp, dünyada hep başka bir yere “varmak” ve herkesi kendilerine hayran bırakmak zorunda olduklarını hissediyorlar?

Hiç değilse sahip olduklarımız ve toplumsal mevkiimiz bizi tatmin etseydi bu anlattıklarım çok da büyük bir sorun olmazdı. Ancak çoğu insan, hayatından memnun değil ve sürekli daha fazlasını istiyor. Yeni bir ev ya da araba bizi bir süre oyalıyor, ama ardından memnuniyetsizlik yeniden ufukta beliriyor ve daha iyi bir ev ve araba istemeye başlıyoruz. Çalıştığımız şirketin müdürü olduğumuzda, ilk romanımız yayınlandığında ya da bestelediğimiz şarkı radyoda çaldığında kısa bir süre mutlu olabiliriz. Ancak egomuzu tatmin ettiğimiz bu anlar oldukça kısa sürüyor ve ardından yeni bir başarı arayışı geliyor.

Bu kısır döngü hayatın başka alanlarında da mevcut. Çoğumuz hiç dinmeyen bir değişiklik arayışı içerisindeyiz -daha iyi bir iş, yeni bir eş, başka bir mahallede başka bir ev, farklı mobilyalar, dış görünüşümüzü iyileştirmek gibi. Ancak bu arzularımızı gerçekleştirdiğimiz anda yerine bir yenisi geliyor.

İnsanların derdi ne? Adeta psikolojik bir uyumsuzluktan mustaribiz. Bu, bize sürekli işkence eden bir memnuniyetsizlik. Aslında hepimiz van Gogh ya da Friedrich Nietzsche gibi rahatsız ruhlara sahibiz. Yeteneklerimizin bedelini psikolojik dengesizlik ve karmaşalarla ödüyoruz. Filozof ve yazarların, insanların doğuştan mutsuz olduğu sonucuna varmış olması hiç de şaşırtıcı değil. Doktor Johnson’ın da dediği gibi, “insan mutlu olmak için dünyaya gelmiyor.”37 Aslında Buda’nın “hayat acı çekmektir” sözü de savaşlar ya da toplumsal baskılardan ziyade tam da bu ruhsal acı çekmeye gönderme yapıyor (Budist bir metin olan Dhammapada’da şöyle yazar: “Bir düşman başka bir düşmana zarar verebilir, nefret duyan bir insan başka bir insanın canını yakabilir; ama yanlış yönlendirilmiş akıl, insana çok daha büyük bir zarar verir”38). Bu ruhsal ıstırap, hayattan hoşnut olmamamıza ve ölümden sonraki hayat fikrine sarılarak teselli bulmamıza yol açmış olabilir. Eğer mutlu olsaydık kendimizle barışık olur, sadece var olabilir ve dikkatimizi başka varlıklara odaklayarak dağıtma ihtiyacı hissetmezdik. Pascal’ın da dediği gibi, “Eğer gerçekten mutlu olsaydık onu düşünmemek için başka arayışlar içerisine girmezdik.”39 Benzer bir şekilde eğer gerçekten mutlu olsaydık, iyi hissetmek ve ruhsal huzursuzluğumuzu telafi etmek adına birtakım dışsal şeylerin -mal mülk ve toplumsal mevki gibi- peşinden koşmaz ve gerçekten ihtiyaç duyduklarımız dışında bir şey istemezdik.

Sorunların Kökeni

Yukarıda saydığımız sorunlar kesinlikle bunlarla sınırlı değil. Daha sonra da göreceğimiz gibi, verdiğim üç örnek dışında toplumsal ıstırabın başka çeşitleri de mevcut: Örneğin, tarihin son birkaç binyılında insan bedenine ve cinselliğe karşı gösterdiğimiz düşmanca suçluluk duygusu ve doğadan yabancılaşma -ve ona hükmetme arzusu- gibi. Doğaya karşı bu olumsuz tavrımızdan kaynaklanan ve belki de insanlıkla ilgili yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun en ikna edici kanıtı olan devasa bir soruna henüz değinmedim bile: çevreye verdiğimiz zarar. Burada ayrıntıya girmeyeceğim çünkü maalesef aslında hepimiz bu durumun umutsuzluğa kapılacak kadar farkındayız. Belki de tarafsız bir gözlemciye en mantık dışı gözükecek şey de, gezegenimizdeki yaşam döngüsüne verdiğimiz zarar ve onu yavaş yavaş tamamen yok etmeye doğru gidişimizdir.

Peki, tüm bunlara ne sebep oldu? İnsanın doğuştan vahşi, sadist ve hoşnutsuz olduğunu mu varsaymalıyız? Yani, savaşı ve ataerkilliği cinsel ve doğal seçilimin sonucu olarak gören evrimsel psikolojinin ve savaşın ve ataerkilliğin hormonlardan ve beynimizdeki kimyasallardan kaynaklandığını öne süren bilim insanlarının iddia ettiği gibi, yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Ya da dünya üzerindeki birçok kültürün inandığı “Çöküş” miti gibi, nispeten daha ahenkli ve bu sorunlardan uzak bir dünya bir zamanlar vardı da sonra müthiş bir değişim yaşandı ve biz o ahengin dışına “düşerek” kendimizi toplumsal kaos ve ruhsal kargaşanın içinde mi bulduk?

