
Полная версия:
Araba Sevdası
Bihruz Bey’in istifadesi bu kadarla da kalmayacaktı: Henüz birinci kısmı meydana gelebilen bu güzel romanın ikinci, üçüncü ve daha sonraki bölümlerini istediği gibi tamamlayabilmek için ne türlü entrig’lere,118 ne gibi tedbirlere başvurmak gerektiğini Mösyö Piyer’in bu konudaki nazari bilgilerinden ve geniş tecrübelerinden faydalanarak öğrenecekti… Fakat par malör119 ihtiyar öğretmenin bu akşam tersliği tutmuştu… Bu sevda meselesinin nerelere varacağına dair kendisinden bir fikir almak şöyle dursun ön sözünden bile bahsetmeye imkân bulunamadı…
Öte yandan Mösyö Piyer de öğrencisine karşı gösterdiği bu sert muamelede pek o kadar haksız değildi… Herif, Süveyş Kanalı gibi ciddi ve derin bir bahsin içinde yuvarlanıp uğraşır, meselenin önemini karşısındakine de anlatabilmek için çırpınır, söylenip dururken bu avare oğlanın, münasebetsiz Mehmet Efendi gibi, damdan düşercesine, “Parlon damur sil vu ple!”120 deyivermesi ve bilhassa kendisinin, “Dö kel amur vule vu kö jö parl?”121 deyip anlamamazlıktan gelmesi üzerine de hiç sıkılmaksızın: “Dö lamur dö fam!”122 diye galiz bir cevap vermesi affolunur münasebetsizliklerden, yenir yutulur herzelerden değildi…
Hâlbuki Bihruz Bey, yaptığı münasebetsizliğin önemini, devirdiği çamın büyüklüğünü kavrayamadığı için, bilakis öğretmeninin bu davranışını yersiz ve manasız bulmuş; ihtiyarın yaratılışındaki sinirliliğin normal bir sonucu saymış ve bu kötü tesadüfü, fatalite’nin123 garip bir cilvesi diye karşılamıştı… Bu konuda daha fazla konuşmayı lüzumsuz ve faydasız görerek sustu. Zaten yemek gürültüsü de sona ermişti. Meyveyi beklemeyerek sofradan kalktı. Öğretmen de ayağa kalkmıştı. Bihruz Bey, “Pardon, Mösyö Piyer…” dedi. “Biraz rahatsızım da… Başım çatlayacak gibi ağrıyor… Müsaadenizle içeri gideceğim… Siz yarın sabah belki erken inmiş olursunuz… O hâlde a mardi, nes pa?”124
“Nasıl isterseniz…”
“Bonsuar, mösyö!”
“Bonsuar, çocuğum… Allah rahatlık versin…”
4
Zavallı Bihruz Bey şu dakikada gerçekten büyük bir ızdırap içindeydi. Gündüzün saat 9.00’dan beri125 dimağının aşırı derecede çalışmasından, kalbinin nöbet nöbet şiddetli heyecanlara tutulmasından biçarenin sinirleri de bozulmuştu. Odasında yalnız başına bir hayli düşünerek yapacağı şeyi kararlaştırdıktan sonra sinirleri biraz yatışır gibi olmuş ve Mösyö Piyer’den alacağı kıymetli öğütler sayesinde daha da yatışacağı ümidi ile sofraya oturmuştu… Fakat evdeki pazar çarşıya uymadı… İhtiyar öğretmeninden gördüğü şiddetli muamele sinirlerini yeniden altüst etmişti. Başı çatlayacak derecede ağrıyordu. Gerçekten dinlenmeye muhtaçtı.
Sofradan kalkınca salona dahi uğramaksızın hemen harem dairesine geçerek doğruca yatak odasına gitti. Kendisini soymak için gelen dadı kalfayı da “Başım çok ağrıyor, yatacağım. Bugün fazla dolaştım, yoruldum da… Annem beni soracak olursa ‘Yarın erken gidecekmiş, yattı.’ deyiverirsin.” diye savdıktan ve oda kapısını da içeriden sürmeledikten sonra kendisini hemen yatağına attı. Dört beş saat yatağın içinde bir taraftan bir tarafa döne döne nihayet gözlerini kapayabildi.
