
Полная версия:
Beyaz Kelebekler
Sesini yükseltmeden konuştu: “Gidelim. Mercedes’ine beni bindirecen mi?”
“Tabi canım.”
O anda kırılan cam sesi onu korkuttu. Meğer bardak yere düşmüş.
Yoldan geçerken çarşı sahibinin odasına girdi. Çarşı sahibi ses çıkartmadı. Aşağıya doğru bakıyordu. Yanında duran erkek tenli kadının yüz rengi değişti.
“Sen!” dedi öfkelenerek. “Ne yapıyorsun orada! Koskoca adam değil misin?! Babamdan sonra bu işe sahip olan sen değil misin?! Çarşının girişinde bir de su içersin ha! Bundan sonra sana kim saygı duyar?”
Devran sessiz kaldı.
“Yoksa buzdolabın mı doldu?”
“Tamam, kes!” diye velveleye getiren kızının konuşmasını kesti babası. “Yeter artık! Devran, kardeşim, iyi geçinmek iyidir. Fakat bu millet senin iyiliğini anlamaz. Azıcık bağladın mı sonra vazgeçmek kolay olmaz. Hiçbir şey önemli değil. Sırğalı’nın düşündüğü tek şey, senin onurundur. Gençlerin dilekleri bir olur derler. Birbirinize destek vermelisiniz. Ben sizinle gurur duymam gerekir. Anladın mı oğlum?”
“Af buyrun efendim… Aklımı kaybettim!”
“Sen ne diyorsun?”
“Sırğalı, yeter artık! Öyleyse, Devran, benim şöyle bir planım var. Bizler çarşı açtık diye hep kendi kazanımızı kaynatmayalım. Komşu eyaletlerde, mesela Almatı’da yada Astana’da yeni alış veriş merkezleri var. Onları nasıl çalıştırdıklarını öğrenmek lazım. Sonra bir proje halinde bunu işleyelim. Şu çarşı satışı bugün vardır, yarın olacağından kim emin olabilir? Milletimize temiz hizmet vermeliyiz. Bu bizim görevimiz. Bu işi Sırğalı ile birlikte yaparsınız diye ümit ederim.”
“Tamam, abi.” Sesi kısık çıktı.
“Ne güzel işte! Hadi bakalım, bugün uçuş varsa, hemen yetişin.”
“Ne zamana kadar?” Kızı yumuşadı. “Babacığım, aciliyetimiz yok!”
“Bir ay… iki ay… üç ay… Siz bilirsiniz!”
Yine düşe kaka yürüyordu. Çarşıya doğru. Her gün olduğu gibi. Susuzluktu güçsüz bırakan…
Harfleri yutarcasına konuşan dede, yüzünde sivilceler çoğalan oğlunu haşlıyordu:
“Senin yaşındayken attan inmezdim. Okumayı beceremezsen, evlen demiştim. Komşu Kudaybergen’in kızını alalım demiştim. Şişmandır dedin… Ne olacak sanki? Sen geleceğini düşünseydin, it oğlu it!”
“Baba, konuşmuştuk ya. Keselim artık…”
“Allah belanı vermesin! Ne güzel kızdı o…”
Birkaç şehirde bulunarak aynı yatağı paylaştılar. Daha ilk teklifinde, “Ne oluyor?” diye tanıdık sesi duymuştu Devran. “Bu zenginlik tavandan düşmemiştir herhalde. Benim sayemde rahatsın Devran. Ben sana vuruldum. Ne oluyor yine?”
“Tamam işte…” dedi. “Ben de…” Pek isteksizce konuştu.
“Tamam ise, su satan sıpayı unut! Döner dönmez o kadını kov!”
“Daha neler?”
“Ne dedin sen!”
“Tamamdır!” dedim.
Ondan sonra… Üzerine bindirmeyen yılkıyı öğretiyor gibi miydi sahiden?.. Yoksa demir ustanın dükkânında külleri mi üflüyordu?.. Çarşı değil de cennet bahçesinde mi geziniyordu yoksa? İçini sarhoş olan bir his sarmıştı ki, Jarbay›dan gelen bu oğlana hiç mi hiç imkân vermemişti. Pembe günler bitmişti. Hislere kapıldığı o anlar biter bitmez, Alima’nın yanına geldi. Sıradakiler azalınca Alima gözlerini kaldırdı.