Bu kitabı yazmaktaki amacım, bu son senaryonun doğru olduğunu ve tarihteki bir dönüm noktası sonrasında insanlıkla ilgili bir şeylerin yanlış gitmeye başladığını göstermek. En ilginci de ilk bakışta birbirinden bağımsız gözükseler bile bu bölümde bahsettiğim bütün sorunların (özellikle toplumsal ve psikolojik olanların) izini sürdüğümüzde aynı kökene varmamızın mümkün olması. Bu iddia yaratıcılık, deha, teknolojik ve bilimsel yeteneklerimiz gibi olumlu yanlarımız için de geçerli. İnsan ırkının artı ve eksileri, aynı olgunun olumlu ve olumsuz sonuçları: yani, Çöküş’ün ya da daha kesin konuşmak gerekirse-Ego Patlaması’nın.

2

Çöküş-Öncesi Dönem

TOPLUMSAL VE PSİKOLOJİK sorunlarımız hakkında aklımızda tutmamız gereken en önemli nokta, bir önceki bölümde belirtmeye çalıştığım gibi, bu sorunların ezelden beri insan yaşamının bir parçası olup olmadığı. Tam aksine, sorunların ortaya çıkışı, eğer bütün insanlık tarihini göz önünde bulunduracak olursak, aslında oldukça yeni bir gelişme.

Yaklaşık MÖ 8000’e kadar insanlık yüzbinlerce yıl boyunca avcı-toplayıcı olarak yaşadı; yani, vahşi hayvanları avlayarak (erkeklerin görevi) ya da yabani ot, kabuklu yemiş, meyve ve sebze toplayarak (kadınların görevi) hayatta kaldı. Avcı-toplayıcı gruplar küçük (sayıları genellikle birkaç düzineyi aşmıyordu) ve göçebeydiler. Bir bölgedeki yiyecek kaynakları azalmaya başladığında, yani birkaç haftada ya da bir iki ayda bir yer değiştiriyorlardı. Aynı zamanda (en azından günümüzdeki avcı-toplayıcılara kıyasla) oldukça değişkendiler, yani üyeleri sık sık değişiyordu. Antropologlar Lee, DeVero40 ve Turnbull41’un da öne sürdüğü gibi, günümüzdeki avcı-toplayıcı gruplar da birbirleriyle iletişim ve etkileşim içerisindeler. Birbirlerini ziyaret ediyor, birbirleriyle evleniyor ve üye değiş tokuşu yapıyorlar. Bilim insanları bu topluluklarda yiyeceklerin çoğunu erkeklerin karşıladığını varsayagelmişti. Muhtemelen içinde yaşadığımız modern toplumda evi geçindiren kişinin erkek olduğu düşünüldüğü için. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar (ve Avustralya Aborijinleri gibi günümüzde hâlâ varlığını sürdüren avcı-toplayıcı gruplar hakkında yapılan gözlemler), aslında kadınların yiyeceklerin % 80-90’ını sağladığını ortaya koydu. Hatta bu nedenle bazı antropologlar bu insanlara toplayıcı-avcı denmesini bile önerdi.42

Tarihöncesi döneme ilişkin bir diğer varsayımımız da o zamanlar günlerin çok zor ve sıkıcı geçtiği, hayatın baştan sona güçlükler ve ıstırapla dolu olduğudur. Avcı-toplayıcıların hayatının bazı açılardan çok zorlu olduğu doğru; ömürlerinin kısa sürmesi, vahşi hayvanlar tarafından saldırıya uğrama tehlikesi, doğa şartları ve hastalıklar karşısında korunmasızlık gibi. Ancak diğer yandan, modern zamanlara kıyasla yaşamları oldukça basitti. Antropologlar avcı-toplayıcıların zamanlarını nasıl kullandıklarını sistemli bir şekilde incelediklerinde gördüler ki onlar yemek aramaya bütün vakitlerini değil, sadece haftada on iki ila yirmi saat arası bir vakit ayırıyorlardı; yani modern dünyadaki çalışma saatlerinin yarısı ila üçte biri! Tam da bu nedenle antropolog Marshall Sahlins, avcı-toplayıcılara “tarihteki ilk refah toplumu” yakıştırmasını yaptı. Aynı adı verdiği ünlü makalesinde toplayıcılar için “yemek arayışı o kadar başarılı geçiyordu ki insanlar zamanlarının yarısında ne yapacağını bilemiyordu”43 diye yazdı. Christopher Ryan ise Thomas Hobbes’un hayatı “çirkin, vahşi ve kısa” olarak tanımlamasına karşı çıkarak, “yaşam Buzul Çağı’nda (yani, MÖ 1.8 milyon ile 10.000 arasında), günümüzdeki ve Hobbes’un iddia ettiği türde yaşamların aksine- stresten uzak, sosyal, barışsever ve hayat doluydu,”44 dedi. Benzer bir şekilde, Robert Lawlor da hâlâ avcı-toplayıcı olarak yaşayan Avusturyalı Aborijinler’in günde sadece dört saat yemek aradığını ve günün geri kalan kısmında müzik ve sanatla ilgilendiklerini, hikâye anlattıklarını ya da aileleri ve arkadaşlarıyla vakit geçirdiklerini belirtiyor.45

bannerbanner