Bihruz Bey yemek odasından çıkar çıkmaz Mösyö Piyer’in yüz otuz altı frank, elli santim aylığını, altı Osmanlı lirası olarak, uşaklardan biri kendisine getirdi. Bu yumuşak yüzlü, tatlı dilli, iyiliksever dostlar Mösyö Piyer’e bu defa kim bilir ne acı sözler söyledi ki sakin sakin biraz düşündükten sonra, zavallı ihtiyarın, henüz ısırdığı bir akça armudunu ezmeye uğraşan dişsiz ağzından gayriihtiyari “Lakin bazen ben de münasebetsizlik ediyorum!.. Zavallı çocuğu fena hırpaladım… Şuna gelecek salı, kadın aşkına dair güzel bir eser getirip gönlünü alayım…” sözleri dökülüverdi…
Koca profesör! Gelecek salı akşamı öğrencisine, cildi altın yaldızlı bir “Contes de Boccace”126 hediye etmeyi kararlaştırmıştı. Bu şefkatli niyet üzerine Bihruz Bey’e dair artık hiçbir endişesi kalmadı. Önündeki Bordo şişesine uzandı, kadehini doldurdu, kendi sağlığına içip sofradan kalktı. Bihruz Bey’in evvelce büfe kenarına bıraktığı yarım puroyu kendisinin zannıyla yakaladı; lambadan yaktıktan sonra gazetelerini aldı; bir tarafa çekildi; yine rahat rahat okumaya koyuldu.
Öte tarafta Bihruz Bey uykuya dalar dalmaz gündüzki olaylar, kapalı gözlerinin önünde, karmakarışık bir şekilde canlanıyor, sofra başındaki konuşmalar, kaynayan beyninin içinde, rabıtasız bir hâlde çın çın ötüyordu… Yarı uyanık, yarı uykuda rüya görüyordu: İşte Periveş Hanım’ın landosu İstavroz’un127 üzerinden Beylerbeyi’ne doğru yokuş aşağı öyle bir gidiş gidiyor, daha doğrusu öyle bir uçuyor ki tekerlekleri sanki yere değmiyor… Landoyu çekenler ise beygire asla benzemeyen iki acayip yaratık… Bunları kullanan, parlak düğmeli mahut koşe değil, Keşfi hergelesinin ta kendisi… Bihruz Bey yağız bir ata binmiş, landoyu takip ediyor fakat bir türlü yetişemiyor; atı kırbaçlıyor, sürüyor, koşturuyor, tam landoya yetişeceği sırada hayvan bu defa geri geri gitmeye başlıyor… Fena hâlde sinirlenen delikanlı başını çevirip bakınca bir de ne görsün: Öğretmeninin karısı Madam Piyer olması gereken ihtiyar bir kadın, atın kuyruğuna yapışmış, hayvanı geri geri çekmiyor mu?.. O aralık Mösyö Piyer de etekleri yerlere sürünür derecede uzun bir rob dö şambr128 giymiş, başında renk renk tüylerle süslü bir kadın şapkası, koltuklarının altında da birer Bordo şişesi bulunduğu hâlde, birdenbire meydana çıkıyor ve biteviye sıçrayıp haykırıyor:
“Kes köse kö lamur? Se tön tambur! Se tön tambur!.. Me mon şer kavaliye! Javu anfen kö lö bo seks vo miyö kön lapen!”129
Mösyö Piyer’in sıçrayıp haykırmasından atlar ürküyor, lando devriliyor… Landonun içinden bir çift kaplumbağa ile bir de fino köpeği çıkıyor… Derken, bindiği yağız at, kendisini boşlukta bırakarak altından sıyrılıyor ve havalanıp uçmaya başlıyor… Öte tarafta kaplumbağalar dans ederken fino köpeği de “Belle Hélène” operasından okuduğu bir parçanın ahengine uyarak yerden yükselmeye başlıyor…