“Yaşıyor muydun?” Gülümseyerek konuştu. Bu sefer bardak kırılmadı. Sanki göze ilişmeyen bir hüzün duygusuyla sarıp sarmalamıştı etrafını. İki kaşın ortasındaki ben, eskisinden daha güzelleşmiş gibiydi ki, yüzünde karıncanın izleri gibi bencikler çoğalmıştı.
“Jarbay’dan annem geldi. Seni arıyor. El ayak hiçbir işe yaramıyor diyor. ‘Bu zamanlarda müdür olan adam hiç yerinde durur mu?’ diye endişe ediyordu.”
“Evet…”
“Ne zaman evimize getireceğiz?” dedi. “Tiyatroya da gitmedik, Devran. Güzel oyunlar da bitmiş.”
Zarzor yürüyordu. Çarşıya doğru. Hergün aynı şeyler. Susuzluktu takatini kesen… Bu sefer başkasıyla karşılaştı.
“Allah belanı versin!” der bir nine, ihtiyar adama öfkelenerek. “Şehirden eş arıyorsun demek. Seni tutan kim var!”
“Bırak palavrayı! Gücüm yerinde. Kımız içer, atı bile koştururum. Hadi adresini ver!”
“Sen ne diyorsun! Çocuklardan utanmaz mısın?”
Okumayı beceremeyen sivilcili delikanlı ile göbeğini açık tutan kız, dondurma yiyerek gülüyorlardı…
“O gün evleniriz” diyerek Nikah Sarayından Sırğalı’yla beraber çıkmıştı.
“Bir ay çabuk geçti, düğün de bitti, yurtdışına mı çıksak,” diye Sırğalı konuştu.
“Nereye, yoksa Afrika’ya mı?” Tövbe! Dalga mı geçiyordu kadıncağızla belli değildi.
Karısı, batan güneşin ateş rengine çalınmış gibi öfkesini gizleyemedi:
“Hayır, Jarbay’a gideriz. Hem uzak değilmiş.”
İkisi de eksik gediği konuşarak gülmeye başladılar.
Öğleden sonar, şeytanın işine karışır gibi acele ediyordu. İşine geldiği anda, “Alima’yı ambulans götürdü!” haberini duydu.
“Su içerek bayıldı!”
“Su değil, zehir içti!”
“İçirdiler, evet içirdiler!”
“İçinde yedi aylık bebeği varmış!” diyerek çarşıdaki kadınlar daha da çok abartarak dünyayı velveleye getirdiler. Koştu. Hastanenin kapısının önünde Sırğalı’yla karşılaştı. Bu da nereden çıktı?
“Senin ne işin var?” dedi Sırğalı dikilerek. Yüz rengi değişti. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Sana ne?”
“Ne diyorsun sen?”
Ameliyat masasına doğru acele etti. İhtiyar doktor şaşkın şaşkın baktı. Hemşireler azrail meleğini görmüş gibi bağırmaya başladılar:
“Durun! Nereye!”
“Sabırlı ol!”
“Bizler ne yapılması gerekiyorsa yaptık.”
Yüzü beyaz kumaşla kapanan mevta, yerinden beyaz bir nur olarak yükseldi. Bildiğiniz Alima idi bu. Su içindeki peri gibi uçuyordu sanki ve Devran’ın yanına yetişti. Hüzünlüydü doğrusu. Biraz suçlar gibi durakladı, sonra buharlaşarak yukarıya doğru yükseldi. Yanında ise bahardaki elma ağacının çiçeği gibi beyaz kelebek uçuyordu… beraber uçtular…
Uzun yol katetti. Yine çarşıya Doğru yürüyordu. Her gün böyle. Susuzluktu takatini kesen…
Bu sefer kimse yolunu kesmiyordu. Kalabalık dağılmış gibiydi. Topal nine de, oğluna kızan dede de yoktu. Fakat sivilcili delikanlı gövdesi açık olan kızı belinden tutarak yürüyordu.
“Seni şimdi yerim!” der.
Baş belası delikanlıya bir bak, kızı sadece kucaklamıyordu, belinden okşuyordu.
“Doyabilecen mi?” der kız.