Bunlara benzer daha bir sürü acayip şeyler… Garip garip şekiller…
Zavallı Bihruz Bey gördüğü bu rahatsız edici karmakarışık rüyadan sıkılıyor, terliyor fakat uykudan gözlerini bir türlü açamıyordu… Hele sabaha karşı dadı kalfanın da kapısına vurarak “Beyim, nasıl oldun?.. Başının ağrısı geçti mi?..” diye seslenmesi delikanlıyı uykusundan sıçratmıştı. Hemen yatağından fırladı. Pencerelerden birini açtı. Kapıya doğruldu. Dadı kalfa ile bir şeyler konuştuktan sonra “lavabo”da elini yüzünü uzun uzadıya yıkayıp kurulandı. Sonra tekrar geldi; açık pencerenin önünde, bahçeye karşı oturdu. Yine derin düşüncelere dalmıştı… Düşündüğü şeyler, gerçi o gece rüyasında gördüğü kadar biçimsiz, garip ve münasebetsiz değilse de hemen onlar kadar karışık, onlar gibi ipe sapa gelmez şeylerdi…
Sabahın bu ilk saatlerinde Büyük Çamlıca dağından kopup kendisine kadar gelen taze ve saf havayı doya doya teneffüs ettikçe yorgun vücuduna bir zindelik, ağrıyan başına bir hafiflik geliyordu… Sinirlerindeki gerginlik de geçmişti… Bu aralık iki rafadan yumurta, bir parça taze tereyağı ile büyücek bir fincan içinde sütlü kahveden, iki ufak dilim de francaladan ibaret olmak üzere, dadı kalfanın getirdiği kahvaltıyı oldukça iştahla yiyip sütlü kahvesini de içtikten sonra bir puro tellendirdi. Beş altı nefes çektikten sonra hemen giyindi, selamlığa geçti…
Mösyö Piyer sabah erkenden çıkıp gitmişti. Bunu haber alınca sabah sabah yine bir sürü nasihat dinlemekten kurtulduğu için sevinerek doğruca odasına gitti. Kütüphanesinin önüne oturdu. Raflardaki irili ufaklı, ciltli ciltsiz, yaldızlı yaldızsız kitaplara camın arkasından şöyle bir göz gezdirdikten sonra kütüphanenin kapağını açtı. İki cilt kitap aldı. Orta yerdeki yeşil çuha örtülü masanın üzerine koydu; kendisi de bir iskemle çekti, masanın yanına geçip oturdu.
5
Bihruz Bey’in kütüphaneden aldığı iki ciltten biri Jan Jak Ruso’nun130 âşıkane mektuplardan ibaret “Nouvelle Héloise” adlı eseri, diğeri de “Secrétaire des Amants”131 namında ufak bir kitaptı.
Bihruz Bey, parlak, kolalı Frenk gömleğinden “Terzi Mir” markalı hafif ve zarif pardösüsüne kadar üstünde bulunan ne kadar yakalı şey varsa her birisiyle başka başka yakasını, fena hâlde tutulduğu o sarışın yosmanın pençesine teslim etmeye pek hevesliydi. Bu konuda Mösyö Piyer Cenapları’ndan gerçi faydalı bir öğüt alamamışsa da bu yüzden cesareti kırılarak azminden ve kararından dönecek değildi. Gelecek cuma günü Periveş Hanım’a sunulmak üzere, mükemmel ve sitemli bir aşk mektubu yazmayı kesin olarak kararlaştırmış bulunuyordu…
Fakat kendi fikrince Periveş Hanım gibi nobl132 bir aileye mensup, mükemmel terbiye görmüş bir nazenine sunulan aşk mektubunda yer alacak sözlerin ve santiman’ların133 da her bakımdan nobl olması gerekti. Bunu sağlamak için de Fransızca o yolda yazılmış şeylere başvurmak zaruri idi.
Bu düşünceyle beyefendi önce “Nouvelle Héloise”i açtı. Ötesinden berisinden biraz okudu fakat pek anlayamadı… Çünkü kitaptaki ifade pek çetin ve o cümlelerde gizlenen fikirler son derece filozofik134 idi. Kitabı karıştırdı, tekrar tekrar karıştırdı. Nihayet kolay sandığı ve şurasında burasında biraz değişiklik yapmakla kendi durumuna ve mevkisine uyar gibi gördüğü birinci mektubu ele aldı; gereken yerlerini değiştirerek Türkçeye çevirmeye başladı. Fakat baktı ki olacak gibi değil… Yalnız baş taraflarından birkaç cümlesini almakla yetindi. Diğer yerlerini de kendi karihasından çıkararak ıkına sıkına aşağıdaki mektubu yazabildi:
Ah! Güzel Hanımefendi!
Sizden kaçmalıyım. Evet efendim! Burasını pek iyi hissediyorum. O kadarcık bile durup size bakmamalıydım. Yahut sizi hiç görmemeliydim. Lakin bugünkü gün ne yapmalı? Kendimi nasıl idare etmeli? Bakınız hâlime de biçare âşığınıza bir konsey 135 veriniz!
Bilirsiniz ki bendeniz parka kendi arzumla girmedim; bayıltıcı bakışlarınızın davetiyle girdim. Yer aynalarını bile hayran eden güzelliğinizi yakından gördüm; çıldırdım. Evet! Sizden ayrıldıktan sonra parkın öbür kapısından âdeta mezon de zalyene’den 136 kurtulmuş gibi çılgın çıktım! Bunun üzerinde zat-ı ismetanelerini temin edebilirim.
Ah! O moman’da 137 ne kadar örö,138 ne kadar da malörö139 idim. Nobles140 derecenizi tarif etmeye yeter bir kalifikatif141 bulmaktan âciz kalmıştım. Yüksek şahsınıza sunmaya cesaret ettiğim o fakir jeranyom’u142 par jantiyes143 kabul buyurdunuz da o güzel korsaj’ınızda144 ona yer bile verdiniz… Ah! O fane145 çiçeğin bahtiyarlığına haset!.. Her biri bir cihana bedel olan iltifatlarınız onunla da kalmadı. Lakin kendime emportans146 vermiş olmaktan korkarım; bunları tekrar etmekten çekinirim. Her ne kadar bazı talan’lar147 kültive148 ettirmese de zat-ı ismetanelerine layık olmadığımı itiraf ile kendimi bahtiyar sayarım!
Hem de malörö idim demiştim. Çünkü ah, sizden şikâyet etmeklik dahi cinayettir! Lakin “Kulda kusur çok olur, affeder efendisi!” kavramınca kulunuzun bu kabahatini affetmekliğinizi alicenaplığınızdan umarım. “Gelecek cuma günü yine buraya gelelim.” buyurduğunuzda “Saat kaçta?” diye sordumsa da cevaba her nedense tenezzül buyurulmadı. Bunun sebebini, mümkünü yok keşfedemedim; birdenbire gözünüzden düşüvermiş olmaklık için ne kusur etmiş olduğumu bilemiyorum. Ve bahusus parktan çıkıp da acele landonuza atlayışınız ve giderken küçücük bir iltifatınızı bin canla bekleyen şu biçare âşığınıza bir “Adiyö!” bile demekliğe tenezzül buyurmayışınız!.. Artık bu ensült’lerin 149 yüreğimde açtığı kanlı yaraların acısı ebediyete kadar sürecektir.
Evet! Bunlar benim kendi hatalı davranışımın cezasıdır. Sizi gördüğüm zaman güzel yüzünüze -Oh! Kel divin bote kö vuzet!- 150 bakmaya cesaret etmemeli, yüreğimi sevda pençenize kaptırmamalıydım. Bununla beraber cesaretimin cezasını çekmekliğe koşa koşa can attığımdan size hiç bahsetmemeliyim. Bunun vereceği plezir151 de başka bir lezzettir! Bununla beraber sizi her gün görüyorum. O güzel, o şık, o zarif landonuza bir ren152 gibi kurulup hayalimin “park”ında dolaşıyor ve yüreğimi üzüyorsunuz! Lakin görüyorum ki siz bunu düşünmeyerek masumca yapıyorsunuz. Ve bendenizin elemlerimi ağırlatıyorsunuz. Lakin kulunuz ümitsiz mi kalacağım? Sizden kendimi çekmeklik için sevdanızdan gönlümü almaklık benim elimde midir? Küçük hanımefendi, bendeniz yalnız bir çare görüyorum bu ambara’dan153 çıkmaklık için ki sonra arz ederim. Şimdilik zat-ı ismetanelerinden istirhamım budur ki bu mektubuma her ne şekilde olursa olsun bir iki satırlık cevap yazmaklığınızı rica ederim. Cevabı kendim almak için pazar günü saat sekizden on bir buçuğa kadar Büyük Çamlıca’da teşrifinizi beklerim.