“Doymazsam yine yerim!”
Öküze yazık oldu. Okutacağım diye öküzü satmıştı. Delikanlının okumayla işi yoktu. Böylece babasını yarım yolda bıraktı…
Evlenen Devran ile Sırğalı’nın arasına yerleşmişti o beyaz nur. Bu sefer hüzünlü değildi. Kimseyi suçlamıyordu. Aksine bir ümit hissi yeni maceralarıyla korkutuyordu.
“Hayır, ne olur!” der gibi dudaklarını ısırarak kafasını sallıyordu. “Hayır!”
Bahardaki elma ağacının çiçeği gibi beyaz kelebek, gayb aleminden inen ak nur ile Devran’ın arasında devamlı uçuşuyordu. Gözleri bulandı. Beyaz kelebekler çoğaldı. Ezgi ise aynı ritmiyle çalıyordu. Sanatçı Bekbolat “Milletim benim” türküsünü söylüyordu.
Bayılarak yere yıkıldı!
O andan sonra rüyasındaki beyaz kelebekler bunu hep kovalar oldular. Dudakları kurudu, uyanıverdi.
“Nikâh kesilmeden dünyaya gelen bebek, her iki âlemde de babasını aramaktadır.” demez mi birisi çarşı girişinde. Dolgun bir sesti. Etrafına baktı. Çuval taşıyan işçilerin sesi değildi. Onlar yanından geçerken fark etmiyorlardı bile. Meğer bu annesinin sesiymiş. Çocukluğunda duyduğu şey yeniden dirilmişti.
Alima’nın daha önce satış yaptığı yere gelerek dilenciler gibi oturdu.
“Su istiyorum! Su verin lütfen! Su! Su!”
Her gün zikir gibi dilinde dolandırdığı bu kelimeyi bugün de tekrar etti. Kimden sorduğunu bilmiyordu. Kimden dileniyordu, o da belli değildi. Kimseden cevap beklemiyordu. Böylece, akşama kadar söylenir dururdu. Artık yaptığı iş buydu.
Beyaz kelebekler… Kanatlarını çırpan beyaz kelebekler…

TERK-İ DÜNYA
Gece vakti idi. Korku salan karanlık bir gece. Evin yanındaki Tyan Şyan restoranından çıkan müziğin sesine bayılan gençlerin ancak gürültüsü uyanıktı. Caddede birbirine karşı gelerek geçen arabaların sesi de dinmişti. Sadece yatağından kaçan, gönlü serserileşen birinin taksisi, geniş odayı bazen aydınlatarak geçerdi.
Bilim adamı Salamatin’in dul kalan eşi, üzerine örttüğü yorganı değil, kendisini bir türlü uyutmayan derin düşüncelerinin ağırlığını hissederek bir of çekti. Sağ tarafına uzanarak kocasının eski yerini sıvazladı. Soğuktu. Vücudu titredi.
“Gerçekten vefat etmişse, kara toprak şimdi onu ısıtıyordur,” dedi fısıldayarak. Vefat eden kocasının yatağını sızvazlarken bu acı duygu sancı çektirir. Sanki mide ağrısı gibi. Kalbinin dibinde düğümlenen bir dayanılmaz bir ağrı!
Kendisini teselli etmek ister gibi kısa kesilen, yeniden doğan kuzu yünü gibi kıvırcık saçını parmaklarıyla taradı. Gözlerini kapayarak pamuk gibi yumuşak avucuyla alnını sıvazladı, alın çizgilerine eli takıldı… Ateş püsküren gözlerinden ateşi sönmeye başladı… Keşke sanatçılar gibi yüzünü çektirseydi ya! Artık pudranın da gücü yetmiyordu. Gönlünü yalnızlık pençelemişti sanki. Dul kadının yüzüne bakıp da sevinen kim olur?
Kaşları da bakımsızdı. Normalde aynanın önünden çıkmazdı; ince, eğri demir kıskaçla kaşlarını yolarak nisan ayında doğan hilal gibi güzelleştirirdi.
“Mahpeykerim benim, ilk evlendiğimiz günden beri yoluyorsun şu kaşlarını. Kaşların biterse, neyi yolarsın?” derdi Salamatin, saçı dökülen kel kafasını oynatarak. Sonra güzel yüzü parlar ve gözleri değil, gözlüğü gülerdi. O gülerken tüm vücuduyla sallanarak gülerdi.