O kadar güzel bir vücudun içindeki yürek taş olabilir mi?.. Artık merhametinize sığınırım… Mektubum yüksek şahsınıza layık değilse de bu husustaki kusurlarımın affını istirham ederek kendimi bahtiyar sayarım. Her hâlde ferman efendimizindir…
6
Bihruz Bey aşk mektubunu bu suretle meydana çıkardıktan sonra bir iki defa okudu. Baş tarafındaki bir cümleyi, ortalarındaki bir iki lakırtıyı, “Nouvelle Heloise”den aynen aşırmış olduğu için fena bulmadı. Kendi kafasının mahsulü olan sözlerden “Sebebini mümkünü yok keşfedemedim.” cümlesindeki manalı söyleyişi beğendiyse de mektubun ansambl’ını154 pek komün,155 ziyadesiyle fad,156 aşırı ensipid157 bulduğundan temize çekip sevgilisine sunmayı uygun görmedi. O zaman mektubun yazılışındaki yavanlığı, kendi ana dilindeki bilgisizliğine değil de Türkçenin yetersizliğine yükleyerek öfkelendi, kendi kendine bir hayli söylendi. Sonra tekrar “Nouvelle Héloise”i eline aldı. Sanki bir şey anlayacakmış gibi sayfalarını karıştırdı da karıştırdı… Bundan maksadı, kitabın içinde kendi durumuna uygun, nispeten kısa, tercümesi kolay bir mektup bularak onu Türkçeye çevirmekti… Fakat ne kadar aradıysa da kıvırabileceği bir parça bulamayacağına aklı kesince kitabı hiddetle elinden attı. Bu defa “Secrétaire des Amants” adlı kitabı yakalayarak süzmeye başladı.
Bundaki mektuplar, hem ötekiler kadar ağır değil hem de ufak tefek değişikliklerle kendi gibi her âşığın işine gelebilecek surette tertiplenmiş şeylerdi. Bihruz Bey birçok sayfalar çevirmeye muhtaç olmaksızın rastgele gözüne çarpan bir mektubu arzusuna uygun buldu. Ortasından, fazla gördüğü bir paragrafı tamamen çıkarmak ve sonuna da kendi durumuna göre bazı sözler eklemek suretiyle, bu mektup pekâlâ işine yarayabilirdi. Büyük bir istekle kaleme, kâğıda sarıldı. Ara sıra karşılaştığı zorlukları yenebilmek için Fransızca-Türkçe muhtelif sözlüklere başvurarak aşağıdaki şaheser tercümeyi(!) zar zor becerebildi:
Küçük Hanımefendi!