Bundan kırk sene önce, kendisi söğüt ağacı gibi dalgalandığı günlerde Salamatin henüz doktora öğrencisiydi. Dükkândaki piliç tavuklar gibi tıp üniversitesinin morgunda yatan ölü insanların bağırsaklarını çıkartıp kanlı neşterini aldırmadan yerleştirip, kalem ile kâğıdı eline alarak kendi kendine mırıldanıp birşeyler kaydeden çalışkan bir uzmandı. Zayıf omuzlarını, sarı renkli bakışı daha da güzelleştiriyordu. Güzel bir akşam gününde tanışmışlardı. Hey gidi gençlik, Almatı’nın ağaçlarını sayarak gezmişlerdi. Ağaçların diplerinde öpüşmüşlerdi. Bahara yaklaşırken çok öpüşmenin neticesinde, beyaz örtü takarak tek gözlü Rus ihtiyar adamın küçük evini kiralayıp gelin olarak girmişti.
Delikanlıda yatak ve yorganından, iki kaşık ile kaseden ve sürahiden başka birşey yoktu. Kendisi ailenin tek kızıydı. Böyle fakir delikanlıyla evlendiği zaman ailesi karşı çıkmıştı. Zira davet edip koyun kestirecek, et haşlattıracak dürünlerin olmaması onlar için sıkıntılıydı. Merhum babası her ne kadar bostanını yere vurarak kızmış olsa da, bıyığını kılıç sallar gibi oynatsa da, eninde sonunda kızı için yumuşamıştı. Hatta kızı gönderirken ahırdaki ineğini bile hediye etmişti. Delikanlı kocası doktora tezini savunduğu zaman, o ineği kestirmişti.
Durmadan korna çalan polis arabası kâh oraya, kâh buraya geçerek etrafa panik saçıyordu. Almatı’da mafya kadar bozguncular da az değildi. ‘Birilerini takip ediyorlar bu saatte’ diye düşündü hatıraların peşine düşerek…
Salamatin’in tez konusu da ilginçti: “İnsan, maymunun neslidir.”
Biyoloji ile tıp alanlarından doğan melez bir araştırma konusuydu. Kulaklı varlıkların kulaklarıyla hazmettikleri Darvin’in teorisine kimse itiraz etmiyordu. Başkaldıran kimse yoktu. Tez araştırmacısına işi bırakırsan, insanlar şu anda yaşayan maymunlara akraba değillermiş. Kökleri bir olan kardeş varlıklarmış. Bizim bir boyumuz, maymunların bir soyuymuş. Ağaca binerek mi ölmüş, yoksa dağın tepesinden mi düşmüş, orası belli değil. Yani kimse kalmamış. Bizim gibi insan nesillerini bıraktıklarına çok memnun kalmıştı Salamatin.
“Saçmalama lan! Pekala Adem nerede? Buzulların üzerinde hamile kalıp dokuz aydan sonra doğuran Havva anamızın çektiği sancıları, kendi pisliğini yiyen maymunundan daha mı eksik sanırsın?” derdi babası öfkelendiği zaman. “Alemi en mükemmel yaratan Allah’tır. Yüce Yaratıcının kudretine karışmak mı istersin? Havva Anayı Adem Atanın kaburga kemiğinden…”
“Kaburga kemiğimle istişare edelim” derim ben bazen. Bu, eşime danışayım bakalım demektir. Eğer delirmek istersen, bilim adamı ol, delirirsin valla!”
Kızgın konuşan kayınpederine karşı gelemezdi. Fakat onun sessizliği, kirpi saçlarını tarayan kayınpederini çok kızdırırdı:
“Öyleyse, söyle bakalım, dünya neden yaratıldı?”
“Gözle görünmeyen, suda yetişen tek hücreli yosundan.”
“Yuh olsun!” İhtiyar adam bunu duyar duymaz yerinden fırlardı nerdeyse. Keşke kanatları olsaydı ihtiyarın. Elleriyle etrafını yoklar. Yüzyüze oturan doktora öğrencisini dövecek bir şey bulamayınca ellerini oynatırdı. “Ne dedin, ne dedin?” Sonra gözlerini fal taşı gibi açardı.
“Tek hücreli…”
“Seni de, hücreni… Git lan başımdan! Yahu söyler misin, göze ilişmeyen hücreden fil ile dinozor nasıl peyda olur? Ağzına bir şey kaçırdın da, ondan konuşamıyorsun, değil mi? Al sana bir avuç toprak. Güçlü isen, bana bir dağ yapıver bakalım!”
“Şimdi, nasıl… milyon yıllar önceki evrim…”
“Devrim olsa da, hadi bakalım. O zaman milyon sene bekleyelim…”
“Çocuğa huzur ver,” diye annesi araya girerdi. “Evladımın beynini yedin.”
“Yosundan, maymundan insan mı olur? Beni konuşturuyor. Her ne ise, insan belki maymundan yaratılmış ta olabilir. Kulağa iyi geliyor.”
“E, tamam artık. Bırakın gevezeliği. Maymundan da peyda olmuşuzdur. Köydeki Koyşıbay maymundan daha mı iyi?”
“Yahu, hanım! Sen de aniden profesörleştin valla. Maymundan doğmuş gibi konuşuyorsunuz. N’olmuş sizlere be!”
Sandalyede kafasını sallayan eşine bakarak tartışan anne ile babasının hem nazlı hem de yalnız olan kızı gülerdi.
Yatakta yalnız yatan dul kadın yine dönerek yere düştü. Kirpiklerin uçları ıslaktı. Tyan Şyan restoranından çıkan gençlerin gürültülü türküleri duyuldu. Herhalde gençler sarhoşturlar. Her gün böyledir. İster istemez duyuluyordu. Türküleri de türkü değil, küfürdü. Sanki ağızlardan pislik dökülüyordu. Rusça ile Kazakça karma karışıktı. Her iki dilin hakkı aynıydı ya. Yaramaz çocuklar! Kızın ağlamaları, delikanlının bağırmaları, nedir böyle! Allah korusun!
Salamatin doktora tezini savunacağı günlerde, Moskova’dan gelen hocalarından biri, “Ne olursa olsun, diri maymunu bulmamız gerekir. Diri maymunu deney yapacağız, böbreklerini filan keseceğiz. Netice ondan çıkar…” dediği anda panik başladı. Zaten zor nefes alıp veren doktora öğrencisiydi ki, bir de başına böyle bir bela balyoz gibi indi. Almatı’nın sokağında düşe yazacaktı. Bu zamanda deveyi kesersin çocuk gibi, fakat bu saatten sonra maymunu nereden bulacaksın?
Kendini kaybedercesine hal geçirirken avare gezen birisi bu biçareye nasihat vermiş. Ondan sonra sabahtan akşama kadar hayvanat bahçesinden çıkmaz oldu. Eninde sonunda çok ihtiyarlayan, çenesini bile açamayan, yatakta uzanmış halde yatan büyük bir gorili bulmuş. Yufka gibi yumuşak kelimeler sarf ederek hayvanat bahçesinin müdüründen istemiş. O da burnundan kıl aldırmayan tiplerdendi. Bin küsür demiş araştırmacıya. Ne yapsın zavallı, müdürü eve davet ederek at etinden ikram etmiş, yalvarırcasına istemiş ve sonunda ölmek üzere olan gorili alacaklı olmuş. Acil servisle alıp ilmi araştırması için laboratuvara getirtmiş. Sonra bunu duyan arkadaşları gülmüşler:
“Ne dersin… Salamatin’in kestiği maymun var ya, Kazakça küfrederek epey kavgadan sonra bıçağa dayanamamış. Dedesi çıkmış zavallının.”
“Hayır, hayır. Maymun değil, çilingir sofrasından kafasını kaldıramayan sarhoşun birisiymiş…”
“Salamatin’in maymunu” espirileri artık unutulmaya başladığı günlerde, zavallı araştırmacı yardımcı doçentliğe de başvurmuştu. Moskova’daki hocası yine ufuk genişletici şeyler söylese gerek.
“Adam gibi dinlemek bize nasip değilmiş,” diye evvela rahatsız olsa da, sonra bu tempoya da alıştı. Doktorun eşi demektense, “Yardımcı doçentin hanımı” kelimesi daha güzel gelir kulağa!