İtiraf ederim. Bendeniz daima hayal ederdim ki sevda, ki bana ekseri karşı konulmaz şekiller altında ve bir okluk ile silahlı röprezante 158 olunmuş idi, gerçekten muhataralı değildir. İlle o zayıf ve romanî159 canlar için ki kuvvetli etüd’lerle160 meşgul olamazlar ve şiddetli ve sıhhi jimnastiklere kendilerini veremezler de her yerde işsiz güçsüz, tatsız tuzsuz, rahat yükü altında eğilir akıl taşırlar. Bu sizi görerek güzellikleriniz içinde natür’ün161 en sevimli işlerinden birisini admire162 ederek kendimi kandırdım ki benim fikirlerim mütecasirane163 olduğu kadar sehivli164 de imiş! Çünkü hep bendenizin mağrur safsatalarım karşı konulması muhal165 bir güzellikten, bir cazibeden beni müdafaa edemedi. Sevdaya saburâne166 karşı koymuş idim. Sevda kendi kuvvet ve kudretini dil-firib167 bir şey üzerinde kamaşmış gözlerime karşı kamilen arz-ı izhar ederek168 beni cezalandırıyor! Bundan böyle şevkli kahramanları üzerinde müellifleri istihza169 etmek haksızlığında bulunamam, mademki bizzat kulunuz bile o müelliflere itaatli bir süje170 olmak hizmetini ifa edebilir oldum! Bundan böyle elektriğe benzeyen pasyon’lar171 hakkındaki kaderden gelirler gibi görünürler ve sizi, daha doğrusu bendenizi nâgehânî172 bir derin yara ile zahimdâr eder173 şek ve şüphe etmeyeceğim… Oh! Aşk, kulunuzu artık inanmazlık ettirmeyecek derecede derin vurdu…
Evet, küçük hanım! Bir görüşte âşık olunabiliyor: O dişiye ki yalnız süratli bir gölge gibi görülmüştür. Bunun ispatı sizsiniz ey cism-i latif! 174 Mademki benim bahtımı kararlaştırmaya birkaç dakikacık kifayet etti! Filvaki175 kim karşı koyabilirdi o güzelliğe ki cümle hareketlerinizde hüküm sürüyor gibi idi? Bunların hepsi beni aldatmaya konkur176 etmiyorlar mı idi?
Aşk!.. Aşk!.. Bana bu keskin ateşleri hissettirmekliğin bilahare meprize 177 olmuş şiddetli bir pasyon’un ümitsizliği içinde terk etmek için ise beni bitirdin!178
İmdi 179 güzel hanımefendi! Bu halis ilanıaşka ne aköy180 edeceğinizi bildirmeye tenezzül ediniz veyahut daha iyisi hiç yazmayınız… Kâğıt sizin kıymetli fikirlerinizi saklamaya layık değildir. Onları gönül aldatıcı bir sakız gibi kendi hatırında cemetmeklik yumuşak ve hürmetkâr âşığınıza aittir.
İmdi hâkipay-ı ismetanelerine 181 yüzüm gözüm sürüp hâl-i perişanımı182 serbestçe arz etmeklik için merhametinize ve kulluğunuza layık bir bende-i senser183 olduğumu ispat etmek üzere münasip bir mahalde randevu ita buyurmaklığınızı istirham eder ve işbu arizamın184 cevabını almak için işbu gelecek pazar günü Büyük Çamlıca’da kâin185 gazinoda teşrifinize muntazır186 bulunacağımı arz ile hatm-i kelam eylerim.187 Her hâlde ferman zat-ı ismetanelerinindir…
Fi 21 Haziran sene 86, yevm-i perşembeÂşık-ı biçarenizM. B.7
İlk karaladığı mektuptan çok daha gülünç, çok daha acayip, ipe sapa gelmez ve bir yeri bir yerini tutmaz bu deli saçmalarını büyük bir dikkatle okudu… Doğrusu mükemmel döktürmüştü… Biraz fazlaca alafranga düşmüş olmasından başka hiçbir kusur bulamadı. Bu kusur ise sunulacak kadının alafrangalığına göre mükemmeliyete delalet edecek bir hâl idi. Sarışın sevgiliye sunulacak aşk mektubunun müsveddesi böylece hazırlandıktan sonra beyefendinin neşesine payan yoktu. Kâh ıslık çalarak kâh “lel lele lel lele, lel lele lel lel” diye “Belle Hélène”den bir hava tutturarak odanın içinde dolaşmaya başladı. Sonra yazı masasının önüne