“Konu yine maymun mu?”
“Evet! Maymun amcanın ta kendisi!”
“Bu sefer iki tanesini kesersen, yardımcı doçent olursun.”
“Bu sefer kesmeyeceğim. İnsana dönüşme sürecini araştıracağım.”
“Kafasına vursan, iş biter,” dedi geçici doktorun eşi. “Geçen-ki gorilin Kazak’a akrabaymış. Şempanzeyi de Gürcülere kıyarsın!”
Sözü ile özü deli olan eşinin şakasına Salamatin gözlüğüyle beraber gülerdi.
Maymunun sayesinde başkentin merkezinden ev sahibi oldu. Tepesine Çek avizesini astıran doktor, yardımcı doçent olması için eskisi gibi çok uğraşmadı. Karl Marx’ın komünizm ormanında kaybolup söylediği meşhur ifadesini tekrarlayıp dururdu: “Maymunu insan yapan, çalışmadır.”
Dünyaca meşhur düşünürün ifadesini diline pelesenk yapan bilim adamının dümdüz yolunda taş bulunur mu, gözlüğü biraz kalınlaşmasına rağmen pastanın en büyük parçasından tutabiliyordu. Yüksek makam, dağın eteklerinde bülbül öttüren bağ gibi el sallıyordu. Mavi renkli taksi arabası da önünden geçemez oldu. Salamatin göbek bağladı. Makamdan makama geçince yumuşak koltukların çeşitlerini çoğalttı.
Yeryüzüne tanıldı. “Maymun ailesinin koskoca uzmanı! Darwin gibi kulaktan geçen başarılı bir boynuz talebeydi,” diyerek manşetlerde konu oldu.
Gece yarısı bile geçti. Hatıraların parça parça görüntülerine sürükleyen düşünceler uyutmadı. Gözlere yazık, hiç olmazsa tilki uykusunu bile alamadı. Gözlerini kapasan da, gönül hiç rahat bırakır mı? Yerinde durmayan düşünceler, yorganla örtünen dul kadını sürekli dürtmektedirler. Sokaktan yine Acil servis arabası geçti. Kim bilir, şu saatte birisini ecelin pençesinden kurtarmak için mücadele veriyordur. Sinyal sesi de o kadar acıdır ki…
Akademik ünvanını kazanan bilim adamı Salamatin, altı aylık Afrika yolculuğundan sonra sanki maymunlarla istişare etmiş gibi, karabasana duçar olur. Doğru işittiniz, karabasan basar her gün. Zira dünyaya sözünü geçiren bilim adamı, gece gündüz eve sığamadan yuvarlanır dururdu. Küçücük yavrusunu elinden tutan maymun şekilli mermerden yapılan hatıra hediyesini dışarıya fırlatıverdi. Gece gündüz emek verip yazdığı ve yayınlattığı kalın kitaplarını bahçesinde ateşe attı.
“Baksana, yanmıyor bile. Yalan hiç yanar mı? Gerçek olmadıktan sonra…” diye cin çarpmış gibi mırıldanıyordu. “Hayati fikirlerimi yakıyorum,” diye ateşe odun attı. Hanımı ise “Delirmiştir” diye düşündü.
Ondan sonra Rio de Janeiro’da düzenlenen uluslararası toplantıda, bilim adamlarının yakalarından tutarak, “İnsanın kanında yeni bir hücre buldum. Bu hücre değil maymunda, diğer hiçbir hayvanların türünde bile bulunmamaktadır. Demek insan maymundan oluşmamıştır. Darwinizm teorisi çöktü. Bizi bu zamana kadar hepten saptırdılar.” diyerek, güneşli havada yıldırım gibi çaktı.
Maymunu özelleştirerek onun sayesinde makam ile mansıp sahibi olan koca koca bilim adamları sessiz kalırlar mı? Doksan dokuz dilde birbirine girmişler. Salamatin’in konuştuğu kürsüye atlamışlar.
“Sen delirdin mi? Sence insanoğlu hangi spermden yaratılmış?”
“Sen ne diye saçmalıyorsun!”
“Darwin ile maymun seni çarpar!”
“İspatla bakalım!”