oturup çekmelerden birini açtı. Kenarı yaldızlı, bir ucunda goncalı pembe bir gül resmi bulunan mis kokulu bir kâğıtla bir de zarf çıkardı. Blond’u büyüleyecek, mest edecek olan bu aşk mektubunu büyük bir dikkatle temize çekti. O zaman bu mektuba güzel bir poezi188 veya bir kuple189 iliştirmeyi düşündü. Biraz önce “Secrétaire des Amants”ı karıştırırken gözüne ilişen şiirlerden bazılarını tekrar okudu. İçinden bir tanesini pek beğendi. Bu şiir, ismi bilinmeyen bir kadın için yazılmış üç kuple’den ibaret bir şanson190 idi. Bihruz Bey, henüz adını öğrenemediği sevgilisine bu şiiri sunmayı pek uygun buluyordu. Lakin bunu aynen yazmayı, belki bilinir diye istemedi. An ver191 tercümeye Türkçenin elverişsizliğini, an proz192 tercümede ise çekici bir güzellik olamayacağını düşündü. Bununla beraber kuple’lerin içindeki o güzel fikirlerin, o ince duyguların Türkçeye çevrilince nasıl olacağını anlamak için şöylece tercüme ediverdi:
Gül adını veririmO dişiye ki benim aklımı bulandırırEğer kelime şeyi resmetmeye borçlu iseO dişinin bu dilber ismi almaya hakkı vardır,Bir gül gibi.Bir gül gibi,Beni kendisine doğru çektiğinden beriYüreğim hiç durmayarak vuruyor.Onu koklamaktan yanıyorumBir gül gibi.Bir gül gibi,Düşünmeksizin mest eder;Sebep olduğu santiman 193O santiman’lardan değildir ki geçtiği görülürBir gül gibi.Bu tercüme fena değildi. Lakin bey bunu sunmaya değer bulmadı. Çünkü poezi’nin aslını gözünün önünden uzaklaştırdığı gibi tercümesinden hiçbir şey anlayamıyordu. Hele:
Kelime şeyi resmetmeye borçlu ise.
cümlesinden, evvela bu şiiri yazan şair-i Fransavînin,194 ondan sonra da tercüme edenin kastettiği manayı bulup çıkarmak son derece imkânsızdı. Bundan başka, “gül” denilen bir çiçeğin insanlar gibi düşünmek özelliği bulunduğuna dair “Langage des Fleurs”de,195 “Histoire Naturelle”de196 bir bahse rastlamadığı gibi Mösyö Piyer’den de şimdiye kadar böyle bir şey işitmediğinden şiirin bu sözünde bir rezon197 bulamıyordu.
Böyle sözleri anlayabilmek için şair olmak gerektiğini düşündü ve kendisinin de bir şair olmadığına bir aralık üzülür gibi olduysa da bu santiman’ı pek uzun sürmedi:
“Tu le poet son fu!” 198
diyerek bu yoksunluğunun da tesellisini buldu. Fakat yazdığı aşk mektubuna bir de şiir ilave ederse sevgilisinin üzerinde yapacağı etki daha kuvvetli olacaktı. Bu arzudan da bir türlü vazgeçemiyordu. Yine kendi kendine söylenmeye başladı:
“Ah! Türklerde adam gibi bir şair gelmemiş ki… Yalnız Vâsıf199 isminde birisi şansonet’te200 epeyce ün kazanmışsa da onun yazdığı şeylerin de birçoğu komik nevinden… Sanki Türklerin Molyer’i201 olacak… ‘Sokak Süpürgesi’ filan gibi inyobl202 lakırtıları da şiire sokmak, hem de bunu bir kadına karşı söylemek ne kadar bayağılık!.. Dün akşam bizim Mösyö Piyer de kadınlar için epeyce münasebetsiz şeyler söyledi; lakin o, sal a manje’de çok beklettiğim için canı sıkıldığından söyledi. Kes köse kö lamur? Se tön tambur, se tön tambur; Mon şer kavaliye, anfen javu kö lö bo seks vo miyö kön lapen! Amma da tuhaftı ha!.. Başında tüylü şapka, sırtında rob dö şambr, iki koltuğunda birer Bordo şişesi… Ah! Darılmayacağını bilsem şu rüyayı kendisine anlatırdım… Bizim Keşfi sırnaşığı da arabacı olmuştu!.. Ya benim yağız atın havada uçuşu!.. O kaplumbağalar da neydi… Fino köpeğinin ‘Bel Elen’i şante203 etmesi hepsinden drol!204 Lel lele lel lel… Lel lel lâ!..”