“Şu adamın duruşu bile tehlikeli, atın onu dışarıya!” diye velveleye getirmişler.
“İnsanoğlu arştan getirilmiştir,” der Salamatin hiç şaşmadan, işaret parmağıyla yukarıyı işaret ederek. “Bence bu, kendimizi hümanoid diye adlandırdığımız yabancı gezegenlilerin işidir. İnsanoğlu, onlar için sadece bir deney aletidir. Güneş sisteminde ve diğer yıldızların bulunduğu samanyolundaki gezegenlerde çok daha kaliteli bir şekilde yaşayan hayatlar var. Bizler ise onlar içindeki en ahmak varlıklarız. Bundan dolayı hala kendimizi maymundan yaratılmış olarak biliyoruz.”
“Bizim müellifimiz, o ucube hümonoid midir?”
“Bu, kimsenin aklına bile gelemeyecek olan bir safsatadır!” diyen öfkeli sesler, salonu nerdeyse felakete dönüştürecekti.
“Evet, bu bir gerçektir! Keşke yaptığımız deneylerimiz başarısız olmasaydı.” dedi Salamatin kürsüden inerek. “Çünkü beynimize fark etmeksizin çok zararlı içgüdü mudahale etmiştir. Onun adı, düşmanlık! Onlar buna çok öfkeliler. Bana dört-beş sene mühlet verin. Yeni araştırmalarımla gerçeği sizlere ispatlayacağım.”
Ürken bilim adamları o anda seçime giriştiler:
“Hepimiz maymundan oluştuk.” diyerek ellerini kaldırırlar, Deli Salamatin’in safsatasını inkâr ederek Almatı’ya geri postalarlar. Almatı’ya gelir gelmez aydınlardan tepki alır ve Araştırma Enstitüsü Başkanlığından vazgeçer.
“Korkunç bir şey!” diyen hasetçileri her tarafa dedikodu saçarlar: “Peygamber yaşına gelmiş fakat bu adam delirmiştir. Sessiz kalırsan, seni de deli yapar.”
Gökyüzüne tepesini dayayan evin dört duvarında hapsedilerek kafasına takke takar, eline fil kemiğinden yapılan bastonu alarak sokak sokak dolaşır. Kendisine destek verenleri arayarak liste yapar. Milyondan fazla olan şehir nüfusundan sadece yedi kişi kendisini destekler.
Bahar gelmeden, “Hayat ne kadar uzundu? Hayvanların bağırsakları gibi öbür ucu görünmez oldu be!” diyerek evden sıkılarak çıkmıştı. Ondan sonra kayboldu. Birileri ‘Göktepe mezarlığında gördük’ dediler. Bazıları ise, ‘UFO götürdü’ dediler. Dedikodu çoktu fakat kendisi yoktu.
Bir sonraki baharda, vefatı münasebetiyle yıllık yemeğini vermişlerdi. “Evvela maymunun nesilleriyiz, sonra gökyüzünden inenlerdeniz.” diyerek dünyayı terkeden bilim adamını anmak için toplanan millet, ağlamak yerine, ölümüne memnun olmuş gibiydi.
Belinden dürten, elinden çeken düşünceler yavaş yavaş dindiler. Dul kadın uykuya dalarak gözlerini kapattı. Tam o anda duvarda asılı olan fotoğraf, diri Salamatin’e dönüşmüştü. Ayaklarının ucuna basarak sessizce yorganın içine dalıverdi.
“Dondum,” dedi fısıldayarak
“Sen kimsin?”
“Gökyüzünün oğluyum, Tanrının kuluyum, Muhammed’in ümmetiyim…”
“Bizler kimiz?”
“Hiç kimsesiniz!”
Ansızın çıkan sesten ürkerek uyanan dul kadın, gözlerini açıp etrafına baktı. Salamatin gözlüğüyle geri çekilerek duvara yerleşti ve yine cansız bir şekle büründü.
“Hay Allah! Bismillah!” diye derin nefes çekerek pencereye doğru yaklaştı. Perdeyi yırtarcasına çekerek açtı. Tan ağarmıştı. Hava bulutluydu. Sonu bitmez gibi göründü…

YALNIZLIK
Annem Şemsiye’ye ithaf olunur
Güneş ufuktaki yuvasını bırakarak yükseldi. Boynunu uzatarak dikildi ve tüm dünyaya seha ruhuyla boyadığı pembe sarı rengini şimdi yavaş yavaş silmeye başladı. Bahar kendine gelince, kısrak bulutlar, taylar gibi tepinerek sağa sola sabırsızlıkla hareket ettiler. Şora Nehri, her iki kıyıyı diliyle yalayan dalgalarıyla sessizce akmaktadır. Tüylü kamışların hışırtısından ürken beyaz alın sakarmeke, birkaç yavrusunu koruyarak yan taraftan yüzdü. Koskoca dünyanın ağırlığını omuzlarında hissetmiş gibi olan bayağı balaban kuşların kalabalığı içinden çığlık atarcasına ses çıkartıp ortalıktan kayboldu. Karşı yakada bir tek ev vardı. Evin avlusunda zayıf düşen yetim bir tay dolaşıyor; güneşin gamzeden şulesinin büyüttüğü taze çimenleri dişleyerek yiyordu. Evin arkasındaki tepenin üzerinde birkaç mezarlık göze ilişti.
“Kim var orda? Tekne getir bakalım, tekne!”
“Seni bekleyen kimse yoktur!”
Nehrin yakasında, yaş itibarıyla çok az farkı olan kız kardeşi ağabeyine, oğlu annesine, karısı kocasına dönerek baktı. Kocası, nehirden sonra yağmurun yağmaladığı mezarlığa baktı. Kendini, teselli bulan, mezarlıklar diyarında bulunan mevta köyünün ortasından beyaz örtülü birisinin gelişine benzetti.
Yoksa kanatlarını gererek güneş altında kızdıran beyaz martı kuşu muydu? Birdenbire ortalıktan kayboldu.
“Kim var orda? Tekne getir bakalım, tekne!”
* * *Güneş tepede salıncak oynuyordu. Ağzına hava alan kurbağa gürledi. Su ısınınca erkek arkadaşını bulmak istedi. Yosunların arasından kafasını çıkartan erkek kurbağa hemen yanına yaklaştı. Taze otların arasında ağ yapan örümcek, hiçbir canlı ava ulaşamadığından rahatsız gibiydi. Zıplaya zıplaya gelen kurbağa eninde sonunda dişi arkadaşının arkasında gizlendi. Bayağı balabanın akrabası olan bayağı guguk da göründü. Tekne bekleyen dört kişiye aldırmadan, otların arasına kuyruğunu sererek yerleşti. Kim bilir, belki de yumurtasının üzerine oturmak istemişti.
“Guguk!”
Sesi ne kadar da güzeldi. Baharın ışıltılı gününde kudur bakalım! Senin annen mezarlıktadır. Sen ise, Şora Nehrini geçemeyerek yalnızlığının eziyetini çekiyorsun ha!
“Guguk!”
“Say bakalım, ölüme ne kadar kaldı?”
Dilini çiğneyerek dala vurdu. Vur, vur! Ne kadar yaşayacağımı ben de bilirim.
Öbür tarafta yeşillikle atışan yetim tay kafasını kaldırıp kişnedi. Kader! Sen guguk değilsin… Doydu. Karnı doyduktan sonra anasının bulunduğu tepeye bakmadı.
“Kim var orda? Tekne getir bakalım, tekne!”
* * *Güneş batıya doğru dörtnala koştu. O ise, ümidini kesmiş hâlde sağ avucuyla nehir suyundan içti. Aslında susamış değildi. Sadece ciğerini yakan bir kor vardı. Sakarmeke civcivleriyle birlikte uzun kamışların arasına girerek saklandı. Küçük örtü takan beyaz tenli kadının, güzel yüzü titremiş gibi oldu. Şehirdeki bahçeli evini özledi. Yıkanmayan çamaşırlarını, kış için hazırladığı reçelini aklına getirdi. Oğlu ise, hayalen Issık gölde yüzüyordu o anda. Tepelerin yakasında biten meşe ağaçları da ne güzel! Hayaline bindirmiş gibi yelkenleri açan beyaz gemiler de hiç eksik değildi. Geri dönmeyen hayallerini zar zor durdurabildi. Kalıptan kalıba değişerek akan hayırsız nehre bakarak öfkelendi.