8
Bihruz Bey, Türklerde adam gibi şair yetişmediğini ve çünkü Türkçede şiir söylenemeyeceğini yine kendisi gibi alafranga bozuntusu züppe beylerden işitmiş, Enderunlu Vâsıf’ın şarkıcılıktaki maharetini ise çocukluğundan beri evlerine gelip giden okumuş hanımlardan dinleyip anlamış ve hatta şairin:
“Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol”
röfren’ini205 içine alan manzumesini yine o hanımların ağzından birçok defalar işiterek ezberlemiş, önceleri latife kabilinden saydığı bu röfren’i, alafrangalık yolundaki düşünce ve duyguları iyice kökleştikten sonra münasebetsiz görmeye başlamış ve şairi, ara sıra çalgılı gazinolarda da okuyan bir şarkıcı diye bellemişti. İlanıaşk mektubuna bir de kuple ilave etmek hevesinden ileri gelen düşünceleri arasında, geçen geceki o acayip rüyasını hatırlayıverince kuple filan hepsi zihninden uçup gitti. O kadar dalmıştı ki önce uşağı Mişel, arkasından da konağın emektarı İbiş Ağa tarafından defalarca ikaz edildiği hâlde, yemek vaktinin geciktiğini bile unutmuştu. Bu esnada kalemi bir aralık terk etmiş olan sağ eli ile yeleğinin cebindeki tek kapaklı ve “Keller” mineli “Brege” işi saati çıkarıp baktı. Vaktin hayli ilerlediğini ancak o zaman fark edebildi. Gözlerine inanamadı. Durmuş olmasın diye saati kulağına tuttu, dinledi. Saat “çıt çıt”larıyla kendisine cevap veriyordu.
İnsan örö olunca vakit nasıl çabuk geçiyor… diye düşündü. Bihruz Bey gerçekten pek mesuttu. Yine “Bel Elen”den bir hava tutturdu… Artık, yemeğin ikisini birleştirmeye, yani vakti geçmiş olan dejöne’den206 vazgeçerek dine’yi207 biraz erkence yemeye karar verdi; Mişel’i çağırıp kararını ona da bildirdi. Harem dairesine geçti. Biraz sonra elinde cildi kaba, iki ucundaki ibrişim şeritleri darmadağın bir kitapla geldi. Kitabı yazı masasının üstüne koydu. Kendi de sandalyesine geçip oturdu. Kitabı açtı, yapraklarını çabuk çabuk çevirerek göz gezdirmeye başladı. Bu kitap, Vâsıf’ın Mısır’da basılmış “Divan-ı Eş’ar”ı208 idi ki harem dairesinde daima odadan odaya dolaşır, elden ele gezerdi.209 Bu yüzden zavallı divanın kara meşinden kabaca ve yaldızsız cildi yıpranmış, yaprakları dağılmış, sayfalarının birçoğu katlanmış, birçoğunun üzerine kurşun kalemiyle, mürekkeple, okunur okunmaz, bozuk düzen birçok şarkılar, beyitler yazılmıştı.
Kitabı dadı kalfa, odadan odaya dolaşıp bir hayli aradıktan sonra bulup getirdiği zaman Bihruz Bey yüzünü buruşturarak:
“Kel vilen livr!”210 demekten kendini alamamıştı. Bununla beraber kuple sevdasından da bir türlü vazgeçemediği için kitabı mal gre bon gre211 dadı kalfanın elinden alıp getirmişti.
Baş tarafındaki sayfalara gelişigüzel göz gezdirmeye başladı. Aradığını bir türlü bulamıyor; mısraların çoğunu -anlamak şöyle dursun-doğru dürüst okuyamıyor; hecelemeye çalışıyordu. Canı sıkılıyor, ara sıra bıyık altından alaylı alaylı gülerek “Çince mi bunlar? Kel drol dö langaj!”212 diye kendi kendine söyleniyordu. Gerçekten de şairin şiirleri arasında, manasını anlamadığı için pek garibine giden sözlerden: